9 Ağustos 2019 Cuma

Coca-Cola Günü...

Günaydın dostlar…

Her sabah, şehrin büyük bir kısmının uyuduğu saatlerde mahallemizin sokaklarında yürüyüş yapmaya çalışıyorum. O saatlerde uyumayanlar da zaten çoktan işe başlamış oluyorlar. Erenköy sokaklarında Cadde’nin de bir kısmını içine alan minik bir yürüyüş güzergâhım var. Çok günümdeysem en fazla 4,5 km oluyor. Normalde 4 km’den az oluyor.
 
Bu sabah yine minik yürüyüşüm için hazırlık yaparken gözüm dolabın köşesindeki Coca-Cola tişörtlerine takıldı. On yedi yıl boyunca ne verdilerse hepsini biriktirmişim. Yemeklerde, toplantılarda, yılsonu değerlendirme organizasyonlarında, eğitimlerde, orada, burada verilen tişörtlerin hepsi duruyordu.
“Madem burada duruyorlar, Hatice Teyze de tatile gitmişken ben bunlardan bir tanesini giyeyim” diye karar verdim. Yıllardır orada durduklarına göre, demek ki çok fazla giyebileceğim bir ortam olmamış. Teyze dönene kadar bana zaman kazandırırlar. Bundan daha iyi bir taşla iki kuş vurma durumu olabilir mi?

Giydim Coca-Cola kırmızısı tişörtümü çıktım yola. Asansörde aşağıya doğru inerken de kendi çapımda ısınma hareketleri filan yapıyorum. Uzanıyorum, eğiliyorum, çömeliyorum kalkıyorum.

Tam çömelmiş bir durumda hareketlerimi yaparken, bir yandan da telefonuma bakıyordum ki, bir anda asansör duruverdi. “Ne oluyor?” bile diyemeden, bizim emekli teyze ile göz göze geldik. Kadıncağız çok nazik bir tavırla “Nasılsın Emin Bey oğlum?” dedi ve gözlerime baktı. Çömelmiş halimle “Çok iyiyim sağ olun” diyebildim. Ne diyeceğini bilemeyen kadıncağız, “Tişörtün çok güzelmiş” dedi ve kapattı kapıyı. Tuvalette yakalansaydım herhalde çok daha kötü olmazdı.
Teyzeyi atlatıp yola çıkabildim ama bu sefer de yoldaki köpekler Coca-Cola kırmızısını çok sevdiler. Yüzlerinde adeta bana saldırmak istiyorlarmış gibi bir ifade vardı. Bazısı da, “Ya git işine, sabah sabah başımızı belaya sokma” gibi bakıyorlardı. Bir kısmı da sıcaktan mayışmış yerlerde yatarken şöyle bir bakıp, sonra bir daha bakıyorlardı.

Tişörtü giydik ama sonuçta bunlar yıllar önce verilmiş tişörtler. O günden bugüne kadar da (ayıptır söylemesi) götümüz, göbeğimiz azıcık büyüdü. Kırmızı tişörtümün içinde ağlara sıkışmış balık gibiyim. Hiç giyilmediği, hiç yıkanmadığı için “yıkandı da çekti” bahanesinin de arkasına sığınamıyorum.
Köpekleri atlatıp Cadde’ye çıktığımda, daha iki adım atmadan içi Coca-Cola ürünleri ile dolu bir minibüs ile karşılaştım. Adamlar bakkala ürün indiriyorlardı. Bir anda karşılarında yaşı yarım asırdan büyük Coca-Cola tişörtlü bir adam görünce ne yapacaklarını bilemediler. Karşılıklı uzun uzun bakıştık. “Bu da nereden çıktı şimdi sabahın bu saatinde?” der gibiydiler.
Minik yürüyüş güzergâhımın son dönemecinde, Noter Sokak’tan yukarı doğru çıkarken, bu sefer de karşıma dağıtım kamyonu çıktı. Dağıtım kamyonu kenara park etmiş, amcalar da doldurmuş bir sürü koliyi el arabasına yolu karşıdan karşıya geçiyorlardı. Coca-Cola kırmızısı adamı görünce on üç saniye kadar yolun ortasına kalakaldılar. Kimseyle bu kadar uzun bakışmamıştım. Amca bir kendine baktı, bir de bana baktı; hemşerisi filan zannetti. Bu arada, yol ortası bakışması neredeyse ezilmeyle sonuçlanıyordu.

