Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2019 Pazartesi

Farrokh Bulsara...

Günaydın dostlar…

Sinemaya çok fazla gitmediğim için, “Bohemian Rhapsody” filmini de bu güne kadar izleyememiştim. Bütün arkadaşlarım, dostlarım gitti ama ben bir türlü gidememiştim. Malum çok yoğunum…
Filmi çok beğendim. Bu filmi halen izlememiş arkadaşlar varsa, “Bir dakika bile beklemeyin” derim. Su gibi akıp gitti. Uzun da bir film olmasına rağmen çok çabuk bitti. Bir yandan da, “Müslüm” filminin İngilizcesini seyrediyormuş gibi hissettim. Çok farklı hayatlar olmakla beraber (Müslüm Baba’nın hayatı çok daha çileliydi) çok fazla ortak yanlar da vardı. Biz hiçbir zaman bilmeyeceğiz ama şöhret böyle bir şey galiba.


Ortaokul ve lise yıllarında sürekli bu tip grupları dinlerdik. Ben en çok Deep Purple dinlemeyi severdim ama Queen de en sevdiğim gruplar arasındaydı. 1969 yılında yayınlanan King Crimson’ın “In the Court of the Crimson King” albümü bizim için bir milattır. Gerçekten de plakçıya gidip aldığımız ve yıllarca dinlediğimiz ilk albümlerden biridir.

"Plakçı" demişken Ankara Kızılay’daki Soysal Pasajı’ndaki Cemil Plak Evi’nin sahibi sevgili Cemil ağabeyi de buradan saygıyla anıyorum. Bir şekilde bu albümleri bulup getirirdi. Para biriktirip Cemil’den albüm almak, çok büyük bir zevkti.

Hatırladığım bir diğer albüm de, 1971 yılında piyasaya çıkan Led Zeppelin IV albümüdür. Bu yıllardan sonra muhteşem albümler arka arkaya gelmeye başladı.
1971’de yayınlanan Jethro Tull’ın Aquaulung albümü, 1972’de yayınlanan Deep Purple’ın “Made in Japon” albümü, 1973’te yayınlanan Pink Floy’dun “Dark Side of The Moon” albümü, 1974’te yayınlanan Camel’ın “Mirage” albümü ve 1975’te yayınlanan Queen’in “A Night at The Opera” albümü aralıksız dinlediğimiz albümlerdi. Her birini yüzlerce kere dinlemişizdir ve hala da dinlerim.
Tabi bu arada yine 1975’te yayınlanan Pink Floyd’un “Wish You Were Here” albümünü ve Renaissance'ın  “Scheherazade & Other Stories” albümünü de unutmamak lazım.

Daha sonra Amerika’da yaşadığım yıllarda bu grupların birçoğunun canlı performansını izlemek şansım oldu ama Queen konserine hiç denk gelemedim.

1985 yılındaki “Live Aid” konserlerini bütün bir gün boyunca televizyondan izlemiştim. Çok önemli bir organizasyondu ve nerdeyse bir Queen konserine dönüşmüştü. Bu filmde de Live Aid’e çok uzun yer ayrılmasına çok mutlu oldum. O konserin öncesinde ve sonrasında Queen adına yaşananları çok iyi bildiğim için, filmin bu kısmı beni çok duygulandırdı. Gözlerim dolarak, zevkle izledim.
Tahmin ettiğiniz gibi, eve gelince “A Night at The Opera” albümünü baştan sona bir kere daha dinledim. Filmde sözü edilen “You’re My Best Friend” şarkısı da bu albümde ve çok güzel bir şarkıdır.

“Bohemian Rhapsody” filminden çıkarmamız gereken bir ders de, takımı bozduğunuz zaman bir yere varamadığınızdır. Ne kadar iyi müzisyenleri bir araya toplarsanız toplayın, takım ruhunu kaybettiğiniz zaman hiçbir zaman başarılı olamazsınız. Sadece Freddie Mercury değil, Deep Purple’ın efsane solisti Ian Gillan da dahi olmak üzere birçok solist solo kariyerler için gruplarından ayrıldılar ama gruplarının yarısı kadar bile başarılı olamadılar.
Kendini herkesin çok üstünde görmeye başladığın zaman, tehlike çanları da çalmaya başlıyor. Ne kadar harika olduğunu senin değil başkalarının düşünmesi gerekiyor. İnsanlar müziğini dinlemediği zaman bir anda dibe vuruyorsun. Freddie gibi Ian Gillan’ın da çok ciddi içki ve sigara sorunları vardı ve yıllar içinde onun da efsane sesinden eser kalmadı. “Jesus Christ Superstar” rock operasındaki muhteşem performans da artık sadece anılarımızda ve plaklarda kaldı.
İnsan böyle bir film izlerken, “Keşke Aşkı Memnu Beşir gibi öksürmese” hissine kapılıyor ama her şeyi o kadar çabuk tüketiyorlar ki, hayat da buna paralel yol alıyor. Erişecek hedef kalmayınca insanoğlu değişiklik, farklılık aramaya başlıyor.

