Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2021 Pazar

Zara

Günaydın Dostlar,

Bir şeyler yazıyorsam veya iş yapıyorsam muhakkak müzik çalıyordur. Bir işi yapmaya başlamadan önce ilk önce müziği açarım. Müzik olmadan sistemim harekete geçemiyor herhalde. Sabah yazılarımı yazarken de kısık sesle de olsa muhakkak müzik açıktır.

İnkâr edemeyeceğimiz bir gerçek de Spotify ve benzeri uygulamaların bu işi çok kolaylaştırmış olması. Hepimiz listelerimizi yaptık, her ortamda dinliyoruz. Yılın son günleri yaklaşırken de bütün yıl boyunca ne dinlediğimizin minik bir listesini alıyoruz. Bence güzel bir çalışma. Birçok arkadaşımız bu bilgileri sosyal platformlarda da paylaşıyor.



Gelen bilgiler her sene beni şaşırtıyor. Her gün müzik dinliyorum ama bir arkadaşım gelip de “En çok hangi şarkıları diniliyorsun?” dese hayatta bunları tahmin edemezdim. Ben genellikle listelerimi karışık olarak dinliyorum. Uzun zamandır duymadığım bir şarkı bir anda ortaya çıkınca keyifli oluyor.

Bu konuyla ilgili bir diğer sorunum da kulaklıkla müzik dinlemeyi sevmemek. Uçak yolculukları dışında hiçbir zaman kulaklıkla müzik dinlemedim. Müziğin sesi bütün odaya yayılmazsa (bir Yay burcu olarak) kendimi kısıtlanmış hissediyorum galiba. Bazı durumlarda bütün apartmana yayılması da hiç de fena olmuyor.

Spotify, 2021 yılında toplam 36.230 dakika müzik dinlediğimi belirtmiş. Çok fazla CD ve plak da dinlediğim düşünülürse bu yıl epeyce müzik dinlemişim. Sadece Spotify ortalaması günde 100 dakika ediyor. Demek ki averajda her gün iki saate yakın Spotify dinlemişim. Şu anda bu satırları yazarken de çaldığından hiç şüpheniz olmasın.

2020 yılında en çok dinlediğim şarkı Uriah Heep grubunun “Lady In Black” şarkısıydı. Daha doğrusu, şarkısıymış. Evet, bu grubu severim ama bir numara olacak kadar dinlediğimi hiç tahmin edemezdim. İkinci sırada da Elton John’dan “Goodbye Yellow Brick Road” vardı. Üçüncü sırada Rainbow ve şarkıları “The Temple Of The King” vardı. Bu şarkı Müslüm Baba’nın “Affet” şarkısının orjinali. Renaissance grubunu da çok severim ve çok dinlerim, bu nedenle dördüncü sırada da “Kiev” şarkısı vardı.

Geçen sene en çok dinlediğim sanatçılar da sırasıyla Uriah Heep, Renaissance, Jethro Tull, Deep Purple ve Eric Clapton şeklindeydi. Deep Purple, lise yıllarından beri en sevdiğim gruplardan biridir.

Bu sene bütün ruh halim değişmiş. En azından Spotify öyle diyor. Toplamda 1.114 değişik sanatçı dinlemişim ama en çok dinlediğim Zara olmuş. Hem de açık ara. Zara’dan sonra sırada Jülide Özçelik var. Onu da çok severim ve yıllar önce Sevgili Jülide Özçelik ile ilgili bir yazı bile yazmıştım. Merak eden arkadaşlar için bağlantısını buraya koyuyorum.

Jülide Özçelik 

Sıralama Sezen Aksu, Suavi ve Uriah Heep şeklinde gidiyor.

Uriah Heep yine ucundan da olsa ilk beşe girmiş ama Sezen Aksu’ya çok şaşırdım. Hangi şarkılarını bu kadar çok dinlemişim de ilk üçe girmiş, anlayamadım.

En çok dinlediğim şarkı da Zara’dan “Sabahçı Kahvesi” olmuş. Bir yıl içinde her şey o kadar çok değişmiş ki siyahlar giyen kadın bir yıl sonra sabah kahvesi içmeye gitmiş. Listedeki beşinci şarkı da Zara’nın “Kaç Kadeh Kırıldı” şarkısı. Ben 2021’de epeyce Zara dinlemişim. Yüzlerce şarkılık listelerimde hep Zara çıkmış karşıma. Tabii o çıkmış, ben de hiç itiraz etmemişim. Her seferinde baş köşeye buyur etmişim. Zara’nın sesini çok beğendiğimi ve bu tip şarkıları çok iyi söylediğini belirtmeden de geçemeyeceğim. Bu yıl her yer Zara olmuş.

Benim en çok dinlenenler listemde “Sarı Gelin” ikinci sırayı almış, “Babuba” şarkısı da üçüncü olmuş.

