4 Ocak 2018 Perşembe

Hızlı Geçiş Sistemi...

Günaydın dostlar…

Pazar akşamı İstanbul’dan dönerken, Yalova – Bursa otoyolundaki ışıklı panoda şöyle bir yazı okudum. OGS/HGS alın, gişelerde hiç beklemeden geçin. Sonra da kendi kendime, “Ulan benim arabada HGS var ama bir kere bile beklemeden geçemedim” diye düşündüm.
Sizlerin de bildiği gibi, güzel otoyollarımızı kullanırken iki adet sistemden yararlanabiliyoruz. Birincisi OGS (Otomatik Geçiş Sistemi), ikincisi de HGS (Hızlı Geçiş Sistemi). Bu kartlardan birini alıp, arabanızın ön camına taktıysanız, nakit gişelerinde sıra beklemeden çabucak geçebiliyorsunuz. En azından panodaki yazı öyle diyor ama gerçek hiç de öyle değil.


Bu kartları almak da çok kolay değil. Az da olsa bir emek gerektiriyor. Gidip alacaksınız, içine para yükleyeceksiniz, hatta isterseniz otomatik yenileme tanımlayacaksınız gibi birçok işlemi var. Neden insanlar bütün bu işlerle uğraşıyorlar? Her otoyoldan veya köprüden geçtiklerinde para derdine düşmemek için, bir de nakit gişelerinde 40 saat beklememek için.

Düşünüyorum da bir de KGS vardı galiba ama o rahmetli oldu.

Bu sistemlerin ayrı gişeleri var. Üzerinde HGS veya OGS yazıyor. Hatta bazı gişelerde her ikisi birden var. Aldınız kartınızı, taktınız ön cama, yıldırım gibi gişelerden geçeceksiniz ama ufak bir sorun var. Önünüzdeki amca para ödemeye çalışıyor, hem de kredi kartıyla…
Bu da nereden çıktı? Burası HGS gişesi değil miydi? Evet, öyle ama yeni yollarda ve köprülerde, geçiş kartınızda yeterli bakiye yoksa gişelerden geçemiyorsunuz. Hemen, “Nakit mi yoksa kredi kartı ile mi ödeyeceksiniz?” diye soruyorlar.
“Benim kredi kartım da yok, param da yok” diye cevap verdiğiniz zaman size 2 seçenek sunuluyor. Ya kaçak geçip, korkunç oranlardaki cezaya razı oluyorsunuz, ya da geri geri gişeden çıkıyorsunuz. Geri çıktıktan sonra da bu insanlar ne yapıyor, onu da bilmiyorum.

Bu geri çıkma olayını geçen gün yaşadık. Ortalıkta dolaşan çocukların da marifetiyle 7 tane araç geri geri çıktı. Tabi ki ondan sonra da, “Bakiyen yok ne giriyorsun kardeşim?” bağrışmaları başladı. Bildiğim kadarıyla eski otoyollardan veya köprülerden bakiyeniz olmadan geçmenin de bir cezası var ama cezanın büyüklüğü yeni otoyollar boyutunda değil.

Eski usule alışık olan vatandaş, doğrudan HGS/OGS gişelerine dalıyor. Bariyer kalkmayınca da şenlik başlıyor. Ya para verip geçiyor, ya da dünya âleme eziyet yaratıyor. Tabi ki hemen şunu da belirteyim, birçok konu da olduğu gibi, burada da para her kapıyı, her bariyeri açıyor.
Hiçbir geçiş kartınız olmadan da bu gişelere girerseniz (zira nakit gişelerinde kuyruk oluyor) sizi kırmayıp, sıcacık paranızı alıp sizi geçiriyorlar. Bunu bilen vatandaş da, hemen aklını kullanıp hızlı geçiş gişelerine yöneliyor. Malum bizim ülkemizde açıkgözlük her zaman prim yapar.
Geçiş kartında yeterli bakiyen yoksa eski Boğaziçi Köprülerinden geçebiliyorsun. Sonra o parayı nasıl alıyorlar, onu da bilmiyorum. Ama gördüğüm kadarıyla bizim yeni köprücü amcalar, o riske girmek istemiyorlar. “Ben hemen paramı alayım, ne olur ne olmaz” yaklaşımı içindeler.