Her iki filmin (Müslüm ve Bohemian Rahapsody) bir diğer ortak yanı da, çok fazla içki ve sigara tüketilmesiydi. O kadar çok içiyorlar ki, insan içkiden soğuyor. Hatta kendin içmiş gibi susuzluk yaratıyor. Eve geldiğimde yün donuma kadar sigara kokusu sinmiş hissediyorum.

Freddie Mercury, değişik bir insandı ve yaptığı müzikler de bütün geçmişini ve hayatının parametrelerini yansıtırdı. Şımarık ve bencil tavırları yüzünden ona kızıyoruz ama işin gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Queen demek, Freddie Mercury demekti. Zaten ayrılık olduktan sonra, onlar da tek başlarına bir yere varamadılar.

Kendi doğrularıyla, kendi inandıklarıyla, kendi tarzıyla, kendi günahları ve sevaplarıyla yaşadı ve erkenden gitti. Rest In Peace Farrokh Bulsara…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Kasım 2018 Pazar

Nilüfer...

Günaydın dostlar…

Her türlü müzik türünü dinlemeye meraklı olan ben, hayatım boyunca hiç Müslüm Gürses dinlememiştim. Müslüm Baba’nın varlığını biliyordum ama müziğini hiç merak etmemiştim. Sağda solda duyduğumda da bana hitap etmediğini düşünürdüm.
İbrahim Tatlıses dinlerim, Orhan Baba’yı dinlerim, Ferdi Tayfur dinlerim hatta Küçük Emrah’ı bile dinlerim ama Müslüm Baba ile hiç yollarımız kesişmemişti.


Müslüm Baba gerçekten de çok farklı bir karakter. O “ruh” dediğimiz konu var ya bizim Baba’da fazlasıyla var. Bu kadar çok takipçisi olmasının en büyük nedeni de şarkılarından insanların kalplerine yansıttığı o ruhtan kaynaklanıyor. Şarkı söylemek bir meziyettir ama o ruhu dinleyenlere geçirebilmek bambaşka bir doğallıktır.

Bu sabah Müslüm Baba sohbeti yapmamın tek nedeni, geçen hafta gittiğim Müslüm filmi. Film beni şaşırtmadı. Çok sıkıntılı bir hayattan gelip meşhur olduğunu biliyordum. Birçok başka sanatçının da yaşam öyküsü film yapılsa çok farklı olmayacağını düşünüyorum.

Ben iyi bir film izleyicisi değilim, sinemaya da pek gitmem; buna rağmen filmi beğendim. Tek beğenmediğim kısmı, Ege aksanıyla konuşan Müslüm Baba oldu. Bilhassa gençliğini oynayan çocuğu ve Müslüm’ün annesi rolündeki sanatçıyı çok beğendim. Özay Gönlüm filminin konuşmaları bu filme karışmış gibiydi.

İyi bir dizi izleyicisi olmasam da, filmlerdeki diğer oyuncuların çeşitli dizilerden geldiğini ben bile biliyorum. Meğerse Altın Koy’un şımarık çocuğu Mert’in de çocukluğu Urfa’da geçmiş.

Filmin ana teması sıkıntı üzerine kurulmuş. İzlerken her türlü sıkıntıyı ve zorluğu yaşıyorsunuz. Bir an önce soğuk havaya çıkıp ferahlamak istedim. 2 saat boyunca dert izlemekten içim karardı. Hayatın zorlukları, sıkıntıları altında bunalan kardeşlerimizin Allah yardımcısı olsun.
2 saat boyunca Müslüm Baba o kadar çok içki içti ki, neredeyse ben sarhoş oldum. İçki ben de susuzluk yaratıyor, sinemadan çıkınca bol bol su içtim. Rahmetli ne bulduysa içti. Perdenin bir köşesinde sürekli boş şişeler vardı.