Her senenin kendine özgü duyguları ve akışı var. Kim bilir belki de gelecek sene birinci sırada Ajdar ve “Nane Nane” olur.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Ekim 2020 Pazar

Plakçı...

Günaydın dostlar…

“Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sordukları zaman cevabım çok netti: Plakçı olmak istiyordum. Küçüklük yıllarımı hep bu hayalle yaşadım. Doğal olarak bu konuyu benden başka bilen de yoktu.

Babama “Ben plakçı olmak istiyorum” dediğimi düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. O plakları ne yapardı, onu da düşünmek istemiyorum. Babamın da epeyce klasik müzik plağı olmasına rağmen, plakçılık fikrini açmak riskli bir hareketti.



Böyle bir arzumun olmasının en büyük nedeni de, Kızılay’daki Cemil Plak Evi’ydi. Hem Cemil ağabeyi çok seviyordum, hem de dükkânını çok beğeniyordum. Camdan bir oda içinde aynı anda birçok kasetin doldurulması, ortama uzay üssü görüntüsü veriyordu.

Ben de en son ekipmanları alarak kendi uzay üssü görüntümü yaratacaktım. Tabii bu aşamada kaset doldurma (daha doğrusu doldurtma) işini anlatmam gerekiyor. Gençler, bizim müzik listelerimiz sanal ortamlarda değil, kasetlerdeydi.

Bir kâğıda sevdiğiniz şarkıları yazar, sonra listenizi plakçıya götürerek kasetinize kaydetmesini isterdiniz. Plakçılar da tek tek listelerdeki şarkıları kasetinize yüklerlerdi. Çok yaygın bir süreçti ve her plakçı bunu yapardı.

Genelde de aynı gün geri almak mümkün değildi. Plakçının yoğunluğun göre iki üç gün sürebiliyordu. Cemil ağabeyde üç günden önce alman hiç mümkün değildi. Bu işler için plaklar defalarca kullanılırdı. Bu durumdan dolayı biraz eskimiş plaklarda indirim alabilmek de mümkündü. Bu konuda huysuz bir tip olduğum için, bu şekilde kullanılmış bir plak hiç almadım. Alabilirsem hiç açılmamışını alırım, alamazsam da sağlık olsun.

Genç arkadaşlar gözünüzde canlandırmaya çalışın. Bir müzik listesi yapmak istiyorsunuz ve listeniz günler sonra hazır oluyor. Tabii bir de şöyle bir durum da vardı, plakçılarda genelde istediğiniz her şarkının plağı olmazdı. O zaman da plakçı onun yerine kafasına göre bir şeyler kaydederdi. Bu da genellikle insanların sevmeyeceği bir şey olurdu. Plakçılar sevilmeyecek şarkıları seçmek konusunda çok başarılıydılar.

Allah var, ben bu işi hiç yapmadım. En başta iş çok normal bir iş değil, ikincisi de kasetten çıkan sesleri hiçbir zaman sevmedim. Bu şekilde kaset doldurma işi kim bilir kaç kanuna, kaç yönetmeliğe aykırıydı. Ben her zaman plaktan dinlemeyi tercih ederdim. Yıllar içinde diğer formatlar çıktı ama ben her zaman plaklarımı da dinlemeye devam ettim. Sevgili Akif bu paragrafı senin için yazdım.

İmkânlarımız kısıtlı da olsa hep plak dinledik. Haftalarca para biriktirip Cemil ağabeyden gıcır gıcır bir plak alabilmek büyük bir zevkti. Dönemin bütün albümlerini getirirdi. Hem de birkaç tane değil. Çok yüksek miktarlarda getirdiği albümler de olurdu.

Cemil Plak Evi’nden sonra en çok alışveriş yapmaktan keyif aldığım yer, İngiltere’de yaşadığım yıllarda Oxford Street’deki HMV Mağazası’ydı. Aradığınız her türlü plağı bulabilirdiniz. Fiyatları da korkunç uygundu. Zaman içinde Amerika’da da birçok plak aldım ama aynı keyfi aldığım söylenemez. Belki de büyüdük ve önceliklerimiz değişti.

Bu arada hemen şunu da belirteyim, kasetlerden çok iyi ses çıkmaması tek sorunumuz değildi. Zaman içinde bozulurlardı. Kopma sorunlarından tutun da bollaşma sorunlarına kadar her şeyi yaşardık.

Plakçı olamadım. Plak satıcısı olamayınca büyü bir hızla plak alıcısı oldum. Zaten bu devirde de klasik anlamda plakçı diyebileceğimiz çok az dükkân kaldı. Onların da çoğu gerçekten bu işe gönül vermiş insanlar. Her ne kadar plaklar geri gelmiş olsa da yine de plak satarak para kazanmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. Bu dükkânların çoğu hem alıyor, hem de satıyor.

