31 Mayıs 2019 Cuma

Dev...

Günaydın dostlar…

Çok büyük amcalarımızdan bir tanesi, “İstanbul’a iki tane dev şehir hastanesi yapacağız” demiş. “Dev” sözcüğü dinleyen kalabalıkları heyecanlandırsa da, bende aynı heyecanı yaratmıyor.
“Dev” demenin veya “”En büyük” demenin, sorunların da en büyüğü olduğunu iyi bilenlerdenim. Boyut büyüdükçe sorunlar da aynı oranla büyüyor.


Hastaneler gerekli ve yeni, modern hastaneleri hepimiz destekliyoruz. İyi güzel de, bu hastaneler dev ebatlarında olmak zorunda mı? İstanbul gibi ulaşımın çok zor olduğu bir şehirde, herkes iki tane dev hastaneye mi ulaşmaya çalışacak?

Sağlık çok önemli bir konu ve hastaneler de bu denklemin çok önemli bir parçası. Bu hastanelerin çok büyük yapılmasının bir nedeni de, oradan oraya giderken on bin adım atmamızı sağlamak. Böylece daha sağlıklı olacağız ve hastane hizmetlerine ihtiyacımız kalmayacak.

Allah mecbur etmesin, ben henüz dev şehir hastanelerinin hiçbirinin içine girmedim. Giren arkadaşlarım ve orada çalışan doktorlar. Bir yerden bir yere gitmenin çok zaman aldığını ve büyük bir zaman kaybı olduğunu söylüyorlar. Arkadaşlar söylenmeyi bırakın da yürüyün, sağlığınıza çok iyi gelecek.

Düşünüyorum da, iki tane dev hastane yapacağımıza dört, beş tane orta boy dev yapsaydık daha iyi olmaz mıydı? Hem ulaşması daha kolay olurdu, hem de hastane kampüslerinde kaybolmazdık.

Ben Eskişehir’den ayrılmadan önce, Organize Sanayi girişinde, zaten yoğun trafiği olan bir bölgede, dev bir şehir hastanesi yapıldı. Ben oradayken henüz açılmamıştı ama şu anda o bölgeyi nasıl etkiledi bilmiyorum. Üstelik de (doğal olarak) şehrin epeyce dışında.
Dünyanın ileri gitmiş devletleri “Dev” işinden vazgeçtiler. Bunların yönetilemez olduğunu ve ekonomik olmadığını anladılar. Haberlerde hiçbir zaman Avrupa veya Amerika ile ilgili “Dev” haberleri duymazsınız. Devler hep Orta Doğu’da veya Asya’dadır. En büyük betonu dökerek, başka konularda da en büyük olamazsınız.

On altı, on yedi milyonluk bir şehir var elimizde. Koskoca Amerika’da bile bu büyüklükte bir şehir yok. Sonuç? Yönetilemeyen, ihtiyaçları zar zor karşılanan, en ufak bir yağmurda felç olan, bir yerden bir yere gidilemeyen, betonlaşma yüzünden havası bozulmuş bir dev.

“Dikey büyüme yok” deniliyor, halen süratle otuz, kırk katlı binalar yapılıyor. Birinci dereceden deprem kuşağı olan bu şehre daha kaç insan sığdırmaya çalışacağız?

Dubai’deki alışveriş merkezlerini birçoğumuz gördük. Taksiye ulaşmak için bile bitmek bilmeyen koridorlardan yürümeniz gerekiyor. Zamanında Amerika da bu büyüklükte mekânlar yapmış ama artık derslerini almışlar.
Bu devirde farklılığı yaratan şey, yerinde ve zamanında hizmet verebilmektir. İnsanları kendine veya dev yapılarına çağırmayacaksın, hizmeti ayaklarına götüreceksin. Benden altmış km uzaktaki bir havaalanının bana çok da faydası olmayacağı kesin.

“Havaalanı” demişken, bu alandan yılda yüz yirmi milyon yolcunun gelip geçeceği söyleniyor. Bu rakam doğru mudur veya havadaki koridorların kapasitesi buna müsait midir bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bunun yerine iki tane yetmiş milyonluk (seksen, altmış da olur) havaalanı yapılsaydı çok daha iyi olurdu. Uzaktaki noktalara ulaşmaya çalışmak, gereksiz yere şehir içi trafiğini de arttırıyor. Şu anda İstanbul Havaalanı’na giden hiçbir raylı sistem yok ve önümüzdeki iki, üç yıl içinde de olacakmış gibi durmuyor.
Üç, beş yıl sonra ihtiyacımız iki yüz milyon yolcuya çıktığı zaman, bu sefer de iki yüz milyon kapasiteli havaalanı mı yapacağız?