Filmdeki amcanın konuşmasını beğenmediğim gibi, şarkı söylemesini de beğenmedim. Daha Müslüm bir ses bekliyordum. Hemen şunu da belirteyim sesini beğenmesem de oyunculuğunu çok beğendim. Belli ki Müslüm Baba defalarca izlenmiş, çalışılmış.
Olaya hiç hâkim olmadığım için ertesi gün epeyce bir araştırma yaptım. Youtube’de Baba’nın şarkılarını ve sohbetlerini dinledim. Dediğim gibi çok farlı bir insan, çok farklı bir ekol. O dönemin diğer arabesk söyleyenlerine de benzemiyor. Müslüm farklı bir yaşam şekli.
Bütün bu izlemelerden bana kalan da, Nilüfer. Nasıl bir şarkıdır o? Ben bu şarkıyı bugüne kadar neden hiç duymamışım. Geçen hafta sonundan beri evde, sokakta, arabada, her yerde dinliyorum. Çok farklı bir şarkıdan ve çok farklı bir ruh halinden söz ediyorum.

Söylemeye kalksanız söylenmiyor. Müslüm Baba gibi nefesinin biteceği yere kadar söyleyip, her an devrilecekmiş gibi bir ruh hali gerekiyor. Normal bir yaklaşımla bu şarkı söylenemez. Söylense de Nilüfer olmaz. Dinlemeyen bütün dostlarıma bu şarkıyı tavsiye ediyorum. Hiç duymadınızsa siz de benim gibi çok şey kaçırmışsınız demektir.

Muhterem Nur’dan bahsetmeden Müslüm Baba yazısı olmaz. Hayatının ikinci döneminde Muhterem Nur’un Müslüm Baba’ya çok şey kattığı kesin. Her ne kadar gerçek Müslümcüler bu değişimi çok sevmese de, kadıncağızın çok olumlu etkileri olmuş.
Senaryodaki bütün sıkıntılara rağmen, ben filmi hiç sıkılmadan seyrettim. Yarım asırlık yaşamımda yüzlerce defa bu konuya benzer filmler izlemiş olmama rağmen, yaşam öyküsünü ilgi ile takip ettim. Film sinemada oynadı ama yurdun her köşesinde, her gün yüzlerce Müslüm filmlerinin çekildiğini de unutmamız lazım.

Unutmayalım ki, herkesin bir Limoncu Ali’si yok.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

31 Aralık 2017 Pazar

Aile Arasında...

Günaydın dostlar…

Yılın son gününde de her zamanki tarzımı değiştirmeyerek, en son söyleyeceğimi en başta söyleyerek yazıma başlayayım. Ben sinemaya gitmeyi sevmem. Sinemaya gitmeyi sevmediğim gibi, evde de film izlemeyi sevmem.
Durum böyleyken, geçen akşam çok sevdiğim dostlarımın da ısrarıyla “Aile Arasında” filmini izlemeye gittim.


Bütün duyduğum da, “Filmde Engin Günaydın oynuyor ve gülmekten yerlere yatacaksın” şeklindeydi. Kendi kendime, “Ben Engin Günaydın’ın espri tarzını ve yaptıklarını komik bulmuyorum ki” dedim ama yüksek sesle de söylemedim. Nadiren de olsa bazı düşüncelerimi kendime saklayabiliyorum.

Hemen itiraf edeyim; epeyce bir süre “Avrupa Yakası” seyretmişliğim vardır ama bizim amcayı orada da komik bulmuyordum. Ofis ortamındaki çalışanlar bile ondan daha komikti.

Film beni yanıltmadı. Gerçekten de komik değildi. Hemen hemen hiç gülmedim. Senaryonun her gün karşımıza çıkabilecek bir şekilde sürüp gitmesini çok beğensem de, ne yazık ki gülmekten yerlere yatamadım. Üstelik ben çarşıda, pazarda, sokakta yaşananları çok komik bulan bir insanım ama yine de gülemedim.

Gülemedim de ne oldu? Çok mu sıkıldım? Kesinlikle hayır. Tam tersine, çok beğendim. Filmin sonuna doğru yaşanan düğün cıvıklıkları dışında mükemmel bir çalışma olmuş. Gülse Birsel çok zeki bir insan ve çok iyi gözlem yapıyor. Sokaktaki gerçekleri büyük bir başarıyla beyaz perdeye aktarmış. Dizilerinde de durum çok farklı değil.