Yollarda karşınıza her şey çıkabilir, yolların insana ne getireceği hiç belli olmaz. Emin’in de bugün bakışmadığı insan kalmadı. Coca-Cola tişörtüm çarpıcı rengi ve albenisiyle çok ilgi çekti. Önümüzdeki günlerde bir de Fanta tişörtümü deneyeceğim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Darüşşafaka

Günaydın Dostlar,

Yıllar önceydi, küçük bir kız büyük bir sevgi ile koşup daha büyük bir sınıftaki ablasına sarıldı. Biraz üzgündü, biraz buruktu. Ablası da ona sarıldı ve büyük bir içtenlikle teselli etmeye çalıştı. Abla kardeş bir müddet öylece kaldılar.
Sarılmayı görmeliydiniz. Böyle bir ablalık yok, böyle bir sahip çıkma yok. Daha üst bir sınıfta okuyan kendi ablası zannetmiştim. Aralarında hiçbir bağ olmadığını duyunca çok duygulanmıştım ama daha sonra düşündüğümde aslında aralarında çok büyük bir bağ olduğunu anladım.
Onların aynı kandan, aynı candan çıkmaları gerekmiyordu; onlar Darüşşafakalıydı. Bu hiçbir yerde göremeyeceğimiz bambaşka bir bağlanma şekli, hatta bir yaşam şekli. Galatasaraylıları, Askeri Okulları, diğer okulları hepimiz bilmekle beraber; Darüşşafaka yaşam şeklinin, Darüşşafaka bağlılığının bambaşka bir şey olduğunu da biliyoruz.

Minicik bir kız dudakları düşmüş bir şekilde Darüşşafaka ablasına koşarken “O benim ablam değil.” diye düşünmüyor. Minik kalbinde o ablanın onu bağrına basacağını biliyor. “Yaşayan bilir.” derler ya, Darüşşafakalı olmayı da yaşayan bilir.

Öyle bir yuva ki burukluklarla, sıkıntılarla, üzüntülerle başlayan yolculuklar; hiç bilmedikleri, hiç tanımadıkları dostlar tarafından desteklenip büyük bir sevgi yumağı haline dönüşüyor.
Bu camiadan yolu geçmiş çok fazla arkadaşım, dostum var. Sevgili Bengi abla ve Taşkut ağabey de bu okulda yıllarca öğretmenlik yaptılar. Bütün dostlarımda gördüğüm hep aynı bağlılık. Birisi için “O da Darüşşafakalıymış.” dediğiniz zaman akan sular duruyor. Fabrika ayarlarını hemen kardeşlik düğmesine çeviriyorlar.

Elimden geldiği kadar, yapacağım bağışları bu aileye yapmaya çalışıyorum. Miktar önemli değil. Kim bilir belki de bugün doktor olan, hakim olan, bursla Amerika’ya, Kanada’ya giden kardeşlerimizin yaşamında bir kum taneciği kadar benim de katkım olmuştur. Bu duygu bana yetiyor, başka hiçbir beklentim yok.
İster kurban karşılığı olsun, ister zekât veya fitre. Bu aile bizim bağışlarımızla ayakta duruyor ve çok güzel işler yapıyor. Yıllardır bu camiayı bilirim, çok fazla eşim, dostum, arkadaşım var; hiçbir zaman “Paraları ziyan ediyorlar.” hissine kapılmadım.
Para olmadığı zaman hiçbir şey olmuyor. Günümüzde nefes bile alsanız para gerekiyor. Darüşşafaka Cemiyeti’nin de çok büyük bağışçıları var ama inanın bizlerin göndereceği bağışlar da en az onlarınkiler kadar önemli. Birilerinin onları düşündüğünü ve ellerinden geleni yaptığını bilmek, o ailedeki kardeşlerimiz için en az işin maddi boyutu kadar önemli.
Çok kısıtlı imkânlarla Darüşşafaka’ya sürekli bağış yapan gönlü zengin insanlar tanıyorum. Birilerinin hayatına katkıda bulunabilmek bizlerin bu dünyadan götürebileceği en büyük zenginliktir.

