Para Kazanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Para Kazanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2021 Pazar

Karpuzcu

Günaydın Dostlar,

Sokaklarda yürürken sık sık bu büyük ve güzel manavın önünden geçerim. Çalışanlara baktığımda da bir aile işletmesi olduğunu düşünürüm. Belki de hiç alakası yok. Bırakın aile olmayı en ufak akrabalıkları bile olmayabilir.

Bu sabah da yine çok güzel bir ortam var. Ilık havada cam bardaktan çaylar içiliyor. Benim bile canımı istettiler. Güler yüzlü ve iyi niyetli insanlar. İstesem belki bana da bir bardak çay verirlerdi. Limonata gibi bir hava var. Saat çok erken, henüz içeride hiç müşteri yok. Hepimiz biliyoruz ki şu anda olmasalar da biraz sonra gelecekler.



Tam bu esnada devasa bir kamyon gelip manavın birazcık ilerisine park ediyor. Kamyonun içinden de bir aile iniyor. Emin; baba, amca ve iki oğulları olduklarına karar verdi. Taktım bu sabah, ille de herkes aile olacak.

Kamyonun arka kapağı açıldığında niyetlerinin karpuz satmak olduğunu görüyorum. Benim görmem hiç önemli değil, bizim manav amcalar da görüyor. Kamyonun içinde milyon tane karpuz var. Ok gibi yerlerinden fırlayıp soluğu kamyonun yanında aldılar. Baba olduğunu düşündüğüm şahıs, “Burada satış yapamazsınız.” diye kükredi. Sesi bütün mahalleden duyuldu. Duyulunca ne oldu? İlgili ilgisiz herkes kamyon ile manav arasındaki on metrelik berzahta toplanmaya başladı.

Bu işlere çok bulaşmam ama yanlış yerde yanlış bir zamanda bulunduğum için mecburen ben de durdum. Herkes aynı anda bağırmaya ve itişip kakışmaya başladı. Bu kavgaya karışmak için manavın altında bulunduğu apartmandan bile inenler oldu. Bence onlar da akrabaydı. Kendimi Burdur’da 58. Topçu Tugayı’ndaymışım gibi hissettim. Akrabası olmayan tek kişi bendim.

Manav bağırdıkça toplananların bir kısmı, “Adam haklı, burada yıllardır kira ödüyor, vergi ödüyor.” diye destek verdiler. Bir kısmı da karpuzcuya destek verip “Adam uğraşmış, yetiştirmiş satıp evine ekmek götürecek.” savıyla kaşı saldırıya geçtiler.

Manavın yeri çok güzel, iki tane çok işlek yolun köşesinde kurulmuş. Önünde çok fazla yaya ve araç trafiği olduğu için de yıllardır çok iyi iş yapıyor. Allah daha çok versin. Etraftaki esnafın önerisi karpuzcunun kamyonu yolun öbür tarafına park etmesi yönündeydi ama orada da trafik yok. Herkes bu taraftan yürüyüp geçiyor.

Karpuzcu amca, “Kimse karpuz almak için yolun karşısına geçmez, ben hayatta o tarafta iş yapamam.” diye diretti. Sokakların da kendine göre zorlukları var. Bizim gibi ofislerde çalışan apartman çocuklarının bu dinamikleri anlaması mümkün bile değil. Sıcacık çayını yudumlarken bir anda kendini bir meydan muhaberesinin içinde bulabiliyorsun. Ofis ortamında en fazla dedikodunu yapıp kuyunu kazmaya çalışırlar. O da zaten yarım saat olmadan senin de kulağına gelir.

Karpuzcu amcanın bir diğer konusu da “ürünlerini pazara getirdiği” mevzusuydu. Ben etrafta kurulmuş bir semt pazarı göremedim. Pazar yolunda kamyondan ürün satan insanlar olur ama pazar da oralarda bir yerlerde olur. Kamyonun oradan bakınca pazarı görürsün. Diğer mahalledeki bir pazar için bu mahallede park etmek biraz abartılı oluyor.

Böyle herkesin bağrıştığı, itişip kakıştığı ortamlarda ben hiçbir şey anlamıyorum. Ambale oluyorum. Birkaç kere “Arkadaşlar böyle bağrışarak, kavga ederek bir yere varamayız” desem de kimse beni kaile bile almadı. Bu gibi durumlar bir kere başlamaya görsün, dakikalarca bitmiyor. İşin ilginç yanı, çok sıkı kavgalar olmasa da kimse araya girip ayırmaya da çalışmadı.

