Tren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Güler Yüzlü İnsanlar...

Günaydın dostlar…

1 Ocak akşamı Eskişehir Tren İstasyonu'na elimde bavulumla, Şener Şen’in Haydarpaşa’ya inişi gibi indiğimde, aklımda tek bir hedef vardı; Sarar Butik Otel’e ulaşabilmek. Otele ulaşmak istiyordum ama içim de biraz buruktu.  
Tamam, Eskişehir’e aşinaydım ama yine de yepyeni bir hayata başlayacak olmanın heyecanı vardı içimde. Trenden iner inmez, içimdeki heyecan bir anda taksi bulma çabasına dönüştü. Çok soğuk bir havada, -16 derecede, tipi şeklinde yağan karın altında elinde bavulu ile bekleyen adam; bekledi de bekledi. Ne bir taksi geldi, ne de bir Allah’ın kulu.


Hemen araya sıkıştırayım, daha sonraki günlerde Eskişehir’de taksi bulmanın çok da kolay olmadığını öğrendim. Koca şehirde sadece 500 taksi var. Onlar da İstanbul’daki veya Ankara’daki gibi sokaklarda dolaşmıyorlar. Belli yerlerde beklersen geliyorlar, ya da telefonla veya zille çağırman gerekiyor. Evet, zil sistemi Eskişehir’de halen işe yarıyor.

Benim önümde sadece iki kişi vardı ama taksiye binebilmem tam 25 dakika sürdü. Bu arada da kardan adam oldum. Artık hem tek başıma, hem de kardan adamdım. Kar, buz, çamur karışımı yollarda kısa bir yolculuk yaptıktan sonra Sarar Butik Otel’e ulaştım. Bahçe kapısındaki güvenlikçinin sıcacık gülümseyen yüzü içimi ısıtsa da, otelin çam ağaçlarıyla dolu, geniş bahçesi de buzla kaplıydı.

Bahçe buz kaplı, resepsiyon bahçenin 500 metre öbür tarafında. Taksiciye “Resepsiyona gidelim, anahtarı alayım sonra da beni kalacağım binaya geri getir” dedim. Zaten azıcık bir giyim, kuşam alıp geldim, onları da bu bahçede ziyan etmeyeyim. Sonuçta trenle geliyorsun, bütün yün donlarını alıp gelemezsin ki!
 
Resepsiyondaki genç arkadaş da son derece güler yüzlüydü. Karanlık ve soğuk bir kış akşamında, samimi, güler yüzlü, iyi niyetli insanlarla tanışmak; moralimi düzeltti. -16 derece bile artık çok rahatsız etmiyordu ama kalacağım yere girince ısıtıcıların haftalardır yanmadığını gördüm. İçerisi gayet serindi. Tabii ısıtıcıyı açtım ama yorganın üzerine dolaptaki öküz gibi kalın battaniyeyi de sererek yattığımı hatırlıyorum.

Saat olmuş akşamın bilmem kaçı, karnım da aç ama o buz, tuz, çamur, kar karışımı yoldan bir daha çıkılmaz. Ayrıca, yanımda çamurda yürüme ayakkabısı da yok. Her şey çok kısıtlı, ancak beş gün idare edebilecek kadar giyeceğim var. Allah bilir Şener Şen’in tahta bavulunda bile daha çok şey vardı.
1 Ocak günü, çok zor şartlarda girdiğim Sarar Otel’den 3.5 ay sonra ayrıldım. Son parçayı da arabaya koyup, anahtarı teslim ettiğimde içimde bir burukluk vardı. İçimdeki boşluk dört bir köşenin resimlerini çekmeme neden oldu. Dünyanın her yerinde yaşadım, kalmadığım otel kalmadı, peki neydi Sarar’dan ayrılırken içime dolan?

