25 Eylül 2020 Cuma

Güzellik Arttıkça Kasıntı da Artar...

Günaydın dostlar…

Çok sevdiğim bir arkadaşımla sohbet ederken, “Güzellikleri arttıkça kadınların kasıntıları da artıyor” dedi. Buyurun buradan yakın. Böyle bir cümlenin çıkmasına neden olan yaşanmışlıkları bilmiyorum ama bu konuda oldukça doluydu.

Güzellik kavramının kişiden kişiye büyük değişiklikler gösterdiğini düşündüğümüzde, biraz fazla geniş bir cümle oldu. Sonuçta senin beynindeki bir düşünceden, kalbindeki bir histen bahsediyoruz.


Gerçekten de böyle bir doğru orantı var mıdır? Bence yok. Senin kafandaki güzel, güzel olmayan ve kasıntı gruplarının birçok ortak kesişme noktası vardır. Sizin gözünüzde güzel olmadığını düşündüğünüz ama çok kasıntı olanlar insanlar yok mudur? Bence çoktur. Bazı insanlar güzelleştikçe kasılıyorlar diye bunu bütün gruba yayamayız.

Ayıca bu devirde güzellik konusunda da mertlik bozuldu. Olmak istediğin resmi getir, seni aynen resimdeki gibi yapsınlar. Aynısı olmasa bile çok benzetiyorlar.

Bu gibi konuları dar alanlardaki kısa paslara indirgemeye çalışmak tehlikeli işlerdir. Bir tanesi de çıkar “Erkeklerin yakışıklılıkları arttıkça kibirleri artıyor” der. Her grubun içinde her türlü insan olabilir.

Çok güzel oldukları halde kasılmanın ilk harfini bile bilmeyen birçok insan tanıyorum. Hatta bunların bir kısmı çok güzel olduklarının farkında bile değiller. Zaten insanın kendini beğenmesi, takdir etmesi güzel bir şeydir ama bırakın sizden önce etrafınızdakiler takdir etsin. Benim gözümde, tabana yayılmamış bir beğeninin çok da bir anlamı yok.

Ayrıca böyle bir konuyu sadece güzellik filtresine de sokamayız. Bu durum her konu için geçerli. İnsanlar zenginleştikçe kasıntıları artıyor mu? Bence artanı da var, artmayanı da. Tabii bir de azıcık artanlar var. Hem çok zengin, hem de çok güzel olanlar için ayrı bir grup açmak lazım.

Para çok önemli bir konu olmakla beraber dost alamıyor. Alsa alsa kısa süreli yalakalıklar alabiliyor. Para bitince de yalakalıklar da bitiyor. Bırakın bitmesini hatta tanımamaklar devreye giriyor. İşin komik tarafı, para geri gelirse bir anda gidenler de geri gelmeye başlıyor.

Böyle bir konunun en çok gündeme geldiği bir başka platform da mevkiler. Daha büyük bir masaya oturunca insanların karakterleri değişiyor mu? Bu konu bence güzellikten biraz daha önde gidiyor. Çok güzel olduğu için kasılandan ziyade, masası büyüdüğü için gereğinden fazla kasılan çok fazla insan var. Hüner; hem masanı büyütüp, hem de hiçbir şey olmamış gibi arkadaş kalabilmekte.

Bu bağlamda çok konuşulan konulardan bir tanesi de, şöhretli insanlar. Şöhret kasıntıyı, kibri arttırıyor mu? Artan bir kesim olmakla beraber, o kadar çok hiç etkilenmeyen insan var ki, doğal davranışlı şöhretli insanları herkes çok takdir ediyor.

Arkadaşlıkla, dostlukla diğer parametreleri ayırabilmeyi çok fazla beceremiyoruz. Bir insan arkadaşımızsa onun yaptığı her şeyi normal görmeye çalışıyoruz. Hatta ondan virüs bile gelmeyeceğine inanıp sosyal medyada yanak yanağa resimler yayınlıyoruz. “Arkadaşımdır ama kasıntının tekidir” diyebilmeyi başarabilmek lazım.

Konuyu özetlemeye çalışırsak; güzellikle, parayla, makamla, şöhretle kasıntı artmaz. Bu tamamen insanın iç dünyası ile ilgili bir konudur. Dünyanın en önemli masasında oturup dünyanın en mütevazı, en iyi niyetli insanı olabilirsiniz.