Vefatından sonra bütün malvarlığının Darüşşafaka’ya kalmasını isteyen çok fazla insan var. Böyle gönlü zengin insanları çok takdir ediyorum. “Koca okul benim üç kuruş bağışımla mı dönecek?” diye düşünmeyin. Her üç kuruşun hem maddi hem de manevi çok büyük önemi var. İnternet ortamında bilgisayarınızdan veya akıllı telefonunuzdan bağış yapmak çok kolay, sadece birkaç dakikanızı alır.
Sevgili dostlar; herkesin sevdiği, çeşitle nedenlerle gönlünde olan bağış yaptığı yerler var. Gönlünüzdekileri değiştirin demiyorum, sadece lütfen Darüşşafaka’yı da kalbinizin bir köşesine koyun diyorum.

Buruk başlayan yolculuklar hepimizin gurur duyacağı serüvenlere dönüşsün.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Haziran 2019 Cuma

Yaz Yağmuru...

Günaydın dostlar…

Şarkılarımızdaki, rüyalarımızdaki yaz yağmurları artık kâbus yağmurlarına dönüştü. “Hiç görülmemiş miktarlardaki yağış” cümlesinden de çok sıkıldım. Her şeyin hiç görülmemişini gördüğümüz günlerde, doğal olarak yağmurun da hiç görülmemişini göreceğiz.
Her şey değişiyor da, yağmur neden değişmesin? Penceremden baktığım zaman hiç görülmemiş miktarlarda çirkin beton görürken, hiç görülmemiş boyutlarda yok olan yeşil alanları görürken, çıkar çatışmaları zirve yapmışken; yağmurun da bu değişime ayak uydurması normal değil mi?


Almanya’da, İngiltere’de, Orta ve Kuzey Avrupa’nın her yerinde adeta bahçe sularcasına yağan yağmur, bizim ülkemizde neden hiç görülmemiş boyutlara ulaşıp insanların ölmesine neden oluyor? Oraların yemyeşil olmasının bunda bir etkisi olabilir mi? Bizde yağan yağmur değil artık, o bir doğal afet. Ebe Nine’nin bahçesindeki saksılar yağmurun düzenli yağmasını sağlayamıyor.

Her gün ayrı bir sel felaketi duyuyoruz. Araklı’daki sel baskınında hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. “Sahil yolu gereksiz bir yatırımmış, sellere de bu neden oluyormuş”. Bu zihniyet zamanında Boğaziçi Köprüsü’nün yapılmasına da karşı çıkmıştı. “Hele üç şerit olması çok gereksiz” diyorlardı.

Yolla filan alakası yok. Doğu Karadeniz’in doğal yapısından kaynaklanan gerçekler ve bu konuda hiçbir önlem alınmaması, çarpık yapılaşma, yanlış yatırımlar her sene bu bölgede sellere neden oluyor. Dağlardan gelen sel suları önüne katıp her şeyi götürüyor, ya da uygun bir alanda biriktirip ciddi boyutta zarara neden oluyor.

Hadi Doğu Karadeniz’de dağlardan akan sular var, Trakya’daki tren kazasında sorun neydi? Demiryolunun altındaki toprak akıp gitti, raylar ortada kaldı. Raylar da ortada kaldı, ailelerde. Yazık değil mi bu insanlara? Hayat bu kadar ucuz mu?

Trakya olayından ve hayatlarını kaybeden onca vatandaşımızdan bir ders çıkardık mı? Tabii çıkarmadık. Gidip de dağ başında bir yerlerde menfez çalışması yapmanın siyasi bir getirisi yok. Para, sürekli olarak havaalanı, köprü, tünel, otoban gibi algı yönetimine destek olacak konulara yatırılıyor. Dağlardan akan sular da her sene kardeşlerimizi öldürmeye devam ediyor.
“Ders çıkartmadık” dedik. Çıkartmış olsaydık; daha iki gün önce Arifiye’de yüksek hızlı tren raylarının altındaki toprak, sel sularına kapılıp gitmezdi. Allah’tan trenler gelmeden fark edildi de büyük bir trajedi önlendi. Çok kısa bir sürede de tamir edilip ulaşıma açıldı. Bu da demek oluyor ki yine eski durumuna getirildi. Görülmemiş boyutlarda yağmur yağdığı ilk gün, yine akıp gidecek.