Çamların altında yürürken, dibimden geçen trenler miydi? Trenleri çok severim. Penceremin sadece 20 metre ötesinden sık sık trenlerin geçiyor olması da beni çok mutlu etmişti ama neden onlar değildi. Belki de çamların altındaki yürüyüşlerimi özleyecektim. Sebep, Sarar’ın sessizliğiydi belki de!

Eskişehir’de popüler mekânlara ve/veya sokaklara giderseniz, genelde çok büyük kalabalıklarla karşılaşıyorsunuz. Sarar’ın sessiz, sakin ortamını seviyordum ama ayrılırken içimi burkan sessizlik değildi.

Sonunda buldum. 3,5 aydır alıştığım ve ayrılması zor gelen; oradaki güler yüzlü, samimi, iyi niyetli insanlardı. Onlardan ayrılmak zor geliyordu. Sarar’ın binaları çok lüks değil, eşyaları da birinci sınıf değil ama çalışanları birinci sınıf. Bu kadar süre içinde her derdime güler yüzle koştular. İster gecenin geç saatlerinde olsun, ister sabahın köründe hiç fark etmedi.
Her zaman söylerim. Farkı yaratan hizmetin kalitesi, samimiyetidir. Herkes bir yatak, bir masa, iki sandalye alıp bir odaya koyabilir ama herkes güler yüzlü olamaz. Herkes şevkle, iyi niyetle, heyecanla işine bağlanamaz.

Artık güler yüzlü insan bulmak çok zorlaştı. Kışın en soğuk, en karanlık gününde bile insanları bekçi kulübesinde sıcacık bir gülümseme ile karşılayabiliyorsan, sen olmuşsun kardeşim. Allah gülümsemeni daim etsin…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

12 Aralık 2014 Cuma

Tren Garında Kahve Keyfi

Günaydın Dostlar,

Aslında kahve içmeyi çok da sevmem ama trenlere olan düşkünlüğümü herkes bilir. Babamın 1964 yılında Almanya’dan getirdiği oyuncak trenim halen durur. Artık o eski halinden eser olmasa da yine de ilk gün alınan parçalar da elli yıldır benimledir.

Ankara’da tren garına tek başıma gitmek zor işti ama İstanbul’a geldiğimizde, dayımların evinin istasyona çok yakın olmasından dolayı istasyona yürüyüp trenleri seyretmişliğim vardır.
 
Ne kadar büyüseniz de eski alışkanlıklar, eski tutkular kolay kolay değişmiyor. Halen trenleri çok severim ve tren deyince benim aklıma gelen ilk yer Almanya’dır. Almanya’nın birçok şehrini gördüm (Berlin’i, Düsseldorf’u, Sttutgart’ı da severim) ama benim için Münih’in yeri bambaşkadır.
Münih’te birçok yeri babamın sayesinde öğrenmiş olsam da bugün artık ben de sağını solunu iyi bilirim. Oradaki otelimizin tren istasyonunun dibinde olması da başka bir güzel tesadüftür. Babam da trenleri çok severdi. Hiç oyuncak treni olmamış, büyüdüğü şehirde hiç tren olmamış birinin trenleri sevmesi de ayrı bir ilginç konudur. Evet, kesinlikle soya çekim diye bir şey var.

Eskiden Münih’e gezmek ve arkadaşlarımı görmek için de giderdim ama son yıllardaki gidişlerimin hepsi iş için olmuştu. Bütün gün süren toplantılar akşamüstü saat 17.00 gibi biterdi ve ondan sonra yemek buluşmasına kadar bir iki saat ara verilirdi. Bazen de yemek filan yoktu ne isterseniz onu yapardınız. Bu saat diliminde gidip zaman geçirdiğim bana iyi gelen yer Münih Tren İstasyonu'dur. Aynı atasözünde de söylendiği gibi gidip yarım saat filan trenlere bakardım.