Bütün bu konuları yazarken gözümün önüne birçok isim geliyor. O kadar güzel insanlar var ki; dışları ayrı güzel, içleri ayrı güzel. Sizin de merak ettiğiniz insanlar varsa bana yazın, kısa bir dedikodudan sonra bir gruba oturturuz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Eylül 2020 Salı

Bolu Dağı Aşkı...

Günaydın dostlar…

İki tane yay burcu aynı arabaya biner de yola çıkarsa, muhakkak bir delilik yaparlar. Bizde de durum çok farklı değildi. Minik kuşumla en son yaptığımız Ankara yolculuğunu hiç TEM’e çıkmadan yapmaya karar verdik. Neden mi? Bakalım yıllardır geçmediğimiz yollar, yerleşim merkezleri ne durumda diye görmek istedik.

Acelemiz olmadığı için ve de etrafı göre göre gitmek istediğimiz için hiçbir yerde hızlı gitmedik. Yavaş gitmemize rağmen yol sadece yarım saat daha uzun sürdü. Bilhassa Bolu Ankara arasında hemen hemen hiç trafik yoktu.


Hemen belirteyim, yol çok güzel. Beş saat boyunca hep yeşillikler içinde gittik. TEM’de görmeye alışık olduğumuz kahverengi tonlarına hiçbir yerde rastlamadık.

Şu anda bu yoldaki tek sorun Kahraman Kazan ile Ankara arasındaki yol çalışmaları. Yolun yüzeyi çok bozuk ama süratle yapılıyor. Kızılcahamam’dan sonra da az da olsa bir takım bozuk satıhlar mevcut.

Çok nostaljik bir seyahat oldu. Yol boyunca çocukluğumuzdaki bütün gün süren yolculukları düşündüm. Tek şeritli yolda oluşan geçilmesi mümkün olmayan konvoyları düşündüm. Tabii yol artık çok farklı. Baştan sona kadar iki şeritli yollar yapılmış.

Hepimizin bildiği gibi bu seyahatin en önemli kısmı Bolu Dağı geçişidir. Karlarıyla, buzlarıyla, sisleriyle Bolu Dağı başlı başına bir maceradır. Eşsiz manzarasını da unutmayalım. Bakacak’tan aşağılara doğru bakmayanımız var mı? Yol çok boş olduğu için süratle geçince Bolu Dağı’ndan pek bir şey anlamadık. Aylin bile “Bolu Dağı bu kadar mı?” diye sordu. Boşken gerçekten bu kadarcık. Elli tane kamyonun arkasında çıkmaya çalışırken çok daha uzun.

Bolu Dağı’nın zorluklarını hepimiz biliyoruz ama Varan Tesisleri’nde domates çorbası içmeden oradan geçilir miydi? Bence seyahatin en güzel kısmıydı. Sabaha karşı saat 3.00’te dışarısı buz gibiyken, çamlar kar ile kaplıyken içilen çorbanın tadı hiçbir yerde yoktur. Bolu Dağı’nda çorba içmeden yolculuk edenleri Ankara’ya gitmiş bile saymamak lazım.

Gece yolculuğunun tek adresi Varan Tesisleri olmakla beraber, benim için öğlen yemeklerinin tek adresi de Koru Motel’di. Ben hiçbir zaman et lokantalarında durmadım. Hemen belirteyim; Varan Tesisleri halen kapalı (her ne kadar Varan yavaş yavaş seyahatlere başlamış olsa da), Koru Motel açık gibi duruyor ama etrafta hiç kimse yoktu. Durumunu pek anlayamadık.

Koru’nun arkasındaki ormanlık, daha doğrusu (adı üstünde) koruluk alan halen çok güzel görünüyor. Daha bol zamanımız olsa, orada yine eski günlerdeki gibi minik bir yürüyüş yapmak isterdim. Abant Kavşağı’nın bomboş hali insana bir garip geliyor.

Abant Kavşağı boş da Kaynaşlı hareketli mi? Ne yazık ki oranın da eski halinden eser yok. Yol boyunca birçok kapanmış işletme gördük. Çok sayı da kapanmış restoran ve benzin istasyonu var.

