Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2022 Pazar

Ruhsuzluk

Günaydın Dostlar,

Ruhsuzluk ve mutsuzluk kol kola gezerler. O yüzden bu yazının başlığı "mutsuzluk" da olabilirdi. Hangisinin hangisini doğurduğu tavuk ile yumurta ilişkisi gibi bir şeydir.



Bütün şirketlerin en büyük hedefi (doğal olarak) para kazanmaktır. Yatırım yapan insanlar, yatırdıkları paranın karşılığını almak isterler. Para kazanamamak da olabilecek en kötü sonuç olarak görülür. Kimsenin anlamadığı veya anlamak istemediği daha büyük sorun ise “mutsuzluk kültürü” oluşmasıdır. Finansal veya işletmeye yönelik sorunları alacağın önlemlerle kısa süre içinde çözebilirsin ama mutsuz ve ruhsuz bir kültürü yıllarca değiştiremezsin.

Neden değiştiremezsin? Ruhsuzluk kültürü, yıllarca minik mutsuzluk parçalarının üst üste konulmasıyla oluşur. Bilerek veya bilmeyerek yaratılan bu dağı, bir gecede aşamazsın. Oluşması nasıl yıllar sürdüyse ortadan yok olması da yıllar sürer. Herkesin maaşını ikiye katlasan yine bir yere varamazsın. Maaş arttırmanın yaratacağı mutluluk en fazla bir iki ay sürer.

Çeşitli şirketlere gittiğim zaman, üst düzey yöneticiler “Bu mutsuzluk kültürü nasıl oluştu, bilmiyoruz.” diyorlar. Ben size anlatayım. Yıllarca yapılan adaletsiz davranışlar ve işlerin adaletsiz yapıldığı yönünde verilen izlenimler yüzünden oluştu. Günü kurtarmak için verilen sözlerin bir daha hiç gündeme gelmemesi yüzünden oluştu. İş yapanların değil de laf yapanların yol alması yüzünden oluştu. Tembellerin işi halledemeyeceği bilindiği için bütün işlerin işi sonlandırabileceklere verilmesi yüzünden oluştu. Maaş ve seviye adaletsizlikleri yüzünden oluştu. Birileri aralıksız çalışırken sigara odalarındakilerin çevre yapması yüzünden oluştu. İnsanların kendilerini benzer şirketlerdeki çalışanların haklarıyla ve kültürleriyle mukayese etmesi yüzünden oluştu. Aralıksız çalışan ama kendini satma yönü güçlü olmayan insanların yok sayılması yüzünden oluştu.


Böyle bir kültür yerleştiği zaman, bunun aşılmasının çok zor olduğunun en güzel örneğini futbol takımlarında görüyoruz. Hocalar gelip gidiyor, futbolcular transfer ediliyor ama bir türlü netice değişmiyor. Neden? Ruhsuzluk ve mutsuzluk kültürü yerleşti de ondan. Yıllardır da devam ediyor. Teknik analizlerle veya oyun sistemleriyle çözülemiyor.

Yeni gelenin mutsuzluk kültürüyle ne alakası var? Bu ortamda bir geçmişi olmadığına göre son derece mutlu ve enerjik geliyor olması gerekmez mi? Gerekir tabii. Zaten öyle de geliyorlar ama havadaki mutsuzluk ve ruhsuzluk baloncuklarının onları da etkilemesi çok uzun sürmüyor. En fazla iki ay içinde sanki yıllardır orada çalışıyormuş gibi davranmaya başlıyorlar.

Fenerbahçe örneğine baktığımızda bu kültürün sadece futbol takımında değil, diğer branşlarda da yerleştiğini görüyoruz. En başarılı olarak gördüğümüz basketbol ve voleybol takımlarında bile eski hırs ve enerji yok. Ruhsuzluk kültürü onları da etkiledi.