Bizler için plakların manevi değeri de çok büyüktür. Onlara çocuğun gibi bakman gerekir. İyi bakmazsan ince ince söylenmeye başlarlar. Hepimiz plaklarımızı koruduk, baktık, büyüttük, her dertleri ile ilgilendik ve sonunda bu günlere getirdik.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Sokak Müzisyenleri...

Günaydın dostlar…

“Bir şeyler oluyor aşk tadında” sözlerini duyunca hemen kulak kesildim. Sizlerin de bildiği gibi “Aşk Tadında” bizim Eti’nin çok güzel bir ürünüdür, aynı zamanda da Fatma Turgut’un çok güzel bir şarkısıdır.
Zaten bir şeyin aşk tadında olup da güzel olmaması da mümkün değildir. İster bir şarkı olsun, ister güzel bir gofret, ister melek gibi bir yüz; tadına doyamazsın. Çok istersen, gofreti yerken şarkıyı da mırıldanabilirsin.


Avrupa’da çok yaygın olan sokak çalgıcıları kültürünün son yıllarda bizim ülkemizde de yayılıyor olması çok hoşuma gidiyor. Çeşitli vesilelerle veya spor amaçlı çok fazla Cadde’de yürüyen bir insan olarak, sokak müzisyenlerini görmeyi ve dinlemeyi çok seviyorum.

Yıllardır bu arkadaşları dinlerim, üstelik son yıllarda sayıları da çok arttı ama bugüne kadar Fatma Turgut şarkısı söyleyen bir arkadaşa hiç rastlamamıştım. Fatma Turgut benim listemde bambaşka bir yerdedir. İster Model şarkıları olsun, ister kendi şarkıları hepsini zevkle dinlerim.

Cadde’de “Aşk Tadında” şarkısını söyleyen minicik bir kızdı. Üniversiteye giden bu kızcağız, Fatma Turgut seviyesinde olmasa da, Fatma Hanım’ın komşusu olabilecek bir seviyede söylüyordu. Kendisini sözlü olarak kutladım, buradan da bir kere daha kutluyorum.

Üniversite öğrencilerinin bu şekilde müzisyenlik yapmalarını ve kendilerine bir ek gelir sağlamaya çalışmalarını çok takdir ediyorum. Her şekilde de desteklemeye çalışıyorum. Her zaman farklılıkları seven ve “Aşk farklılıktır” görüşüne inanmış bir insan olarak, farklı olanı yapmaya çalışanları takdir ediyorum.

Adımlarını sayarken karşına çıkan bir şarkı, bir anda sana Doktorlar Lokali’ni veya Barlar Sokağı’nı hatırlatabiliyor. Kafanı dağıtıyor, bir anda seni bambaşka bir yere götürüyor. Her şarkının bir hikâyesi vardır. Belki olduğun yerleri hatırlatıyordur, belki de olmak istediğin yerleri.
Caddebostan’da ut çalarak şarkı söyleyen teyzeyi de ilk defa gördüm. Onun da ayrı bir farklılığı, ayrı bir tadı vardı. Evinin oturma odasında çalıp, söylüyormuş gibi bir hali vardı. Zaten de güzel olan, doğal ve samimi tavırlarıydı.

Sokak çalgıcılarının artması benim hoşuma gidiyor. Belki rahatsız olan dostlarımız da vardır. Beni rahatsız eden tarafı da, bu yöndeki artışın ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor olması. Üniversite için harçlığını çıkarmak ayrı bir şey, bugünün pahalılık fırtınasında geçinemediği için gitarını, bağlamasını alıp sokaklara çıkmak ayrı bir şey.
İnsanlar ek gelir peşinde. Hem sevdiği bir enstrümanı çalıyor, hem de evine üç, beş kuruş ekstra para götürmeye çalışıyor. Udi teyzemin de minicik bir torbası vardı. Gitar kutularının kaldırımın yarısını kapladığı bir ortamda, sanki teyzem utanarak o torbayı yanına koymuş gibi duruyordu. En azından ben öyle hissettim, zira ilk bakışta görünmüyordu bile.
Cadde müzisyenlerle dolu ve hepsi de kabiliyetli insanlar. Plak çalmayı bile zar zor beceren bir insan olarak hepsini çok takdir ediyorum. Yürüyüşlerimde bana renk katıyorlar. Bazen aşk tadında olur, bazen de rahmetli Dilber Ay’ın söylediği gibi tavuklar pişebilir. Benim için hepsi olur.