Düşündüm kendi kendime. “Acaba bu kamyon bugün buraya ilk defa mı park etmeye çalışmıştır yoksa her hafta bu didişme yaşanıyor mudur?”. Ben bir cevap bulamadım. Belki de hepsi akrabadır.

Para kazanmak zor bir iş, her bir kuruş için mücadele etmeniz gerekiyor. Ekmeğin aslanın ağzında olduğunu çok iyi bilirim. Sonuçta, herkes evine ekmek götürmeye çalışıyor. Boş adımlarla ve boş bakışlarla yavaş yavaş oradan uzaklaşırken, kendi kendime “Ekmek de aslanın ağzında, karpuz da aslanın ağzında” diye mırıldandım.

Allah herkesin yardımcısı olsun, kimseyi aç veya açıkta bırakmasın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın… 

21 Ekim 2020 Çarşamba

Çok Eski...

Günaydın dostlar…

Evinize servis çağırmakla hiç uğraşmayın. Geldikleri zaman size (genellikle) söyleyecekleri iki tane sözleri var. “Bu makine çok eski” ya da “Bunu tamir etmeye çalışmak yenisini almaktan daha pahalıya mal olur”.

Bu aletlerin veya ekipmanların belli bir ömürleri olduğunun farkında olmakla beraber, her geçen gün servisçilerin gözündeki ömürlerinin azaldığını düşünüyorum. Yirmi sene dayanan buzdolaplarından vazgeçtik ama en az on yıl bizimle beraber yaşamalı.


Sürekli tüketmeye ve yenilemeye dayalı ekonomi, süratle dünyanın nimetlerinin yok olmasına neden oluyor. Sonuçta bunların üretildiği malzemeler sınırsız değil. Her birinden dünyada belli miktarlarda var ve yenilenmeleri binlerce yıl alıyor.

Arkadaşlarım “Hurdaya atılan her şey geri dönüştürülüyor” diyor ama ben o kadar emin değilim. Nedir bunun oranı? En fazla %30-%40 seviyesindedir.

“Kaç yıllık bu çamaşır makinesi ağabey?” diye sorduğunda, yedi yıllık dedim. Bana öyle bir baktı ki, gözlerinde “Bir de bu kadar yıldan sonra sen bunu tamir ettirmeye mi çalışıyorsun?” bakışı vardı. Bir yerlerde bu arkadaşlara bakışlarıyla insanları kötü hissettirme konusunda kurs verildiğini düşünüyorum. Ben de mi katılsam acaba? Bana öyle baktıklarında ben de aynı şekilde onlara bakarım.

Bir başka arkadaş da başka bir konuda daha değişik bir öneriyle geldi. Konunun özeti şu: Sen yenisini al, ben bu makinayı bir müddet idare edecek şekilde kendi evimde 750 TL’ye tamir edip sana getireyim, sen de bunu internette 1.500 TL’ye sat. Böylelikle ikimiz de 750 TL kazanmış oluyoruz.

Demek istiyor ki, bu makinadan bir cacık olmaz ama istersen ben bunu başkalarına kazıklayabileceğin hale getirebilirim. Allah çarpar vallahi. Tabii üstüne bir de bana yeni makine girmiş olacak.

Eskiyi çöpe attırma konusunda en gelişmiş olan birim de yazıcı üreticileri. Bu sektörde yazıcının bozulmasına bile gerek yok. Mürekkep kartuşlarını ortadan yok ederek seni yeni bir yazıcı almaya mecbur ediyorlar. Başka marka kartuş bulup takarsan da yazıcı hemen homurdanmaya başlıyor. Elli tane laf söylüyor.

Hiçbir sorunu olmayan yazıcımı neden çöpe atayım? Çünkü o da yedi senelik. Amcalar diyor ki, “Siz alalı yedi sene olmuş ama o yazıcı piyasaya çıkalı on bir yıl olmuş”. Burada söylemek istediğini tercüme edeyim. “Biz artık bu saatten sonra o yazıcının hiçbir zıkkımını sana temin etmek zorunda değiliz” diyor. Öyle bir bakıyorlar ki, zannedersin en son İbrahim Müteferrika kullandı yazıcıyı.