Mutsuz insanlarla hiçbir yere varamazsınız. Bütün ortamlar için çok geçerli olan bir parametreden söz ediyoruz. Bir ailede bütün bireylerin sürekli olarak mutsuz olduğunu düşünebiliyor musunuz? İlk fırsat doğduğunda insanlar kendi yollarını çizip o aileden ayrılmak isterler. İşyerlerindeki ailelerde de durum birebir aynı. Kimse yıllarca mutsuz bir şekilde oturmaz. Fırsatını bulan gider. Tabii burada hiçbir neden yokken kendini mutsuz etmek için elinden geleni yapan insanlardan söz etmiyorum. O başka bir sabahın konusu.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Şubat 2016 Pazartesi

Amerikalı Gibi Baseball Oynamak

Günaydın Dostlar,

Zaman zaman çeşitli konuların Avrupa’ya veya Amerika’ya mukayese edilmesini şaşkınlıkla karşılıyorum.  Hayatımızın hiçbir parametresi benzemiyor  ve eşit değil. Konulardan bir tanesini cımbızla çekip “Biz de Amerikalılar gibi baseball oynayabiliriz.” demek, bana hiç doğru gelmiyor.
Amerika’da çok uzun yıllar yaşamış ve onların yaşam şekillerini ve değerlerini oldukça iyi bilen bir insan olarak, nasıl onlar gibi baseball oynayabileceğimizi bir türlü anlayamıyorum. Baseball Amerikalıların hayatının önemli bir parçası. Doğdukları günden itibaren (ama az ama çok) baseball oynuyorlar.



Hayatımızın hiçbir parametresi aynı değilken Amerikalı gibi baseball oynayabilmemiz pek mümkün gözükmüyor.

İlk gözüme çarpan konu, bağımsız yargı konusu oluyor. Oradaki tam bağımsız yargıyı, bizdeki hiçbir dönemde bağımsız olamamış yargıya mukayese ettiğimde bana pek de eşitmiş gibi gözükmüyor. Bu ülkede yargı her zaman çeşitli odaklardan etkilenmiştir. Tam bağımsız yargı gibi bir kültürümüz hiçbir zaman olmadı.

Tam bağımsız yargı yok da tam bağımsız basın var mı? O da yok. Amerika’daki basın özgürlüğü dünyanın hiçbir yerinde yok. Basın çok güçlü olduğundan dolayı, Nixon’un, Clinton’un başına gelenleri unutmayalım. Tabii her yolun bir de dönüş şeridi var. İspat edemeyeceği bir yazıyı yazanın da canına okuyorlar. Bir şeyler yazıyorsanız kanıtlarınızın güçlü olmasında yarar var. Basın konusu demokratik hayatın çok önemli bir parametresidir ve bu iki ülke arasında basın özgürlüğü konusunda dağlar kadar fark var.
Peki ya üniversiteler? Onlar da tam bağımsız. Adeta devlet içinde devlet gibiler. Kendilerini çok farklı ve bağımsız birer ilim ve araştırma kuruluşu olarak görüyorlar. Bir üniversite bir karar aldığı zaman epeyce bir ses getiriyor. Hiçbir devlet büyüğü çıkıp da, üniversitelere, “sen şunu şöyle yapacaksın,” diyemiyor.
Amerika’da sendikalar da çok güçlü ve üyelerinin haklarını sonuna kadar savunuyorlar. Hükümettekilerle yakınlaşma gibi bir çabaları da hiç yok. Çok radikal bir şeyler yapmadığı müddetçe; bir işçiyi işten çıkartmak, hemen hemen imkânsız gibi bir şey. Bir şekilde çıkartsanız bile, sendikaların gücü sayesinde 3-4 hafta sonra geri gelebiliyorlar.

Particilik konusu da çok farklı işliyor. Bütün partinin aynı yönde oy kullanması gibi bir konu hiç yok. Hangi partiye mensup olursa olsun, adamlar kendi temsil ettikleri bölgelerin menfaatlerine göre oy veriyorlar. Kimse “acaba nasıl oy versem,” diye genel başkanlarının ağızının içine bakmıyor. Çarşaf liste, yorgan liste gibi kavramların baş harfini bile anlamazlar.