Aynı atasözünde de söylendiği gibi gidip yarım saat filan trenlere bakardım. Günün bütün yorgunluğu gider. Gelen giden trenler, koşuşan kalabalık her akşam aynı senaryolar tekrar tekrar oynanır. Peronları hafif yukarıdan gören bir noktadaki sadece üç tane masası bulunan kahve dükkânına oturup, sütlü kahvemi alıp trenleri seyretmeye bayılırım. Düşündüm de ben orada otururken hava genelde hep soğuktur. Demek ki ben Münih’e hep kışın gidiyorum. Çok sıcak bir havada orada oturduğumu hiç hatırlamıyorum.
Bazen de kalkan trenlerin nereye gittiklerini düşünürüm. Bilhassa uzak şehirlere giden trenler daha çok dikkatimi çeker. Geçeceği şehirleri, içlerinde kimlerin olduğunu ve kime gittiklerini düşünürüm. Gerçi Almanya yaşamının hiçbir heyecanlı tarafı yoktur ama ben yine de düşünürüm. Böyle bir ortamda da insan kendini birilerini yolcu etmeye gelmiş filan gibi hissediyor.
Nasıl heyecan olsun? Adam alıyor sezonluk biletini; her sabah her akşam aynı vagonda aynı koltuğa oturup, gidip geliyor. Akşam dönüşlerinde, koltuklarına oturup kırmızı şaraplarını içerken kitap okuyarak seyahat etmeleri her zaman benim de canımı istetmiştir. "Adamların keyfe bak, bir de bizdeki kapıların zor kapandığı trenlere bak." diye de sık sık düşünürdüm.

Başta da belirttiğim gibi çok fazla kahve sevmem ama soğuk havada tren garında o kahve süper gider. Metrodan inip trenlere koşanları, son anda binenleri veya binemeyenleri görmek çok keyiflidir. İş dağılımı yoğun bir kalabalık vardır ama bir saat sonra ortalarda kimse kalmaz ve istasyon tenhalaşır. Herkes evine gitmiştir. Benim de zaten her gittiğimde o küçücük üç masalı kahveci dükkânında yer bulabilmemin en büyük nedeni, o saatlerde ortalarda benden başka boş adam olmamasıdır.

Aynen havaalanları gibi tren istasyonlarının da kendine özgü bir havası vardır. Orası başka bir dünyadır. Orada her bir duygu trenlerle gelir, trenlerle gider. Giden belki sevgilidir, belki de bir fırsattır. Yıllar önce Münih’ten, İstanbul’a da tren vardı ve akşamları kalkardı. Kaç günde ülkeye ulaşırdı bilmiyorum ama İstanbul Treni'nin kalkışı ayrı bir görüntüydü. Bir anda etraf çakma Haydarpaşa’ya dönerdi.
Trenler gitti, etraf tenhalaştı, Emin’in de kahvesi bitti. Saatler ilerledikçe de trenler seyrekleşir. Artık kalkıp otele geri dönme zamanıdır. Allahtan yün donumu giymişim yoksa bu soğukta oturulmaz o demir sandalyelerin üzerinde.

Bir gün bizim de Almanya’daki gibi trenlerimiz olması umuduyla hepinize güzel bir gün diliyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

11 Nisan 2014 Cuma

Boğaziçi Ekspresi

Günaydın Dostlar,

Sabahın sessizliğinde evin yanıdan geçen trenler; bana çocukluğumuzdaki tren yolculuklarını, İstanbul’a gelişlerimizi hatırlattı. Arabayla da gelsen trenle de gelsen Ankara’dan İstanbul’a gelmek genellikle bütün bir günü alırdı. Yolların çok kötü, otobüslerin yollardan da kötü olduğu yıllardan söz ediyoruz. Günlerin uzun olduğu yaz aylarında bile tren çoğu zaman hava kararmadan Haydarpaşa’ya varamazdı.