Sokaklar bu işin mutfağıdır. Buralardan yetişmiş ve çok meşhur olmuş birçok sanatçı var. Bütün gün sosyal medyada resim kovalamaktansa, bir müzik aleti çalıp hem kulağa hoş gelmek, hem de cebe hoş gelmek! Neden olmasın?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Mayıs 2016 Perşembe

Murat Bulgak

Günaydın Dostlar,

23 Nisan akşamı bir kere daha aynı mekândaydık.  Her zaman güzel vakit geçirdiğimiz Güvenlik Caddesi’ndeki bu barda bu akşam değişik bir gelişme vardı. Çok yakınımız da olduğu halde yıllardır tanışmadığım ve hiç canlı izleyemediğim Murat Bulgak’ı izleyecektim. Ablası doğduğum günden beri hayatımızın içinde olduğu halde Murat ile bir türlü tanışamamıştık. Murat’ın Ankara Koleji yıllarından başlayıp ODTÜ ve Hacettepe Kampüsü'nden geçen hayat yolunda müziğin her zaman ilk planda olduğunun da bilincindeydim. Her ne iş yaparsa yapsın, hiçbir zaman müzikten de kopamadı.
 
İşin bir diğer ilginç yanı da bu barın artık devredilmiş ve kapanacak bir yer olmasıydı. Yerine ne yapılır bilmem ama biz bu halini çok özleyeceğiz. Yaşanan güzel dakikalar minik barın karanlık duvarlarında ömür boyu yaşayacaklar. Söylenen şarkıların nameleri tavanda bir yerlerde bizi bekleyecekler. Her önünden geçtiğimizde yüzümüzde buruk bir gülümseme olacak.

Gece erken başladı. Burası iç içe geçmiş salonlardan oluşan bir yer. Sokaktan bakınca küçük bir yer zannediyorsunuz ama arkaya doğru gittikçe büyüyor da büyüyor. Her zaman ilk önce restoran bölümünde yemek yiyip sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde bar kısmına geçiyoruz.
Saat 22.30 gibi sahne alacak olmasına rağmen, ben saat 19.30 gibi mekâna vardığımda Murat Bulgak oradaydı. Birer birer misafirlerini kapıda karşılıyor olması, daha önce hiçbir yerde görmediğim bir davranıştı. Her geleni sanki kendi evine geliyorlarmış gibi karşıladı.

Ben zaten bu sabah Murat’ın sanatçı kimliğinden söz etmek istemiyorum. Muhteşem sesi ve güzel şarkıları hepsi birbirinden harikaydı ama adam gibi adam olması, samimiyeti ve mütevazı tavırları benim için çok daha fazla etkileyiciydi. Ben, banyoda şarkı söylesem hemen havalara giriyorum ama sevgili Murat uzun kariyeri boyunca kibir bardağından iki yudum bile içememiş. “Adam gibi adam.” derler ya işte tam da öyle bir durum var.

Restoran bölümünde dostlarla ve güzel sohbetle rakı da çok iyi gitti vallahi. İtiraf etmek gerekirse düşündüğümüzden çok daha fazla içtik. İçtik ama bu işin bir de bar kısmı var. Bu kadar rakının üzerine bara girince ne yapacağız? Ayran içerek Murat’ı dinleyemeyiz.

Bazen bir yere gittiğinizde başka türlü şarkılar gelsin istersiniz ama o şarkılar bir türlü gelmez. Sahnedeki sanatçı rakı içmeye uymayan (hatta su içmeye bile uymayan) ne kadar şarkı varsa hepsini söyler ama bir türlü kalbinizdeki şarkılara sıra gelmez. Bütün geceyi eski Fecri Ebcioğlu tercümeleri ile geçirip durursunuz.
Murat Bulgak’ın da ne tip şarkılar söyleyeceği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama sahneye çıkıp da son günlerin moda şarkısı “Bağdat” ile başladığı zaman olayın şekli belli oldu. Bu şarkı, rakı tüketiminin biraz daha artacağının en büyük göstergesiydi. Çok güzel bir sesle, içten gelerek, büyük bir enerjiyle söylenen şarkılar; bizi bizden aldı başka yerlere götürdü. Eline bir şarkı listesi verseydik, bundan daha iyi yazamazdık.

Gecenin ilerleyen saatlerinde; artan duygular, biten rakılar ve muhteşem şarkılar adeta birbirleri ile yarış halindeydiler. “İmkânsız Aşk” şarkısından tutun da Cem Karaca parçalarına kadar her şey söylendi. Hatta bazılarını bizi kıramayıp ikişer kere söyledi. Şebnem Ferah’ın muhteşem şarkısı “Sil Baştan” hiç bu kadar güzel söylenmemişti. Dinlediğim en iyi iki yorumdan bir tanesiydi. Bir tanesi Şebnem Ferah, bir tanesi de Murat Bulgak.
Hümeyra’nın “Sessiz Gemi” şarkısı lise yıllarında bizim okulumuzda teneffüslerde çalan bir şarkıydı. Okulumuza çok yakın bir mekânda bu şarkıyı dinlemek beni kırk yıl öncesine götürdü. Kırk yıl öncesinden bir şeyler hatırlamaya çalıştım.
Ben ne yaptım? Her zaman yedinci dubleyi bitirdikten sonra tutturduğum gibi, “Götür Beni Gittiğin Yere” şarkısını isterim diye tutturdum. Tutturdum ama küçük bir sorun vardı. Çocuklar şarkıyı bilmiyordu. Bilmemelerine rağmen gitarcının mırıldanmaları, diğerinin müzikleri, kulak alışkanlıkları ve seyircinin katkılarıyla o şarkıyı bile yoktan var ettiler. İşte müşteri hizmeti diye ben buna derim.

