Güler Yüzlü Olmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güler Yüzlü Olmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Güler Yüzlü İnsanlar...

Günaydın dostlar…

1 Ocak akşamı Eskişehir Tren İstasyonu'na elimde bavulumla, Şener Şen’in Haydarpaşa’ya inişi gibi indiğimde, aklımda tek bir hedef vardı; Sarar Butik Otel’e ulaşabilmek. Otele ulaşmak istiyordum ama içim de biraz buruktu.  
Tamam, Eskişehir’e aşinaydım ama yine de yepyeni bir hayata başlayacak olmanın heyecanı vardı içimde. Trenden iner inmez, içimdeki heyecan bir anda taksi bulma çabasına dönüştü. Çok soğuk bir havada, -16 derecede, tipi şeklinde yağan karın altında elinde bavulu ile bekleyen adam; bekledi de bekledi. Ne bir taksi geldi, ne de bir Allah’ın kulu.


Hemen araya sıkıştırayım, daha sonraki günlerde Eskişehir’de taksi bulmanın çok da kolay olmadığını öğrendim. Koca şehirde sadece 500 taksi var. Onlar da İstanbul’daki veya Ankara’daki gibi sokaklarda dolaşmıyorlar. Belli yerlerde beklersen geliyorlar, ya da telefonla veya zille çağırman gerekiyor. Evet, zil sistemi Eskişehir’de halen işe yarıyor.

Benim önümde sadece iki kişi vardı ama taksiye binebilmem tam 25 dakika sürdü. Bu arada da kardan adam oldum. Artık hem tek başıma, hem de kardan adamdım. Kar, buz, çamur karışımı yollarda kısa bir yolculuk yaptıktan sonra Sarar Butik Otel’e ulaştım. Bahçe kapısındaki güvenlikçinin sıcacık gülümseyen yüzü içimi ısıtsa da, otelin çam ağaçlarıyla dolu, geniş bahçesi de buzla kaplıydı.

Bahçe buz kaplı, resepsiyon bahçenin 500 metre öbür tarafında. Taksiciye “Resepsiyona gidelim, anahtarı alayım sonra da beni kalacağım binaya geri getir” dedim. Zaten azıcık bir giyim, kuşam alıp geldim, onları da bu bahçede ziyan etmeyeyim. Sonuçta trenle geliyorsun, bütün yün donlarını alıp gelemezsin ki!
 
Resepsiyondaki genç arkadaş da son derece güler yüzlüydü. Karanlık ve soğuk bir kış akşamında, samimi, güler yüzlü, iyi niyetli insanlarla tanışmak; moralimi düzeltti. -16 derece bile artık çok rahatsız etmiyordu ama kalacağım yere girince ısıtıcıların haftalardır yanmadığını gördüm. İçerisi gayet serindi. Tabii ısıtıcıyı açtım ama yorganın üzerine dolaptaki öküz gibi kalın battaniyeyi de sererek yattığımı hatırlıyorum.

Saat olmuş akşamın bilmem kaçı, karnım da aç ama o buz, tuz, çamur, kar karışımı yoldan bir daha çıkılmaz. Ayrıca, yanımda çamurda yürüme ayakkabısı da yok. Her şey çok kısıtlı, ancak beş gün idare edebilecek kadar giyeceğim var. Allah bilir Şener Şen’in tahta bavulunda bile daha çok şey vardı.
1 Ocak günü, çok zor şartlarda girdiğim Sarar Otel’den 3.5 ay sonra ayrıldım. Son parçayı da arabaya koyup, anahtarı teslim ettiğimde içimde bir burukluk vardı. İçimdeki boşluk dört bir köşenin resimlerini çekmeme neden oldu. Dünyanın her yerinde yaşadım, kalmadığım otel kalmadı, peki neydi Sarar’dan ayrılırken içime dolan?

Çamların altında yürürken, dibimden geçen trenler miydi? Trenleri çok severim. Penceremin sadece 20 metre ötesinden sık sık trenlerin geçiyor olması da beni çok mutlu etmişti ama neden onlar değildi. Belki de çamların altındaki yürüyüşlerimi özleyecektim. Sebep, Sarar’ın sessizliğiydi belki de!

Eskişehir’de popüler mekânlara ve/veya sokaklara giderseniz, genelde çok büyük kalabalıklarla karşılaşıyorsunuz. Sarar’ın sessiz, sakin ortamını seviyordum ama ayrılırken içimi burkan sessizlik değildi.

Sonunda buldum. 3,5 aydır alıştığım ve ayrılması zor gelen; oradaki güler yüzlü, samimi, iyi niyetli insanlardı. Onlardan ayrılmak zor geliyordu. Sarar’ın binaları çok lüks değil, eşyaları da birinci sınıf değil ama çalışanları birinci sınıf. Bu kadar süre içinde her derdime güler yüzle koştular. İster gecenin geç saatlerinde olsun, ister sabahın köründe hiç fark etmedi.
Her zaman söylerim. Farkı yaratan hizmetin kalitesi, samimiyetidir. Herkes bir yatak, bir masa, iki sandalye alıp bir odaya koyabilir ama herkes güler yüzlü olamaz. Herkes şevkle, iyi niyetle, heyecanla işine bağlanamaz.

Artık güler yüzlü insan bulmak çok zorlaştı. Kışın en soğuk, en karanlık gününde bile insanları bekçi kulübesinde sıcacık bir gülümseme ile karşılayabiliyorsan, sen olmuşsun kardeşim. Allah gülümsemeni daim etsin…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Özür Dilerim...