Her zaman söylüyorum; yağmur sularının toplanması konusunda bir tane bile altyapısı düzgün ilimiz, ilçemiz yok. Böyle deyince de, herkes bana Eskişehir’i örnek gösteriyor. Dostlar, ne yazık ki Eskişehir’de de sorun var. Defalarca kavşaklarda, altgeçitlerde su biriktiğini gördüm. Geçen sene temmuz ayında (tam hasat zamanı) Eskişehir’de on sekiz gün yağmur yağdı. İç Anadolu Bölgesi için temmuz ayında otuz bir günün on sekiz gününde yağmur yağması normal bir iş mi?

Başkentimiz Ankara’da daha geçen hafta Etimesgut ve Sincan’da yaşanan sel baskınları, yine çok büyük zarara yol açtı. Alt geçitlere akan tonlarca su, insanlara çok zor anlar yaşattı. Yollarda akan suları hepimiz televizyonlarda izledik. Daha büyük kayıplar yaşamadıysak, Allah babanın bizi koruması yüzündendir.

Mersin ve ilçelerinde iki gün önce sel felaketi yaşandı ve birçok küçükbaş hayvan telef oldu. Yollardaki çökmeleri, akıp giden toprakları filan hiç yazmıyorum; onlar artık hayatımızın olağan gelişmelerinden.
Bu kayıplar ve sel baskınları, bu sabah aklıma gelenler. Düşünsem birçok örnek daha bulabilirim. Madem yağmurları bu duruma getirdik, o zaman bizim de hiç görülmemiş yağmurlara göre altyapımızı yapmamız gerekiyor. Kibrit kutusu büyüklüğünde mazgallarla bu iş yürümez. Gerçi olan da pislikten tıkanmıştır ama o da ayrı bir sabahın konusu.

Amerika’da her ilkbaharda tonlarca kar çok kısa bir sürede eriyor ama hiçbir yeri sel basmıyor. Neden? Altyapıyı düşünerek kurmuşlar da ondan. Kaldırım kenarlarındaki su toplama kanalları o kadar büyük ki, bizde olsa içine gitmedik şey kalmaz.
Uzun yılların sorunları bir günde çözülemez ama bütün belediye başkanlarımızdan bu konuya el atmalarını, yavaş da olsa çözüm üretmelerini bekliyoruz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Haziran 2019 Salı

Münazara...

Günaydın dostlar…

Pazar akşamı, tarihi münazarayı hepimiz izledik. İşin politik boyutundan anlamam ama bana sorarsanız bu tartışma hiç kimseye yaramadı. İki taraf da, “Kazanamazsam bile en azından kaybetmeyeyim” diye düşünen, beraberliğe razı teknik adamlar gibiydiler.
Adaylara yaramadığı gibi, bize de yaramadı. Programı izlerken çok sıkıldım. Sık sık kanallarla oynayıp, yedi tane aslanın zavallı bir zürafaya saldırmasını izledim. Heyecanı olmayan, ruhsuz bir ortamda devam eden tartışma, gerçekten de çok sıkıcıydı.


“Heyecan” yazılarımdan bıktınız ama görüyorsunuz işte, heyecan olmayınca da hiçbir şey olmuyor. Amcalardan biri “Bu gereksiz tartışma yüzünden Survivor’ı kaçırıyorum” ruh halindeydi, diğeri de bin beş yüz kere “Kul hakkı” dedi.

Heyecansız olmuyor dostlar. Günümüzde, işyerlerimizin de en büyük sorunlarından bir tanesi, şirketin hedefleri doğrultusunda heyecan yaratamamak. Üst yönetim dağa gitmek istiyor, çalışanlar havlusunu omuzuna atıp, plaja gitmek istiyor. Neden? Çok basit, üst yönetim çalışanlarıyla beraber şirketin hedefleri doğrultusunda yön birliği sağlayamıyor da ondan. Heyecanı tabana yayamayan şirketler, minimumda günü kurtararak yollarına devam ediyorlar.

Heyecan çok önemli bir konu olmakla beraber, işin bir diğer nedeni de, bizlerin münazara gibi konuları beceremiyor olmamız. Televizyonda güncel konuları tartışma konusunu Amerikalılar çok güzel yapıyorlar. Sunucusu da, katılanı da başka türlü bir hava, başka türlü bir enerji katıyorlar. Konuşma tonunuzdan, aralarda çaldığınız müziğe kadar her şey çok önemli. Nasıl ki, yaptığımız binaları çok ruhsuz yapıyorsak, bu programları da öyle yapıyoruz.

