Tatil Yapmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tatil Yapmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2022 Pazar

Yapma

Günaydın Dostlar,

Rahmetli babam “Yapmak zorunda mısın?” diye sorardı, “Hayır, değilim.” Dediğimizde de “Yapma o zaman.” derdi.

Hayat pahalılığı hepimizi etkiledi. Çok zorlansak da yaşamımıza devam etmek için gerekli olan şeyleri bir şekilde yapmaya çalışıyoruz. Fiyatlar ne kadar pahalanırsa pahalansın hepimiz ekmek peynir almaya devam ediyoruz.


Belki daha az alıyoruz, belki başka marka alıyoruz, belki başka bir yol buluyoruz ama yapmamız gereken ve vazgeçemeyeceğimiz şeyleri bir şekilde tedarik ediyoruz. Evde peynir ne kadar şartsa restoranda peynir de o kadar şart değil. “Peynir tabağına 650 TL yazmışlar.” şeklinde bir paylaşım gördüm. Babam ne derdi? Gitme kardeşim, yeme kardeşim.”

Yıllar önce arz talep denilen bir ekonomik model ortaya atılmış. Ne diyor bu model? Hem söylenir hem de gitmeye devam edersen fiyat 650 TL de olur, 950 TL de.

Sosyal medya, yapılması çok da şart olmayan şeylerle ilgili şikâyet paylaşımlarıyla dolu. Bir restoran diğerlerine göre çok abartılı bir şekilde pahalı mı? Gitme o zaman. Demek ki o senin restoranın değil. O tip restoranlara gidip çok büyük paralar ödemek isteyen insanlar da var, bırak onlar gitsin.

“Kapadokya’da yabancılar balonlara biniyor, Türkler seyrediyor.” şeklinde bir haber gördüm. Bu doğruysa bırak yabancılar binsin. Benim balona binmem hiç de şart değil. Ucuz da olsa biner miyim onu da bilemedim.

Bodrum’daki yüksek fiyatlı lahmacun ve ayran haberlerinden bıktık usandık. Bayramın da gelmesiyle beraber bu tip haberlerde bir patlama yaşandı. Rastgele bir yere girip piyango gibi hesap beklenilmeyeceğini ben bile öğrendim. Bu tip turistik yerlerde baştan fiyat sormadan hiçbir yere girmiyorum. Ayrıca, bu durum sadece bizim ülkemiz için geçerli değil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki turistik bölgelerin birçoğu da aynı durumda. Kumsalda bir şezlong için 500 TL istiyorlar. Gitme kardeşim.

Neden bu haberleri hep turistik yerlerle ilgili olarak okuyoruz? Oradaki müşteri para harcamaya daha yatkın da ondan. Bir diğer nedeni de çoğunun birkaç gün sonra gidecek olması. Turistik olmayan bir kasabada bunu yapsan bir hafta sonra kimse gitmez.

Ayrıca bu dediklerim sadece bu bölgeler için geçerli değil. İstanbul’da da aynı yaklaşımı sergilerim. Bilmeden gittim ve beklenenin çok üzerinde bir fiyat geldi. Bir daha hayatta gitmem. Hemen şunu da belirteyim bunun tutumlulukla bir alakası yok. Sadece salak yerine konmak istemiyorum. Fiyatlar zaten çok pahalı, bir de izah edilemez boyutlara ulaştıkları zaman mantıksız oluyor.

Bir diğer haber de İstanbul Havalimanı’ndaki aşırı yüksek fiyatlarla ilgiliydi. Bu hepimizi ilgilendiren bir konu. Havaalanları dünyanın her yerinde sokak fiyatlarına göre daha pahalıdır ama astronomik boyutlara gelmemeli. Saatlerce terminalde uçak bekliyorsunuz ama bir şeyler yiyip içemiyorsunuz. Döviz bazlı yüksek kira fiyatlarının bu şekilde yolculara yansıtılmasını doğru bulmuyorum. Bu, “gitme” diyebileceğimiz bir durum değil.

Yapmamız gereken ve yapılması şart olmayan şeyleri çok iyi süzebilmemiz gerekiyor. Üzerimizde yeteri kadar yük varken bir de yapılması hiç de gerekli olmayan yükler yaratmayalım. Ne demişler? Bir kere seni kazıklarlarsa kabahat onlarındır, iki kere kazıklarlarsa kabahat senindir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Nisan 2019 Perşembe

Hayatta Kalma Mevsimi...

