Aramak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aramak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2017 Çarşamba

Siyah...

Günaydın dostlar…

Pembeler, yeşiller, kırmızılar her yerdeydi, hepsi de çok canlı, ışıl ışıldı. Aşk var diye vardı bütün renkler. Sen ne yaptın? Aşkın kıymetini bilemedin, değerini anlayamadın, “Hep orada ol, her zaman benimle ol” diyemedin; o da gitti.
Zannettin ki, aşk gidince her şey rengârenk yerinde kalacak ama son dakikada sana bir de sürpriz yaptı. Giderken her şeyi siyaha boyayarak gitti. Senin yüzünden bizim de etrafımız karardı, her şey siyah artık…


Gökyüzünün kararmasını kış şartlarına yüklemeye çalışma. Gökyüzü daha düne kadar güneşliydi, ılıktı, tertemizdi. Hatta umut doluydu. Bugünkü kapalı havanın nedeni sensin. Kara bulutlar gelmedi, senin kıymetini bilemediğin aşkın, bulutları siyaha boyadı. Onlar kara değil, siyah…

“Işığı kim söndürdü acaba?” diye düşünerek etrafına bakıp durma. Sen onun kıymetini anlamadın, karanlıkta kaldın. Işık söndürülmüş filan değil, sadece siyaha boyandı. Ben yapmadım, yanındayken değerini bilemediğin o güzel insan yaptı. Sen tahmin edemedin ama ampullerin hepsini siyaha boyadı. Odanın karanlığında beyaz duvarları da göremiyorsun artık, için sıkılıyor. Dışarı çıkman lazım, duvarlar üstüne geliyor ama bir minik ayrıntıyı atlıyorsun. O duvarlar da beyaz değil artık. Evet, doğru tahmin ettin, onları da siyaha boyadı giderken…

Oda karanlık, daha da kötüsü onun kokusu da yok artık. Oralarda bir yerde de değil. Giderse bu kadar umursayacağını, siyahlar bağlayacağını hiç düşünmemiştin ama gitti. Siyah montunu giyip, siyahlara yürüdüğü an, hiç gözünün önünden gitmiyor. “Neden gitme diyemedim?” diye şimdi kendine sormanın bir anlamı yok. Ortam siyah olmadan soracaktın. Gururun müsaade etmedi değil mi? O zaman şimdi al gururunu karşına, bütün gece karşılıklı fal bakın. Bakalım fallarda bir gelen, giden var mı?

“Ne fal bakması be kardeşim? “İçim daralıyor” diyorum, anlamıyor musun? İçime bir siyahlık çöktü”. Tamam, o zaman dışarı çıkalım ama hemen uyarayım, gökyüzü de siyah. Üstelik senin yüzünden bizim de içimiz daraldı, siyahlaştı.  Ne demişler? “Bir aşkının kıymetini bilmeyenin, yedi mahalleye zararı vardır”. Maşallah seninki 17 mahalle oldu.

“Üzerindeki elbise siyah mıydı? Of Allah’ım onu bile hatırlamıyorum. Hiç dikkat etmemişim. Durum böyleyken, nedir benim içimi siyaha boyayan, umutlarımı, düşüncelerimi siyaha çeviren? Güzel vakit geçiriyorduk, onunla sohbet etmeyi de çok seviyordum ama gittiğinde her rengi siyaha boyayacağını hiç düşünememiştim. Çok sevmediğim kahverengi bile yok artık hayatımda, her yer siyah…
Zaten çok sevmiyordun ki, nedir bu karamsarlık? İlk önce kelimelerimizi doğru kullanalım; onun adı karamsarlık değil, siyahlık. Acaba yanındayken kıymetini anlayamama durumu mu vardı? Üzüntüden gözlerine siyah perdeler inene kadar ağlasan da faydası yok artık, aşk gitti bir kere… Gecenin siyahlığına karıştı…
Aşk gitti. Renkleri de yanında götürdü. Meğerse bütün renkler aşk var diye varmış. Aşk var diye gül kırmızı, papatya beyazmış. Aşk var diye ağaç yeşil, gökyüzü maviymiş. Hele Boğaz’ın suları; aşk var diye masmaviymiş. Aşk var diye, (sen bilmesen de) sen ona aşıkmışsın. Belki de ilk günden beri, belki de ilk dakikadan beri. Belki de saçlarını her yöne sokuşturduğu için. Sen bilmesen de, kalbin, miden zaten biliyormuş…

Yanındakinin kıymetini bil, her yeri siyaha boyatma. Siyah zor bir renktir. Üstüne renk tutmaz. Beyazı bir çırpıda siyaha boyayabilirsin ama siyahın üstüne boyamak o kadar kolay değildir.