“Ruhsuz program” deyince de, Fenerbahçe için yapılan “Fener Ol” kampanyaları aklıma geldi. Hele televizyondaki programlar korkunçtu. Hadi yapmayı bilmiyorsunuz, insan biraz Amerika’da bu işlerin nasıl yapıldığını izler ve öğrenir.

Uzun yıllar önce, yılda bir defa rahmetli Jerry Lewis kas sorunu olan hastalar için televizyonlarda yardım toplardı. Yıllar içinde de milyarlarca dolar topladı. Program yirmi dört saat boyunca büyük bir enerji ile devam ederdi. Ben bile gecenin geç saatlerine kadar izlerdim.
Sürprizlerle dolu bir programdı. Her an yeni bir sanatçı çıkar, her an meşhur biri arayabilir, büyük şirketlerin yönetim kurulu başkanları gelir, önemli sporcular programa katkı sunarlar, müzik ve enerji hiç bitmez, en önemlisi de toplanan miktar, sürekli ekranda duran bir panoda güncellenirdi. Hedefi canlı olarak görmek ve ne kadar yaklaşıldığını izlemek, insanları motive ediyor, heyecanlandırıyor.

Fenerbahçe’ye yardım olsun diye, Acun Ilıcalı kendi kanalında iki gece düzenledi, bir gece de Star Televizyonu’nda düzenlendi ama ikisi de çok durgundu, çok ruhsuzdu. Hele Star’daki program, uyumak üzere olan bir sunucunun da katkısıyla çok sıkıcıydı. Bunlar güzel çabalar, uğraşanlara çok teşekkür ederiz ama içerik olarak çok yetersizdiler.
Dostlar, durgun ve heyecansız bir ortamda bir iş başaramazsınız. Heyecan yaratacaksın, hedef göstereceksin ki, insanlar da elini cebine atsın. Para vermek kolay bir iş değildir ama istemek daha da zordur. Heyecanı yarat, parayı al.

Bu tip heyecan yaratmalı konuları beceremiyoruz. Yapımız buna müsait değil. Her şeye sonuç odaklı ve işlevsel bakan, hiçbir estetik kaygısı olmayan bir millet olarak, bu yönlerimiz çok fazla gelişmemiş.
Hedefleri ortaya koymak kolay, o hedefler yönünde heyecan yaratmak zordur. Bugün işyerlerinde yaşadığımız başarısızlıkların çoğu, hedeflerin doğru dürüst anlatılamaması ve heyecan yaratılamamasından kaynaklanıyor. Sonunda da ortaya mutsuz kitleler çıkıyor.

Ey işverenler, şirketin hedeflerini çalışanlarınızla paylaşmaktan korkmayın. Her şeyi gizli tutma yılları artık çok geride kaldı. Her gün şirketinin hedeflerini güncel olarak takip edebilen bir çalışan, inanın o hedeflere ulaşmak için daha motive çalışacaktır…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Haziran 2019 Salı

Günaydın...

Günaydın dostlar…

Sabahın erken saatlerinde Atatürk Havalimanı’na indiğim günlerden birinde, orada çalışan bir görevliye bir şey sormam gerekti. “Günaydın” deyip sorumu sorduğumda, adamcağız “Bu sabah en az kırk kişi bana bir şeyler sordu ama ilk defa siz günaydın dediniz” demişti. Üzerinden çok uzun yıllar geçmesine rağmen, görevli amcanın mutlu oluşu halen gözlerimin önünde duruyor.
Kabul edelim ki, günaydın demeyi (hatta selam vermeyi) çok da sevmeyen bir milletiz. Hele de sabahın erken saatlerinde iş yerlerinde şansınızı hiç zorlamayın, boş bakışlarla yanınızdan geçer giderler. Neden cevap vermiyorlar? Öyle bir alışkanlıkları yok da ondan.


Aslında tek sorun günaydın değil. “Hayır” demeyi, “Olmaz” demeyi de çok güzel beceremiyoruz. Çoğu zaman karşı taraf kırılmasın diye kaçamak ve hiçbir anlamı olmayan cevaplar vermeye çalışıyoruz. Buradaki hile; “Hayır” demeden hayır diyebilmekte ve konuyu muallakta bırakmaktadır. Bunu iyi başaranlar iş hayatında çok ciddi yol alırlar.