Günaydın dostlar…

Kış mevsimi bitti, ilkbahar da başlamadı, bu başka bir mevsim. Bunun adı “Survivor Mevsimi”. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Survivor mevsiminin tam ortasındayız. Her gece Dalaka’nın Atakan’a olan aşkını ve Melisa'nın Yusuf’a yakınlaşmasını takip etmekten ülkece yorgun düştük.
Bunu böyle yazıyorum diye, oturup saatlerce televizyon izliyorum da zannetmeyin. Kanallarla oynarken bu kadar bilgiye sahip olabiliyorsam, bir de oturup her gün takip etsem yün don ölçülerine kadar öğrenebilirim.


Survivor kaç yıldır televizyonlarda bilmiyorum ama en azından 130 yıl kadar oldu diye düşünüyorum. Bu programda her yıl yarışmacıların birbirlerine söyledikleri en büyük laf da, “Sen samimi değilsin, tribünlere oynuyorsun”. İşin komik tarafı, hepsi tribünlere oynamak için orada. Yarışmanın formatı böyle yazılmış.

Bu program ne zaman karşıma çıksa, “Ulan ben bu adada olsam, bu yarışmaya katılsam ne yapardım?” diye kendi kendime soruyorum. En başta sıkılırdım. Bırakın böyle bir ortamı 5 yıldızlı bir otelde olsam yine sıkılırdım. Yağ, bal olsa yenmez.

Bindik uçağa Dominik Adası’na gittik, sonra ne yapacağız? Hemen söyleyeyim, saatlere alışabilmek için benim 3-4 gün dinlenmem gerekir. Bizimkiler adaya varıyorlar, sonra da bunlara diyorlar ki, “Erzak oyunu oynayacaksınız yoksa aç kalırsınız”. Durun bir kardeşim yol yorgunuyuz. Türkiye’de saat sabahın 3’ü olmuş, gözlerimi açamıyorum, onlar bana “Erzak oyunu” diyorlar.

Geceleri bazen soğuk olduğunu görüyorum ama yine de yün don götürmezdim diye düşünüyorum. Onun yerine 50 tane mayo götürürdüm. Islak mayoyla oturmayı hiç sevmem, programda sık sık beni mayo değiştirirken görürdünüz. Çocuklar sürekli ıslak ıslak oturuyorlar, hava sıcak da olsa ben rahatsız oluyorum.

Survivor sıkıcı bir ortam olurdu diye düşünüyorum. Yarışma olmadığı günlerde muhtemelen onlar da sıkıntıdan patlıyordur. İnsan evde oturunca sıkılıyor, bir de o ortamı düşünemiyorum. Üstelik evde Teknoloji 4.0’ın bütün imkânları elimizin altında olduğu halde sıkılıyoruz, ıssız bir adada kafayı üşütürüz.
Yiyecek konusu zaten başlı başına bir problem. Sıkılan insan ne yapar? Bu topraklarda yaşıyorsa, bir şeyler yer. Bir gün evden çıkmasam, “Acaba ne yesem?” diye sorgulamaya başlıyorum. Öyle bir adada; gelen giden yok, yiyecek bir şey yok, kuruyemiş çeşitleri yok, alkol zaten yok, meşrubat yok, çikolata yok, dondurma yok, o yok, bu yok geçmez o günler.

Bir de, Türkiye’de ve dünyanın diğer yerlerinde neler olduğunu merak etmek var. Bence ada yaşamının en zor tarafı da budur. Amerika’ya ilk gittiğimiz yıllarda, mektuplaşma dışında bir iletişim imkânımız yoktu. Mektuplar averaj 15 günde gelir giderdi ve senin sorduğun bir soruya cevap alman bir ayı bulurdu. Çoğu zaman da verilen cevabın bir anlamı kalmazdı.

Yazmışsın kızın birine “Sana karşı hislerim var” diye, kız sana cevap yazana kadar hislerin kaybolur. “Gözden ırak, gönülden ırak” diye boşuna dememişler.

Hindistancevizi ile akraba olarak o adada aylarını geçirmeye çalışanların Allah yardımcıları olsun. Ben 5 dakika izliyorum, durumlarını görünce sıkıntıdan patlıyorum, onların halini düşünemiyorum. Orada kaldıkları her hafta için yüklü miktarda para aldıkları söyleniyor ama yine de zor bir ortam. Burada çektiğim sıkıntılar bir gün bana yol, su, elektrik olarak geri döner umuduyla çileli haftalara tahammül ediyorlar.
Biraz aç kalınca, yürüyecek halimiz kalmıyor. Onlar bir yengeç yakalayıp, 16 kişiye bölüyorlar ve o sıcakta zorlu parkurlarda yarışıyorlar.