Eski Ankara yolu diyoruz ama aslında bu yol da çok eski değil. Bunun da eskisi vardı. Çocukluğumuzda o yoldan da çok gittik geldik. O günlerde seyahat süresince en az üç mola verilirdi. Kocaeli’ne gelmeden önce muhakkak bir çay molamız vardı. Biz öğlen yemeklerini genellikle Sapanca yakınında bir restoranda yerdik. Son mola da Kızılcahamam civarında bir yerde verilirdi. Zor ama güzel günlerdi. Bu şekilde seyahat etmeyi çok severdik.

Biz bu seyahatten çok keyif aldık. Yol üstünde ne bulup bulamayacağımızı bilemediğimiz için de yanımıza sandviçlerimizi de aldık. Bir yandan da salgın da devam ettiği için çok da durmak istemedik. Bolu Dağı başlangıcındaki Berceste halen duruyor. Aldıkları önlemler de güzel görünüyordu. Aynı durum TEM yolundakiler için de geçerli.

Bu şekilde Ankara’ya gitmek isteyen dostlarımıza kesinlikle tavsiye ederiz. Yolda çok fazla radar olduğu konusunda da uyarımızı yapalım. Basıp gitmek istiyorsanız bu yol çok uygun değil. Bizim gibi acelesi olmayanlar tercih edebilir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Ağustos 2020 Perşembe

Masraf...

Günaydın dostlar…

Doğal olarak hayatımızın her parametresi etkilendi. Eğitimden ekonomiye, spordan ticarete kadar hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Maddi ve manevi olarak büyük kayıplarımız var. Dünya genelinde 800 binden fazla insan hayatını kaybetti. Bizde de rakam 6 bini geçti. Milyonlarca insan işini kaybetti, ya da çalıştırdıkları ticarethanelerin gelirleri azaldı.
Gelir kaybı çok büyük olmakla beraber, bu virüs bir de üstüne hepimize masraf çıkardı. Her gün maske, eldiven, dezenfektan, önlük, siperlik, kolonya gibi birçok şey tüketiyoruz. İlk aşamada çok göze batmasa da alt alta yazdığınızda bunlar da bir sürü para tutuyor. Zaten sıkıntıda olan bütçeler, bir de bu masraflarla uğraşıyorlar.


Elimizden geldiği kadar hepimiz bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Kulaklarımız acımasın diye plastik maske aparatları bile aldık. Alıyoruz almasına da bunlar gerçekten işe yarıyor mu?

Her gün kullandığımız maskeler ve önlükler İngiltere’den geri döndü. “Bunlar virüsü önlemiyor” dediler. Üstelik bunu yaptıkları dönemde maske bulmak için ölüyorlardı.

Fransa’ya yolladığımız dezenfektanlar da virüsü öldürmedikleri gerekçesiyle geri döndü. Daha bunun gibi birçok örnek sayabiliriz.
Dün akşam da bizim profesör amcalardan biri, “Maskenin içine üfleyin şişmiyorsa işe yaramıyordur” dedi. Her kafadan bir ses çıkıyor. Neyin işe yarayıp yaramadığı konusunda kaybolup gittik. Bir sürü para harcıyoruz, belki de hiçbir işe yaramıyorlar. Hele de malzemeden çalmaya meraklı coğrafyalarda bu iş büyük bir soruna dönüşüyor.
İşe yarayan malzemeyi biz bilemiyorsak kim bilecek? Tabii bakanlıklardaki amcalar bilecek. Tam olarak Sağlık Bakanlığı’nın konusu mudur yoksa başkasının mıdır bilmiyorum ama birilerinin ilgilenmesi gerekiyor.

Bir onay mekanizması getirilmeli. İmalathaneler ve ürünler denetlenip onaylanmalı. Ben de Sağlık Bakanlığı onay amblemini ambalajın üzerinde görünce güvenle alabilmeliyim. Sucuk üretenlerin bile maske üretmeye başladığı bir ortamda bu işin başka yolu yoktur.

Onaylı, onaysız malzemeler olmalı. Vatandaş yine de gidip onaysızını alacaksa, artık o kendi tercihidir.
Lise yıllarında üç yıl kimya okumuş herkes dezenfektan üretmeye başladı. Sonuçta bunların hepsi kimyasal maddeler. Bir kısmı alerji yapıyor, bir kısmı kaşıntı yapıyor, öksürük yapanı bile var. Virüsü öldüreceğiz derken kendimize zarar veriyoruz.