Sevgili kardeşlerim, biliyorum sizin omuzlarınıza büyük bir sorumluluk yüklüyorum ama hızlı geçiş gişelerine girmeden önce, kartınızda yeterli bakiyenin olup olmadığından haberdar olsanız, çok mu zor olur? Hele kartınız yoksa hiç girmeyin o gişelere. Gece karanlığında o gişelerden geri geri çıkmaya çalışmak insanlara büyük eziyet oluyor…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Ocak 2018 Pazartesi

Küs Olduklarım...

Günaydın dostlar…

“Bayramlarda küslük olmaz” veya “Bayramlarda küsler barışır” sözlerini hepimiz duymuşuzdur. Gerçekten de küs olmak, bayramların ruhuna uymayan bir durum. Bayramlarda küslük olmaz da, yeni yılın ilk gününde olur mu?
Ben, yeni yılın da küslükleri bitirmek için çok uygun bir zaman olduğunu düşünüyorum. Şimdi herkes otursun ve bütün küs olduklarının listesini yapsın. Sonra da onları, hemen barışabileceklerim ve orta vadede barışabileceklerim diye iki gruba ayırın.


Hemen barışılacaklarla başlayıp, en barışılacak olanını hemen arayalım. Tamam, aramak konusunda ısrar etmeyeceğim, WhatsApp veya Facebook da olur. Yeter ki siz bir el uzatın. Böyle bir çabaya karşı taraf da karşılıksız kalamaz. Karşılık vermezse, anlarsınız ki o kişi hemen barışılacaklar kategorisinde değilmiş. Orta vadede bile değil, onu hemen uzun vadede barışabileceklerim grubuna atın.

Çok da detaylarını bilmediğim hadisler konusunda ahkâm kesmeyeceğim ama ben dinimizin küs kalmaya sıcak bakabileceğine inanmıyorum. Bütün detaylarını toplumun huzuru ve mutluluğu üzerine kurmuş olan yüce bir din, bireylerin birbirleri ile küs kalmasına sıcak bakamaz. Hele hele karşılıklı kin tutmak, nefret beslemek hiç olacak bir iş değil.

Kin ve nefretin olduğu bir toplumda mutluluk, kardeşlik ve beraberlik mümkün değildir.

Bu sabah neden bu konuya taktım bilmiyorum ama yeni yılın yeni başlangıçlar için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Küslükleri bitirmek de, bu başlangıçların en güzellerinden biri olurdu. Unutmayın ki, Sezen Aksu ve Yıldız Tilbe bile barıştı. 25 yıllık uzun bir zamandan sonra, onlar bile barışabiliyorsa, biz de yapabiliriz diye düşünüyorum.

“Evrankaya, sabah sabah bir araba laf ettin, sen küs olduklarınla barıştın mı?” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de kendi listemi düşündüm ama listemde hiçbir kimse yok. Birileri bana küsmüş ise, bundan da haberim yok.
Küs olduğunu düşünen sevgili dostlarım, arkadaşlarım varsa, onlara hemen bildirmek isterim ki, ben size küs değilim. Herhangi bir tartışmadan veya fikir ayrılığından dolayı, benim küsebileceğimi sakın düşünmeyin. Ben bu iki konuyu çok iyi ayırabilen bir insanım.

Elektriğiniz tutmaz, çok da bir arada olmak istemezsiniz; bu ayrı bir konu. Nadiren de olsa, rastlaşınca selamlaşırsınız. Benim açımdan, bu durumda bir sorun yok. Elektriğimizin uyuşmadığı veya negatif elektrik yayan insanlardan uzak durmak, ayrı bir konudur. Bu durumu küslük sayamayız. Küs olmayacağız diye, herkesle de görüşmek zorunda değiliz.

Yay burçları iyi niyetli insanlardır. Biz kolay kolay kimseye küsmeyiz. En fazla 24 saat soğuk yaparız. Küsmek bünyemizde yok. Aramızda, “Ben aylarca, yıllarca küs kalabilirim” diyen yay burçları varsa, onların da yorumlarını görmek isterim. Bu satırları yazarken de, “Acaba en güzel hangi burç küsebiliyordur?” diye de ayrıca düşündüm.