Bence, belki de bütün bunlardan daha önemli olan parametre, Amerikalıların uzlaşmacı kültürüdür. Amerikalılar, bir orta yol bulmayı severler. Ötekileştirmek veya insanları kutuplaştırıcı tavırlar içinde olmak, Amerikalıların bulaşmayı hiç sevmediği tabu konulardır. Bu konuların takibinde olan sivil toplum örgütlerinden de ödleri patlar.
Amerika, başkanıyla, partileriyle, meclisiyle, senatosuyla, bağımsız yargısıyla, tam bağımsız basınıyla, güçlü sivil toplum örgütleriyle, güçlü üniversiteleriyle, nefreti körüklemeyen ve insana değer veren yapısıyla, güçlü sendikalarıyla bambaşka bir ortamdır. Bırakın Türkiye’yi, Avrupa’ya bile benzemez. Herkesin herkesi kontrol ettiği çok güçlü bir sistem kurulmuştur.

Elbette ki, bu sistem de mükemmel bir sistem değildir ve bazı tıkanma noktaları vardır ama o coğrafyada iyi işleyen ve insanlar tarafından benimsenmiş, özgürlükçü bir yapıdır. 500 çeşit ırktan ve dinden insanı, tek bir bayrak altında toplayıp, huzurlu ve adil bir şekilde yaşamalarını sağlayan bir sistemdir. Geçmişi ne olursa olsun, herkesin kendini Amerikalı hissettiği çok özel bir dengedir.

Amerika’da yaşarken bir gün boş bulduğumuz bir baseball sahasına yayılıp “biz de baseball oynayalım,” demiştik. Kendi çapımızda attık, vurduk, yakaladık. Tam çok da güzel oynadığımıza inanıyorduk ki, bizi seyretmekte olan Amerikalı çocuklardan bir tanesi gelip, “Bu oyunun adı ne?” diye sorunca, yıkıldık.

Anadolu çocukları, ellerine baseball sopalarını alıp, baseballcu olduklarını zannederlerse, işte böyle küçük çocukların espri konusu olurlar. Ne demişler? Alışmadık götte don durmaz, durup dururken baseball oynanmaz. Bir baseball geçmişin veya kültürün mü var da, baseball oynayacağım diye çıkıyorsun ortaya?
Şimdi sizlere soruyorum? Yaşam şeklimiz, kültürümüz, tarihimiz, kurumlarımız, çalışma şeklimiz, hayata bakış açımız, tavırlarımız, yaklaşımlarımız, yaşam seviyemiz gibi parametrelerin hiçbiri Amerika’ya uymazken; bizim Amerikalılar gibi baseball oynamamız mümkün müdür?

Unutmayalım ki, Amerikalılar, “Biz, baseball, hot dogs, apple pie ve Chevrolet’e aşığız,” diyorlar; biz de at, avrat, silah diyoruz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Ocak 2016 Cumartesi

Biz Fakir Bir Ülkeyiz...

Günaydın dostlar…

Sabah sabah kötü bir haber vermek istemezdim ama bu gerçeği de açıklamak zorundayım. Biz fakir bir ülkeyiz. Bilmiyorum bu haber sizi şaşırttı mı fakat sokağın gerçeğine baktığınız zaman, biz gerçekten de fakir bir ülkeyiz.
Ayrıca fakirliğimiz sadece maddi konularla da sınırlı değil. Spor, sanat, bilim, araştırma, estetik gibi birçok konuda da çok fakiriz. Para, gelip geçici bir kavramdır. Paranın yarın kimin evine uğrayacağı belli olmaz ama diğer konulardaki fakirlik çok daha uzun süreli bir süreçtir ve hareketlendirmesi çok zordur.