Komik bulmamakla beraber, Engin Günaydın büyük bir değer. Sadece komedi tarzı bana uymuyor. Beni en çok etkileyen, adını bile bilmediğim, başroldeki kadın oyuncu oldu. Bence, filme bir farklılık, bir derinlik getiren de, onun rol yapabilme kabiliyeti olmuş. Çok doğaldı, çok farklıydı. Unutmayın ki aşk zorluktur, aşk farklılıktır…
Daha patlamış mısırın bile yarısına gelemeden, filmin yarısına geldik. O kadar hızlı geçti ki, bu da ne kadar güzel bir çalışma olduğunun en güzel işaretidir.

Çok beğendiğim, Solmaz rolündeki kadının, Demet Evgar olduğunu öğrendim. Nereden mi öğrendim? Tabi ki Google’da arama yaparak… Bu ismi hiç tanımıyordum ama bundan sonra hiç unutmam. Daha önce de belirttiğim gibi, çok başarılı bir çalışma olmuş ama Demet Evgar olmasa, film, değerinin %70’ini kaybeder. Gülmesi de, ağlaması da o kadar doğaldı ki, zannedersiniz kadın yan komşunuz.

Diğer rollerde oynayan, ismini bilmediğim sanatçılar da çok başarılıydı. Benim için, hiç sıkılmadan başından sonuna kadar film seyredilmek çok nadir bir olaydır. Bu filmde gerçekten de hiç sıkılmadım. Televizyonda, şurada, burada bir kere daha denk gelirsem, bir kere daha izlerim.

Neden çok sevdim? Sevdim, çünkü benim hayata bakış açıma ve parametrelerine uyuyordu. En başta iyi niyet vardı, samimiyet her yerdeydi. Zorluk mu dediniz? Gerçekten de zor hayatlar vardı. Birçoğumuzun hiç de bilmediği bir yaşam şekli, çok güzel yansıtılmıştı.
En çok değer verdiğim parametre, “cesaret” de oradaydı. Cesaret olmadan denizlere açılamazsın, her zamanki uyuz limanında, halatlarla bağlı bir şekilde ertesi gün değişik bir şey olmasını beklersin.

Son olarak da, doğallık bütün filmi kucaklamıştı. Düğündeki avize düşmesi ve insanların bir birine saldırması saçmalıklarına kadar, her şey çok doğaldı. Keşke düğün aşamasındaki o bölüm hiç olmasaydı.
Emin, der ki; bu filmde isterseniz çok gülebilirsiniz ama sadece gülmek için değil, çok güzel bir film izlemek için gidin…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Aralık 2015 Pazar

1 Ocak 1977...

Günaydın dostlar…

Ahmet Hakan, geçen gün Yıldız Savaşları filmleri hakkında yazmış olduğu yazısında, “Ben bu filmlerin hiçbirini izlemedim” yazmıştı. Sizlere belki birazcık tuhaf gelebilir ama ben de bu filmlerin hiç birini izlemedim.  
 
İşin garip yanı, hiç de merak etmiyorum. Yanılmıyorsam 8 tane film oldu ama bir tanesini bile merak etmedim. Dünyada milyarlarca kere izlenmiş filmleri, insan merak edip gidip en azından bir tanesini izlemez mi? Adı Emin ise izlemez. Hemen bir konuyu daha belirteyim; bu filmlerin isimlerini bile bilmiyorum. Hepsinin adı, Yıldızlar Savaşı’mıdır yoksa başka bir şey midir onu bile bilmiyorum.
Aslında yazıma başlarken, “Bir tanesini izledim” diyecektim ama sonradan düşündüm de, benim izlediğim film Star Wars serisine dâhil değildi. 1977 yılında “Close Encounters Of The Third Kind” (Üçüncü Türden Yakın İlişkiler) diye başka bir film daha yapılmıştı, ben de onu izlemiştim.

Sevgili arkadaşlarımın ısrarları sayesinde, bu filmi Londra’da, Piccadilly Circus’ta çok güzel bir sinemada izlemiştik. Filmin konusunu hiç hatırlamıyorum ama salonun değişik noktalarından gelen sesleri ve müzikleri çok iyi hatırlıyorum.