Hayatımın en güzel gecelerinden biriyle ilgili olarak yarın sabaha kadar yazabilirim ama şimdi yürüyüşe gitmem gerekiyor. Sevgili Murat ile benim yollarım bir türlü kesişmemişti ama zaten onu bilen ve takip eden çok büyük bir kitle var. Gördüğüm kadarıyla her sahne aldığı mekâna gelenler bile var.

Murat, İstanbul’da da sahne alıyor ama daha çok Ankara’da çalışıyor. Sevenleri programını takip edip bir yerlerde yakalamaya çalışıyorlar. Yanılmıyorsam çeşitli Facebook sayfalarından sahne programını takip etmek de mümkün. Ben de artık en büyük takipçilerinden biri haline geldim. Bir gün bir yerde tekrar Murat’ın sahne aldığı bir barda olmayı çok isterim. Zaman o kadar çabuk geçti ki bize hiç yetmedi.
Dostlar, bugüne kadar Murat’ı hiç dinlemediyseniz siz de benim gibi çok şey kaçırmışsınız demektir. Bir gün şehrin bir ucunda yakalarsanız muhakkak katılın. Arkadaşınızın evinde sevdiğiniz şarkıları söyleyen bir sanatçı varmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Bize bu unutulmaz geceyi yaşattığı için sevgili Murat ve ekibine bir kere daha çok teşekkür ediyoruz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Temmuz 2014 Perşembe

Tatil Köylerinde Akşam Eğlencesi...

Hani derler ya, iyi ki bir 3 gün tatile gitti artık 13 gün yazar diye. İşte aynen öyle, 13 gün olmasa da birkaç gün bu konu ile ilgili bir şeyler yazacağım kesin. Dünkü yazımda da belirtmiş olduğum gibi, her tatil köyünde olduğu gibi, bu tesiste de her akşam çeşitli müzik ve animasyon gösterileri vardı.

Küçücük dondurulmuş bir pistte buz pateni gösterisi yapan 15 kişilik grup oldukça etkiliydi. En büyük başarı da, o kadar insanın, o küçücük alanı çok etkili bir şekilde kullanmasıydı. Hava sıcaklığı 35 derece iken, dondurulmuş bir pistin üzerinde, açık havada gösteri yapmak enteresan bir his olmalı diye düşünüyorum. Tahmin edin bakalım bu grup nereden gelmiş? Evet, doğru bildiniz, Rusya’dan gelmişler. Bu şovu yapanlar son 130 yıldır hep Rusya’dan gelirler ve hiçbir zaman bu işi yapabilecek 15 tane Anadolu çocuğu çıkmaz.
 
Bir takım yuvarlak demirlerin içinde akrobatik hareket yapan 3 çocuk da çok iyiydi. Daha önce benzer bir şov görmemiştim bile diyebilirim. Üzerinde yıllarca çalışıldığı her hallerinden belliydi. Zaten bizim ülkeden bu işleri yapabilecek birilerinin çıkmamasının en büyük nedeni de, bu yıllarca çalışma konusu. 5-6 sene sonraki mükâfat için yıllarca aralıksız çalışmak, hiç bize uyacak bir şey değil. Biz anında sonuç isteriz, o yüzden de hiçbir şeyde başarılı olamayız. Bu çocuklar mı? Tabi ki bunlarda Rusya’dan gelmiş.
Bir akşam, bir sihirbaz çıkınca onun için Türk dediler ama duyduğuma göre onunda kökeni İranlıymış. Bu ara İran’dan ne kadar çok sihirbaz çıkıyor değil mi? Bu gruplar yıllarca çalışıyorlar, sonrada yollara düşüp, ülke, ülke tesis, tesis dolaşıyorlar. Sonuçta herkesin derdi ekmek parası. Bende merak ediyorum, acaba bir tane bizden çıkmış böyle bir grup var mıdır? Örnek olarak, dünyayı dolaşan ve çeşitli etkinliklerde gösteri yapan bir kılıç kalkan ekibi var mıdır?

Bakalım Kübalı müzik grubunun nereden geldiğini ilk kim bilecek? Evet, onlarda Küba’dandı. Ben dinleyemedim ama duyduğuma göre insanları çok eğlendiriyorlarmış. Ertesi gece çok güzel yabancı pop müzik şarkıları çalan grubunda en azından yarısı bizdendi. Onu bile tam olarak yapamamışız.