Genelde, aile treni olarak adlandırılan Boğaziçi Ekspresi tercih edilirdi. Boğaziçi Ekspresi'nin iki tane sevimsiz tarafı vardı. Birincisi renkleri, ikincisi de ne zaman varacağının belli olmaması. Normal varış saati akşam 17.00 – 18.00 olmasına rağmen hiçbir zaman o saate varamazdı. Vardığı bir gün olmuşsa da kesin o gün bir mucize olmuştur. Akşam 24.00 gibi geldiği de çok olmuştur.

Aynı trenle zaman zaman dedemler de Ankara’ya gelirdi. Akşam saat 18.00 gibi istasyona gidip, oradaki görevlilerden "Tren akşam 23.00 gibi gelecek." lafını duyup eve geri döndüğümüz zamanları çok iyi hatırlarım. O zamanlar sadece tek bir hat var. Giden tren de gelen tren de aynı yoldan gidiyor. Sürekli olarak istasyonlarda karşıdan gelen treni bekleme durumları vardı. Küçük gecikmeler eklene eklene büyük gecikmelere neden olurdu.

Yol uzun olduğu ve de ne zaman biteceği belli olmadığı için sabah bütün gazeteler, mecmualar, sandviçler, çikolatalar vs. alınır ve trene öyle binilirdi. O zamanlar tren yavaş yavaş hareket etmeye başladığında geçirmeye gelenlerin de bir müddet trenle yürümesi durumları vardı. Hem yürür hem el sallarlardı.

Her durduğu istasyonda trenin içine girmeyen satıcı da kalmaz ama biz onlardan genelde pek bir şey almazdık. Sadece İzmit’te durduğunda pişmaniye alırdık. Değirmendere fındıklarının neden bizim Giresun fındıklarına benzemediğini merak ederdik ama kendi fındıklarımıza ihanet etmemek için onlara da yüz vermezdik. Yemek trende kumanya alınarak yenilirdi. Bunu da bileti alırken almak lazım yoksa bulamazsın. Trene belli sayıda yüklenirdi kumanyalar. İnsanların bir çoğu da yemeklerini evden hazırlayıp getirirdi. Trende bir yemekli vagon da vardı ama babam hep çok yoğun veya seyahatte olduğundan dolayı hiçbir zaman bizle gelemediği için ve de dolayısıyla başımızda bir erkek olmadığı için biz oraya hiç gidemezdik. Yemekli vagonda yemek yiyebilmek için bir büyük erkek şartı vardı herhalde o günlerde.

Kumanyada muhakkak ve muhakkak çikolatalı muhallebi gibi bir şey olurdu ve ben onu yemeyeceğim diye tuttururdum. Çikolatayı çok sevdiğim halde çikolatalı hiçbir şeyi de sevmezdim. Şimdi bu tip şeyleri yemesem daha iyi gibi bir durum söz konusu olduğu için artık hepsini yiyorum.

Tren Eskişehir’e vardığında şöyle bir aşağıya inip en son tren yavaş yavaş hareketlendiğinde trene binmek adettendi. Neden yapardık bunu, ben de bilmiyorum. O zamanlar bu davranış çok havalı gelirdi bize. Bilecik’te de karşıdan gelen Boğaziçi Ekspresi beklenirdi. Buluşmadan sonra Ankara yönüne giden treni bir sonraki istasyona kadar bir adet kömürlü lokomotif iterdi. Hafif bir rampa olduğu için tren arkasından itilmeden o rampayı çıkamazdı. Ayrıca bu trenler şimdiki gibi şey kadar trenler değildi. Her biri en az on bir on iki vagon olurdu. Bayramda, seyranda trenlere vagon eklerlerdi; bu sefer de trenin uzunluğuna istasyonun platformu yetmezdi. En arka vagonlardaysan bavullarını eline alıp ineceğin istasyona gelmeden önce içeriden ileriye doğru yürümen gerekiyordu.