Tabii bir de bizim virüs iyice ölsün diye çok sıkma alışkanlığımız var. Belki de önerilen miktarın üç mislini sıkıyoruz. Bu da hem bütçeye, hem de bize zarar veriyor.

Bu tip kanunlar, yönetmelikler çok yazılır ama genelde uygulaması çok zordur. Bunları kim takip edecek? Onay aldığı şekilde üretip üretmediğini nereden bileceğiz? Sürekli olarak piyasadan numuneler toplayıp analizlerini yapacağız. Onay aldığı şekilde üretmeyene çok ağır cezalar verilecek. Bu basit bir konu değil, halkın hayatıyla oynanıyor.

Adam milyonlarca liralık malzeme satıyor, gidip birkaç bin liralık ceza kesiyoruz. Bu şekildeki bir uygulamanın caydırıcı olması mümkün değil.
Küçükler bilmez ama uzun yıllar önce Türkiye’de bir yıl şeker sıkıntısı olmuştu. Önüne gelen herkes şeker ithal ediyordu. Gömlek üreticisi firma gelip de “Ağabey elimizde şeker var ister misin?” dediğinde şeker işinin iyice kontrolden çıktığını anlamıştım.

Şu anda da durum çok farklı değil. Herkes Korona pazarından pay kapmak için her şeyi üretmeye başladı. Birilerinin bu işi kontrol altına alıp tüketicileri koruması gerekiyor.
Eski günlerdeki gibi evimize gelenlere kolonya tutmayı ihmal etmeyelim, sağlıkçılarımıza her ortamda destek olalım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Ağustos 2020 Cuma

Küçüktüm Bilmiyordum...

Günaydın dostlar…

Ankara’nın nüfusunun İstanbul’dan az olması küçüklüğümde beni çok rahatsız ederdi. Her yaz İstanbul’a geldiğimizde İstanbullu arkadaşlarım bu konuda benle dalga geçerlerdi. İçimden “İnşallah seneye yakalarız” diye dua ederdim.
Maalesef dualarım kabul olmadı. Bırakın aranın kapanmasını, giderek daha da açıldı. Her sene İstanbullu çocuklara laf anlatmaya çalışmaktan anam ağladı.


Dedim ya, küçüktüm bilmiyordum. İyi ki de yakalayamamış. Şu anda 16 milyonluk bir Ankara’nın olduğunu düşünebiliyor musunuz? Gözümün önünde bile canlandıramadım. O kadar nüfusa rağmen muhtemelen Ankapark yine de iş yapamazdı.

Bir diğer arzum da, şehirlerde yüksek binalar yapılmasıydı. Ne ileri zekâlı hedeflermiş bunlar. Düşününce, şehirlerin bu hale gelmesinden kendimi sorumlu hissettim. Allah Baba bu hedefimde bana yardımcı oldu, her yerin yüksek beton binalarla dolmasını sağladı. Camdan bakınca kendi kendime “Hiç söylenme, 55 yıl önce en büyük arzundu” diyorum. Küçüktüm bilmiyordum, bilseydim piyangodan para çıkmasını filan isterdim.

Ankara’daki Gima binası yapıldığında çok mutlu olmuştum. Bir de Türkiye’nin en yüksek binası olduğunu öğrendiğimdeki keyfi anlatamam. Sonunda bizde de artık İstanbul’dan daha büyük bir şey vardı. Hatta adı da “Gökdelen” olarak tarihteki yerini aldı. En büyük buluşma yeriydi. Kim bilir ne aşklar başlamış, bitmiştir Gökdelen’in gölgesinde.

Küçüklerin garip hedefleri oluyor. Geç saatlere kadar oturmayı da çok istiyordum. O saate kadar oturup ne yapacaktım acaba? Kesinlikle, “Büyükler oturuyorsa bu iyi bir şeydir” diye düşünmüşümdür. Gerçi rahmetli babam genelde erken yatardı; bu arzum, muhtemelen dayımdan kaynaklanıyordu. Bu yılların çoğunda televizyon bile yoktu. Geç saatlere kadar ders çalışma ihtimalimin de sıfır olduğunu düşünürsek, ne yapacağımı gerçekten ben de çok merak ediyorum.