Nereye baksanız, bir yabancı sanatçı, bir yabancı grup veya animatör. 76 milyonluk ülkeden hiç mi birileri çıkmaz kardeşim. Sonunda bir tane bizlerden birini bulabildim. Plak çalan çocuk tam anlamıyla Anadolu’nun bağrından çıkmıştı. Tabi bu arada dansöz Özlem’i de unutamayız. O da aynen bizim yan apartmandaki komşuya benziyordu.
Yıllardır çıkarabildiğimiz tek atraksiyon dansözler. Bu kadar yıl içinde be başka bir şey gördüğümü hatırlamıyorum. Tamam, kabul ediyorum kıvırtmaya yatkın bir millet olduğumuz için, dansöz bizde kolay yetişiyor ama yine de başka bir şeylerde çıkartıyor olabilmemiz lazım diye düşünüyorum. Bir de benim hissettiğim, bu işleri yapabilmek için çok sevmek lazım. Sadece ekmek parası için bu işleri yapmak çok zor. Aynı sirklerde olduğu gibi, bu göçebe ekiplerde çalışmakta, iş değil, bir yaşam şekli.

Bizim gibi sabırsız milletler, hayatta bu işleri başaramıyorlar. Ortalıkta dolaşanlarda (bir iki istisna dışında) hep soğuk yarımküreden yola çıkanlar. Turistler geliyorlar ve biz onları ancak yedirip, içirebiliyoruz. Eğlendirmek için bile kendi ülkelerinden adam getirmek gerekiyor.

Sabah dikkatimi çekti, müşteri ilişkilerinde çalışan 3 kızdan biri Rus, biri İngiliz, biri de Antalyalıydı. Demek ki bu koltuklara oturtacak bir tane iyi Rusça konuşabilecek eleman bulamıyoruz ve yurt dışından getirmek zorunda kalıyoruz.

İşsizliğin çok yüksek olduğu bir ülkede, bir yandan turist gelsin diye yırtınırken, diğer yandan da kazandığımız paraları buralara gelip çalışanlara verip, geri yurt dışına gönderiyoruz. Her tesiste dünya kadar yabancı çalışan var. Gelip buralarda çalışmaları yasal mıdır, değil midir, o da ayrı bir konu. Bilmiyorum ama bizim çocuklardan daha yüksek paralara çalıştıklarını da tahmin edebiliyorum.
Zaman, “ben de yapabilirim,” deyip, elimizdeki işleri başkalarına kaptırmama zamanıdır. Buz pateni konusu çok acil değil ama en azından ofis işlerinde yabancılar çalışıyorsa, bu bizim kabahatimizdir. İşveren, bizim çocukların işi aynı şekilde yapacağına inansa, hayatta yurt dışından insan getirmekle uğraşmaz…

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Antalya Belek'te Kısacık Bir Tatil...

Tatil yapmayı sevmeyen adam, sonunda kısacık 4 günlük bir tatil yaptı. Annemlerin ve Aylin’in her sene çok severek gittikleri Cornelia De Luxe Resort, bu sene tatil yapmayan adamı ağırladı. Bu tip, deniz, güneş tatiline nadiren giden bir insan olarak izlenimlerimi paylaşmazsam olmaz.

Bu güzel tesiste kapıdan girer girmez ilk dikkatimi çeken şey, çalışanların meclis kafeteryasında çalışıyormuş gibi giyiniyor olmalarıydı. Kardeşim deli misiniz, 60 derece sıcakta, güneşin altında böyle giyim olur mu? Bu tip işletmelerde çalışanların şort veya bermuda giymesinden de çok hoşlanmıyorum ama en azından kot pantolon filan giyebilirler. Siyah kumaş pantolonları da, mecliste çalışacakları günler için saklarlar.
 
Şezlong kavgası yapmadan, masa peşinde koşmadan, sıralara girmeden tatil yapmak benim için en önemli parametrelerden biri. Bu tesiste, oldukça yüksek bir seviyede müşteri hizmeti var. Gerçekten de huzurlu, düzenli ve güzel işleyen ve insanlara sıkıntı yaratmayan güzel bir sistem var. Müşterilerinin ağırlıklı olarak İngiliz, Kuzey Avrupalı ve Rus olmasının da bu duruma etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Bizler çoğunlukta olsaydık, hiçbir şey bu kadar düzenli ve intizamlı bir şekilde gitmezdi.
Az sayıda da olsa, Anadolu çocukları da yok değil. Akşamları canlı müzik ortamında sarışın turistlere bütün dans hünerlerini sergileyen gençlerimiz, geçen akşam çalan “çakkıdı çakkıdı oynaşalım kız” şarkısı ile neredeyse Kocatepe üzerinden Antalya’ya doğru büyük taarruza geçtiler. Tabi ki, turistlerin kahvaltıyla birlikte başladıkları alkol tüketiminin etkilerini de inkar edemeyiz. Votka oranı belli bir seviyeye ulaşınca, bizim çocuklar kızlara Nijinsky gibi görünmeye başlıyorlar.