Her istasyonda çocuklar gelip “gazete” diye bağırırlardı. Trende herkesin yanında öküz gibi gazete olduğunu bildikleri için gazeteleri aşağıya atın diye bağırıp dururlardı. Benim saf anneciğim de bize “Bak siz evde kitaplarınızı okumuyorsunuz, çocukcağızlar gazete okuyabilmek için bağırıp duruyorlar.” derdi. Okumakla alakası olmadığını bunları toplayıp sattıklarını öğrendiğimizde ben 13 yaşındaydım.
Dört kişi gidip geldiğimize göre iki tane cam kenarı koltuğumuz olurdu ve istasyon binalarını gören taraftaki cam kenarı koltuk her zaman benimdi (bana da dedemden geçmiş herhalde) . Bunu iyi ayarlamak lazım yoksa tren durduğunda dağı, bayırı görürsün.
Sapanca göründüğünde yavaş yavaş güneş de alçalmaya başlamıştır. Sazlıkların arasından süzülüp Sapanca’nın sularında yok olan güneş ışıkları Marmara Bölgesi'ne girildiğinin ilk habercileridir. Deniz olmasa da artık bir çeşit su görülmüştür ve İstanbul’a az kalmıştır.

Trende bütün gün yediğin içtiğin bir şeyler varsa İzmit’ten sonra görevli bunların parasını toplamaya gelirdi. Bir yerlerde bir hesap tuttuklarını da hiç zannetmiyorum. Gelip “Bir hesabımız var mıydı efendim?” dediklerinde sen de üç çay, iki kola vs. derdin; parasını alıp giderlerdi.

Tarihi Haydarpaşa istasyonu artık yolun sonudur. Hava kararmadan varabildiysen ne mutlu sana. Rahmetli dede ve/veya dayım bizi karşılamaya gelirlerdi ve yolculuk biterdi. Her ne kadar raylar hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de sonunda biterdi ve zevkli bir yolculuk olurdu. Sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum.
Küçüklüğüne inmek lazım derler ya bugün dahi trenleri çok severim. Bu sevginin bitmek bilmeyen Boğaziçi Ekspresi yolculuklarıyla bir alakası olsa gerek diye düşünüyorum. Arkadaşlarım bilirler, Avrupa’ya gittiğimde toplantılar bittiğinde akşam yemeği öncesinde bir garda oturup elimde kahvemle veya şarabımla gelen giden trenleri izlemeyi çok severim. Her fırsat bulduğumda da yapardım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

25 Mart 2014 Salı

Ankara'da Oyuncak Almak

Günaydın Dostlar,

“Onun bunun elinde oyuncak olduk be ağabey, artık bu devirde kime inanacağımızı şaşırdık.” dedi dün bindiğim taksiyi kullanan amca.

Doğru söyledi sevgili amcam. Ankara’da oyuncak almak çok zordur ama oyuncak olmak çok kolaydır.
"O da nereden çıktı, her yer oyuncakçı dolu." diyeceksiniz. Doğru, şu anda öyle ama 1960’larda, bizim çocukluğumuzda hemen hemen hiç yoktu. Şimdiki çocukların oyuncaklara burun kıvırmalarını görünce çocukluğumuzda Ankara’da oyuncak almanın ne kadar zor olduğu aklıma geliyor. İşin komik tarafı paran varsa bile zordu çünkü yoktu.

Bırakın oyuncağı, bir top almak bile imkansızdı. Bakkallarda filenin içinde giriş kapısının yakınlarında bir yerlerde asılı duran naylon toplardan alırdık, o da iki saat sonra patlardı. Patlamış topu biraz yarıp yeni aldığımız topun üzerine geçirirdik ki biraz korusun diye. Böyle iç içe geçmiş dört beş top görmek mümkündü…Bu toplarla sokakta maç yapmak herhalde en büyük eğlencemizdi. Bir maç biter, başka bir maç başlardı. Top bulamadığımız zamanlarda limon kabuğuyla daire oynamak da çok zevkliydi. Daire genelde kışın oynanırdı. Limon kış bitkisi olduğu için herhalde...