Hayat kısa, hiç kimsenin yarının garantisi yok. Bu kısa yaşamda, yıllarca küs kalmanın da bir anlamı yok. Zaman her şeyin ilacı, o gün çok önemliymiş gibi görünen nedenler, bugün çok komik olabiliyor.
Yeni yılın ilk sabahında yeni bir başlangıç yapalım. Hadi hemen listenizi çıkarın ve ilk olarak kiminle barışacağınıza karar verin. Bakalım en büyük barışmayı kim başarabilecek. Bugün barışmazsanız, yarın barışacak kimse bulamayabilirsiniz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

31 Aralık 2017 Pazar

Aile Arasında...

Günaydın dostlar…

Yılın son gününde de her zamanki tarzımı değiştirmeyerek, en son söyleyeceğimi en başta söyleyerek yazıma başlayayım. Ben sinemaya gitmeyi sevmem. Sinemaya gitmeyi sevmediğim gibi, evde de film izlemeyi sevmem.
Durum böyleyken, geçen akşam çok sevdiğim dostlarımın da ısrarıyla “Aile Arasında” filmini izlemeye gittim.


Bütün duyduğum da, “Filmde Engin Günaydın oynuyor ve gülmekten yerlere yatacaksın” şeklindeydi. Kendi kendime, “Ben Engin Günaydın’ın espri tarzını ve yaptıklarını komik bulmuyorum ki” dedim ama yüksek sesle de söylemedim. Nadiren de olsa bazı düşüncelerimi kendime saklayabiliyorum.

Hemen itiraf edeyim; epeyce bir süre “Avrupa Yakası” seyretmişliğim vardır ama bizim amcayı orada da komik bulmuyordum. Ofis ortamındaki çalışanlar bile ondan daha komikti.

Film beni yanıltmadı. Gerçekten de komik değildi. Hemen hemen hiç gülmedim. Senaryonun her gün karşımıza çıkabilecek bir şekilde sürüp gitmesini çok beğensem de, ne yazık ki gülmekten yerlere yatamadım. Üstelik ben çarşıda, pazarda, sokakta yaşananları çok komik bulan bir insanım ama yine de gülemedim.

Gülemedim de ne oldu? Çok mu sıkıldım? Kesinlikle hayır. Tam tersine, çok beğendim. Filmin sonuna doğru yaşanan düğün cıvıklıkları dışında mükemmel bir çalışma olmuş. Gülse Birsel çok zeki bir insan ve çok iyi gözlem yapıyor. Sokaktaki gerçekleri büyük bir başarıyla beyaz perdeye aktarmış. Dizilerinde de durum çok farklı değil.

Komik bulmamakla beraber, Engin Günaydın büyük bir değer. Sadece komedi tarzı bana uymuyor. Beni en çok etkileyen, adını bile bilmediğim, başroldeki kadın oyuncu oldu. Bence, filme bir farklılık, bir derinlik getiren de, onun rol yapabilme kabiliyeti olmuş. Çok doğaldı, çok farklıydı. Unutmayın ki aşk zorluktur, aşk farklılıktır…
Daha patlamış mısırın bile yarısına gelemeden, filmin yarısına geldik. O kadar hızlı geçti ki, bu da ne kadar güzel bir çalışma olduğunun en güzel işaretidir.

Çok beğendiğim, Solmaz rolündeki kadının, Demet Evgar olduğunu öğrendim. Nereden mi öğrendim? Tabi ki Google’da arama yaparak… Bu ismi hiç tanımıyordum ama bundan sonra hiç unutmam. Daha önce de belirttiğim gibi, çok başarılı bir çalışma olmuş ama Demet Evgar olmasa, film, değerinin %70’ini kaybeder. Gülmesi de, ağlaması da o kadar doğaldı ki, zannedersiniz kadın yan komşunuz.

Diğer rollerde oynayan, ismini bilmediğim sanatçılar da çok başarılıydı. Benim için, hiç sıkılmadan başından sonuna kadar film seyredilmek çok nadir bir olaydır. Bu filmde gerçekten de hiç sıkılmadım. Televizyonda, şurada, burada bir kere daha denk gelirsem, bir kere daha izlerim.

Neden çok sevdim? Sevdim, çünkü benim hayata bakış açıma ve parametrelerine uyuyordu. En başta iyi niyet vardı, samimiyet her yerdeydi. Zorluk mu dediniz? Gerçekten de zor hayatlar vardı. Birçoğumuzun hiç de bilmediği bir yaşam şekli, çok güzel yansıtılmıştı.
En çok değer verdiğim parametre, “cesaret” de oradaydı. Cesaret olmadan denizlere açılamazsın, her zamanki uyuz limanında, halatlarla bağlı bir şekilde ertesi gün değişik bir şey olmasını beklersin.