Yazıcı da gitti. Hem de hiçbir suçu günahı yokken. Ne yapacağız? Yeni kartuşlara uyumlu yeni yazıcı alacağız. Bana yedi yıldır çok iyi hizmet eden, hiçbir sorun çıkarmayan yazıcımdan ayrılmak zorundayım.

“Beni neden çöpe atıyorsun, ben sana ne yaptım?” diye sorduğunda ne diyeceğim? Gözlerinin içine bakamayarak kaçamak cevaplar vermek zorunda kalacağım. Çöpe atmaya kıyamadığım için, muhtemelen evin bir yerinde saklayıp toz toplayarak buruk gözlerle bana bakmasını izleyeceğim.

Büyük bir kıskançlıkla yeni yazıcıya bakacak. Haklı olarak “Onun yaptığı her şeyi ben de yapıyordum ama suyumu vermediler” diyecek. “Ölmeden mezara koymak” denilen şey bu olsa gerek. O ölmedi, onu biz öldürdük.

Üzülme be kardeşim; senin hiçbir kabahatin yok, kabahat bizler de. Bugünkü kazancımız için yarını yok etmeye bayılırız. Umarım sen de, diğer bütün zamansız öldürdüklerimiz de bizi affedersiniz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Sokak Müzisyenleri...

Günaydın dostlar…

“Bir şeyler oluyor aşk tadında” sözlerini duyunca hemen kulak kesildim. Sizlerin de bildiği gibi “Aşk Tadında” bizim Eti’nin çok güzel bir ürünüdür, aynı zamanda da Fatma Turgut’un çok güzel bir şarkısıdır.
Zaten bir şeyin aşk tadında olup da güzel olmaması da mümkün değildir. İster bir şarkı olsun, ister güzel bir gofret, ister melek gibi bir yüz; tadına doyamazsın. Çok istersen, gofreti yerken şarkıyı da mırıldanabilirsin.


Avrupa’da çok yaygın olan sokak çalgıcıları kültürünün son yıllarda bizim ülkemizde de yayılıyor olması çok hoşuma gidiyor. Çeşitli vesilelerle veya spor amaçlı çok fazla Cadde’de yürüyen bir insan olarak, sokak müzisyenlerini görmeyi ve dinlemeyi çok seviyorum.

Yıllardır bu arkadaşları dinlerim, üstelik son yıllarda sayıları da çok arttı ama bugüne kadar Fatma Turgut şarkısı söyleyen bir arkadaşa hiç rastlamamıştım. Fatma Turgut benim listemde bambaşka bir yerdedir. İster Model şarkıları olsun, ister kendi şarkıları hepsini zevkle dinlerim.

Cadde’de “Aşk Tadında” şarkısını söyleyen minicik bir kızdı. Üniversiteye giden bu kızcağız, Fatma Turgut seviyesinde olmasa da, Fatma Hanım’ın komşusu olabilecek bir seviyede söylüyordu. Kendisini sözlü olarak kutladım, buradan da bir kere daha kutluyorum.

Üniversite öğrencilerinin bu şekilde müzisyenlik yapmalarını ve kendilerine bir ek gelir sağlamaya çalışmalarını çok takdir ediyorum. Her şekilde de desteklemeye çalışıyorum. Her zaman farklılıkları seven ve “Aşk farklılıktır” görüşüne inanmış bir insan olarak, farklı olanı yapmaya çalışanları takdir ediyorum.

Adımlarını sayarken karşına çıkan bir şarkı, bir anda sana Doktorlar Lokali’ni veya Barlar Sokağı’nı hatırlatabiliyor. Kafanı dağıtıyor, bir anda seni bambaşka bir yere götürüyor. Her şarkının bir hikâyesi vardır. Belki olduğun yerleri hatırlatıyordur, belki de olmak istediğin yerleri.
Caddebostan’da ut çalarak şarkı söyleyen teyzeyi de ilk defa gördüm. Onun da ayrı bir farklılığı, ayrı bir tadı vardı. Evinin oturma odasında çalıp, söylüyormuş gibi bir hali vardı. Zaten de güzel olan, doğal ve samimi tavırlarıydı.