Büyüyünce ne oldu? En geç saat 10.00’da yatar oldum. Hatta 9.30’da yattığım bile vardır. Hudsons’da çalıştığım günlerden kalma erken kalkma alışkanlığım, o günlerden beri devam ediyor. İlkokulda da hep sabahçı olmuşumdur. Günün ortasında okula gitmek hiç bana göre bir şey değil. Küçüktüm, geç saatlere kadar oturmayı matah bir şey zannediyordum. Yat uyu kardeşim, yastığın seni özlemiştir.
Büyümek demişken, her çocuk gibi benim de en büyük dileklerimden biri, bir an önce büyümekti. O kadar kalpten istemişim ki, çabucak büyüdüm. Bir anda bu günlere geldik. Büyüdüm de büyüdüm. 18 yaşına geldiğimde istediğim her şeyi yapabileceğimi düşünürken, 180 yaşında bile istediğim her şeyi yapamayacağımı öğrendim. Anlamını bile bilmediğim kelimeler, büyüdükçe hayatımın önemli parçaları oldular. Gittiğim her yere de benimle geliyorlar. Küçüktüm bilmiyordum.

“Küçüklüğüne inmek lazım” derler ya, bence benim büyüme arzum da daha altı yaşına basmamışken okula başlamış olmaktan kaynaklanıyor. Sınıftaki herkesin benden büyük olması, bende bir an önce büyüme arzusu oluşturdu diye düşünüyorum. Büyüme konusu önemli bir hedefti benim için. Allah’tan büyük gösteriyordum da bu konu çok bir sorun olmuyordu. Ne yapalım, küçüktüm bilmiyordum.

Birçok arkadaşımda olan, “Bir büyüsem de sigara içsem” arzusu bende hiç olmadı. Hayatımda bir kere bile içime sigara çekmedim. Tamam, itiraf ediyorum, bir kere denedim ama boğuluyordum. Yay burcu olarak denemeden olmazdı.

Ankara’dan İstanbul’a kadar oyuncak trenimi kurmak gibi bir hedefim de vardı ama onu bu sabah bir kenara bırakalım. Aslında epeyce de düşünmüştüm. Güzergâh belliydi, sadece altyapı çalışmaları kalmıştı. Çoğunlukla mevcut demiryoluna paralel gidecekti. Anlayacağınız, proje aşamasında hedefim yarım kaldı.
Yıllar geçtikçe hedeflerimiz nasıl da değişiyor. Artık sakin şehirler, yeşil alanlar, sorunsuz yaşlar, sağlıklı günler peşindeyiz. Anı yaşamak gerekiyor; bugün çok önemli gördüğün bir konu, yarın hiçbir şey ifade etmiyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

7 Ağustos 2020 Cuma

Gerçekten Sevmek...

Günaydın dostlar…

Gerçek sevgi hiçbir şarta bağlı olamaz. Kalpten gelir ve diğer parametreler hiçbir zaman gündeme gelmez. Boşuna söylememişler “İyi günde de, kötü günde de” diye.
İyi günde sevdiğini söylemek veya öyle hissetmek daha kolaydır, önemli olan kötü günde de o sevgiyi hissedebilmektir. İşler kötüye gidince tüyüyorsan, onun adı sevgi olamaz. En azından gerçek sevgi olamaz.


Günlük şartlara bağlı olan sevgiler sınırlı sevgilerdir. Anlık sevgiler, bağlılıklar (o an için kalpten geliyor gibi görünse de) beyinden gelenlerdir. O andaki şartlara, menfaatlere göre saniyede değişiverirler. Makbul olanı kalpten, hatta yürekten gelenidir.

Konumuz ister biricik aşkın olsun, ister Fenerbahçe; bu durum hiç değişmez. Şampiyonluğa oynayamayacak bir kadro kuruldu diye takımından uzaklaşacaksan, o zaman gerçekten sevip sevmediğini yeniden düşünmen gerekir.

Bu gibi sıkıntılı senelerde; bizim gibi sevenlere düşen, detaylarını düşünmeden gidip bütün sezonluk biletleri satın almaktır. Hiçbir maça gidemesek de bunu gidip yapmalıyız. 30 milyon taraftarım var diyen bir takım, 40 bin kombine satabilmeli diye düşünüyorum.
 Gitme ihtimalim çok düşük olan maçların neden biletini alalım diyorsak, o zaman şartlı bir sevgiden bahsediyoruz demektir ki, bu da gerçek sevgi değildir. Bu hafta çok sevip, salgın gelince ismini hatırlamamaya benzer.
Ben çok seviyorum ama paraları başkanlar versin dönemi artık bitti. “Başkan bize çilek al” sloganları atarken o çileklerin bir gün hurmaya dönüşeceğini hiç düşünmedik.