Son olarak da, doğallık bütün filmi kucaklamıştı. Düğündeki avize düşmesi ve insanların bir birine saldırması saçmalıklarına kadar, her şey çok doğaldı. Keşke düğün aşamasındaki o bölüm hiç olmasaydı.
Emin, der ki; bu filmde isterseniz çok gülebilirsiniz ama sadece gülmek için değil, çok güzel bir film izlemek için gidin…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Aralık 2017 Çarşamba

Siyah...

Günaydın dostlar…

Pembeler, yeşiller, kırmızılar her yerdeydi, hepsi de çok canlı, ışıl ışıldı. Aşk var diye vardı bütün renkler. Sen ne yaptın? Aşkın kıymetini bilemedin, değerini anlayamadın, “Hep orada ol, her zaman benimle ol” diyemedin; o da gitti.
Zannettin ki, aşk gidince her şey rengârenk yerinde kalacak ama son dakikada sana bir de sürpriz yaptı. Giderken her şeyi siyaha boyayarak gitti. Senin yüzünden bizim de etrafımız karardı, her şey siyah artık…


Gökyüzünün kararmasını kış şartlarına yüklemeye çalışma. Gökyüzü daha düne kadar güneşliydi, ılıktı, tertemizdi. Hatta umut doluydu. Bugünkü kapalı havanın nedeni sensin. Kara bulutlar gelmedi, senin kıymetini bilemediğin aşkın, bulutları siyaha boyadı. Onlar kara değil, siyah…

“Işığı kim söndürdü acaba?” diye düşünerek etrafına bakıp durma. Sen onun kıymetini anlamadın, karanlıkta kaldın. Işık söndürülmüş filan değil, sadece siyaha boyandı. Ben yapmadım, yanındayken değerini bilemediğin o güzel insan yaptı. Sen tahmin edemedin ama ampullerin hepsini siyaha boyadı. Odanın karanlığında beyaz duvarları da göremiyorsun artık, için sıkılıyor. Dışarı çıkman lazım, duvarlar üstüne geliyor ama bir minik ayrıntıyı atlıyorsun. O duvarlar da beyaz değil artık. Evet, doğru tahmin ettin, onları da siyaha boyadı giderken…

Oda karanlık, daha da kötüsü onun kokusu da yok artık. Oralarda bir yerde de değil. Giderse bu kadar umursayacağını, siyahlar bağlayacağını hiç düşünmemiştin ama gitti. Siyah montunu giyip, siyahlara yürüdüğü an, hiç gözünün önünden gitmiyor. “Neden gitme diyemedim?” diye şimdi kendine sormanın bir anlamı yok. Ortam siyah olmadan soracaktın. Gururun müsaade etmedi değil mi? O zaman şimdi al gururunu karşına, bütün gece karşılıklı fal bakın. Bakalım fallarda bir gelen, giden var mı?

“Ne fal bakması be kardeşim? “İçim daralıyor” diyorum, anlamıyor musun? İçime bir siyahlık çöktü”. Tamam, o zaman dışarı çıkalım ama hemen uyarayım, gökyüzü de siyah. Üstelik senin yüzünden bizim de içimiz daraldı, siyahlaştı.  Ne demişler? “Bir aşkının kıymetini bilmeyenin, yedi mahalleye zararı vardır”. Maşallah seninki 17 mahalle oldu.

“Üzerindeki elbise siyah mıydı? Of Allah’ım onu bile hatırlamıyorum. Hiç dikkat etmemişim. Durum böyleyken, nedir benim içimi siyaha boyayan, umutlarımı, düşüncelerimi siyaha çeviren? Güzel vakit geçiriyorduk, onunla sohbet etmeyi de çok seviyordum ama gittiğinde her rengi siyaha boyayacağını hiç düşünememiştim. Çok sevmediğim kahverengi bile yok artık hayatımda, her yer siyah…
Zaten çok sevmiyordun ki, nedir bu karamsarlık? İlk önce kelimelerimizi doğru kullanalım; onun adı karamsarlık değil, siyahlık. Acaba yanındayken kıymetini anlayamama durumu mu vardı? Üzüntüden gözlerine siyah perdeler inene kadar ağlasan da faydası yok artık, aşk gitti bir kere… Gecenin siyahlığına karıştı…
Aşk gitti. Renkleri de yanında götürdü. Meğerse bütün renkler aşk var diye varmış. Aşk var diye gül kırmızı, papatya beyazmış. Aşk var diye ağaç yeşil, gökyüzü maviymiş. Hele Boğaz’ın suları; aşk var diye masmaviymiş. Aşk var diye, (sen bilmesen de) sen ona aşıkmışsın. Belki de ilk günden beri, belki de ilk dakikadan beri. Belki de saçlarını her yöne sokuşturduğu için. Sen bilmesen de, kalbin, miden zaten biliyormuş…