Ankara’da küçük Matchbox arabalardan almak da çok zordu. Birincisi annem çok tutumlu olduğu için ikincisi de çok da kolay bulunmadıkları için... Alacağın yerde de en fazla üç tane araba olurdu ve bir tanesini seçmek zorunda kalırdın. Onu bile almak için bizim evde  en az on üç gün uslu durmak gerekirdi.
Ortalarda çok fazla bir oyuncak olmadığı için hayat sokakta geçerdi. Bir tahta ve dört rulmandan yapılan tornetler çok havalıydı. Tornetle Bahçelievler’de inmediğimiz yokuş kalmamıştır. Bisiklet mi dediniz? İmkansız, annemi kandırsan babam almaz.  Anlayacağınız bisiklet almanın oluru yoktu. Gerçi sonunda yine babam seyahatteyken annemi kandırarak almıştık ama bisiklet alındığında en az on beş yaşındaydım.

Sokakta oynanan saklambaçlar birçok ortaokul, lise aşkının kıvılcım platformu olmuştur. Tesadüfen aynı noktada saklanıyormuş gibi yapılarak koşulan duvar arkaları ve orada yapılan konuşmalar, Ankara ilişkilerinin başlangıç noktasıdır. Kıza gel de pastaneye gidelim, diyecek halin yok. Diyelim ki dedin, diyelim ki kız da kabul etti ama zaten muhtemelen annem para vermezdi ve gidemezdik. Babamdan para istesek belki verecek ama ondan da korkudan isteyemezdik. Doğal olarak saklambacın tadı akşam çıkar. Ankara’nın elli derece öğlen sıcağında saklambaç oynayamazsın.

Peki gündüz ne oynanır. Gündüz maç yapılır, daire oynanır, çivi oynanır, seksek oynanır, ip atlanır ve lastik oynanır. Bu oyunların hepsinin kendine göre bir mevsimi vardır. Öyle her mevsimde oynayamazsın. Çivi oynayabilmek için çamur lazım, o da genelde kışın olur. Yazın kimse çivi oynamaz. Lastik ülke yaşamında bir dönemdir. Kız, erkek belli bir jenerasyon lastik oynayarak büyümüştür. Candy Crush’dan daha beter tiryakilik yapıyordu. Lastiğin nasıl oynandığını bilenler bilmeyenlere anlatsın lütfen. Zaman zaman yakantop, kukalı saklambaç gibi oyunlarda oynanırdı ama onları oynamak çok havalı bir iş değildi.

Her mahallede bahçe duvarı sohbetleri de çok meşhurdu. Önceden belirlenmiş bir duvar üstünde oturulup sohbetler yapılır, ay çekirdeği yenilir, dondurmalar alınır hatta ve hatta zaman zaman daha sonraki yıllarda biralar bile içilirdi. Kaldırımlar ay çekirdeği kabuğundan geçilmezdi.

Sakızlardan veya çikolatalardan çıkan futbolcu kartları çok meşhurdu. Kartlar biriktirilirdi ve kimin elinde tonlarca varsa acayip havası olurdu. Kart oyunu büyük bir kumardı. Yarım metre yüksekliğinde bir duvarın kenarında kartlar, yarısı dışarıda olacak şekilde tutulur ve bırakılırdı. Bir sen bir de rakibin... Yere düşen kart bir veya daha çok kartın üzerine düşerse o kartlar senin olurdu. Genellikle mahallenin azgın çocukları, bu yöntemle cici çocukların bütün kartlarını alırlardı.
Kumar demişken gazoz kapağı da iyi bir kumar oyunuydu. Kapaklar asfalta dizilir ve uzaktan taş atılarak vurulmaya çalışılırdı. Atmadan öncede sol veya sağ diye bir taraf seçilirdi. Bunun sorusu da “Hangi baş?” şeklindeydi. Seçilen baştaki kapağı vurursan dizili kapakların hepsi senin olurdu. Baş değil de iki yanındakine vurduysan bu sefer de vurduğun kapaktan sona doğru olan bütün kapaklar senin olurdu. Bu oyunun aynısını gelir düzeyi yüksek olan çocuklar misketle oynarlardı. Elinde torba, içinde yüzlerce misket sokakta dolaşan çocuklar olurdu.