“Sen ne diyorsun kardeşim, biz dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alıyoruz, ne fakirliğinden söz ediyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim ama bir ülkenin halkının büyük bir kısmı fakirlik içinde yaşıyorsa, o ülke fakir bir ülkedir.

Tatilin kelime anlamını bile bilmeyen, eti ancak marketlerde görebilen, okula gidecek paltosu ve ayakkabısı olmayan, akşamları soğukta uyuyan, mutsuzluktan gülme kasları körelmiş bireylerin yaşadığı bir toplum, fakir bir toplumdur.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin, bunda hiç mi payı yok. Tabi ki var ama bütün her şeyi de bu parametre ile izah edemeyiz. Nüfusun %5 büyürken, senin ülkenin ekonomisi sadece %3 büyüyorsa, fakirlik artıyor demektir.

İşin en garip kısmı da çilekeş ve beklentisi sıfırlanmış vatandaşlarımızın bir kısmının bu durumdan mutlu olması. Geçen akşam televizyonda gördüğüm bir anket çok dikkatimi çekti. Türkiye’nin en ciddi araştırma kuruluşlarından biri tarafından yapılan ve oldukça da kapsamlı bir şekilde yapılan anket neticesinde, ülkede yaşayan insanlarımızın %40’nın hayatlarından mutlu olduğu sonucu ortaya çıkmıştı.

Halkımızın %70’inin fakir olduğunu düşünürsek; sıkıntılar içinde yaşayan vatandaşlarımızın %28’inin durumlarından memnun olduğu gözüküyor. Bu durumda iki ihtimal ortaya çıkıyor. Ya durumlarından gerçekten memnunlar, ya da diğer parametrelerin ağırlığı altında, kendilerini “çok memnunum,” demek zorunda hissediyorlar.
Aslında, geçmişte Konya’nın Çumra ilçesinde yapmış olduğum bir sohbet, bana bu durumun çok da yanlış olmadığını hatırlattı. Köy kahvesinde oturan bir amca bana, “bu şehirde dört kişilik bir ailenin rahat yaşayabilmesi için, ayda en az 1300-1400 TL geliri olması gerekir,” demişti. Zavallı, çilekeş, kanaatkâr vatandaşımın bütün beklentisi bu kadarlık bir hedefle sınırlı.
Çumra’nın köyünde 1300 TL ile bütün bir ailenin rahat yaşayacağını düşünüyor ve belki de yaşıyorlar. Bu amcanın, daha fazla bir yaşam için bir vizyonu olmadığı gibi, daha fazla para kazanmak için daha çok çalışmak gibi bir arzusu da yoktu. Daha sonra ülkemizin çeşitli yörelerinde de aynı düşünce tarzının hâkim olduğunu gördüm. Senede bir kere ürün toplayıp, aylık ortalama 1000-1500 TL seviyesinde bir gelire sahip olmak insanlara yetiyor.

Çumra’da yeni açılmış bir fabrika, çalıştıracak insan bulamıyordu. İnsanların sabah 8.00, akşam 17.00 gibi bir düzende çalışma alışkanlıkları da yok. Hatta bazı ortamlarda kültürel olarak çok sıcak bakılmıyor bile diyebilirim. Başka bir amca, bir gün bana “biz babadan da, dededen de öyle görmedik,” demişti. Senede bir veya iki defa ürün toplayıp, sonra bütün seneyi kahvede kâğıt oynayarak geçirmek varken, niye gidip de fabrika ortamında çalışsınlar ki?

Her konuda geri kalmış ve fakir olduğumuz gibi, beklentiler konusunda da çok geri kalmış durumdayız. Çok da fazla iyi bir şey olmamasına alışmış olan kardeşlerim, beklentilerini de minimuma indirmişler. Allah’tan veya havadan bir şey gelirse, bizim için düğüm bayram ama gelmezse de beklentimiz zaten bu kadar.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Kasım 2014 Çarşamba

Muhteşem Güzel Küfür Ederim...