Yanındakinin kıymetini bil, her yeri siyaha boyatma. Siyah zor bir renktir. Üstüne renk tutmaz. Beyazı bir çırpıda siyaha boyayabilirsin ama siyahın üstüne boyamak o kadar kolay değildir.

Üzülme renkler bir gün geri gelecek ama o gün gelinceye kadar, uzunca bir müddet siyah kalacaklar…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Aralık 2017 Cuma

Tek Bir Güzel Haber

Günaydın Dostlar,

Hiç tek bir güzel habere ihtiyacınız olduğu bir zaman oldu mu? Bazen haberler öyle arka arkaya gelir, öyle bir üzerinize kümelenir ki koca dünyada hiçbir şey iyi gitmiyormuş gibi hissedersiniz. Kötü haberler maratonunun son kilometrelerinde koşucular arasında kalmış tavuk gibi olursunuz. Bütün kötü haberler sizinle bir arada olabilmek için bir yarış içindedirler. Kendi kendinize “Tek bir güzel haber duymak istiyorum.” diye mırıldanırsınız.
“İstemiyorum sizi, gidin.” deseniz de kıçınızın dibinden ayrılmazlar. İstemediğin ot dibinde bitermiş misali bir yaklaşımla sadece dibinizde değil; üstünüzde, altınızda, her yerinizde biterler. Kardeşim bu kadar çok haber geldi, bir tane de iyisi gelmez mi? Neden anlamak istemiyorsunuz? Tek bir güzel haber duymak istiyorum.


Gerçekten de her şey kötü mü gidiyor yoksa siz mi öyle hissediyorsunuz? Herhangi bir anda dünyada, ülkede, evde, sokakta, işyerinde, her yerde her şey kötü gidiyor olabilir mi? İstatistiksel olarak bu kadar çok şeyin aynı anda kötü gitmesinin ihtimali çok düşük olmalı. Beş yüz yıldır yaşanmamış şeylerin hepsi birden bir anda bizi bulmuş olamaz. Ne diyorsunuz, olabilir mi? Hepsi kapıda kuyruk olmuşlar, ışık bekler gibi sizi bekliyorlar. Tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Bu kadar dert yetmezmiş gibi bir de üstüne Fener yenilir. İyi oynasa, mücadele etse de yenilse üzülmezsiniz ama hem kötü oynar hem de yenilir. Siz, evinizin salonunda sahadaki oyunculardan daha çok çaba gösterirsiniz. Fener kazansa kötü giden her şeyi bir anlık da olsa unutacaksınız ama bu lüksü size vermezler. Maçtan sonra “Bu hayatta zaten her şey çok kötü.” ruh halinize geri dönersiniz.