Düşündüm de, tahtada yatmak da çok zor, vallahi belim ağrır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir Takım Garip Kaprisler...

Değişik bir milletizdir biz, neye ne zaman tepki göstereceğimiz, kapris yapacağımız hiç belli olmaz. Ben değişik düşünüyorum ve her şeyi sizden daha iyi biliyorum hislerimiz bizleri en basit konuları bile çok komplike hale getirmeye yönlendirir. Ben yapmadım, ben katılmadım gibi sözlerde zaman zaman arkadaş ortamlarında havalı olmamızı sağlayabilir.

Dün akşam insanlarımızın cahil olduğuna yönelik birçok yorum gördüm ama seçim sonuçlarının ülkenin eğitim seviyesiyle doğrudan ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bizim ülkemizde kutuplaştırıcı duygular ve menfaatler her zaman diğer parametrelerin önünde olmuştur ve dünde farklı bir şey yaşanmadı. Siz hiç merak etmeyin, o cahil sandığınız insanlar aslında cin gibidir ve de menfaatlerini gayet iyi korurlar.
 
Bizim içimizde “ben artık çok büyük oldum” hastalığı vardır. Biraz okuyan, biraz eli para tutan insanlar her şeyin iyisini ben biliyorum zannederler. Örnek olarak her millet NBA’de oynayan basketbolcularını her zaman sorunsuz bir şekilde milli takımlarında oynatırken biz bir türlü iki tanesini bir araya getiremedik. Neden mi? Çünkü artık onlar çok büyük her türlü şeyi biliyorlar ve her türlü kaprisi yapmaya hakları var.
Bizim millet doğuştan Allah vergisi 3 meziyetle doğar. Herkesin içinde bir siyaset profesörü,  bir futbol hakemi, bir de teknik adam vardır. Bu konulardan acayip anlarız. Sor bir soru bu konuların bir tanesinde, kimse bilmiyorum demez. Hemen sana en doğru cevabı verirler.

Bu gibi durumlar geri kalmış ülkelerin kaderi herhalde. Amerika’da kimse ne siyasetten anlar, ne de futbol hakemliğinden. Adamın hayatı rahat, başka öncelikleri, hedefleri var. Her gün siyasetçileri mi takip edecek. Bir Amerikalının televizyonun karşısına oturup haftada 130 kere siyasi parti liderlerini dinlediğini düşünemiyorum bile.

Dünkü seçimde katılım oranının %74 olduğu söyleniyor. Ben Amerika’da bu oranın hiçbir zaman %50’den fazla olduğunu düşünmüyorum. Bildiğimden değil, sadece gördüklerime dayanarak tahmin ediyorum. İşler yolunda olunca kimse bu kadar politikanın içine girmiyor hatta seçime bile gitmiyor. Biz hepimiz doğuştan politikacı olduğumuz ve de her işin içinde olduğumuz için %74 katılım hakkında söylemediğimizi bırakmadık.
İleri gitmiş ülkelerde %50 işi görüyor ama bizim gibi fakir ve geri kalmış ülkelerde biz her zaman %90 bekliyoruz. Bizim ülkemizin gerçekleri yüksek katılımı zorunlu kılıyor. Ben Avrupa Birliği ülkelerinde de seçimlerde çok yüksek katılım olduğunu hiç tahmin etmiyorum. Amerika’da seçimler Pazar günü bile yapılmazdı. Hafta arası bir günde çalışanlar 1 saat filan gider oylarını atar gelirlerdi.

Sonuçta seçimler bitti ve ülkenin artık yeni bir Cumhurbaşkanı var. Vatana millete hayırlı olsun. 14 partinin desteklediği adayı geçerek cumhurbaşkanı oldu. Bu küçümsenecek bir durum değil. Üzerine Demirtaş’ı da koysanız yine yetmiyor.

Bükemediğin eli öpeceksin diye boşuna söylememişler. 15 tane parti bir aday kadar oy alamıyorsa konu kapanmıştır ve artık dağılma zamanıdır. Seçim kampanyaları eşit imkanlarla yürümedi gibi sözler doğru olmakla beraber 15 partiye karşı 1 parti durumunun da çok eşit olduğu söylenemez.

Diyeceksiniz ki, oy vermeyenler ne olacak? Onlar oy verdi. Şu veya bu nedenle sandığa gitmeyerek onlar tercihlerini yaptılar. Ben oy vermedim ki diyerek kimse taşıdığı sorumluluktan kaçamaz. Oy vermeyen tatilcilere söylemediğimizi bırakmadık ama İstanbul’da olup da oy vermeye gitmeyen dünya kadar insan var.
Tatilci ve boykotçu konusunu gereğinden fazla da abartmamak lazım. Gönüllerin adayı olmayan ve de kimsenin tanımadığı bir kişi iyi bile oy aldı.