Üzülme renkler bir gün geri gelecek ama o gün gelinceye kadar, uzunca bir müddet siyah kalacaklar…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Aralık 2017 Cuma

Tek Bir Güzel Haber

Günaydın Dostlar,

Hiç tek bir güzel habere ihtiyacınız olduğu bir zaman oldu mu? Bazen haberler öyle arka arkaya gelir, öyle bir üzerinize kümelenir ki koca dünyada hiçbir şey iyi gitmiyormuş gibi hissedersiniz. Kötü haberler maratonunun son kilometrelerinde koşucular arasında kalmış tavuk gibi olursunuz. Bütün kötü haberler sizinle bir arada olabilmek için bir yarış içindedirler. Kendi kendinize “Tek bir güzel haber duymak istiyorum.” diye mırıldanırsınız.
“İstemiyorum sizi, gidin.” deseniz de kıçınızın dibinden ayrılmazlar. İstemediğin ot dibinde bitermiş misali bir yaklaşımla sadece dibinizde değil; üstünüzde, altınızda, her yerinizde biterler. Kardeşim bu kadar çok haber geldi, bir tane de iyisi gelmez mi? Neden anlamak istemiyorsunuz? Tek bir güzel haber duymak istiyorum.


Gerçekten de her şey kötü mü gidiyor yoksa siz mi öyle hissediyorsunuz? Herhangi bir anda dünyada, ülkede, evde, sokakta, işyerinde, her yerde her şey kötü gidiyor olabilir mi? İstatistiksel olarak bu kadar çok şeyin aynı anda kötü gitmesinin ihtimali çok düşük olmalı. Beş yüz yıldır yaşanmamış şeylerin hepsi birden bir anda bizi bulmuş olamaz. Ne diyorsunuz, olabilir mi? Hepsi kapıda kuyruk olmuşlar, ışık bekler gibi sizi bekliyorlar. Tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Bu kadar dert yetmezmiş gibi bir de üstüne Fener yenilir. İyi oynasa, mücadele etse de yenilse üzülmezsiniz ama hem kötü oynar hem de yenilir. Siz, evinizin salonunda sahadaki oyunculardan daha çok çaba gösterirsiniz. Fener kazansa kötü giden her şeyi bir anlık da olsa unutacaksınız ama bu lüksü size vermezler. Maçtan sonra “Bu hayatta zaten her şey çok kötü.” ruh halinize geri dönersiniz.