Hâlbuki biraz kıçlarını kaldırsalar ne güzel olurdu. Çok fazla bir şey istemiyordum ki tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Zaten her şey kötü giderken masanın ucundaki sarı kız beni görse, dertlerimi unutsam kime ne zararı olurdu ki? Görmesi bile şart değil, en azından baksaydı. İyi niyetle uzanan güzel, minik bir el; bırakın dünyadaki sıkıntılarınızı uzaydakileri bile unutturur. Madem görmedi, madem bakmadı; keşke üç saniye bana gülseydi. Kahkahalar peşinde değilim, minicik bir gülücük istiyorum, tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Siz sarı kızın kalbini çalamadınız ama hırsız arabanızı çaldı. Bu kadar sıkıntının arasında bir de bu eksikti. Üstelik çok da iyi bir yere park ettiğimi düşünüyordum. İçindeki ses “Boş ver arabayı, sen kalbini park et.” dese de işin gerçeği, artık park edecek araba da yoktur. Kalp zaten yok. Dimyat’a kalp kazanmaya giderken evdeki arabadan olduk. Uzaklara boş boş bakarak yürürsün serin sokaklarda. Kafanda hep aynı cümle “Çok bir şey istemiyorum ki tek bir güzel haber duymak istiyorum.”
Kız seni görmez, araban da bulunmaz, havalar da kararır. Birden "Güneşe ne oldu?” derdine düşersin. İnanması çok zor ama güneş de yok artık. Sıra sıra bekleyen dertler güneşini de aldı götürdü. Gece karanlığında gökyüzüne bakamazsın, ay dedeyi de kaybetmekten korkarsın. Ne kızın sıcaklığı var artık ne de güneşin sıcaklığı. Sen varsın, ay dede var, bir de karanlık ve soğuk var. Soğuk sokaklara, kaldırımlara oturma hasta olursun. Olamaz, bir sıkıntı daha mı geliyor? Hasta olmak istemiyorum, sadece tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Bütün dünya kötüye giderken en yakınındakilerin, en sevdiklerinin de tavrı değişir. Onlar da kötüye gidiyor olamaz, beni satmaz onlar. Bence de satmazlar, sadece bir sonraki menfaate kadar bir süreliğine kiraya verirler. Üzülmeyin tapunuz hep onların elinde kalır, sadece piyasa koşullarına göre zaman zaman garanti olarak kullanılırsınız. Ben kefil de olmak istemiyorum, garantör de; sadece tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Kalbin kırgın, kalbin üzgün, kalbin taşlaştı. Taş demişken taş gibi sarı kız da yok artık. Buzlu yağmurlar suratına vuruyor. Kara bulutlar her yerde. Televizyonu, radyoyu, bilgisayarı hiç açmasan daha iyi olur. Aslında özleyecek kimsen de yok ama birilerini özlediğini hissedersin, bir şeyleri özlediğini hissedersin. Daha başka ne olabilir ki diye düşünürken kedi elini ısırır. Sen onu en pahalı mamalarla besler, en iyi doktor amcalara götürürsün; o da senin elini ısırır. Nankör müdür nedir? Nankör olmayan bir insandan güzel bir haber duymak istiyorum. Tek bir güzel haber duymak istiyorum.

Bu dünyadaki bütün haberler kötü olamaz. Moralinizi bozmayın. Bir gün mutlaka güzel haberler arka arkaya sıralanacaklar. Buna gerçekten inanıyorum. O gün gelene kadar da tek bir güzel haber duymak istiyorum.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

19 Ekim 2017 Perşembe

Firuz Kanatlı

Günaydın Dostlar,

Şener Şen’in Haydarpaşa’ya indiği gibi elimde bavulumla Eskişehir Tren İstasyonu’ndan çıktığımda, yağan tipi altında bir an için “Ben burada tek başıma ne yapıyorum?” diye düşündüm. Hava karanlık, sokaklar boş ama kar taneleri çok doluydu. Suratıma doğru bir yarışın içindeydiler. “Boş boş uzaklara baktım” demek isterdim ama bakamadım.
Burukluk bir gün sürdü. Ertesi sabah işe başladığımda, Eti kültürünün sıcak havası Eskişehir’in dağlarından yelken açarak gelen bütün buzlu yağmurları ılık bir melteme çevirdi. Sevgili Ali İhsan Bey ilk kahvemi bile elleri ile yaptı. Muhteşem bir yakınlık vardı. İlk gün ile ilgili bütün detaylar halen aklımın bir köşesinde duruyor.


Ben dünyanın en sevimli insanı olmadığıma göre, neydi bu yakınlığın, bu aile ortamının sebebi? Kendimi bir anda ailenin bir parçası gibi hissetmeme neden olan büyünün içinde ne vardı? Burası gerçekten de büyük bir aileydi. İyi niyetli, sakin, kocaman bir aileye gelmiştim. Nedenini bilmesem de, ben Eti’de çalışmazken de, hiç kimseyi tanımasam da kendimi bu aileye çok yakın hissederdim. Yakın arkadaşlarım bilirler, “Burçak ve çay” sohbetleri yapmayı da çok severdik.