Apartmanın asansöründe birçok insanla karşılaşıyorum ama genelde kimse günaydın veya merhaba demiyor. İlk önce ben söylersem, insanlar da ayıp olmasın diye zoraki bir cevap veriyorlar.

Bizim böyle bir alışkanlığımız yok, Amerikalıların da çok fazla var. “Günaydın” derler, beş dakika sonra seni tekrar görürlerse bir daha derler. Aslında bir kere yeter ama genelde bizim insanımız onu bile demez.

Hele bir de karşı cinse dediyseniz, kafasından geçen ilk düşünce, “Sabah sabah bana neden yılışıyor?” sorusudur. Erken saatlerde işe gitmeyi seven ve de sabah kalkmak ile ilgili hiçbir sorunu olmayan ben, “Günaydın”, “Merhaba” demeyi de severim. Allah’a şükür, saatten bağımsız olarak keyfim de hep yerindedir.

Eski iş yerimde, yine sabahın erken saatlerinde kızcağızın birine günaydın dediğimde, “Sabahın bu saatinde nedir sizi bu kadar mutlu eden şey?” diye bana çıkışmıştı. Günaydın demeyi o kadar olağanüstü bir durum olarak görüyor ki, “Bu sabah adam çok mutlu, ondan bana günaydın dedi” diye düşünüyor.
Bilmez ki, ruh halin ne olursa olsun, işyerinde, okulda, orada, burada karşılaştığın insanlara “Günaydın” demek, selam vermek en temel insanlık vazifelerinden biridir. Ayrıca karşındaki insan da kendini iyi hisseder.

Düşünün; siz insanın birine selam veriyorsunuz, “Günaydın” diyorsunuz, o da “Allah cezanı versin” bakışlarını sana fırlatıp yoluna devam ediyor. Bu gibi durumlarda beni gülme tutuyor ama birçok insan kendini kötü hisseder. En kötüsü de hiç duymamış gibi gidenler. Arkalarından gidip, “Duymadın mı; yoksa bu senin genel asosyal, kaba ruh halin mi?” diye sormak istiyorum. Tabii böyle bir durumun altında yatan genel mesaj da, “Ben sana günaydın demeye bile tenezzül etmem”.
Sabahları ağzımızı açmak istememizin nedenlerinden biri de, akşam geç yatıyor olmamız. Kardeşim yarın sabah iş var, gece kuşu gibi oturmayın da yatın. Çalıştığım dönemlerde erkenden yatardım. Uykusunu alamamış insan ertesi sabah sevimsiz ve isteksiz oluyor.
Bir diğer neden de, çok yüksek oranlardaki sigara ve kahve içimi. “İlk kahvemi/sigaramı içmeden bana kimse bulaşmasın” şeklinde lafları çok duymuşumdur. Güzel söylüyorsun da, biz şu anda rastlaştık, sana günaydın diyebilmek için ilk sigaranı içmeni mi bekleyeceğim?

Şahsi görüşüm, “İyi akşamlar” demek konusunda daha başarılı olduğumuz yönünde. “İyi akşamlar” saati geldiğinde keyfimiz daha yerinde oluyor. Düşünsenize; okul/iş bitmiş, sigara içilmiş, kahve içilmiş, Ebe nine izleme saatimiz gelmiş, artık “İyi akşamlar” dememek için hiçbir nedenimiz yok.

Günaydın stoklamayı bırakalım, zira hiç bitmeyecek kadar çok var. Her sabah sık sık kullanabilirsiniz. İşyerinde, okulda, asansörde, her neredeyseniz gördüğünüz insanlara “Günaydın” demeyi deneyin, bakalım ne olacak?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

31 Mayıs 2019 Cuma

Dev...

Günaydın dostlar…

Çok büyük amcalarımızdan bir tanesi, “İstanbul’a iki tane dev şehir hastanesi yapacağız” demiş. “Dev” sözcüğü dinleyen kalabalıkları heyecanlandırsa da, bende aynı heyecanı yaratmıyor.
“Dev” demenin veya “”En büyük” demenin, sorunların da en büyüğü olduğunu iyi bilenlerdenim. Boyut büyüdükçe sorunlar da aynı oranla büyüyor.