Günaydın dostlar…

Bütün bu yaşananlar ve askerlerin her daim gündemde olmaları, bana çocukluğumuzda Ankara’da yaşadığımız sıcak bir yaz gününü hatırlattı.  Belki de 50 yıl boyunca hiç aklıma gelmeyen bu olay, nedense bu sabah birdenbire aklıma geliverdi.
Ankara, Emek Mahallesi’ndeki mütevazı apartmanın en alt katında bir asker ailesi yaşardı. Alt kat dediğime bakmayın, oturdukları daire alt katın da yarısıydı. Alt katı ikiye bölmüşler, arka bahçeden giriş kapısı olan küçük bir daire yaratmışlardı.


Bir asker, bir eşi, bir de minicik çocukları vardı. Küçücük dairelerinde (1 oda, 1 salon) mutlu ve güler yüzlü bir hayat yaşıyorlardı. Hayalimizdeki Türk subayları var ya, adamcağız tam da öyle biriydi. Uzun boylu, yakışıklı, dimdik yürüyen, üstü başı jilet gibi bir askerdi.

Nedenini bilmiyorum ama her öğlen eve yemeğe gelirdi. Eve geldiğine göre, muhtemelen oralarda bir yerde çalışıyordu. Neden eve yemeğe geldiğini bilmediğim gibi, rütbesini de bilmiyorum. Bu sabah bir tahmin yapmam gerekirse, sanki rütbesi üsteğmen (en fazla yüzbaşı) seviyelerindeydi.

Ne zaman bizi bahçede görse, bizle sohbet eder, bembeyaz dişleriyle bize gülerdi. Saçlarının hafif sarı gibi olmasını ve tertemiz kıyafetlerini büyük bir hayranlıkla izlerdik. Bahçede oynamaktan bizim üstümüz başımız toz, pislik içindeyken asker ağabeyin güneşten parlayan ayakkabılarıyla, jilet gibi ütülenmiş pantolonuyla, kolalı gömleği ile yanımızdan geçmesi; kendimizi iki kat daha darmadağın hissetmemize neden olurdu.
Adamcağızın jilet gibi ve yakışıklı hallerini beğenirdim ama Allah var, “ben de büyüyünce bu amca gibi giyineyim” diye de hiçbir zaman heves etmedim. Her gün o kadar bakımlı görünmek zoruma gitmiştir.
Buraya kadar her şey çok güzel giderken, sıcak bir yaz günü çok samimi arkadaşlarımdan biri, “bu amca öğlende eve geldiğinde üzerine su dökelim” dedi. Çocukluk aklı, bana da fikir çok güzel geldi. 1 kova suyu hazırlayıp, balkonda mevzilendik. Güneşin altında bekliyoruz ama amca bir türlü gelmiyor. Tam biz vazgeçmek üzereyken, asker amcanın merdivenlerden indiğini gördük.

Başka bir şey olsa belki isabet ettiremezdik ama tam isabetle bir kova soğuk suyu zavallı adamın üstüne döktük. Son saniyede sırılsıklam olduğunu gördüğümü hatırlıyorum. Yüzbaşı amca yukarı bakamadan da hemen içeri kaçtık.

İnanır mısınız, bizim amca çok fazla patırtı bile çıkartmadı. O kadar kaliteli bir insandı ki, yukarlara doğru bakıp, “ayıp ama bu sizin yaptığınız, böyle şey yapılır mı” gibilerden bir şeyler bağırdı ve apartmanın arkasına dolaşarak evine gitti. Ne yaptığımızın çok da farkında değildik ama yine de asker amcanın bu kaliteli davranışı kendimizi çok kötü hissetmemize neden oldu.
Bu olayın ardından, hiçbir zaman cesaretimizi toplayıp da, “o suyu biz dökmüştük” diyemedik. Adamcağız bizi seviyordu ve o sevgiyi kaybetmek istemiyorduk. Bizden şüphelenmiş miydi acaba? Kim bilir, belki de bizim yapmış olabileceğimize hiç ihtimal vermemiştir. Bizim de onu sevdiğimizi düşünüyordu. İşin garip yanı, seviyorduk da ama su dökme fikri de o an için çok cazip gelmişti.
Aradan 50 yıl geçti. Bu sabah düşündüğüm zaman halen bu konu da kendimi kötü hissediyorum. Adamcağız öğlen yemeğine eve gelmiş ve başından aşağıya bir kova su boşaltılmış. Duruma bakar mısınız? Bir tas filan değil, tam bir kova su. Yün donuna kadar ıslanmıştır. Ne düşünüyorduk da bir kova su dökmeye karar verdik hiç hatırlamıyorum. Bir tas suyun az olacağını düşündük her halde.

Asker amca işine geri gidecek. Başka bir takım elbise giyip gidemez. Hazırda başka üniforması var mıydı bilmiyorum ama umarım çok zor durumda bırakmamışızdır.

Güler yüzlü, yakışıklı asker gibi asker; senden çok özür diliyorum. O gün, o suyu biz dökmüştük. O anda bile öyle kaliteli bir duruş sergiledin ki, bana ömür boyu unutamayacağım bir ders oldu.
Asker amca, sen kaliteli bir insandın. Hayattaysan sana sağlıklı, mutlu günler diliyorum. Artık bizle değilsen mekânın cennet olsun. Her zaman söylediğim gibi; kalite bir sertifika değil, en sıkıntılı anlarda bile değişmeyen, bir yaşam şeklidir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…