İşte o büyünün en ortasında Firuz Baba var. Karşınıza çıkan yakınlığın, sıcaklığın, mütevazı bir hayatın, iyi niyetin hepsinin ama hepsinin temelinde Firuz Kanatlı var. Onun yaşam şekli ve hayata bakış açısı, hem kendi ailesinin bütün fertlerine, hem de bütün çalışanlara örnek olmuş durumda. Ne diyor insanlar biliyor musunuz? Firuz Baba, Gülay Anne… Hatta Eti Anne…

İnsanların severek ve isteyerek birilerine anne, baba diyebilmesi ne kadar güzel ve özel bir duygudur. Patron diyebilirsiniz, amirim diyebilirsiniz, başkanım diyebilirsiniz vb. ama kaç iş yerinde, kaç kişiye gönülden “baba” diyebilirsiniz. Parayı yatırırsın, şirketi kurarsın, patron olursun ama baba olamazsın. Baba olmak parayla satın alınamaz, yürek yatırımı gerektirir.

Sabri Ülker’in vefatı esnasında gazetelerde gördüğümüz sözler, her gün karşımıza çıkan cinsten değildi. Yıllar geçmiş olmasına rağmen, o cümleleri halen tek tek hatırlıyorum. Bu nasıl bir inceliktir, en büyük rakibe bu nasıl bir saygıdır? Herkes başaramaz ama unutmayalım ki Firuz Baba herkes değildi. Sıkıntılı anlarında rakiplerine bile her türlü yardımı yapmayı düşünebilecek kadar kocaman kalpli bir insandı.

Ben kendi adıma Firuz Baba ile konuşma şansı bulamadığım için çok üzgünüm ama bıraktığı muhteşem eserin ve çok doğru yetiştirilmiş aile fertlerinin bir parçası olduğum için de çok mutluyum. Yaşadıklarını, tecrübelerini onun ağzından dinlemeyi çok isterdim.
Dostlar çok özel bir insan bizleri bıraktı ve ebediyete intikal etti. Daha Eti ile hiçbir bağım yokken, Firuz Baba'nın hayatını okumuş ve çok etkilenmiştim. Bu şehir ve bu ülke bir insanı bu kadar çok seviyorsa vardır elbet bir nedeni. Hiçbir şey kendiliğinden kocaman bir sevgi şelalesine dönüşmez.

Para hepimiz için çok önemli bir parametre. Bunu inkâr edemesek de, örnek liderlerimiz sayesinde bu hayatta paradan çok daha değerli şeyler de olduğunu öğrendik. Nasıl örnek bir insan olunur dersi aldık. Büyük paralar harcasak alamayacağımız bir dersi, sevgili Firuz Kanatlı’dan bedavaya aldık.

Sevgili Firuz Baba, biz seni hiç unutmayacağız. Seni hiç tanıyamamış olsam da, yaptıklarını ve nasıl örnek bir insan olmaya çalıştığını çok iyi biliyorum. Yerleştirdiğin felsefe, Firuz Kanatlı yaşam şekli Eti camiasında sonsuza kadar baki kalacaktır.

Bizlere bıraktığın en büyük hazine, fabrikalar, depolar, işyerleri değil; “yaşarken örnek olmak” dersidir. Mekânın cennet olsun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Örcün Barışta

Günaydın Dostlar,

Bu dünyadan bir Profesör Doktor Örcün Barışta geçti. Sessizce geçti, mütevazıca geçti. Hak ettiği değeri göremeden geçti. Sevgili kardeşim İbrahim’in biricik annesi Örcün Barışta’yı kaybetmiş olmanın derin üzüntüsünü yaşıyoruz.
Herkes sevgili teyzemin isminin değişikliğine takılırdı ama onun değişikliği isminden değil, insanlığından gelirdi. Bütün hayatını işlerine ve sanat tarihine adamış bir değeri kaybettik. Duayen hoca tarifine en çok uyan insanlardan biriydi. Zor bir ortamda, kendine edindiği misyonun gerekliliklerini yerine getirmeye çalışırdı.


Örcün teyzenin bambaşka bir dünyası vardı. Hepimizin her gün gündemini meşgul eden konular, onun hayatında çok da önemli değildi. Kitapları, yazdıkları, okudukları ve çalışmaları ile bambaşka bir dünyanın içindeydi. İnsanların sanata ve estetiğe çok da önem vermediği bir coğrafyada, sanat tarihine adanmış bir kalp taşımak nasıl bir şeydir, bizler hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Örcün Barışta, bir öğretmendi; verdiği en önemli ders de, “Dünya çapında eserlere imza atıp, nasıl mütevazı olunur?” konusuydu.