Sokak çalgıcılarının artması benim hoşuma gidiyor. Belki rahatsız olan dostlarımız da vardır. Beni rahatsız eden tarafı da, bu yöndeki artışın ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor olması. Üniversite için harçlığını çıkarmak ayrı bir şey, bugünün pahalılık fırtınasında geçinemediği için gitarını, bağlamasını alıp sokaklara çıkmak ayrı bir şey.
İnsanlar ek gelir peşinde. Hem sevdiği bir enstrümanı çalıyor, hem de evine üç, beş kuruş ekstra para götürmeye çalışıyor. Udi teyzemin de minicik bir torbası vardı. Gitar kutularının kaldırımın yarısını kapladığı bir ortamda, sanki teyzem utanarak o torbayı yanına koymuş gibi duruyordu. En azından ben öyle hissettim, zira ilk bakışta görünmüyordu bile.
Cadde müzisyenlerle dolu ve hepsi de kabiliyetli insanlar. Plak çalmayı bile zar zor beceren bir insan olarak hepsini çok takdir ediyorum. Yürüyüşlerimde bana renk katıyorlar. Bazen aşk tadında olur, bazen de rahmetli Dilber Ay’ın söylediği gibi tavuklar pişebilir. Benim için hepsi olur.

Sokaklar bu işin mutfağıdır. Buralardan yetişmiş ve çok meşhur olmuş birçok sanatçı var. Bütün gün sosyal medyada resim kovalamaktansa, bir müzik aleti çalıp hem kulağa hoş gelmek, hem de cebe hoş gelmek! Neden olmasın?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

19 Nisan 2016 Salı

Bazıları Oynar Bazıları Seyreder...

Günaydın Dostlar,

Bu dünyada iki ayrı grup olduğunu düşünürüm. Bir oynayanlar grubu vardır, bir de oynayanları seyredenler. Bizler seyredenler grubundan oluyoruz. Hatta bırakın bizleri bu coğrafyadaki herkes seyredenler grubuna dâhil. Ortadoğu’nun tamamı da dâhil olmak üzere, bizler fabrika ayarlarımız seyretmeye ayarlanmış olarak doğuyoruz. Orijinal ayarlar bu şekilde olduğu için de sonradan onları değiştirmek çok zor oluyor.
Konumuz ne olursa olsun, biz her zaman uzaktan izliyoruz. Adamlar televizyon üretiyor, biz o televizyonlarda sabahlara kadar dizi seyrediyoruz. İşin yaratıcılık, bilgi ve çok çalışma gerektiren kısmını onlar yapıyor, aylaklık ve boş boş oturma kısmı da bize kalıyor.



Sabahlara kadar izleyerek, yapımcısını Türkiye’nin en zengin adamlarından biri yaptığımız, yarışma programlarında da durum çok farklı değil. Adamlar üretiyor, biz de para vererek benzer bir yarışmayı bu ülkede yapma hakkını satın alıyoruz. İşyerinde oynayan onlar, parasını verip seyreden bizler.
Sabah yürüyüşleri sırasında, duvarlarda gördüğüm bir ilan dikkatimi çekti. Çocuklar için Uzakdoğu’dan gelmiş bir şovdan bahsediyordu. Düşündüm kendi kendime de bu yaşa geldim bir tane bile bu tip yerli bir şov görmedim. Yine onlar oynuyor,  biz seyrediyoruz. Onlar çalışıyor, didiniyor, yaratıyor; biz parasını verip seyrediyoruz. Ne de olsa yapımızda bir ağalık vardır.

Basketbol ve voleybol takımlarımız Avrupa’da final oynuyor diye böbürleniyoruz ama baktığınız zaman takımların çoğu yabancı oyuncularla dolu. Anadolu çocuklarının oyunda kalma süresi %10'u geçmez. Oyunun tamamının %90’ını yabancılar oynuyor. Teknik kadroların bile hepsi yabancı. Adamlar oynuyor, biz parasını verip seyrediyoruz.

Tabii futbolda da durum çok farklı değil. Yabancılar oynuyor biz seyrediyoruz. Yabancı olmayanlar da %90 Avrupa’da doğmuştur. Aynı çocuk Türkiye’de doğunca olmuyor, Almanya’da doğunca oluyor. Neden? Çünkü orası oynayan topraklar, burası seyreden topraklar.