Görevim gereği Anadolu’nun birçok yerine gittim ve gördüm ki, hemen hemen bütün takımlar, esnafın ve işadamlarının verdiği paralarla yürüyor. Artık zengini de, fakiri de bu işten çok sıkılmış.

Bir gün bir şehirde davet edildiğim bir maçta “Seyircinin ilgisi fena değil” diye bir yorum yaptığımda, “Onlar firmaların alıp dağıttığı biletlerle geliyorlar, çoğu cebinden para verip de bilet almaz” demişlerdi. Hani ne oldu bizim sevgimiz? Ben sadece taraftar olayım, parayı hep başkaları versin ruh hali.
Herkes kendi çapında elini taşın altına koymadığı müddetçe bu işler yürümez. Seyirci değil, gerçekten taraftarsan, şartlar ne olursa olsun gidip biletini alacaksın. Oxford’da geçirdiğim zamanlarda birkaç kere Oxford United’ın maçlarına gitmiştik. Yanılmıyorsam o zamanlar üçüncü ligde oynuyordu ve hiçbir iddiası da yoktu ama her maçı tam dolu olurdu.

Bizim her şeyimiz sonuç odaklı. Takımın bir iddiası yoksa veya olmayacağını düşünüyorsak, hemen hevesimiz kaçıyor. Amerika’da 70 yıldır aynı koltuğa sahip olan beyzbol taraftarları biliyorum. Üstelik bu yılların birçoğunda da takım ligi sonuncu bitiriyordu.

Anadolu takımları demişken, kendi memleketim Giresun’da da durum çok farklı değil. Herkes takımın eski günlerine geri dönmesini istiyor ama küçük bir stadı bile dolduramıyoruz. En başta kendimi eleştireyim. Maçlara gidemeyecek olsam bile, bir kombine alabilirdim diye düşünüyorum. Gerçi bu dönemde, Passo’ya Fenerbahçeli diye kayıt olmuşken, Giresun kombinesi alabilir miydim onu da bilmiyorum.

Fenerbahçe’miz çok zor günlerden geçiyor. Altından kalkılması çok zor bir borç yükü varken, bir de karşımıza çıkan küresel salgın işleri içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Bugün her zamankinden daha çok takımın yanında olmalıyız.
İster genç takımlar oynasın, ister yıldızlar (gerçi son yıllarda kâğıt üzerindeki yıldızlardan da pek bir şey göremedik) bütün kombineleri almalıyız. “Başkan bize çilek al, kiraz al” demekle bu işlerin yürümesi mümkün değil. Bir salkım üzüm de biz yetiştirelim. Bir fındık ağcı da biz dikelim.

Dostlar, ben bu sabah Fenerbahçe ve Giresun özelinde yazdım ama diğer takımlar için de durum çok farklı değil. “Kurtar bizi büyük başkan” dönemleri çok gerilerde kaldı. Daha sürdürülebilir, daha tabana yayılmış modellere doğru yol almamız gerekiyor. Kalıcı çözümün yolu da gençleri yetiştirmekten geçiyor.
Tekrar söylüyorum, şartlı sevgi diye bir şey yoktur, onun adı menfaat ilişkisidir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

29 Temmuz 2020 Çarşamba

Ferda Emrali

Günaydın Dostlar,

Özel Yenişehir Koleji Ankara’nın en iyi eğitim veren okuluydu diyemesek de en yüksek seviyede dostluğu, arkadaşlığı olan okuluydu, diyebiliriz. Bir aile gibiydik. Bizler mezun olalı kırk yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen halen irtibat halindeyiz ve fırsat buldukça görüşürüz.
Başarımızdaki (her zaman söylediğim gibi) en büyük pay sahiplerinden biri sevgili matematik hocamız Süleyman Tulgan’dır. Mekânı cennet olsun. Süleyman Hoca’dan matematiği çok iyi öğrenenlerden biri de okulumuzun güzel ve özel kızı Ferda’ydı. Hem çok başarılı bir öğrenciydi hem de çok zarifti.