Hâlbuki biraz kıçlarını kaldırsalar ne güzel olurdu. Çok fazla bir şey istemiyordum ki tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Zaten her şey kötü giderken masanın ucundaki sarı kız beni görse, dertlerimi unutsam kime ne zararı olurdu ki? Görmesi bile şart değil, en azından baksaydı. İyi niyetle uzanan güzel, minik bir el; bırakın dünyadaki sıkıntılarınızı uzaydakileri bile unutturur. Madem görmedi, madem bakmadı; keşke üç saniye bana gülseydi. Kahkahalar peşinde değilim, minicik bir gülücük istiyorum, tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Siz sarı kızın kalbini çalamadınız ama hırsız arabanızı çaldı. Bu kadar sıkıntının arasında bir de bu eksikti. Üstelik çok da iyi bir yere park ettiğimi düşünüyordum. İçindeki ses “Boş ver arabayı, sen kalbini park et.” dese de işin gerçeği, artık park edecek araba da yoktur. Kalp zaten yok. Dimyat’a kalp kazanmaya giderken evdeki arabadan olduk. Uzaklara boş boş bakarak yürürsün serin sokaklarda. Kafanda hep aynı cümle “Çok bir şey istemiyorum ki tek bir güzel haber duymak istiyorum.”
Kız seni görmez, araban da bulunmaz, havalar da kararır. Birden "Güneşe ne oldu?” derdine düşersin. İnanması çok zor ama güneş de yok artık. Sıra sıra bekleyen dertler güneşini de aldı götürdü. Gece karanlığında gökyüzüne bakamazsın, ay dedeyi de kaybetmekten korkarsın. Ne kızın sıcaklığı var artık ne de güneşin sıcaklığı. Sen varsın, ay dede var, bir de karanlık ve soğuk var. Soğuk sokaklara, kaldırımlara oturma hasta olursun. Olamaz, bir sıkıntı daha mı geliyor? Hasta olmak istemiyorum, sadece tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Bütün dünya kötüye giderken en yakınındakilerin, en sevdiklerinin de tavrı değişir. Onlar da kötüye gidiyor olamaz, beni satmaz onlar. Bence de satmazlar, sadece bir sonraki menfaate kadar bir süreliğine kiraya verirler. Üzülmeyin tapunuz hep onların elinde kalır, sadece piyasa koşullarına göre zaman zaman garanti olarak kullanılırsınız. Ben kefil de olmak istemiyorum, garantör de; sadece tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Kalbin kırgın, kalbin üzgün, kalbin taşlaştı. Taş demişken taş gibi sarı kız da yok artık. Buzlu yağmurlar suratına vuruyor. Kara bulutlar her yerde. Televizyonu, radyoyu, bilgisayarı hiç açmasan daha iyi olur. Aslında özleyecek kimsen de yok ama birilerini özlediğini hissedersin, bir şeyleri özlediğini hissedersin. Daha başka ne olabilir ki diye düşünürken kedi elini ısırır. Sen onu en pahalı mamalarla besler, en iyi doktor amcalara götürürsün; o da senin elini ısırır. Nankör müdür nedir? Nankör olmayan bir insandan güzel bir haber duymak istiyorum. Tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Bu dünyadaki bütün haberler kötü olamaz. Moralinizi bozmayın. Bir gün mutlaka güzel haberler arka arkaya sıralanacaklar. Buna gerçekten inanıyorum. O gün gelene kadar da tek bir güzel haber duymak istiyorum.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Mayıs 2017 Pazar

İlk Görüşte Aşk

Günaydın Dostlar,

İlk görüşte hissedilen şey aşk mıdır yoksa hoşlanmak mıdır tartışmaları hiç bitmiyor. Hatta birçok arkadaşım bu işleri kronolojik bir sıraya da diziyor.
İlk önce beğenirmişsin, sonra severmişsin, sonra da aşık olurmuşsun. Vallahi bu sıralama hiç Yay burçlarına göre değil. Hele Emin’e hiç uymuyor. Hani “Sevdim mi tam severim.” lafı var ya, ben de bu konulara aynı şekilde bakıyorum. Bir yerler de karşına çıkarsa hepsi bir anda oluverir. Hoşlanması, beğenmesi, aşkı, şunu, bunu bir paket halinde yüreğinden aşağıya doğru iner. Kademe kademe aşk olmaz. Aşk dediğin ilk görüşte olur.


Arkadaşlarım bana, “Sen ilk gördüğün anda sevip sevmediğine karar veriyorsun.” diyorlar. Gerçekten de öyle, ilk anlar benim için çok önemli. Ufak değerlere, ayrıntılara çok önem veriyorum. Bu devirde değer vermek veya değer verebileceğin bir insanın karşına çıkabilmesi çok zor bir konu ama şımartılmayı, değer verilmeyi hak eden birini de bulduysan korkma şımart şımartabildiğin kadar.

Zor olur, kolay olur hiç fark etmez. Aşk bir anda gelir, çalar kapıyı. Bir görüş, bir bakış, bir söz, beklenmedik bir yorum; bir anda bütün ortamı değiştiriverir. Bir sıraya sokmamakla beraber; ben de kalbine girene heyecan, midene kadar gidene aşk diyorum. Saatte 1300 km hızla midene iniverir, bir daha da onsuz yapamazsın.

Benim için aşk demek farklılık demektir. Seni kendine çeken şey farklılıktır. Hiç kimsede olmayan şeydir. Kimsenin söyleyemeyeceği bir lafı olmadık bir ortamda söylemek, bir farklılıktır. Bir anda kalbinin kapakçıkları açılıverir. Miden de bağırır aşağıdan, “Hazırım, gelsin.” diye. Takılır aklına o laf. Araba kullanırken nereye gittiğini bile unutursun.