Dünya devlerden vazgeçti, artık minik devlerle oynuyor. Umarım biz de çok yakında dev aşkımızdan vazgeçeriz. Devlerin aşkı büyük olur ama sorunları da çok büyük olur…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Sokak Müzisyenleri...

Günaydın dostlar…

“Bir şeyler oluyor aşk tadında” sözlerini duyunca hemen kulak kesildim. Sizlerin de bildiği gibi “Aşk Tadında” bizim Eti’nin çok güzel bir ürünüdür, aynı zamanda da Fatma Turgut’un çok güzel bir şarkısıdır.
Zaten bir şeyin aşk tadında olup da güzel olmaması da mümkün değildir. İster bir şarkı olsun, ister güzel bir gofret, ister melek gibi bir yüz; tadına doyamazsın. Çok istersen, gofreti yerken şarkıyı da mırıldanabilirsin.


Avrupa’da çok yaygın olan sokak çalgıcıları kültürünün son yıllarda bizim ülkemizde de yayılıyor olması çok hoşuma gidiyor. Çeşitli vesilelerle veya spor amaçlı çok fazla Cadde’de yürüyen bir insan olarak, sokak müzisyenlerini görmeyi ve dinlemeyi çok seviyorum.

Yıllardır bu arkadaşları dinlerim, üstelik son yıllarda sayıları da çok arttı ama bugüne kadar Fatma Turgut şarkısı söyleyen bir arkadaşa hiç rastlamamıştım. Fatma Turgut benim listemde bambaşka bir yerdedir. İster Model şarkıları olsun, ister kendi şarkıları hepsini zevkle dinlerim.

Cadde’de “Aşk Tadında” şarkısını söyleyen minicik bir kızdı. Üniversiteye giden bu kızcağız, Fatma Turgut seviyesinde olmasa da, Fatma Hanım’ın komşusu olabilecek bir seviyede söylüyordu. Kendisini sözlü olarak kutladım, buradan da bir kere daha kutluyorum.

Üniversite öğrencilerinin bu şekilde müzisyenlik yapmalarını ve kendilerine bir ek gelir sağlamaya çalışmalarını çok takdir ediyorum. Her şekilde de desteklemeye çalışıyorum. Her zaman farklılıkları seven ve “Aşk farklılıktır” görüşüne inanmış bir insan olarak, farklı olanı yapmaya çalışanları takdir ediyorum.

Adımlarını sayarken karşına çıkan bir şarkı, bir anda sana Doktorlar Lokali’ni veya Barlar Sokağı’nı hatırlatabiliyor. Kafanı dağıtıyor, bir anda seni bambaşka bir yere götürüyor. Her şarkının bir hikâyesi vardır. Belki olduğun yerleri hatırlatıyordur, belki de olmak istediğin yerleri.
Caddebostan’da ut çalarak şarkı söyleyen teyzeyi de ilk defa gördüm. Onun da ayrı bir farklılığı, ayrı bir tadı vardı. Evinin oturma odasında çalıp, söylüyormuş gibi bir hali vardı. Zaten de güzel olan, doğal ve samimi tavırlarıydı.

Sokak çalgıcılarının artması benim hoşuma gidiyor. Belki rahatsız olan dostlarımız da vardır. Beni rahatsız eden tarafı da, bu yöndeki artışın ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor olması. Üniversite için harçlığını çıkarmak ayrı bir şey, bugünün pahalılık fırtınasında geçinemediği için gitarını, bağlamasını alıp sokaklara çıkmak ayrı bir şey.
İnsanlar ek gelir peşinde. Hem sevdiği bir enstrümanı çalıyor, hem de evine üç, beş kuruş ekstra para götürmeye çalışıyor. Udi teyzemin de minicik bir torbası vardı. Gitar kutularının kaldırımın yarısını kapladığı bir ortamda, sanki teyzem utanarak o torbayı yanına koymuş gibi duruyordu. En azından ben öyle hissettim, zira ilk bakışta görünmüyordu bile.
Cadde müzisyenlerle dolu ve hepsi de kabiliyetli insanlar. Plak çalmayı bile zar zor beceren bir insan olarak hepsini çok takdir ediyorum. Yürüyüşlerimde bana renk katıyorlar. Bazen aşk tadında olur, bazen de rahmetli Dilber Ay’ın söylediği gibi tavuklar pişebilir. Benim için hepsi olur.

Sokaklar bu işin mutfağıdır. Buralardan yetişmiş ve çok meşhur olmuş birçok sanatçı var. Bütün gün sosyal medyada resim kovalamaktansa, bir müzik aleti çalıp hem kulağa hoş gelmek, hem de cebe hoş gelmek! Neden olmasın?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…