Mekanda güzel bir düzen var. 9:30’da akşam yemeği bitiyor, amfi tiyatroda şovlar başlıyor, 10:30’da onlar bitiyor, canlı müzik başlıyor. Saat 01:00 gibi canlı müzik bitince de, doğal olarak diskoya gidiliyor. Animasyon şovundan çıkanlar, canlı müziğe koşuyorlar ama müzik dinlemekten daha çok oturup içmek için koşuyorlar. Dans eden de pek yok. Durum böyle olunca da, bizim sevgili animatörler dökülüyorlar ortaya ve başlıyorlar dans etmeye. Animatör kızlardan birine sordum. “Ortamı canlandırmak için sizlerin dans etmesi bekleniyor mu” dedim. Kızcağızda, “bizden soft animasyon yapmamız bekleniyor” dedi. Ben bu “soft” lafını, gidip millete saldırmayın ama dans pistini canlandırmak için elinizden gelenide yapın diye anlıyorum.

Güzel ülkemize gelen her erkek turist, kendisini bir dansöz tarafından maskara edilmek üzere hazırlamış olarak geliyor. Türk gecesi adı altında ortaya çıkan dansöz, burada da düzeni bozmuyor ve 150’şer kiloluk Kuzey Avrupalı Beylere yaptırmadığı rezillik kalmıyor. “Benim yaptığımın aynısını sende yap” talimatı ile başlayan rezillik, adamların insan içine çıkacak halinin kalmamasıyla son buluyor. Emin’de, bir dansöz saldırısını daha ucuz atlatmanın huzuruyla geceye devam ediyor. Vinç getirse beni kaldıramaz ama yine de dansözle, halat çekme yarışması yaşamak da istemiyorum.
Turistlerin ağırlıklı olduğu ortamda, Türkçe şarkı çalınacağı zaman ağırlıklı olarak, Tarkan çalma zorunluluğu var herhalde diye düşünüyorum. Turizm Bakanlığının bu konuda yayınlanmış bir yönetmeliği filan olabilir mi acaba? Ya da, en dünyaya açılmış şarkıcımızın, Tarkan olduğunu düşündüğümüz için, yabancılar bunu daha iyi tanır diye çalıyoruz herhalde. Üçüncü bir ihtimalde, Tarkan’ın birçok parçasının göbek atmaya çok uygun olması.
Birde, 13 gündür tesiste olup, her türlü şarkıyı ve dansı öğrenmiş ve Asena’ya dans öğretecek konuma gelmiş turistler var. Bunların görevi de, bu hafta gelmiş çaylaklara, geçen hafta öğrendikleri marifetlerini göstermek. Bu tipler, bir de sanki Oslo’da da Duman dinliyormuş gibi cümleler filan kurarlar.

Havuzda voleybol oynayan İngilizlerin topu, tuttu benim yanıma doğru geldi. Bende tuttum geri attım. Adamcağızda, “thx a lot” deyince, bende “no problem” dedim. Herif de döndü bana, “o you speak English” dedi…  Of ki, of yani. Cevap versen bir türlü, vermesen bir türlü. Konuşmayı, sohbeti yerine göre çok severim ama gereksiz sohbete de son derece üşenirim. Şimdi bana “nerelisin” diyecek, ben “Giresun” diye cevap vereceğim. Arkasından “Giresun” nerede diyecek ve ben o soruya mübarek Ramazan gününde cevap vermek istemiyorum. Ne de olsa turist. Küçük bir göz gülücüğü ile olayı geçiştirmek en iyisi.

Bu tesis, güzel bir tesis ve tatil çok güzel geçti. Nasıl mı anladım? Tatilin çok çabuk geçmesinden anladım. Konu ne olursa olsun, bir şey hemen bitiyorsa, anla ki, o güzel bir şeydir.
Her tatil köyünü, tesisini eleştiren ben burası için negatif anlamda pek söyleyecek bir şey bulamıyorum. Yemekler muhteşem değil ama güzel, servis düzgün, ortam tertemiz ve düzenli, insanlar güler yüzlü ve benim hoşuma giden bir diğer yanı da, tesisin anormal büyük olmaması. Alanları gayet etkili ve verimli kullanmışlar. Tesisin bir de villalar kesimi var ama bizim gibi halktan insanların zaten o bölümle pek bir ilgisi olmuyor. Hatta hiçbir ilgisi olmuyor.

Belek civarına gitmeyi düşünenler varsa, bu tesis benim tavsiye edebileceğim bir yer… Umarım yaşadığınız tatiller, hayallerinizdekiler kadar güzel olur…

22 Nisan 2014 Salı

Deniz Seki Adında Bir Kadın...

Deniz Seki, şarkı söyler, söz yazar, beste yapar kısacası komple bir müzisyendir.