Gözlerdir aşk. Gözlerde yaşanmadan aşk olmaz. Gözlerin içinde kaybolmak, gözlere bakarken ağlamak istemektir aşk. Üzüntüden değil, aşktan.

Meltem rüzgârıdır aşk. Kusursuz bir gecede onun kokusunu sana getirir, bir daha da rüzgâr hiçbir zaman öyle esmez. Gittiğin her yerde o kokuyu alırsın. Daha doğrusu aldığını zannedersin.
Farklılık aşktır. Bu dünyada bu kadar insan varken neden gidip de ona aşık oluyorsun? Çünkü o farklı, o hiç kimseye benzemiyor. Çünkü sen onun herkesten farklı olduğuna karar verdin. Onunla savaşa da gidilir, Migros’a da.

Bir kırmızı kazak, bir pembe ceket, bir beyaz gömlektir aşk. Kırmızı bir kazak bugüne kadar hiç kimseye bu kadar çok yakışmamıştı. O bir pembe ceket değil, asil bir kuğuydu.

Kalptir aşk. Kocaman bir kalptir. Üzerinde oturduğu çok önemli temelleri vardır. İyi niyet, samimiyet, cesaret, doğallık ve zorluk temellerine kalbini oturtup üzerini de aşk ile kaplarsın. Zırh gibidir maşallah, kolay kolay delinmez.

Bu dünyada her şeyin bir tersi bir de düzü vardır. Büyük aşklar, büyük kaybetme korkularını da ceplerinde sana getirirler. Korkma, temellerin sağlamsa hiçbir şey olmaz. Zor mu olacak? Haklısın ama unutma ki “En güzel aşk zor olanmış.” demişler. Kolay olsa herkes yapardı. Aşk farklılıktır, aşk herkesin yapamayacağıdır.
Aslında belki de doğru olanı, mide kalp karayolundaki hisler yarışına bir ad koymaya çalışmamaktır. Adı ne olursa olsun; midende bir heyecan, kalbinde bir sıcaklık, beyninde bir salaklık yaratıyorsa bırak adı ne olursa olsun. Her şeyin bir adı veya bir tarifi olması gerekmiyor. Tabii duymak hoş olur ama önemli olan hissetmek ve hissettirebilmektir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Şubat 2016 Çarşamba

Benimle Saklambaç Oynama

Günaydın Dostlar,

Saklambaç, her türlü parametresinin ayrı ayrı yaşanması ve planlanması gereken çok derin ve stratejik bir oyundur. Bazen bağırarak koşmayı gerektirir, bazen de sessizce saklanmayı. Büyük kavgalara da vesile olmuştur, İstanbul’un en büyük aşklarının doğmasına da.
Bir yandan kaleni korurken bir yandan da saklı düşmanları bulmanı gerektirir. Burada en önemli konu dengeyi iyi ayarlayabilmektir. “Ben düşmanlarımın hepsini bulacağım, oraları da ben kontrol edeceğim.” diyerek kalenden çok uzaklara gidersen döndüğünde kaleni de bulamayabilirsin.


Bu oyunun garip de bir kader yolculuğu vardır. Beş dakika önce dünyanın en pahalı arabasının arkasına saklanmışken bir sonraki oyunda kendini çöp kutusunun içinde bulabilirsin.

Sağa sola saldırmadan önce kaleni garanti altına almak bu oyunun olmazsa olmazlarından biridir. Aniden çöp tenekesinin arkasından kalene doğru bir saldırı başlarsa koşup yakalayabilecek misin yoksa diğer bahçeleri de ele geçirmek sevdasıyla çıktığın yolda kalen de mi elden gidecek?