Okulun yarısı Ferda’ya aşıktı. Her gittiği yerde her ortamda dikkat çekerdi. Kendine has bir dünyası vardı. Başarılı olmak onun için çok önemliydi. Bir sohbetimizde “Ben okul yıllarında ders çalışmaktan başka hiçbir şey yapmazdım.” demişti. Zaten netice de ortadaydı. Çok çalışırdı, bir yandan da çok akıllıydı.

Yenişehir Koleji’nden çıkıp Orta Doğu Teknik Üniversitesine girmek kolay bir iş değildi ama Ferda’dan söz ediyoruz, onun için zor diye bir şey yoktu. Her zaman en tepeye oynardı. Hem okulun en başarılı öğrencilerinden biri olup hem de çok popüler olmak kolay bir iş değildir. Başarabilmek için Ferda olmak gerekir.

Kendine özgü bir dünyası vardı sevgili Ferda’nın. Başkalarının ne yaptığı onu çok ilgilendirmezdi. Bir kere bile başkalarının hakkında konuştuğunu duymadım. Kendi hayatı, kendi çocukları, torunları, annesi ile kendi dünyasında çok güzel bir yaşamı vardı. Tabii onun da sıkıntılı günleri oldu ama hepsinin altından bir Ferda gibi kalktı.

Laf olsun diye iş yapmak fabrika ayarlarına uygun değildi. Oyalanırım diye başladığı işte sık sık Ankara birincisi oluyordu. Sonuçta Ferda’dan bahsediyoruz, gittiği bir yerde fark yaratamazsa akşam rahat uyuyamaz.

Konu ne olursa olsun, birincilik Ferda’nın yakasını bırakmazdı. Bir gölge gibi onu takip ederdi. Ne zaman onun ismini görseniz birincilik de oralarda bir yerdedir. Okul hayatındaki başarıları bütün yaşamı boyunca onu her gittiği yerde takip ettiler.
Briç oynamayı çok severdi ve orada da her zaman her katıldığı turnuvayı kazanmak için oynardı. En son yazıştığımızda da yine internette briç oynuyordu. Cevabını bildiğim halde “Kazanıyor musun?” diye sorduğum da, “Tabii kazanıyorum.” demişti. Ferda için başka bir seçenek yok ki.

Ferda çok iyi bir Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’nin maçlarını hiç kaçırmazdı. İster futbol olsun ister basketbol muhakkak seyrederdi. Fener’in son yıllardaki başarısızlıkları hepimiz gibi onu da üzüyordu. Bir bardak şarabını koyup Fener maçını izlemek üzere televizyonun karşısına oturduğu anlar en mutlu anlarıydı. Maç sırasındaki yazışmalarımızı, yorumlarımızı çok özleyeceğim.
Başta da söylediğim gibi kendi dünyasında yaşayan çok özel bir insandı. Hiçbir zaman kısır çekişmelerin, günlük dedikoduların içine girmezdi. Kendine ait bir kalitesi vardı. Son güne kadar da o kaliteli duruşundan hiç ödün vermedi.
Dertleri ile insanları huzursuz etmeyi de sevmezdi. Kendine saklar, kendi yaşar, kendi çözmeye çalışırdı. Şimdi benim bu yazıyı yazdığımı görse, “Neden insanları rahatsız ediyorsun?” derdi.
Ferda’cım, bu bir sabah yazısı değil. Kendi hayatını yaşayıp kendi doğrularını savunan ve sessizce bizleri terk eden çok özel ve güzel bir kadın için bu sabah içimden geçenler.

11-Fen sınıfı zaten çok büyük bir sınıf değildi. Bugüne kadar bazı arkadaşlarımızı da kaybetmiştik, hepsinin mekânı cennet olsun ama dün akşam aldığımız haber hepimizi bir kere daha derinden yaraladı. Mekânın cennet olsun Ferda’cım, her zaman kalbimizde olacaksın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Temmuz 2020 Salı

Bıdıcık...

Günaydın dostlar…

Bıdık sözcüğünü çok severim. Bende her zaman güzel şeyler çağrıştırır. Bu kelime ile ilgili hiçbir negatif durum düşünemiyorum. Hiç kimseyi karşısındakine “Pislik bıdık” derken duymadım. Kulağa bile doğru gelmiyor.
Bıdık kelimesi kulağa çok sevimli gelmekle beraber aslında işin yalın halidir. Bu kelimeye eklenecek her ek olayı daha da özel, daha da güzel bir hale getirir. Tabii sadece ekler de değil, önüne koyacağın bir sıfat da olayın şeklini tamamen değiştirebilir.