Yıldızlar Savaşı filmi yapıldığında ben İngiltere’de yaşıyordum. 1977 yılında ilk defa bu film çıktı, daha sonra da Üçüncü Türden Yakın İlişkiler. Şimdiki yarım asırlık halim bu filmleri hiç merak etmiyor ama görülüyor ki, 17 yaşındaki halim de hiç merak etmemiş. Genç çocuksun, kaldır kıçını da git seyret.
Bütün dostlarım, benim sinemaya gitmeyi çok da sevmediğimi bilirler. Lise yıllarında, annemin film merakı yüzünden gitmediğim film kalmamıştı. Yıldızlar Savaşı’nın bir filmini bile görmemiş olabilirim ama Malkoçoğlu serisinin tamamını seyrettim.

Bir de tabi rahmetli Bülent’le beraber New York’tan getirtip izlediğimiz Kemal Sunal filmleri vardı. Bekçiler Kralı’ndan tutun da, Kapıcılar Kralı’na kadar hepsini izledik. Hatta defalarca izledik.

Şimdi sizlere aynı soruyu ben soruyorum; “Ne dersiniz dostlar, bu filmleri izlememekle çok mu şey kaybettim? Sadece bir tanesini izleyecek olsam, hangisini izlemeliyim? Birincisini görmeden, üçüncüsünü izlersem, çok mu saçma olur?”

Bu konunun sadece filmlerle kalmayıp, bilgisayar oyunlarına kadar yayıldığını da biliyorum. Bir ara her yerde bu konu ile ilgili bir şeyler vardı.
Belki de hepsinden vazgeçip şu anda sinemalarda oynamakta olanı izlemeliyim. Bazı dostlarım da, “Sen, Star Wars’u boş ver, Nadide Hayat filmine git” diyorlar. En azından bizim toprakların ürünüdür, onu daha iyi anlarım ama o filmin de insanın içini sıkacağı gibi bir his var içimde. Etrafımızda zaten bu kadar sıkıntı varken, gidip bir de ekstra sıkıntı satın alamayacağım…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Temmuz 2014 Salı

Batan Güneş...

Nasıl oldu bilmiyorum ama son 20 yılda 5 tane film izlememiş olan ben, kendimi Ferdi Tayfur filmi izlerken buldum.  Maç seyrederken bile sıkılıp 20 kere kanalları değiştiren ben, hemen hemen hiç kanal filan değiştirmeden sonuna kadar da izledim.

Filmi kahramanı Ferdi Tayfur’un filmdeki ismi de Ferdi. Bu işe çok kafa yormak istememişler. Ayakkabılarındaki topuklar en az 6,5 cm. Kadın oyuncu kim? Tabi ki Necla Nazır. Beraber o kadar çok film çevirdiler ki, sonunda beraber yaşamaya başladılar. Tabi ki bir de ağanın oğlu kötü adam Sait rolünde tecavüzcü Coşkun var. Necla Nazırın adı mı, o da Nazlı.
Gençler fakir ailelere mensuplar ama birbirlerini de seviyorlar. Nazlının babası da olaya karşı değil ama 50,000 TL istiyor. Ferdi hasattan sonra parayı ayarlıyor, tam gidip kızı isteyecek, bir anda kardeşi Kemal kaza geçiriyor ve ameliyat olması gerekiyor. Ne yapsın zavallı Ferdi, çocuk sakat mı kalsın, ister, istemez veriyor başlık parasını çocuğun ameliyatına. Nazlı’ya da, “artık seni gelecek seneki hasattan sonra alırım diyor”. Nazlı uyumlu, “no problem” diyor.


Günler geçiyor Ferdi’nin para biriktirme işi çok iyi gitmiyor. Bu arada tahmin ettiğiniz gibi Sait’in de Nazlıda gözü var. Sait aslında kötü bir insan ama bizim iyi niyetli arkadaş canlısı Ferdi, onu arkadaşı, dostu zannediyor.

Bu esnada köye, yıllar önce Almanya’ya gitmiş Arif dönüyor. Arif’in altında bir tane Ford Taunus, boynunda da asılı durumda kocaman bir tane kasetçalar var. Arif’in durumu iyi, köyde havasında geçilmiyor. Köy yeri herkes bir birini tanıyor ve bizim kötü adam Sait, Arif’ten Almanya’ya gitmek konusunda, Ferdi’yi kandırmasını istiyor. Ferdi para kazanmak için, Almanya’ya giderse, kız da Sait’e kalacak.