Oynama kabiliyetimiz yok ama seyretme konusunda çok başarılıyız. Bazen tek tük oynayan birileri çıktığı zaman onlar da gidip Amerika’da, Avrupa’da oynuyorlar. Dün akşam, gazete manşetlerinde bir şeyler oynayan başarılı bir doktora öğrencisi ile ilgili bir haber gördüm ama iki satır okuyunca onun da bu çalışmalarını Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde yaptığını öğrendim. Neden? Çünkü orası oynayan topraklar.
Havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama ne yazık ki bu topraklar oynamaya hiç uygun değil. Yapabileceğin tek şey düğünlerde göbek atmak olabilir. 5000 yıldır göbek atmaktan başka bir milim ileri gidemedik. Siz hiç buralarda yaşayan bir kişinin bir şeyler icat edip de bütün dünyaya sattığını duydunuz mu?

Turizm sezonunun yavaş yavaş açılıyor olması Türkiye’nin yine bir animatör cennetine dönüşeceğini müjdeliyor. Ruslar, Ukraynalılar oynuyor, biz parasını verip seyrediyoruz. Turistik tesislerde sahnede görebileceğiniz tek yerli ekip folklor ekibidir. Genelde ya göbek atarız ya da en fazla folklor oynarız. Beş metreden düşen kızı kucağında tutanlardan bizim ülkede yetişmiyor.

Kentsel dönüşüm kapsamında etrafımız inşaatlarla doldu. Bizim sokakta tahmin edebileceğiniz her türlü makine var. Yıkanı var, deleni var, yükleyeni var, parçalayanı var, her çeşidi var. Kim üretmiş bu makinaları? Tabii oynayanlar. Biz ne yapıyoruz? Onların ürettiği makinaların kamyonlara taş, toprak yüklemesini seyrediyoruz. Hatta bu iş için para vermeniz bile gerekmiyor.

En başarılı olduğumuz konulardan biri de trenlere bakmaktır. Hepinizin bildiği gibi trenleri izlemeyi ben de çok severim. Şarabını yudumlarken, gara girip çıkan trenleri izlemenin bambaşka bir keyfi vardır. Adam trenleri üretir, biz seyrederiz.
Adamların aya inişini izleriz ama dönüp de bir arpa boyu yol alamayız. 100 yılda, Muş’un yokuş yollarından Ankara’nın bağlarına kadar gelebildik.

Seyreden milletler, her zaman paralarını oynayanlara vermek zorundalardır. Adam yapar, sen izlersin, bittiğinde de adamı zengin edersin. Ürettiğin 130 milyon ton patates de adamın yaptığı köprünün bir ayağının bile parasını karşılamaz. Sen neden yapamıyorsun? Çünkü o çalışırken sen yarışmadan bu hafta kimin gönderileceğinin dedikodusunu yapıyordun.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Ocak 2015 Salı

Hangi Ağaç Olmak İsterdin?

Günaydın dostlar...

Facebook’ta aktif olan arkadaşların da çok iyi bildiği gibi hepimize çeşit çeşit talepler geliyor. Oyun talepleri, şunlar, bunlar tamam da, “Hangi ağaç olmak isterdin?” veya “Geçmiş hayatınızda hangi hayvandınız?” gibi talepler benim çok canımı sıkıyor.

Yazılmış bir takım basit aplikasyonlar, sizlere yüzlerce ahret suali sorarak, sizin hakkınızda bir takım kararlara varıyorlar. Bunu yapmak için de muhakkak aplikasyonu yüklemeniz gerekiyor. Sonuçta parayı oradan kazanıyorlar.
 
Bu sabah daha gözümü açmadan yine böyle bir uygulama çıktı karşıma. Hangi şehirde oturmak isterdiniz? Sana ne kardeşim. Ayrıca ben bunu zaten biliyorum. Bunu öğrenmek için senin yüzlerce salak soruna ihtiyacım yok.
Nerede yaşamak isterdin, nerede çalışmak isterdin gibi sorular yine bir ölçüde mantıklı sorular. Veriyorsun cevaplarını sana uygun bir şeyler çıkıyor. Sonra da dünya âlemle “Bakın ben meğerse hep San Diego’da yaşamak istermişim” diye paylaşıyorsun. Allah'tan bu program bunu ortaya çıkardı da rahat ettik.

