Bu sabah yine geçmişe
geri dönüyoruz. Gelin hep beraber çok güzel ve sıcacık bir yaz sabahında
Tekirdağ'a doğru yola çıkalım. Hem de Tekirdağ Sahili'nin bozulmamış doğal
zamanlarına.
"Etrafımızda bin
türlü sıkıntı varken, sabah sabah Tekirdağ'a gitmek de nereden çıktı?"
demeyin; unutmayın, burası Sabah Sabah Evrankaya.Amerika’da yaşadığım dönemlerde nadiren de olsa yaz tatillerinde Türkiye’ye geldiğimde; genelde zamanımın çoğunu Ankara’da geçirir, İstanbul’daki dayımı, dedemi, anneannemi görmek için de Amerika’ya dönmeden önce üç dört gün de İstanbul’a uğrardım.
Hangi yıl olduğunu çok iyi hatırlamıyorum ama kardeşim Ayşın, o sene Çanakkale’nin, Ayvacık İlçesi’nin, Gülpınar Köyü’nde arkeoloji kazısındaydı ve dolayısıyla Ankara’da görüşemedik. Gitmeden önce yine her zaman olduğu gibi İstanbul’a uğradığımda sevgili kardeşim Sinan’ın kardeşi Mehmet ile sohbet ederken, “Kardeşimle filan da görüşemedim” dediğimde, “Ağabey Çanakkale dediğin yer şurası; atlarız arabaya gideriz, bir gece kalır döneriz. Ne olacak ki?” dedi.
Olurdu, olmazdı derken ertesi sabahın çok erken saatlerinde yola çıktık. Gelibolu üzerinden gitmenin daha kolay olacağına karar verdik. Tabii o zamanlar şimdiki gibi hızlı feribotlar filan yok. Gelibolu’ya gidip oradan arabalı vapur ile karşıya geçmek gerekiyor.
Tekirdağ’a vardığımızda güneş daha yeni doğmuştu. Yollar, sokaklar bomboştu ve şehirde tatlı bir huzur vardı. Denizin dibindeki çay bahçesi daha yeni açılmış, amcanın biri hortumla yerleri yıkıyordu. “Çay var mı?” diye sorduğumuzda “Buyurun daha şimdi yaptım” diye cevap verdi. Deniz tam anlamıyla çarşaf gibi, dal kıpırdamıyor. Hatta bırakın dalı, yaprak bile kıpırdamıyor.
Çayları beklerken
dibimizdeki bir pastanede, siyah tepsilerin içinde daha yeni fırından çıkmış
poğaçaları gördük. Sevgili Mehmet hemen gitti birkaç tane aldı. O arada çay da
geldi, zaten ortam da süper, nasıl yayıldık anlatamam. Canımız bir türlü
kalkmak istemiyor. Sürekli “Bir çay daha içelim de kalkalım” veya “O peynirli
poğaçadan birer tane daha yiyelim de kalkalım” diyoruz ama bir türlü de ayaklanamıyoruz.
Tam bu esnada yan
masalardan birine 35 yaşlarında filan, gayet uzun saçlı bir amca geldi oturdu.
Bize selam verdi, biz de ona verdik ama yüz ifadesinden lafı uzatacağı da
belliydi. Oturdu masasına, çayından bir yudum aldı ve “Biliyor musunuz, ben
Barış Manço’yum” dedi. Her şey çok fazla güzel gidiyordu, biri veya bir şey bu
ortamı bozmasa şaşardım. Adama ne cevap verdiğimizi hatırlamıyorum ama o güzel
sabahın içine ettiği de kesin.
“O sizin hepinizin
tanıdığı Barış Manço taklit, gerçeği benim” diyerek ikinci bir teşebbüste
bulundu. Kafamı çevirip, “Allah cezanı vermesin senin!” bakışlarımla adama
baktığımı hatırlıyorum.
Baktı ki ilgilenmiyoruz,
bu sefer de korkunç sesiyle, bütün Tekirdağ Sahili’nin huzurunu kaçıracak
şekilde, “Dağlar dağlar” diye bağıra bağıra şarkı söylemeye başladı. Mehmet’e
dönüp “Kalk gidelim kardeşim” dediğimi hatırlıyorum. Düşünüyorum da, bir bakıma
da iyi oldu. Barış Manço gelmese, biz orada daha kaç saat otururduk Allah
bilir.
Sonunda köye vardık ve
Gülpınar’da kardeşim ve arkadaşları ile çok güzel bir gün ve bir gece geçirdik
ama o başka bir sabahın konusu...
Sağlıklı kalın, mutlu
kalın…
Günaydın Dostlar,
YanıtlaSilYazılarımı Twitter'da AykutEvrankaya sayfasında, Facebook'ta Sabah Sabah Evrankaya sayfasında, LinkedIn'de Emin Evrankaya sayfasında takip edebilirsiniz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...