Babacığımın aldığı elektrikli treni de unutmamam lazım. Elektrikli, transformatörü filan olan ve de kendi kendine gidecek olan bir tren. İnanılmaz bir olay… Tren çok komplike görünüyordu. Raylardan çıkıp transformatöre bağlanan kablolar filan vardı. Doğal olarak olay beni aşıyordu ve babamın kurması gerekiyordu. Tren iki yıl kadar kutusunda durdu ve babam çalışmaktan ve seyahatlerden hiçbir zaman fırsat bulamadı. En sonunda Emin annesinin bütün “Yapma oğlum, bozarsan bir daha hayatta alamayız.” laflarına aldırmadan treni kendi kurmaya kalktı ve de başardı. O küçük tren bugün daha büyümüş, tamamen elektronik olarak yönetilen bir tren olarak halen durmaktadır.

Evlerde evcilik oynamak çok modaydı. Son derece boktan oyuncaklarla ve plastik bebeklerle evcilik oynanırdı. Eminim hepsi zararlı madde deposuydu. O devirde zararlı maddeden üretilmiş oyuncak diye bir şey bilmiyorduk. Beni de genelde hep çocuk yapıp ev ödevi filan verirlerdi. Daha sonraki yıllarda bütün okul hayatım boyunca ev ödevi yapmayı hiç sevmedim. Boşuna dememişler “Çocukluğuna inmek lazım.” diye. Evlerde coğrafya oyunu, amiral battı gibi oyunları da sık sık oynardık. Amiral battı için kareli kağıt varsa kolaylık olurdu yoksa kendimiz çizerdi. Belirlenen harften şehir, eşya, isim vs… gibi konularda bir şeyler bulup yazmaya coğrafya oyunu denirdi. Bilenler puan alır, belirli bir süre içinde bir şey bulamayanlar o kategoride sıfır çekerlerdi.


Bir gün Türk malı legolar çıktı ortaya ve bize de yılbaşı hediyesi olarak bir kutu alınmıştı. Bizim evde yılbaşı hediyesi almak gibi bir adet yoktu ama nasıl olmuşsa o sene bir yanlışlık olmuştu. Alındı alınmasına ama legolar çok kötü, birbirini tutmaz, doğru dürüst üst üste oturmaz. Tam bir sinir harbi. Yine de legolarla epeyce oynamıştık. Kızla pastaneye gidecek halimiz yok ya.

Hiçbir şey bulamadığımız günlerde de yüksekten atlamaya bayılırdık. Bu toprakların çocuklarında, kazılmış çukurlara atlama merakı vardır. Adam ev yapacak, temel kazmış, doğal olarak bize de bir atlama alanı yaratmış. Aşağıya kim ilk atlayabilecek, ilk kimin g…. yiyecek, camia bunu merak eder görmek isterdi.

Bütün bu yokluklara ve çok limitli sayıda oyuncağa rağmen çok güzel günlerdi. En azından bize öyle geliyordu. Oyuncakların kesinlikle kıymetini biliyorduk. Şimdiki çocukların dönüp duran bir treni seyretmesi imkansız. Onlar zaten istedikleri zaman internete girip tren kullanabiliyorlar. Bizim o günlerde o trene bir vagon daha alabilmek için aylarca yıllarca beklediğimiz olurdu.
Artık günümüzde oyunlar da çocuklar da çok sofistike. Zaten doğal süreç içinde olması gereken de bu.

Çocuklar internette makinist olup tren kullanadursunlar ama benim dönüp duran, minik trenimin kalbimde de dolabımda da ayrı bir yeri vardır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...