Dün geceden beri herkes, her konuda söylenebilecek her şeyi söyledi. Bugün yeni bir gün yeni bir yol. Bakalım bu yeni yol bizi nereye götürecek. Ne demişler, gün doğmadan neler doğar.
Bekleyelim görelim, yolumuza devam edelim, en önemlisi de akıllanalım…

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Bayram Mendilleri

Günaydın Dostlar,

Bu sıkıntılı günlerde umarım bu bayram herkesin güzel günler geçirmesi için bir başlangıç olur. Aslında bu gün bir şeyler yazmak planım yoktu ama sevgili Zeynep Hoca'mın mendil paylaşımı, beni eski bayramlara götürdü ve bu konuda bir iki şey yazmak istedim.

O güzel bayramlar yok artık. Bırakın güzel bayramları, hiçbir türlü bayram yok artık. Ne bayramlar var ne de insanlarda bayram kutlayacak ruh hali. Hastalıklar, ölümler, ekonomi, maddi sıkıntılar, şehitler, kadın cinayetleri, o, bu derken kimsede bayram hali kalmadı.
 
Zeynep’in de söz ettiği gibi anneannemin de olduğu bir ortamdaysak her bayram bize de muhakkak mendil verilirdi. Kadıncağız o mendilleri aylar öncesinden alır saklardı. Anneannemin her daim mendilleri vardı ve bir şey için lazım olduğunda hemen dolabından çıkartıverirdi. Hatta eve ziyarete gelen çocuklar bile mendillerden nasibini alırdı.
Şimdiki çocuklara bayramda veya doğum günlerinde mendil filan versen gider seni ruh hallerini bozduğun için savcılığa şikâyet ederler. O mendillerin değerini şimdiki duble Z jenerasyonunun anlamasının imkânı yok. Götürüp annesine vermeye bile üşenir.

Mendiller gitti de sanki bayramlar kaldı mı? Ne yazık ki bayramlar da gitti. Bu bayramdan kaçma âdetini ilk kim başlattıysa aferin ona. İki bayramımız vardı kutladığımız, o da kalmadı. Her şey gibi bayramlar da ticari hedeflere kurban gitti. İç turizm canlansın diye dokuz güne çıkarılan bayram tatilleri, bayram kutlama işinin de sonu oldu.

Bayram yaklaşırken, kimse "Bu bayram kimleri ziyaret ederiz?" diye düşünmüyor. Herkes, uygun bir fiyata nereye gidebiliriz derdinde. Yollarda ve havaalanlarında sürüneceğini bile bile herkes bir yerlere gitmeye çabalıyor. Sonra da on saatte bir yere varamamalarına şaşırmalarına da ben şaşırıyorum.
Yine Amerika ile mukayese edeceğim. Hiçbir Amerikalının "Hadi bu sene Noel’den kaçalım, tatile gidelim." dediğini ne duydum ne de düşünebiliyorum. Her sene bütün tatillerini aynı şevk ve arzuyla kutlarlar. Evde hindi mi yiyecekler, ailece dışarıda mı buluşacaklar her ne yapacaklarsa her sene hiç aksatmadan aynı şeyi yaparlar.
Maymun iştahlı ve her şeyden kolay sıkılan bir toplum olarak bayramlardan da sıkıldık. Ne biz kimseye gidelim ne de kimse bize gelsin. Kimseyle uğraşmak istemiyoruz. Toplumun bencillik katsayısı da gittikçe artıyor. Onun yerine kaçarız üç gün Bodrum’a. Geleneklerimize, bayramlarımıza sahip çıkamamamız aslında çok acı bir şey ama hiç birimiz bunun farkında değiliz.

Bu sene bayram yaz aylarına denk geldi, kabul ediyorum ama kışa denk geldiği zaman da durum çok farklı değil. Herkes şehirde yangın çıkmış gibi kaçıyor. Aslında belki de bu bayramlaşma işini tatil yörelerinde organize etmek lazım.

Bu işte kabahat kimde, açıkçası bilmiyorum. Belki anneannesinin mendil geleneğini devam ettirmeyen sevgili Zeynep Hocam'da, belki de bu işleri dokuz günlük ticari tatillere dönüştürenlerde. Bizim çocukluğumuzda bayram tatilleri dokuz güne uzatılıyor muydu hiç hatırlamıyorum ama sanki öyle bir şey yoktu gibi geliyor bana.
Kim bilir, belki de kabahat hepimizde.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...