Bazı insanlara küfür etmek çok yakışıyor. O kadar doğal küfür ediyorlar ki, karşı tarafa küfür gibi bile gelmiyor. Bir müddet sonrada onların her zamanki konuşma şekli olarak bu durumu benimsiyorsun ve kimseyi rahatsız etmemeye başlıyor.

Bu tarife uyan çok arkadaşım var benim. Kavgada çok iyi olmasalar da kavga öncesi küfürleşmede çok başarılar. İşin ilginç yanı bu her saniye küfür eden tiplerin çoğu bizim ön libero gibi minik tipler. Dev gibi basketbolcuların, dünya şampiyonu tekvandocuların veya iki metrelik atletlerin ağzından pek küfür duymazsınız. “Küfür etmek” miniklerde bir açığımı kapatıyor acaba?
 
Bazen de kendi kendime düşünüp, “Acaba bu küfür işini, çok mu abartıyoruz?” diyorum. Amerika’ya gittiğimiz ilk yıllarda bu küfür kültürüne ve onların bakış açısına hiç alışamadığımız için kendimizi sık sık münakaşaların, kavgaların içinde buluyorduk. Ne zaman bir bara, diskoya, bir yere gitsek münakaşa çıkıyordu.
Bir akşam, bilardo oynanan bir mekanda yine bir kavga çıktı ve bizim Anadolu çocuklarından biri Amerikalıya, “I will f… your mother” diye bağırdı… (Türkçeden tercüme bir bağırış, yoksa Amerika’da böyle bir cümle yok)… Oğlan hiç umursamadığı gibi, bana ne bu konu annemle sizin aranızda diye cevap verdi.

Bu toprakların insanları hiçbir zaman Amerikalılar kadar geniş olamaz ama yine de bu küfür olayını çok mu abartıyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Geçen akşam Biliç, “F…. You” küfür değil ki derken, onun ne demek istediğini çok iyi anlıyorum ama burası Amerika değil.

Amerika’da maçlarda olay çıkmaz diye daha önce yazmıştım ama orada da hakemin kararlarına veya oyuncuların hatalarına anlık küfürler edildiğini çok duydum, gördüm. Ayağa kalkar küfrünü eder (kimsede cevap verme çabası içine girmez) sonra da yerine oturur. Hemen belirteyim, orada yaşadığım süre içerisinde hiçbir maçta, bütün stadın “o….. çocuğu” hakem diye bağırdığına hiç şahit olmadım.

“Maçlarda küfür olayını bitireceğiz” lafını ben doğduğum günden beri duyuyorum ama hiçbir zaman da bitiremiyoruz. Kanun çıkarmakla bu işler bitmiyor. Sigara içmeyi bitirebildik mi ki, küfür etmeyi bitirebilelim.

Gerçekçi olmamızda yarar var. Biz küfürbaz bir milletiz. Her ortamda da küfür ediyoruz. Örnek olarak İstanbul’da araba kullananların bilmediği küfür yoktur. Hatta özel şartlara göre üretilmiş küfürlerimiz bile mevcuttur. Bir gün anneciğim ile beraber giderken önüme çıkan bir öküzcüğe ben bir küfür etmiştim, annemde “Anlamını bile bilmiyorum ama sanki çok terbiyesiz bir cümle” gibilerinden bir şey söylemişti.
Amerikalı elinden bir şey düşürüp kırdığı zaman “ooops” der veya çok kötü bir gündeyse “god damn it” der… Böyle bir durumda biz en basitinden “Allah kahretsin” deriz veya da “bilmem nesini bilmem ne etiğimin bardağı” söylemine kadar gider.
Hayat bir bütündür. Hayatın belirli zamanlarını cımbızla ayıklayamazsın.  Her platformda küfür eden insanlar, gider maçta da küfür eder. Twitter,da yolda, sokakta, evde, işte her yerde küfür eden insanın, maçlarda küfür etmesini nasıl önleyeceksin. Bu konu yüzünden zaten maddi sıkıntı içinde olan kulüplere milyonlarca liralık cezalar kesildi ama yine küfür önlenemedi. Malzeme bu. Elindeki yoğurtla mercimek çorbası yapamazsın.