Eş, dost, akrabalar da yorum yazıyorlar, “San Diego çok güzel bir şehirdir, ben de çok severim”.

Dediğim gibi bunlar yine katlanılabilir aplikasyonlar. Bir de “Sen hangi renksin?” veya “Sen hangi doğa olayısın?”  tipi işler var. Bu nedir kardeşim? Biri bana izah etsin. Bunu kim, niye yazar ve biz niye bir sürü soruya cevap vererek ne renk olduğumuzu veya hangi doğa olayı olduğumuzu anlamaya çalışırız? Bunu hiçbir zaman anlayamadım. Belki de bir çeşit bilgi toplama yöntemidir.

"Sen kar yağışısın" diye bir sonuç çıktığı zaman, bu tam olarak ne ifade ediyor? Senin soğuk bir yapın var anlamına mı geliyor?

Başka bir tanesi de “Hangi marka araba olduğunu öğrenmek istiyor musun?” diye soruyor. Şimdi ben ne cevap vereyim böyle bir soruya? Aslında insanın aklına bin türlü cevap geliyor da, sabah sabah terbiyemi bozmak istemiyorum.
Bana daha da enteresan gelen konu, birileri oturuyor bunları yazıyor ve bu işten para kazanıyor. Yaratıcı düşünce böyle bir şey olsa gerek. Biri gelse size ve dese ki, “Bir program yazıp insanların hangi içecek olduklarını ortaya çıkaracağız ve bu yolla da çok para kazanacağız”, gülersiniz herhalde.
Aslında bu gibi durumlar para kazanma işinin ne kadar büyük bir okyanus olduğunu gösteriyor. Adamlar denemiş. Biz olsak “Çok saçma” der teşebbüs bile etmeyiz. Bu tip girişimler fikirlerden korkmamamız gerektiğinin en büyük ispatı. İletişim çağında bilhassa şimdiki gençlik ile neyin tutacağı hiç belli olmuyor.

Çocuklar hangi sebze olduklarını merak ediyorlar. Hele bir de sen salatalık, sevdiğin insan da domates çıkarsa sizden iyisi yok. Bu nasıl bir uyumdur. Neredeyse çoban salatası uyumu var.

Bir sürü soruya cevap vererek bir neticeye ulaşıyorsun. Niçin yapıyorsun bunu? Paylaşabilmek için. Sayı Olsan Hangisi Olurdun aplikasyonunun neticesi 13 çıkıyor. İnsanlar da başlıyorlar yorum yapmaya. "Bizim kedi de ayın 13'ünde üç tane yavru doğurmuştu" diye. Sanki aralarında bir bağ varmış gibi. Bazen de "Benim en samimi arkadaşımın doğum günü de ayın 13'ünde" gibi tutarsız yorumların ardı arkası kesilmiyor.
Bu sabahlık da bu kadar arkadaşlar. Uzaktan adalara bakmaktan sıkıldım. Gidip bir ada olsaydım hangisi olurdum, onu öğrenmeye çalışacağım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

5 Mart 2014 Çarşamba

Deplasman Seyircisi

Günaydın Dostlar,

Spor kulüplerimizin finansal durumunu hepimiz biliyoruz. İstisnasız hepsinin altından kalkamayacakları kadar çok borcu var. Birçok Anadolu kulübü, bulunduğu ildeki, ilçedeki belediyelerin desteğini alarak ayakta kalabiliyor. Belediyeler bünyelerindeki takımlarla uğraşmaktan belediyecilik yapamıyor. Bu takımlara giden paralar nereden geliyor, o da ayrı bir konu.
Her takımın, en büyükler de dâhil olmak üzere kazanacağı her kuruşa ihtiyacı var. Sürdürülebilir olmayan politikalar, tribünlere oynamalar, ödenmesi mümkün olmayan ücretlerle oyuncu transfer etmeler takımlarımızı bu hale getirdi.


Gelir kaynaklarından biri de seyirci. Maçlarda statlar ne kadar dolu olursa doğal olarak kulüplerimiz için de o kadar iyi. Takımların ev sahipliği avantajını ve seyirci desteğini kaybetmemesi için de belirli kurallar konmuş. Örnek olarak stat kapasitesinin %10’luk bir kısmı misafir takımın seyircilerine ayrılıyor.