Hastaneler gerekli ve yeni, modern hastaneleri hepimiz destekliyoruz. İyi güzel de, bu hastaneler dev ebatlarında olmak zorunda mı? İstanbul gibi ulaşımın çok zor olduğu bir şehirde, herkes iki tane dev hastaneye mi ulaşmaya çalışacak?

Sağlık çok önemli bir konu ve hastaneler de bu denklemin çok önemli bir parçası. Bu hastanelerin çok büyük yapılmasının bir nedeni de, oradan oraya giderken on bin adım atmamızı sağlamak. Böylece daha sağlıklı olacağız ve hastane hizmetlerine ihtiyacımız kalmayacak.

Allah mecbur etmesin, ben henüz dev şehir hastanelerinin hiçbirinin içine girmedim. Giren arkadaşlarım ve orada çalışan doktorlar. Bir yerden bir yere gitmenin çok zaman aldığını ve büyük bir zaman kaybı olduğunu söylüyorlar. Arkadaşlar söylenmeyi bırakın da yürüyün, sağlığınıza çok iyi gelecek.

Düşünüyorum da, iki tane dev hastane yapacağımıza dört, beş tane orta boy dev yapsaydık daha iyi olmaz mıydı? Hem ulaşması daha kolay olurdu, hem de hastane kampüslerinde kaybolmazdık.

Ben Eskişehir’den ayrılmadan önce, Organize Sanayi girişinde, zaten yoğun trafiği olan bir bölgede, dev bir şehir hastanesi yapıldı. Ben oradayken henüz açılmamıştı ama şu anda o bölgeyi nasıl etkiledi bilmiyorum. Üstelik de (doğal olarak) şehrin epeyce dışında.
Dünyanın ileri gitmiş devletleri “Dev” işinden vazgeçtiler. Bunların yönetilemez olduğunu ve ekonomik olmadığını anladılar. Haberlerde hiçbir zaman Avrupa veya Amerika ile ilgili “Dev” haberleri duymazsınız. Devler hep Orta Doğu’da veya Asya’dadır. En büyük betonu dökerek, başka konularda da en büyük olamazsınız.

On altı, on yedi milyonluk bir şehir var elimizde. Koskoca Amerika’da bile bu büyüklükte bir şehir yok. Sonuç? Yönetilemeyen, ihtiyaçları zar zor karşılanan, en ufak bir yağmurda felç olan, bir yerden bir yere gidilemeyen, betonlaşma yüzünden havası bozulmuş bir dev.

“Dikey büyüme yok” deniliyor, halen süratle otuz, kırk katlı binalar yapılıyor. Birinci dereceden deprem kuşağı olan bu şehre daha kaç insan sığdırmaya çalışacağız?

Dubai’deki alışveriş merkezlerini birçoğumuz gördük. Taksiye ulaşmak için bile bitmek bilmeyen koridorlardan yürümeniz gerekiyor. Zamanında Amerika da bu büyüklükte mekânlar yapmış ama artık derslerini almışlar.
Bu devirde farklılığı yaratan şey, yerinde ve zamanında hizmet verebilmektir. İnsanları kendine veya dev yapılarına çağırmayacaksın, hizmeti ayaklarına götüreceksin. Benden altmış km uzaktaki bir havaalanının bana çok da faydası olmayacağı kesin.

“Havaalanı” demişken, bu alandan yılda yüz yirmi milyon yolcunun gelip geçeceği söyleniyor. Bu rakam doğru mudur veya havadaki koridorların kapasitesi buna müsait midir bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bunun yerine iki tane yetmiş milyonluk (seksen, altmış da olur) havaalanı yapılsaydı çok daha iyi olurdu. Uzaktaki noktalara ulaşmaya çalışmak, gereksiz yere şehir içi trafiğini de arttırıyor. Şu anda İstanbul Havaalanı’na giden hiçbir raylı sistem yok ve önümüzdeki iki, üç yıl içinde de olacakmış gibi durmuyor.
Üç, beş yıl sonra ihtiyacımız iki yüz milyon yolcuya çıktığı zaman, bu sefer de iki yüz milyon kapasiteli havaalanı mı yapacağız?

Dünya devlerden vazgeçti, artık minik devlerle oynuyor. Umarım biz de çok yakında dev aşkımızdan vazgeçeriz. Devlerin aşkı büyük olur ama sorunları da çok büyük olur…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Sokak Müzisyenleri...