Böyle bir sohbetin içinde olmadık ama sanat ve sanat tarihi adına etrafında yapılanlardan veya yapılmayanlardan çok da mutlu olmadığını düşünüyorum. Geçim savaşları ve rant kavgaları arasında sıkışmış bir toplumda, ne yazık ki bilime ve ilime çok fazla yer kalmıyor. Günü kurtarmak çabaları;  sanat ile de, tarih ile de ters orantılı parametreler.
Günü kurtarma çabası hiç yoktu. Dedim ya, o farklı bir dünyada yaşıyordu. Cüzdanı değil, kalbi kocamandı. Hiçbir zaman paraya pula kıymet verdiğini görmedim. Verici ve sürekli düşünen bir insandı. “Ne kadar maaş aldığımı bilmiyorum” dese, kimse şaşırmazdı. Onun dünyasında para bankalarının değil, bilgi bankalarının önemi büyüktü. Her zaman bilgiye, öğrenmeye, kendini geliştirmeye, sürekli araştırmaya çok değer veren bir insandı.
Sonuçta Örcün Teyze’de su üstünde yürümüyordu. Onun da hepimiz gibi kötü alışkanlıkları vardı. Bir türlü yakasını kurtaramadığı, uzun süreli tiryakilik, muhtemelen bu talihsiz hastalıkta da başrolü üstlendi. Yavaş yavaş ortaya çıkan belirtiler, görme bozukluklarına neden olduğunda bile ilk sözleri, “Ben göremezsem nasıl yazarım, nasıl okurum olmuştu?” Göremezsem günlük hayatımı nasıl yaşarım endişesinden ziyade, yazamazsam nasıl yaşarım endişesi kapladı bütün benliğini. Yazamazsa yaşayamayacağını çok iyi biliyordu.

Muazzam bir bilgi birikimi, muazzam bir tecrübe ve çok uzun yıllara yayılmış adanmış bir hayat. Benim tahminim günlük konular, Örcün teyzenin kafasında %10’dan daha fazla bir yer tutmuyordu. Çok fazla boş laf etmeyi de sevmezdi. Çok görüp, çok anlayıp, az konuşanlardı. Az konuşurdu dediğime bakmayın. Mert ve cesur bir insandı. İnandığı konuları sonuna kadar savunurdu. Kimseden çekincesi olmadığı gibi, herkese laf yetiştirebilecek kadar da bilgi birikimi vardı.

Boş işler hiçbir zaman ona göre değildi. Her gece televizyonda dizileri takip ettiğini veya futbol takımlarının peşinden koştuğunu hiç tahmin etmiyorum. Tanımayanlar için bir kere daha belirteyim; çok farklı seviyede bir insandan söz ediyoruz. Hepimizin bayılarak izlediği aylaklıklar hiç de ona göre değildi. Yaşananlar tabii ki onu da etkiliyordu ama asıl önceliği her zaman kendi konularıydı.
Sağlıklıydı da aslında ama içindeki sıkıntılar ve bu sıkıntıları söndürsün diye içine çektikleri onu negatif yönde etkiledi, ömrünü kısalttı. Bizleri erkenden bırakıp gitmesine neden oldu. Hastalıklara da çok fazla takılmazdı. En sıkıntılı günlerinde bile “Bir şeyim yok” demeyi başarabilen bir insandı.
Kimine erkek gibi kadındı, kimine de kadın gibi kadındı derler. Örcün teyze, her yerde, her ortama uyabilecek bir birikime ve zekâya sahipti. Başka bir coğrafyada yaşıyor olsa, belki de bundan yüz kat daha değerli olur, el üstünde taşınırdı.

Erken oldu be Örcün Teyze. Sen daha küçüktün. 18 yaşında hemen evlendiğin için, herkes seni daha büyük zannediyor. Çok kalabalık bir özgeçmiş ve birçok değerli eser; hepsi senden bize hatıra kaldı. Bizim etrafımızdakiler hep gidiyor, sevdiklerimiz hep gidiyor. Böyle takdir edilmiş, sen de git bakalım. O taraftaki sevdiklerimiz artık bu taraftakilerden fazla olmaya başladı.

Sen de git ama biz seni hiç unutmayacağız. Mekânın cennet olsun sevgili Örcün teyzem…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…