Sizin otuz bin kişilik bir stadınız varsa bunun yirmi yedi bin kişisi ev sahibi takım için üç bin kişisi de misafir takım seyircileri için ayrılıyor. Buraya kadar hiç sorun yok, her şey çok güzel.

Gelin görün ki gerçek hayatta çok sıklıkla bu iş böyle gelişmiyor. Yukarıdaki örnekten yola çıkarsak misafir takım üç bin bileti alıyor, ev sahibi takım da iki bin bilet satıyor. Otuz bin kişilik statta, beş bin kişi ile maç oynanıyor.
“Eeee ne yapalım?” diyeceksiniz. Şimdi onu da söyleyeceğim.
Önerim şudur ki ev sahibi takım belli bir güne kadar biletlerin belli bir yüzdesini satamazsa misafir takıma ayrılan bilet sayısı arttırılır. O şehrin, kasabanın insanları maça gitmiyorsa, takımlarını desteklemiyorsa o zaman da ev sahibi takım biletleri misafirlere satar. Evet, seyirci desteği önemli ama takıma gelir kazandırmak da en az onun kadar önemli.

Bu iş için çok çeşitli formüller bulunabilir.  Örnek olarak ev sahibi takım maç gününe beş gün kaldığında biletlerin en az %40’ını satamamışsa misafir takıma ayrılan kısım %20’ye çıkarılır gibi. Bu oran daha sonra takip eden günlerde maç gününe kadar kademeli olarak arttırılır. Maça kırk sekiz saat kala %50'sini satamamışsa, maça yirmi dört saat kala %60’ını satamamışsa vb. gibi. Çok çeşitli, mantıklı ve de statların boş kalmasını önleyecek formüller bulunabilir. Misafir takımın seyircilerinden de talep gelmediyse o zaman zaten yapılacak bir şey yok.

Satılıp satılmadığını nasıl kontrol edeceğiz? Kolay, artık e-ticket uygulamasına geçildiği için bunları elektronik olarak çok rahat takip edebiliriz. Satamadığı halde satmış gösterirse ne olacak? O zaman vergisini filan satmış gibi hesap edeceksin ve "Yirmi beş bin satıldı gösteriyordun, neden statta dört bin kişi var?" diyeceksin. Takımların da buna itirazı olmaması gerekiyor. Evet, karşı takımın seyircisi statta artacak ama senin de gelirin artacak. Sadece bilet parası diye de bakmamak lazım. Maça giren seyircinin yemesinden, içmesinden gelecek geliri de unutmamak lazım. Sezon başında toplam kapasitenin çok büyük bir kısmını kombine olarak satan, daha doğrusu satabilen kulüplerin zaten böyle bir çalışmanın içinde olmasına da gerek kalmayacak.

Bu şekilde bilet satmak, sadece takıma değil, o şehre veya kasabaya da gelir getirecek. Düşünün ki küçük bir şehre maç için üç bin kişi mi gitse daha iyi yoksa sekiz bin dokuz bin kişi gitse mi daha iyi? Otelinden restoranına, kahvesinden bakkalına kadar hepsinin geliri artar.

Gün para kazanma günü, gün fark yaratma günü. Alışılagelmişin dışında düşünüp, her türlü gelir yaratma imkânını her işletmenin sürekli olarak kovalaması gerekiyor. Spor kulüpleri de artık ticari birer işletme. Taraftarlık filan hepsi güzel de işin bir de ticari boyutu var. Bir spor kulübünün başarılı olabilmesi için gelir sağlaması, en az tribündeki seyirci desteği kadar önemli bir konu. Büyük kulüplerimizin birçoğunun halka açık olduğunu da düşünürsek yatırım yapan halka paralarının karşılığı olan kârları yaratmak bu işletmelerin en büyük hedefleri arasındadır.
Sonuçta burada bir gelir yaratma şansı olduğu kesin. Bu ayrıca sadece futbol kulüpleri için geçerli değil. Basketbol ve voleybol kulüplerinde de durum çok farklı değil. Öneri Emin’den, detaylarını düşünmek büyüklerimizden. Eminim büyüklerimiz çalışıp stat oturma düzeninde ve bilet satışlarında esneklik yaratacak bir sistem kurup en güzel yolu bulacaklardır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…