Bizim rahmetli anneanne tam bir hanımefendi idi ve onun yanında “ulan” desen küfür sayardı ama o günler çok gerilerde kaldı. “Ulan” demek artık “sevgili dostum” demek gibi bir şey.

Zaman hızla akıp gidiyor ve her şey değişiyor. Her şey gibi küfür kültürü de değişiyor. Kemal Sunal’ın her filmde söylediği “eşşoğlueşşek” lafları ile büyümüş bir nesilden “ulan” kelimesini küfür görmesi beklenemez.
Bizde küfür ederdik ama bizden sonraki nesil günlük sohbetlerinde de, şakalaşmalarında da bizden çok daha fazla ve ağır küfürler kullanıyor. Ben bile yapılan esprilere şaşırıyorum.

Tabi ki kimse kimseye küfür etmese çok iyi olur ama bu küfür işini çok ta abartıp bir didişme konusu haline getirmenin de çok bir anlamı yok diye düşünüyorum. Bizim coğrafyada gurur her zaman ön plana çıkar ve “ben kimseye küfür ettirmem ağabey” muhabbetleri hiç bitmez.
Küfür edilmesinin önlenmesinin formülünü bilmiyorum ama her konuyu gurur meselesi yapıp havaya edilmiş küfürleri de üzerimize alınmanın da bir anlamı yok diye düşünüyorum.

1 Mayıs 2014 Perşembe

Amerika'da Hayat Biraz Daha Farklı...

Günaydın dostlar...

Son günlerde yaşanan Almanya ve Amerika tartışmaları ister, istemez beni de Amerika’da ki hayatın inceliklerini düşünmeye zorladı. Bugün herkes yazmış, Alman cumhurbaşkanının eşini aldatması, Alman vatandaşlarının hiç umurunda olmamış, bizde olsa kıyametler koparmış.

İlk olarak, bizde kıyametler kopar mıydı, ondan çok emin değilim. Bence kıyametin şiddeti, bu işi kimin yaptığına göre değişirdi. Meltem de olabilirdi, tufan da. İkinci olarak da, Amerika’da da Bill Clinton – Monica Lewinsky olayı yaşandığında, bu olay kimsenin öncelik sırasında ilk üçe giremedi. “Helal olsun babaya, bulmuş genç kızı kaçırmayacak tabi ki fırsatı” diyenlerin sayısı da hiç az değildi.

Amerika’da milletin namusu veya cinsel hayatı gerçekten kimseyi fazla ilgilendirmez. Bizim gibi ülkelerde de, her zaman yanlış nedenlerden dolayı ilgilendirir. Namus konusu gündeme geldiğinde, yapmadığı kalmayan insanlar bir anda mahalle bekçiliğine soyunur.
Bambaşka hayatları, bambaşka şartları ve kültürleri bu şekilde birbirine mukayese etmek, çok doğru bir iş mi, ondan da emin değilim. Bunların hepsi, toplam bir paket oluşturuyor. O paketlerin içinden cımbızla bir parametreyi çekip, mukayese yaparak bir takım sonuçlara varmak bizi doğru noktalara getirmez.

Irkçılık yüzünden spor kulübünün başkanına, "Seni artık bu camiada istemiyoruz" demişler. Muhtemelen de, "Sen kulübünü de sat toptan git" diyecekler. Bizde olsa böyle olmazmış. Irkçılık dünyanın neresinde olursa olsun korkunç bir konu bunun tartışılacak bir yanı olmadığı kesin.