Ferdi ikna oluyor ve başlık parasını kazanmak üzere hemen Arif ile beraber Almanya’ya gidiyorlar. Nasıl pasaport çıkardığını ve vize aldıklarını göstermiyorlar. Arif ağabeyi hallediyor herhalde.
Nazlı, Ferdi’nin gitmesini hiç istemiyor ama başka çarede yok. Son günün hepsini tarlalarda koşarak geçiriyorlar, ve her Türk filminde olduğu gibi arkada da şelaleler akıyor.


Bir günlük bir araba yolculuğundan sonra bizimkiler Münih’e varıyorlar. Benzincinin birinde durduklarında bizim Arif, Ferdi’yi bırakıp kaçıyor. Ferdi armut gibi kalıyor benzincide. Lisan bilmez, yol bilmez, iz bilmez. Nasıl oluyor bilmiyorum ama Ferdi gazino gibi bir yerde, masaları temizlerken, orada duran sazı görüyor ve başlıyor çalmaya. Ayrıca stadyumda yer gösteriyor, boş kalan zamanlarında da çöpçülük yapıyor.

Ferdi, Almanya’da günde 23 saat çalışırken, back home Nazlı’nın mide bulantıları başlıyor ve hamile olduğu anlaşılıyor. En son mısır tarlalarında koşuyorlardı, bu iş nasıl oldu ben de anlamadım. Durumdan haberi olmayan, ağa oğlu, zengin adam Sait, babasını kızı istemeye yolluyor ama bu esnada onlar kızın hamile olduğunu bilmiyorlar.

Kızın babası da, paraları görünce, “verdim gitti” deyiveriyor. Ferdi filan bir anda unutuluyor ama kız ne yapıyor, bir gün Sait’in babasının yolunu kesip, “benim Ferdi’yi sevdiğimi bütün köy bilir, ayrıca da ben hamileyim, vazgeçin benden” diye ağlıyor, zırlıyor. Adam düzgün bir adam, bu işe bozuluyor ve oğlu Sait’te dahil olmak üzere önüne gelen herkesi dövüyor.
Sonrada kızın babasına gidip, “utanmıyor musun hamile kızını bize vermeye” diye bir araba laf söylüyor. Kızın hamile olduğunu duyan baba, gidip kızı evire, çevire dövüyor ve kapıya atıyor. Gidecek yeri olmayan kızcağız da, Ferdi’nin annesinin ve kardeşinin yanına gidiyor. Unutmadınız değil mi Kemal’i? Bu bizim ameliyatı için başlık parası giden, Kemal. Anne diyor, “gel bebeğim sen benim kızımsın artık”, “ Kemal’in odasında kalırsın Kemal’de aha burada yatar.


İyi güzelde, Sait boş durur mu? Sait bütün köyü dolduruyor ve bunları döverek köyden kovuyorlar, arkalarından da evlerini yakıyorlar. Meğerse tepede küçük bir yazlıkları varmış, bizimkilerde oraya sığınıyorlar. Bütün bu itiş, kakış esnasında, zavallı anne felç oluyor ve ne konuşabiliyor, ne de yürüyebiliyor.

Tabi bu arda, mısır tarlasında koşarken olan çocuk doğuyor ve büyüyor. Pislik Sait’te, bütün köye, “bu Nazlı ile Kemal’in çocuğu” diye yayıyor. Pisliğe bak sen, öyle olmadığını bile bile neler yapıyor.
Ferdi mektuplar yazıyor ama postacının yolunu gözleyen Sait, “ağabey sen yorulma, bende o tarafa gidiyorum” diyerek, her seferinde mektupları postacının elinden alıp kendi okuyor. Sonrada kendi kafasına göre, aralarını bozacak şekilde cevaplar yazıyor.

Bu arada Almanya’da, hatırlayacaksınız Ferdi, orada duran sazı kurcalıyordu ya, bunu gören bir tane Anadolu çocuğu, “ağabey madem sen saz çalabiliyorsun, gelecek hafta buraya gelecek olan Huri Sapan’ın kadrosunda bir eksik var, onunla çalışsana” diyerek, Ferdi için şöhretin kapısını aralıyor.
 