Gündüz de oynanabilir ama saklambaç oynamanın zevki asıl gece çıkar. Bu nedenle de çocukluğumuzda bilmediğimiz mahallelerde saklambaç oynamayı hiç sevmezdik. Sen, yöreyi tanımadığın için armut gibi saklanırsın, mahalleyi iyi tanıyan çocuklar da gelip bir dakika içinde elleriyle koymuş gibi seni bulurlar.
“Acele işe şeytan karışır.” derler ya, bu oyun da acele bir oyundur. Oyun başladığı andan itibaren karışanları da artar. Bir bakarsınız ki mahallenin bütün büyükleri oyunun içine girmişler. Çaktırmadan saklananın yerini işaret edenlerden tutun da nereye saklanılması konusunda fikir yürütenlere kadar her cinsi vardır. Bazılarını da senin arkandaymışlar zannedersin ama gerçekte onlar komşunun çocuğunu destekliyorlardır. Etrafta bir kaos ve koşturmaca durumu hakim olduğu zaman kimin işin içine gireceği hiç belli olmaz.
Gerçekten de saklambaç acele bir oyundur. Ortalıkta sallanmaya gelmez. Birileri saymaya başladığı zaman süratle ortadan yok olmanız gerekmektedir. Daha önceden yapılmış bir planınız yoksa kendinizi olmadık bir ortamın içinde bulabilirsiniz.

Çabucak saklanayım telaşı içinde bilmediğiniz bir duvarın üzerinden atlarsınız ve kendinizi hiç beklemediğiniz bir çamur deryasının içinde bulursunuz. Koşturup sağa sola atlamadan önce etrafla ilgili bilgi sahibi olmak zorundasınız. O bahçenin son altı saattir sulandığını bilseydiniz belki de koşa koşa gidip o bahçeye atlamazdınız.

Havanın kuruluğuna ve çöl sıcaklarına aldanmayın. Yeni sulanmış bir bahçe bataklık gibi yapışır ayaklarınıza. Çıkmaya çalıştıkça paçalarınıza kadar daha beter çamura batarsınız.

Diyelim ki bir şekilde çamur bahçesinden çıkmayı başardınız. Bu sefer de sokak şartlarında üstünüzü başınızı temizlemeniz çok zordur. Pantolonunuzu temizlemeye çalışırken yapışkan çamur bu sefer de kazağınıza bulaşır. Debelenip durursunuz ama çıkmaz, yapışmıştır bir kere. Gidip büyüklerinizden yardım istemek zorunda kalırsınız. Bu duruma düşünce de “Neden bu kadar çamura battın?” diye söylenerek dayak yeme ihtimaliniz de çok kuvvetlidir.

Tek derdimiz çamur olsa yine de sorun yok. Bilmeden atladığın bahçenin içinde seni başka türlü tehlikeler de bekliyor olabilir. Gece karanlığında güm diye üzerine atladığın köpek, seni evine kadar kovalayıp evinin önünde kıçını ısırabilir. Komşunun bahçesindeki huzuru bozarsan köpek korkusu yüzünden kendi evinin önünde sokağa çıkmaya çekinir hale gelirsin.
Sulanmış bahçede huzur içinde birbirlerini yiyen sivrisinekler de sana saldırabilir. Onları da huzursuz ettin. Akşam balkonunda otururken gelip kıçını ısırırlar. Önlem alayım diye balkonunu üç metrelik telle kaplatırsın ama nafile. Sivrisinekleri önleyemediğin gibi artık balkondaki hürriyetini ve manzaranı da kaybedersin.

Emin der ki saklambaç çok güzel bir oyundur ama bilmediğiniz mahallelerde oynamayın. Bilmeden girilen bir bahçede karşınıza neyin çıkıp da kıçınızı ısıracağı hiç belli olmaz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Nisan 2015 Cuma

Seni Seviyorum...

Günaydın dostlar.

Garip bir duygudur birini sevmek.
“Seni seviyorum.” demek ve dedirtebilmek çok özel anlardır. Seni seviyorum, bir hissediş, bir anlayış, bir özleyiştir…


Her sevginin içinde bir yerlerde bir özleyiş vardır. Kimi zaman iki dakika önce yanından ayrıldığın insanı özlersin, kimi zaman da iki yıldır göremediğin birini. Sevgini dile getirsen de, getiremesen de bu sevgi hiç bitmez ve karşılıklıdır.

Özel bir duygudur sevgi. Sevginin şartı, şurtu, pazarlığı olmaz. Ya seviyorsundur ya da sevmiyorsundur. Kalbinde yeri varsa her şartta seversin. 77 yıldır görmemiş olsan da sevginden hiçbir şey eksilmez.