Amerika’da, ırkçılık uzun bir geçmişi olan ve bugün de halen gündemde olan hassas ve ciddi bir konudur. Ben, bizdeki ne yaptığını bilmez birkaç futbol seyircisinin aptalca eylemlerini ırkçılık olarak yorumlamıyorum (onlar takımları adına bir şeyler yaptıklarını zanneden zavallılar) ve Türkiye’de, Amerika boyutlarında bir ırkçılığın olmadığını düşünüyorum.

Amerika’da gizli ve aleni ırkçılık halen devam etmektedir. Amerikalılar bu konularda öyle hassastırlar ki, hiçbir şeyi Kuzey – Güney diye bölmezler. Spor grupları, ligleri de, şirket yapıları da, her zaman doğu, batı diye bölünür. Tarihte yaşanmış bölünmüşlüklere benzer bir yapı ortaya çıkarmama konusunda çok hassas davranırlar.

Bizde de silah merakı vardır, Amerikalılarda da ama onların silah olayına bakışı çok farklıdır. Ben, bir arkadaşımın evine gitmiştim ve garajında ve evin bodurumun da depoladığı silahları görünce çok şaşırmıştım. Evde bir cephanelik vardı. Birçok otomatik silah ve bunlara ait mühimmatla doldurmuştu evi. Nedenini sorduğumda, “Günün birinde zenciler ile çıkacak olan iç savaşa hazırlanıyorum” demişti. Daha sonraki yıllarda, bu tip birçok insan olduğuna şahit oldum. Ayrıca bunlar normal her gün bir arada olduğumuz insanlardı.

Amerikalıların birçoğu silahlara meraklıdır. Irkçılık bu merakın içinde küçük bir parametre olarak görülebilir. Adam öldürmeyi denemek isteyen ve de adam nasıl ölüyor diye merak eden de çoktur. Adam yığmış eve bir cephanelik ama kullanamıyor. Bu tiplerin bazıları alıyorlar silahlarını yanlarına adam öldürebilecekleri yerlere gidiyorlar. Suriye gibi, Libya gibi, Irak gibi, iç savaş olan, yönetime karşı savaşan güçlerin yanına gidip, silahlarını deneme, adam öldürme şansı buluyorlar. Sağa, sola gidip 50 kişiyi tarayanlarda genelde bu profillerden çıkıyorlar.

Amerikalılar çok bireysel yaşarlar. Bizdeki gibi grup halinde yaşama durumu orada hiç yoktur. Örnek olarak, bir milletvekili partisi ne düşünürse düşünsün, işine gelmeyen ve de seçim bölgesine yararlı olmayacak bir oylamada “evet” oyu atmayabilir. Birçok milletvekili ve senatörde oylarını çoğunluğun ne istediğine göre atarlar. O nedenle de, Amerika’da kulis faaliyetleri belki de hiçbir ülkede olmadığı kadar önemlidir.

Türkiye, Amerika, Almanya birbirlerine mukayese edilemeyecek kadar farklı toplumlar. Refah düzeyleri, eğitim durumları, kültürleri, geçmişleri, beklentileri, yaşamları çok farklı ülkeler.

Biz at, avrat, silah deriz, Amerikalı, baseball, hot dogs,  apple pie and Chevrolet der…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

24 Şubat 2014 Pazartesi

Biz Avrupalı Olduk

Günaydın Dostlar,

“Avrupalı gibi olmak”, bu topraklarda birçok insan için büyük bir özlemdir. "Avrupalılık" bizim için zenginliği, rahatlığı, ileri gitmişliği temsil eder. Biz de onlar gibi yaşamak, biz de Prada, Zegna giymek, biz de Alp Dağları’nda kayak yapmak, biz de hızlı trenlerle seyahat etmek isteriz. Bizle hiçbir alakası olmadığı halde Bayern Münih’i, Barcelona’yı, Manchester United’ı filan destekleriz. Anlamadığımız halde İngilizce, Fransızca, İtalyanca şarkılar dinleriz. Almanların veya Fransızların Türkçe şarkı dinlediğini düşünebiliyor musunuz?
 