Allah’ın hikmeti bir gün Ferdi, Münih tren istasyonunda, onu benzincide ekip giden Arif’e rastlıyor. Arif tüymeye çalışıyor ama Ferdi Kalsplatz yakınlarında bir yerde onu yakalıyor. Niye bıraktın ulan beni filan derken, Arif, Marienplatz’a doğru yürürken bizimkini yine kafalıyor ve beraberce Türkiye’ye dönmeye karar veriyorlar.
Pislik Arif bu seferde çocuğun pasaportunu alıp kendi cebine koyuyor. Neden mi yapıyor bunu? Neden olacak bizimki Kapıkule’den giremesin, bir sürü sorun çıksın da, ülkeye dönemesin diye.

Arif deliler gibi araba sürerken, bir anda kaza yapıyorlar ve Arif ölüyor. Ferdi’de ağır yaralı ama küçük bir sorun var, Ferdi’nin pasaportu, Arif’in cebinden çıktığı için, köye haber Ferdi öldü diye gidiyor. Hatta, Alman konsolosluğu, tepedeki köy evine, Ferdi’nin bavulunu da yolluyor.

Ferdi, aylarca komada kalıyor ve sonunda iyileşip yurda dönüyor. Nasıl geldiğini bilmiyorum ama tam köy yolunun kavşağında minibüsten iniyor. Minibüse nereden bindi diye sormayın bilmiyorum. İner, inmez kavşakta kim var? Sait. Ulan haberleşsen bu kadar denk gelmez. Sait alıyor arabasına bunu ve yolda, kardeşin Kemal ve Nazlı seni arkandan bıçakladılar filan diye dolduruyor.
Ferdi, küçük dağ evine vardığında evdekileri mutlu mesut yaşarken ve tarlaya gitmek üzere hazırlık yaparken görüyor. Ne yapsın insanlar, bu öldü zannediyorlar ve hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Sait’in de yardımlarıyla, bir anda hepsinden nefret ediyor ve annesini de sırtına alarak, tutuyor İstanbul’un yolunu. Uzun bir müddet şarkı söyleyerek, çöllerde annesini sırtında taşıyor. Demek ki dağ evinin arkasında çöl varmış. Allah’tan topukları batmıyor kumlara. Bu arada çocuğu da, Kemal’in çocuğu zannediyor.

Ferdi, İstanbul’da Huri Sapan’ın ekibinde çalışmaya başlıyor ve bir gün ekibin en önünde saz çalarken, kadın mikrofonu ona uzatıyor ve bizimki o anda meşhur oluveriyor. Bir anda ekranı, Ferdi’nin plakları, posterleri kaplıyor. Çok meşhur olan Ferdi’yi kardeşi bir gün köy kahvesindeki televizyonda görüyor ve hemen koşup İstanbul’a abisinin yanına gidiyor. Abi gururlu, “defol git” diyerek Kemal’i kovuyor. Kemal gidiyor ertesi gün, Ferdi evinde felçli annesiyle otururken, bir anda çocuğuyla beraber Nazlı geliyor. Bunlar season ticket aldı herhalde zırt, pırt gidip geliyorlar. Kapıyı da kim açıyorsa, kimseye sormadan, bunları doğrudan salona alıyor.
Doğal olarak gururlu Ferdi, onları da kovuyor ve Nazlı çocuğu orada bırakıp ağlayarak evden gidiyor. Sizce nereye gidiyor? Tabi ki intihar etmeye. Tam bu esnada Ferdi şaşkın şaşkın bakarken yıllardır konuşmayan annenin dili çözülüyor ve her şeyin doğrusunu anlatıveriyor.

Annesine inanan Ferdi, atlıyor arabaya doğru, son hız kızın intihar edeceği tepeye gidiyor. 7 tepeli şehrimde, kızın hangi tepeye gittiğini eliyle koymuş gibi buluveriyor. Gerçekten de bu sanatçıların hisleri kuvvetli oluyor.
Ben, yakalayamayacak zannediyordum ama atletik bir yapıya sahip olan Ferdi, son saniyede yetişiyor ve kızda intihardan vazgeçip “Ferdi” diye koşmaya başlıyor. Tam her şey güzel olacak derken, bir anda Sait çıkıyor ortaya. Season ticket aldılar ya, meğerse o da gelmiş İstanbul’a ve ne oluyor demeye kalmadan Ferdi’yi vuruyor.