Sevgi, kalbinde hissetmek değildir. Kalpte hissedilen heyecandır. Sevgi dediğin en azından midene kadar etkilemeli seni. Kalple sınırlı kalan sevginin bir yanı eksiktir.

Sevgi; anılardır, şarkılardır, sohbetlerdir, yaşananlardır, unutulamayanlardır. Gecenin geç saatlerine kadar yapılan sohbetlerdir. Zaman olur, iki üç kişi yaptığınız minicik yuvarlak masa sohbetlerini unutamazsın, zaman olur 100 kişilik yemeklerden aklında bir gram bir şey kalmaz.

Bir çağrıdır sevgi. Bir sesleniştir. Bir haykırıştır. Bir “Emoş” deyiştir. 1000 yıl geçse de kulaklarından gitmeyen bir sestir. “Gel yanımda ol” deyiştir. “Hiç gitme” arzusudur.
Bir an bir yerlerden çıkıp gelecekmiş hissidir. Her baktığın yerde onu görmek istemek arzusudur. Keşke yanımda olsa beklentisidir. Yanında olamayacağını bile bile gelmesini beklemektir.

"Git" dese bile gidememektir. "Bekleme" dese bile yanından ayrılamamaktır. İki dakika konuşalım diye buluşup, İki saat sohbet ettikten sonra ayrılırken, daha 25,000 saat sohbet edebilirdim hissine kapılmaktır.

Konuşmadan anlaşabilmek, bakışmadan görebilmek, duymadan işitebilmektir. Milyonların arasında sanki sizden başka kimse yokmuş hissine kapılmaktır.

Sabahın sessizliğini adaların sessizliğine katık ederken hayalleri yudum yudum tadabilmektir. Boş dolu gözlerle uzaklara bakabildiğin gün gerçekten seviyorsundur. Uzun yıllar önce yaşanan minicik detaylar da aklındaysa tadından yenmez.
Görülmese de, dokunulamasa da bazı insanların kalbimizde ömür boyu geçerli kombineleri vardır. Sezonluk değil bunlar, ömürlük. Kalpten kalbe otomatik yenileniyorlar. Her sene, her mevsim, her zaman o koltuk onlarındır.

Benim kalbimdeki en müstesna koltuklardan birinin sahibi de sensin. Bunu sen de biliyorsun ben de…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

26 Ocak 2015 Pazartesi

Mesaj Yok


Günaydın Dostlar,

Her yerde arıyorum…
 
Kalabalıktan adım atılamayan boş sokaklarda, gürültünün sessizliğinde, sakin denizin masmavi sularının karanlığında, beraberce dinlediğimiz şarkıların içinde, onun resimleriyle dolu boş duvarlarda, şarap şişesinin dibinde, kadehlerin kocaman kenarlarında, telefonun yanan her ışığında, soğuk kış günlerinin yakıcı sıcaklığında, kapı her çaldığında, karşıma çıkan her yüzde, her yerde, her zaman onu arıyorum.
Bilmiyor mu onu ne kadar aradığımı? Neden bir mesaj bile yok?

Yanılıyorsun güzel kardeşim.

Mesaj var.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

17 Nisan 2014 Perşembe

Arayış İçinde Geçen Bir Ömür

Günaydın Dostlar,

Hepimiz sürekli olarak bir arayış içindeyizdir.

Bildiğimiz şeyleri de ararız, bilmediklerimizi de. Samanlıkta iğne de ararız, hayatın anlamını da. Çoğu zaman ne aradığımızı bilmeden ararız. "Mutluluğu arıyorum." deriz ama bizi mutlu edecek şeyin ne olduğunu da bilmeyiz. Garip bir cazibesi vardır aramanın. Ne olduğunu bilmesek de bir şeyleri bulma ümidi hoşumuza gider. Bazen de gerçeği bildiğimiz ve olmasının hiçbir zaman mümkün olmayacağını hissettiğimiz halde yine de ararız.