Güzel ülkemizde kendini Avrupa’nın ortasında yaşıyor zanneden küçük bir zümre bile vardır. İyi güzel de Avrupa’nın ortasında yaşayanlar bile Avrupalı olamamışken Avrupa ile Asya’nın nikâh memuru (Perin Evrankaya'dan alıntı) olan İstanbul’da yaşayanlar nasıl olacaklar?
Evet, biz artık Avrupalı olduk. Avrupalı olmak tam olarak ne demek bilmiyorum ama bizim Avrupalı oluşumuzla Avrupalının Avrupalı oluşu arasında dağlar kadar fark olduğu da kesin.

Her işimizde olduğu gibi bizim Avrupalı oluşumuz da işin ambalajında. Ambalaj tamam da içerisindeki ürün Avrupalı değil.

Birçoğumuz; Mercedes, BMW kullanınca, dünyanın en çok cep telefonunda konuşan ülkelerinden biri olunca, apartmanın sekizinci katında köpek besleyince, sosyal medya katılımında dünyanın en ileri ülkelerinden bir olunca hemen Avrupalı olduk zannediyoruz.

Avrupalı olmak; bir günlük, bir hareketlik veya bir düşünceye sığacak bir davranış değildir. “Avrupalı” diye sözü edilen şey bir yaşam tarzıdır, bir anlayıştır, bir kültürdür ve bir tarihtir. Başkalarının hakkına saygıya ve hukukun üstünlüğüne gerçekten inanmak ve bu şekilde yaşamaktır. Bu coğrafyada çok iyi iş yapan ve yapanın yanına kar kalan, “başkalarının hakkına tecavüz etme” durumunu aklına bile getirmemektir. Bile bile ters yola girmemek, kırmızı ışıkta geçmemek, sokak ortasında park etmemek, kaldırımlara çıkmamaktır. Kaldırımlara park edilmesin diye bir kale yapılacak kadar beton harcayan başka bir ülke yoktur herhalde.

Deniliyor ki “Avrupalının, Amerikalının köpeği var, bizim neden olmasın?”. Bence de olsun ama bir fark var ki onların köpekleri bulduğu her yere yapmıyor. Yaptığı zaman da arkasından temizliyorlar. Geçen gün sabah yürüyüşünde, ağacın yanında o kadar büyük bir tane gördüm ki neredeyse takılıp kafamı kıracaktım. Çok nadir de olsa son zamanlarda köpeğinin arkasından temizleyenleri de görmüyor değilim. Belki halen bizim için de bir umut vardır.
Okumak, araştırmak, işin doğrusunu öğrenmek gibi konular, bizim hiç sevmediğimiz konulardır. Hele okumaktan nefret ederiz. Bizimki oturmuş etrafına bakarken Avrupalı okur. Okur da okur, hiç boş kalmaz, ne bulursa okur. O kendi derdinde, kendini geliştirmeye uğraşırken, bizimki başkalarının derdindedir. Allah korusun bir şey kaçırır sonra. Bildiğimizle değil, duyduğumuzla yorum yapmaya bayılırız.
Avrupalı, “Allah kerim, bir yolu bulunur.” demez. Ayağını yorganına göre uzatmayı bilir. Açıktan bir yerlerden para gelmeyeceğini de iyi bilir. Zaten böyle bir beklentisi de yoktur.

Bu sabah İstanbul’da hava zaten Avrupalı olmuş. Aslında düşünüyorum da, hiçbir yerli olmamıza gerek yok. Toplumun saygı ve sevgi kurallarına uyalım, başkalarının haklarına tecavüz etmeyelim, aklımız hep kötüye çalışmasın, dürüst olalım, iyi niyetli olalım, çalışkan olalım; bu dünyada bizden iyisi olmaz. Avrupalı da bizi örnek alsın.

Şimdi bir Giresunlu, Ankaralı, İstanbullu olarak Emin yürüyüşe gidiyor. Bu sabahki Avrupa havasına yakından bir baksın…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…