Akıllı bıdık sözü, bıdıklar ailesinde bir üst mertebedir. Bu durumda bıdık olmanın bütün sevimliliğini taşımakla beraber, bir de üzerine akıllısın. Hani böyle cin gibi laf eden sevimli çocuklar vardır ya, tam da öyle insanlardan bahsediyorum. Cin gibi laf edip insanın sinirini bozanlar da var ama onlar bu sabahın konusu değil.

Akıllı bıdıklar için bir yaş sınırı yoktur. Her insan akıllı bıdık kategorisine girebilir. Burada sözünü ettiğimiz akıllılık sevimli akıllılık. Bazı insanlar o kadar sevimlidirler ki, küfür bile etseler kulağa hoş gelir. Diğer türüne kısaca ukalalık diyoruz.

Bir kişiye “Sevimli Bıdık” dediğiniz zaman, artık onun sevimliliği tavan yapmış demektir. Benim gözümde bıdık zaten sevimli demek olduğu için, karşımızda bir anda sevimli çarpı sevimli durumu buluruz.

“Atom karınca” da çok güzel bir söz olmakla beraber onlar başka bir aileye mensuplar. Sevimsiz karıncalar da olabileceğini bilmekle beraber, atom karıncaları da her zaman çok sevimli buluyorum.
Bıdıklık seviyelerini Altı Sigma kuşak seviyelerine benzetirim. Çeşit çeşit bıdıklar vardır ve her bir seviyeyi hak etmeniz gerekmektedir. Beyaz kuşak, sarı kuşak, yeşil kuşak, siyah kuşak diye giden seviyeler, en sonunda dünyada birkaç tane olan unvanlara ulaşır. Bunları pek günlük yaşamımızda duymayız ama bunları bilen bilir.

Bıdıkların en üst seviyesi de bıdıcık seviyesidir. Bırakın kara kuşağı kapkara kuşaktan bile daha ileridedir. Buradaki en büyük fark bıdıcık seviyesinden dünyada sadece bir tane olmasıdır. Bıdık olmanın bütün özelliklerini taşımanız yetmez çok daha fazlası gerekir.
Her zaman söylediğim ve de yüce dinimizin de emrettiği gibi önce çok iyi niyetli olmanız gerekiyor. Yaptığınız her şeye iyi niyetle yaklaşmanız gerekiyor. İçinizdeki iyi niyetin, güzelliğin, yardımseverliğin dışarıya yansıması ve yüzünüze melek görünümü vermesi aranan niteliklerin ilk sırasında geliyor. Bu özellikleri olmayanların başvuruları kabul görmüyor.

Bıdıcık kelimesinin size çok yakışması da aranan diğer bir özellik. İnsanlar baktığı zaman “Ne kadar bıdıcık değil mi?” demeliler. Kalplerinde hiçbir şüphe kalmamalı.

Güzel olmak önemli bir kriter olmasına rağmen, güzel bakmak çok daha önemli bir parametre. Unutmayın ki her güzel olan insan güzel bakamaz. Kalbinin temizliği gözlerinden çıkmalı. Bütün kötü ve sevimsiz huylar diğer kardeşlere gidip, bıdıcık olana hiçbir şey kalmamalıdır.

Bıdıcık ile Polyanna’yı birbirine karıştırmayalım. Bıdıcık melek gibi olmakla beraber, “Aman da her şey ne kadar güzel, her şey ne kadar pembe” diyerek ortalarda dolaşmazlar. Gerçekçi insanlardır. Hatta pembeyi de çok sevmezler. Bir tane bile pembe giysileri yoktur.
Çok çalışarak belki siyah kuşağın en üst seviyelerine çıkabilirsiniz ama bıdıcık olamazsınız. Fabrika ayarlarınızın baştan bu şekilde ayarlanması gerekiyor.

Bıdıcık olmanın en önemli değeri de, bütün bu unvanlardan dolayı şımarmamış olmaktır. Bıdık seviyelerini birer birer geçerek, bir gram şımarmamış olarak bıdıcık seviyesine ulaşmanız gerekiyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…