Çocuklar, yürümeye başladıkları ilk yıllarda bayılırlar bir şeylerin içine, arkasına saklanmaya. "Birileri beni arasın bulsun." ruh hali daha ilk yıllarda başlar. Ne şekilde olursa olsun, güzel bir duygudur aranmak.
Annelerin sakladığı çikolataları aramakla başlar bizim yolculuğumuz. Günümüzde çok geçerli olmasa da bizim çocukluğumuzda "misafir çikolatası" diye bir şey vardı. Annelerin en önemli görevlerinden biri de misafir çikolatasını saklamaktı. Neden? Habersiz bir misafir geldiğinde ikramsız kalmamak için. Kimsenin evinde telefon olmadığı için habersiz misafir gelmesi durumu çok yaygındı. Ömrümüz misafir çikolatası aramakla geçti. Bulduğun zaman da iki kat daha tatlıdır o çikolatalar ama hepsini bitiremezsin yoksa annen fark eder.
Herkes, bir şeylerin arkasına saklanacak; bir kişi de bütün bu saklananları arayıp bulacak oyunu, aramak işinin sistemimize yüklendiği en büyük dönemdir. Yüzyıllardır dünyanın her yerinde oynanan, cazibesi hiç bitmeyen bir oyundur.

Arayış her yerdedir. Tuttuğun takımın kale önünde gol araması, bir yerlere girerken üstünün aranması, kaybolan şeylerin aranması her yerde, her ortamda bir arayış vardır. Aslında özlem de bir arayıştır. Restoranlara gider, sosyal platformlara yarı yenmiş tabaklarımızın resimlerini koyar, sevdiklerimize "Gözlerimiz sizi aradı." diye mesajlar yazarız. Dostlarla, sevilenlerle bir şeyler paylaşmak aramaların en sıcak olanlarındandır.

Herkes bir iş arayış içindedir. İşinde mutlu olan da arar, mutsuz olan da. "Burası iyi hoş ama ben yine de şöyle bir etrafı araştırayım." durumu çok yerleşik bir ruh halidir. Oy verecek parti ararız. Seçimler bitince oy verdiğimiz partinin neden başarılı olamadığına cevap ararız. Bir müddet sonra da ileriye yönelik ihtimaller arayışına başlarız.

Elimizde kumanda sürekli kanalları değiştirerek seyredebileceğimiz bir program ararız. Bunu yaparken de kafamızda ne aradığımıza dair en ufak bir fikrimiz yoktur. "Bakalım şöyle bir hepsine, elbet seyredecek bir şey çıkar." deriz ama çıkmazsa da yeniden, baştan başlarız.

Dünyanın öbür ucundan gelip Nuh’un gemisini arayanlar, dağların zirvesine çıkmaya çalışanlar, denizlere dalanlar, herkes bir arayış içindedir. Aradıkları gemiden bir iz midir yoksa zor bir ortamda bir şeyler aramanın yarattığı heyecan mıdır? Belki de aradıkları kendileri midir?

İçimizde eskiye yönelik bir arayış da hiç bitmez. Eski günleri, eski arkadaşları, eski mutlulukları ararız. En ufak bir ortam olsa bayılırız eski günlerden konuşmaya. "Ben de o zamanlar gençtim." deyip gençliğimizi ararız. Bugün bizle beraber olmayan sevdiklerimizi ararız, hem de çok ararız.
Elimize metal detektörleri alır, hazine ararız. Bir de hazine bulmaktan daha da değerli olan; kalbimizde, midemizde, ciğerimizde, her yerimizde aradığımız ama bunu kendimize bile söyleyemediğimiz durumlar vardır. Sevgilinle küstüğünde gözün telefona bakmaktan şaşı olmuştur ama onu çok aradığını kendine bile itiraf edemezsin. Öküz gibi özlemişsindir ama yine de ben onu aramam, bensizliğe dayanamayıp o beni arasın diye sürünüp gidersin.

Aramazsın bir türlü, o da aramaz. Özlemişsindir onun kokusunu, kırmızı kazağını, güzel gülüşünü, içinde yok olduğun gözlerini. Düşünürsün "O da benim kadar özlüyor mu acaba?" diye ama arayamazsın, gururun mani olur. "En iyisi ben biraz daha direneyim sonunda o beni arasın." hayaliyle günler kuş gibi uçup gider. Belki de o inatlaşıp bir türlü aramadığın aramanın bir manası kalmamıştır artık. Son vapur kalkmış, seni iskelede gururunla baş başa bırakmıştır.
Boş memeyi, dolu memeyi aramakla başlayan; adaleti aramakla, hakkını aramakla sürüp giden bir hayat arayıp sormayan çocuklarını ve dostlarını arayan gözlerin kapanması ile son bulur.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

7 Nisan 2014 Pazartesi

Minik Pamir Melek Oldu

Günaydın Dostlar,

“Arayın bulun da büyüdüğünde  Gezi Parkı'nda size taş atsın.”