Bu kadının 6 yıldır gündemden düşmemesinin nedeni müzisyen olması mıdır? Keşke öyle olsa da, hepimiz müziğini konuşsak. Ne yazık ki neden bu değil. Gündemde kalmasının nedeni, yaptığı hatalar. Kendi de kabul ediyor zaten. “Ben çok hata yaptım” diyor.
Nedir hatası? Yanlış insanlarla arkadaş olmaktan tutunda, alkol bağımlılığına kadar birçok hatası var ama bugün gündemde olan hatası, uyuşturucu kullanmak ve temin etmek. En azından benim anladığım bu. Ben, hukuk profesörü değilim, sigara içmeyi bile beceremeyen bir insan olarak uyuşturucu işinden de hiç anlamam ama anlaşılıyor ki bu ülkede uyuşturucu kullanmak da, temin etmek de suç.


Zaman, zaman televizyonlarda birçok ünlü ismin bu nedenle gözaltına alındığını filan duyuyoruz. Birçoğu da, daha sonra serbest bırakılıyor. Herkes serbest bırakılırken Deniz Seki neden 8 ay cezaevinde yattı ve şimdi de 26 ay daha yatması isteniyor. Çünkü Deniz Seki sadece kullanmakla değil, işin ticaretini yapmakla da suçlanıyor.

Sen bu zıkkımı kullanırken, evine arkadaşların da gelirse ve onlara da verirsen “alın sizde kullanın” diye, bu durum işin ticaretini yapma kapsamına giriyor. Bunu yaptığın zamanda, doğru anlıyorsam köşe başında uyuşturucu satan insandan veya bu işin kaçakçılığını yapan insandan pek bir farkın kalmıyor. Hepiniz “bu işin ticaretini yapıyor” durumunda oluyorsunuz. Asıl büyük cezası olanda bu “ticaretini yapma” işi.

Bir şeyler yapan insan cezasını çekmeli, bu çok net ama herkesin elini vicdanına koyması lazım. Bir arkadaşı evine geldi diye, sokakta ki adamla aynı kefeye konmak adil midir değil midir herkes kendi içinde bunu bir tartsın.
Deniz Seki, kamu vicdanında, klarnetçiyi ayarttığı için zaten suçlu. Ona karşı genel, yerleşmiş bir gıcıklık zaten var. Onun üzerine bir de bu durum çıkınca iyice dibe çöktü. Bizim toplumda kimse çıkıp ta “klarnetçi sen ne halt ediyordun kardeşim” demez. Bu işler Deniz Seki’nin suçudur her zaman.


Deniz Seki, 8 ay cezaevinde mahkeme gününü bekledi ve ilk duruşmada da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Davası devam ediyor ve şu anda Anayasa Mahkemesi’ne kadar gitmiş durumda. Yüce mahkemenin kararına göre ya 26 ay daha cezaevinde kalacak, ya da yeniden yargılanacak. Yeri yurdu belli olan Deniz Seki, bu 8 aylık süreyi ille de tutuklu beklemek zorunda mıydı? Bu konuda herkes tutuksuz yargılanırken onun günahı neydi? Günahı, klarnet sesine meraklı olması olabilir mi?

Benim vicdanımda Deniz Seki suçludur ve cezasını çekmiştir. 8 ay cezaevinde kalmak kolay bir iş değil. Nice suçları işleyen insanların sokaklarda gezdiği bir ortamda, Deniz Seki’den başka günah keçisi yapacak insan kalmadı mı? Allah kimseyi oralara düşürmesin, doğru yoldan ayırtmasın. Değil 8 ay, 8 saat geçmez. Cezalar orantılı olmalı ve kamu vicdanını sarsmamalı. Bir de bildiğin bir ortama tekrar gitme düşüncesi kim bilir ne kadar ağırdır, onu bir tek yaşayan bilir.

6 yıl geçmiş. Yaşananların maddi, manevi yükünü ancak üzerinden atabilmiş. Herkes Deniz Seki kilo vermiş diyor. Kilo vermedi, sonunda sıkıntılarının, dertlerinin, hatalarının, ağırlığını üzerinden attı. Hata yaptığını biliyor ve kabul ediyor. Hayatını rayına oturtabilmek için büyük çaba harcıyor. Yüzüne kapanan kapıları, iptal edilen konserleri hepsini unutmuş, sıfırdan başlamak için kendine yeniden bir yol çizmiş. Bırakın da bu kadın yoluna gitsin artık.
Kimse unutmasın. Hepimiz insanız ve hepimiz birçok hata yapıyoruz. Önemli olan, bu hatalardan ders çıkarabilmek ve aynı hataları tekrar yapmamaktır. Hayatını yeniden bir düzene sokmaya çalışan insanlara yardımcı olmak, hepimiz için bir insanlık borcudur.

Affedilmek bir gün hepimize lazım olabilir.