Yaralı Ferdi, son enerjisiyle arabasına binip Sait’in üstüne sürüyor ve geri, geri kaçmaya çalışan Sait uçurumdan düşüyor. Bir saniye sonrada nikah yapıyorlar. Ferdi nefsi müdafaa dan yırtıyor herhalde, ne bileyim.
Vallahi yoruldum. Güzel, mutlu bitişler hepinize nasip olsun. 20 sene sonra tekrar bir film seyredersem yine yazarım. Güneşiniz hiç batmasın…

15 Nisan 2014 Salı

Kemal Sunal

Günaydın Dostlar,

Rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerinin halen televizyonlarda çeşitli kanallarda oynadığını görünce “Bu filmler de elli kere oynadı.” diyoruz birbirimize. Aslında üzerinde çok da durmadığımız konu, bunların birer film değil hayatın en gerçek noktası olduğu konusudur. Tarık Akan’a tezat yaratmak için kullanıldığı filmlerden değil; günlük yaşamımızda her gün bir arada olduğumuz insanları, bizleri oynadığı filmlerinden söz ediyorum.


Kemal Sunal, bir çağın bitmesi; yeni bir çağın başlaması demektir. İnsanların Kemal Sunal’da kendilerini yaşaması demektir. Aynı ahengi yakalayıp, aynı duyguları paylaşıp aynı arzulara sahip olması demektir.


Amerika’da yaşarken zengin yerleşik Türk-Amerikan çocuklardan bir tanesi (nasıl olduysa) bizi Kemal Sunal filmleri seyretmek için evine davet etmişti ve benim Kemal Sunal kültürü ile ilk tanışmam orada olmuştu. New York’tan getirtilen yirmi beş kadar videoyu defalarca seyretmiştik. Bekçiler Kralı, Çöpçüler Kralı, Kapıcılar Kralı gibi filmleri hiç unutamam.


İlk defa karşımızda değişik bir tip vardı. Fiziksel görünüşü ve mimikleri de canlandırdığı tipler için son derece uygundu. Kendine özgü bir bakışı, gülüşü, koşuşu, konuşuşu vardı. Olmadık insanlara, olmadık yerlerde küfür edebiliyor; aklına gelen her şeyi söyleyebiliyordu. Aklına estiği yerde amirine “eşşoğlueşşek” deyiveriyordu. Herkesin aklından geçirip de bir türlü söyleyemediği sözleri Kemal Sunal langırt diye söylüyordu. Hiç böyle bir şeye alışık olmadığımız için de herkese komik geliyordu.
Üstüne vazife olmayan işlere karışması, kendini bir şey zannetmesi, önüne gelene küfür etmesi, posta koyması yıllardır arayıp da bulamadığımız nimet gibiydi. Bu adam bizi temsil ediyordu. Hatta bu adam bizdi. “En Büyük Şaban” gibi film isimleri bilerek seçilmiş ve Şaban’ın da bir gün en büyük olabileceğini vurgulamak amacıyla çok hassas bir şekilde işlenmiştir.
Film için bile olsa hayatımızda ilk defa fakirin zengine, memurun amire, güçsüzün güçlüye, okumamışın okumuşa posta koyabildiğini görüyorduk. Demek ki bu mümkündü, filmde oluyorsa gerçek hayatta neden olmasındı. Artık duvar yıkılmıştı. Ekrandaki zavallı görünümlü adam, onu bunu takmıyor, bildiğini okuyorsa biz neden yapmayalım durumu vardı.

Ona yüz vermeyen kızlar bile bu küfür eden, posta koyan yeni adamı görünce yüz vermeye başlıyorlardı. Kaba ve agresif tiplerin daha makbul olduğu kültürü yerleşmeye başladı. Artık kibarlık geçerli akçe değildi. Önümüzde yeni bir profil vardı. Her türlü zayıflığına rağmen kimseye kendini ezdirmiyor, önüne gelene laf sokuyordu.

Kemal Sunal’ın aynı tip karakterleri canlandırarak yüzden fazla film çevirmesi ve talebin yıllarca sürmesi bir tesadüf değildir.  Bu filmler; sosyal bir olaydır, bir uyanıştır, bir örnek almadır, bir yaşamdır, bir umuttur. Saf görünümlü olsa da içinde taşıdığı sokak zekasının sivrilmesinin zaferidir. Her dönemde gülmeyi unutmuş, umudu kalmamış insanların gülmek için yaşam için bulundukları duvarların arkasından çıkabilmek için umudu olmuştur.
Bu ülkenin sinema tarihinde ve günlük yaşamında bu dönemin ayrı bir yeri vardır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...