“Kaybolduysa kayboldu, kaybolmasaydı, pis çapulcular ve ülkücüler sizin yatacak yeriniz yok.”
“Boş verin Pamir’i filan, %46'yı nasıl koyduk ama.”



“Çocuğu bilerek saklamışlar, sonradan 'Twitter sayesinde bulundu.' demek için.”
“Pamir’in kaybolmasını gazeteciler organize etmiş.”

“Ailesinin Alevi olduğu söyleniyor. Doğru mu acaba?”
"Babası güvenlik sistemleri satan bir şirketin sahibiymiş, çok zenginmiş.”

“Bizim çocuklar lağım çukurlarında ölürken zenginlerin çocukları havuzlarda ölüyor.”
“İlk önce ağaçların peşindeydiler, şimdi de Pamir derdine düştüler.”

“Her gün bu ülkede bir sürü çocuk kayboluyor, ölüyor, tek dert Pamir mi?”
“Madem çocuk bu kadar yaramaz, anası göz kulak olsaymış.”

“Annesi DHKP-C üyesiymiş.”
“Babası Gezici Zello tarikatı üyesiymiş.”

“Çocuğun üçüncü köprüye çok yakın bir yerde ölmesi çok manidar.”
“Çocuğu ormanda aramak, üçüncü köprü inşaatı için kesilen ağaçları göstermek için bir bahane. Aramayı yapan da yine tanıdık bir ekip.”

Bunlar benim gözüme ilişen yüzlerce mesajdan bazıları. Hiçbirini üzerinde yorum yapmaya değer bulmuyorum. Burada mesajların içeriğinden daha önemlisi, insanlara bu mesajları yazdıran ruh hali.
Yüzlerce, binlerce Anadolu insanına yakışan sözler de yazıldı ama ne yazık ki bu yukarıdakiler gibi de yüzlerce, binlerce sözler söylendi..

Biz bu kadar mı kötüyüz? Minik bir meleğin arkasından insanların Alevi olmasından, geziye katılmış olmasından veya zengin olmasından başka söyleyecek lafımız yok mu? Hayır, biz bu değiliz. Ben bu insanların çoğunlukta olduğuna inanmak istemiyorum. Öyle olsaydı tanıdık, tanımadık binlerce insan Pamir’i aramak için yollara düşmezdi. Sonuçta bu bir futbol maçı değil. Minicik bir yavru kaybedildi. Minik odası boş kaldı. Gözleri yaşlı anne ve baba, Pamir’in oyuncak ayısına sarılıp ağladığında hiç mi üzülmeyeceksiniz? Kalpleriniz bu kadar mı nasır tuttu? Tamam birileri kutuplaştırdı bizi ama maşallah biz de hazır bekliyormuşuz.
Biz nasıl bu duruma geldik?

Vefat eden bir insanın (hele hele bir çocuğun) arkasından nasıl böyle canavarca laflar yazabiliyoruz?
“Bizden olmayan ölsün.” zihniyeti bu kadar mı insanların içlerine işledi? Vicdanı ölmüş, insanlığı kaybolmuş insan en tehlikeli insan tipidir.

Anadolu çocuğu merttir, düzgündür. Düşmanı bile olsa asla ölen bir kişinin arkasından böyle şeyler söylemez. Söyleyecek fazla bir şey yok. Bu toplumu bu kadar gererek kendinden olmayanlar hakkında bu tip şeyler söyletenler, yazdıranlar utansınlar ve eserleriyle gurur duysunlar.
Sen üzülme minik Pamir. Rahat uyu, senin melek olman insanlara cennetin kapılarını açsın. Senin minik topunu, minicik uyku tulumunu görüp de ağlamayan bu insanlar aslında kötü insanlar değiller; sadece yanlış yönlendiriliyorlar. Bir gün onlar da muhakkak doğru yolu bulacaklardır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...