Günaydın dostlar…

“Bir şeyler oluyor aşk tadında” sözlerini duyunca hemen kulak kesildim. Sizlerin de bildiği gibi “Aşk Tadında” bizim Eti’nin çok güzel bir ürünüdür, aynı zamanda da Fatma Turgut’un çok güzel bir şarkısıdır.
Zaten bir şeyin aşk tadında olup da güzel olmaması da mümkün değildir. İster bir şarkı olsun, ister güzel bir gofret, ister melek gibi bir yüz; tadına doyamazsın. Çok istersen, gofreti yerken şarkıyı da mırıldanabilirsin.


Avrupa’da çok yaygın olan sokak çalgıcıları kültürünün son yıllarda bizim ülkemizde de yayılıyor olması çok hoşuma gidiyor. Çeşitli vesilelerle veya spor amaçlı çok fazla Cadde’de yürüyen bir insan olarak, sokak müzisyenlerini görmeyi ve dinlemeyi çok seviyorum.

Yıllardır bu arkadaşları dinlerim, üstelik son yıllarda sayıları da çok arttı ama bugüne kadar Fatma Turgut şarkısı söyleyen bir arkadaşa hiç rastlamamıştım. Fatma Turgut benim listemde bambaşka bir yerdedir. İster Model şarkıları olsun, ister kendi şarkıları hepsini zevkle dinlerim.

Cadde’de “Aşk Tadında” şarkısını söyleyen minicik bir kızdı. Üniversiteye giden bu kızcağız, Fatma Turgut seviyesinde olmasa da, Fatma Hanım’ın komşusu olabilecek bir seviyede söylüyordu. Kendisini sözlü olarak kutladım, buradan da bir kere daha kutluyorum.

Üniversite öğrencilerinin bu şekilde müzisyenlik yapmalarını ve kendilerine bir ek gelir sağlamaya çalışmalarını çok takdir ediyorum. Her şekilde de desteklemeye çalışıyorum. Her zaman farklılıkları seven ve “Aşk farklılıktır” görüşüne inanmış bir insan olarak, farklı olanı yapmaya çalışanları takdir ediyorum.

Adımlarını sayarken karşına çıkan bir şarkı, bir anda sana Doktorlar Lokali’ni veya Barlar Sokağı’nı hatırlatabiliyor. Kafanı dağıtıyor, bir anda seni bambaşka bir yere götürüyor. Her şarkının bir hikâyesi vardır. Belki olduğun yerleri hatırlatıyordur, belki de olmak istediğin yerleri.
Caddebostan’da ut çalarak şarkı söyleyen teyzeyi de ilk defa gördüm. Onun da ayrı bir farklılığı, ayrı bir tadı vardı. Evinin oturma odasında çalıp, söylüyormuş gibi bir hali vardı. Zaten de güzel olan, doğal ve samimi tavırlarıydı.

Sokak çalgıcılarının artması benim hoşuma gidiyor. Belki rahatsız olan dostlarımız da vardır. Beni rahatsız eden tarafı da, bu yöndeki artışın ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor olması. Üniversite için harçlığını çıkarmak ayrı bir şey, bugünün pahalılık fırtınasında geçinemediği için gitarını, bağlamasını alıp sokaklara çıkmak ayrı bir şey.
İnsanlar ek gelir peşinde. Hem sevdiği bir enstrümanı çalıyor, hem de evine üç, beş kuruş ekstra para götürmeye çalışıyor. Udi teyzemin de minicik bir torbası vardı. Gitar kutularının kaldırımın yarısını kapladığı bir ortamda, sanki teyzem utanarak o torbayı yanına koymuş gibi duruyordu. En azından ben öyle hissettim, zira ilk bakışta görünmüyordu bile.
Cadde müzisyenlerle dolu ve hepsi de kabiliyetli insanlar. Plak çalmayı bile zar zor beceren bir insan olarak hepsini çok takdir ediyorum. Yürüyüşlerimde bana renk katıyorlar. Bazen aşk tadında olur, bazen de rahmetli Dilber Ay’ın söylediği gibi tavuklar pişebilir. Benim için hepsi olur.

Sokaklar bu işin mutfağıdır. Buralardan yetişmiş ve çok meşhur olmuş birçok sanatçı var. Bütün gün sosyal medyada resim kovalamaktansa, bir müzik aleti çalıp hem kulağa hoş gelmek, hem de cebe hoş gelmek! Neden olmasın?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…