28 Mart 2016 Pazartesi

Lahore...

Günaydın dostlar…

Pakistan’a ilk gittiğim seyahatten aklımda kalan en büyük konu, insanların ne kadar mutsuz olduğu ve hiç gülmemesiydi. 190 milyondan fazla nüfusu olan ve hiç gülmeyen bir devlet. Defalarca gittim geldim, bir kere bile kahkahalarla gülen bir insan gördüğümü hatırlamıyorum. Konuyu bile unutmuşlar. En fazla tebessüm ediyorlar.
Beraber çalıştığımız Pakistanlı dostlarıma bu durumun nedenini sorduğumda, “İnsanların gülecek hali mi var?” diye bana cevap vermişlerdi. Bir başkası da, “İnsanların bugün gülecek bir şeyleri olmadığı gibi, ileriye yönelik umutlarını da her gün biraz daha kaybediyorlar.” demişti. Bu durum biraz tanıdık gelmeye başladı ama neyse.


Pakistanlıların çok büyük bir kısmı çok fakir insanlar. Bu tip ülkelerde sık sık karşımıza çıkan, ülke gelirinin çok büyük bir kısmının çok küçük bir zümrenin elinde olması durumu, Pakistan’da da mevcut. Çok lüks hayat yaşayan küçük bir kesim var ama onların da çoğunun İngiltere bağlantıları var.

Pakistan’da çok fazla iyi tahsil görmüş insan var. Çok da zekiler ama bu durumu bir türlü ülkeyi ileriye taşıyacak bir şekilde kanalize edemiyorlar. Bunun da en büyük nedenlerinden biri din istismarı. Medreselerin toplum üzerindeki etkisi çok büyük ve birçok yolda karşınıza çıkabiliyorlar.

Sokaktaki dilencilerin bile anadili gibi İngilizce konuştuğu bir ortamda, bu kadar tahsilli insan da varken, bu ülke çok farklı yerlerde olmalıydı, diye düşünüyorum. Aynı değerleri Hindistan paraya çevirdi, Pakistan çeviremedi.
Mutsuzluklar ülkesinin en büyük şehri, ülkenin güneyindeki Karaçi Limanı. 18 milyondan fazla nüfusuyla ikinci büyük şehri de Lahore. Coca-Cola Pakistan’ın merkezinin de Lahore’de olması nedeniyle ben de bu şehre defalarca gittim. Pakistan’ın bütün özelliklerini yansıtan, sokaklarda Mercedeslerle eşeklerin yan yana gittiği çok kalabalık bir bölge.
Lahore’da ve Pakistan’ın diğer şehirlerinde yıllardır terör olayları oluyor ama dünyanın geri kalanı Müslümanların ölmesini çok fazla önemsemediği için, bu saldırılar genelde çok fazla bir haber değeri de bulamıyorlar. Her gittiğimizde kaldığımız otelde (Lahore’un tek 5 yıldızlı oteli) bile patlama olmuştu ama saldırı olduğunda tesadüfen biz orada değildik. Daha sonra gittiğimizde, otelin ön tarafı zarar gördüğü için mutfak kapısından girip çıktığımızı çok iyi hatırlıyorum.

Pakistan’da hiçbir sokak çok fazla emniyetli değil. Sokaklarda yürüdüğünüz zaman etrafta çok fazla kadın görmüyorsunuz. Ülkede çok fazla yabancı da yok. Hatta "hiç yok" da diyebiliriz. Allah var; bizleri çok seviyorlar ama vize istemeyi de ihmal etmiyorlar. Ben kendi adıma, ne ülkeye girerken, ne de çıkarken hiçbir zorlukla karşılaşmadım.

Fakirliğin ve mutsuzluğun tavan yaptığı topraklarda, insanların yarınından endişe duyduğu bir ortamda, bir gram lunapark mutluluğunu bu insanlara çok gören katillerin köşe kapmaca oynadığı bir dünyada yaşıyoruz.
Birazcık mutluluk yaşarlarsa, bir saniye yüzleri gülerse alışırlar diye mi korktunuz? Hiç mi gülmesin bu insanlar? Politik nedenlerle ve din sömürüsü ile zaten her şeylerini ellerinden almışsınız. Sıcağın altında oturan, hareket etmek için motivasyonu olmayan, hiçbir umudu kalmamış bir topluma dönüştürülmüşler. Bir insanı sıfırlarsan, umutlarını yok edersen ondan sonra kontrol edilmesi çok daha kolay olur. Gelecekten hiçbir umudu kalmamış bir insan, senin keyfin olsun diye ölüme bile gider.
Ben, bütün zor yaşam şartlarına rağmen Pakistan’a her gittiğimde oradaki dostlarımla güzel vakit geçirdim. İnanmayacaksınız ama sık sık gülüyorduk da. Her zaman da bu insanların çok daha fazlasını hak ettiğini düşünmüşümdür.

Bu toplumu, lunaparktaki bir saniyelik mutluluğa mahkûm edenlere de, o bir saniyeyi bile çok görüp, suçsuz günahsız insanları öldürenlere de yazıklar olsun. Kimse unutmasın ki, kul görmese de, görüp sesini çıkarmasa da; Allah görüyor…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

25 Mart 2016 Cuma

İşkilli Büzük Dingilder...

Günaydın dostlar…

Ne anlama geldiğini bilmiyorum ama çocukların atasözleri sözlüğünden aldığıma göre çok da terbiyesiz bir anlamı yoktur herhalde diye düşünüyorum…
“Ulan”, desem benim okuyucularım hemen bana kızıyorlar. “Emin Bey, size hiç yakışmadı” gibi yorumlar alıyorum. Sizler kızmadan, ben hemen özür dileyeyim.


Açıklaması şu şekilde yapılmış:

Herhangi bir konuda tedirginliği olan ya da yaptığı işe inanmayan kimsenin kendisini belli edeceğini belirtmek üzere kullanılır.

Veya
Bir konuda zaten suçlu olmasından ya da kuruntusundan dolayı karşı tarafın da suçlu olduğunu ima etmesi üzerine alınan tavır için söylenmiş söz.

Reza amcanın başına gelenlerden sonra, sizce Amerika’ya gitmeden önce artık insanlar iki kere düşünüyor mudur? Hatta 3 kere…
Buna bağlayacağım başka bir konu yok. İçimden geldi paylaşayım dedim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Mart 2016 Perşembe

Her İşin İçindeyiz...

Günaydın dostlar…

Hayatının yarısına yakın bir kısmını Amerika’da yaşamış bir insan olarak savcı amcanın bugünlerde şokta olduğunu düşünüyorum. Şokta olduğu için bizimkilerin yazılarına laf yetiştirmeye de başladı. Çok yakında; savcı amca Fenerbahçeli mi yoksa Galatasaraylı mı tartışmaları da başlar.
Bizim karizmatik savcının ismi, Preet Bharara. Amerika’nın en meşhur savcılarından biri olarak tanınıyor. Bilhassa da para işlerindeki sakatlıklara bakıyor. Bugüne kadar hep yüksek profilli ve medya ilgisi çok yoğun olan davalarla uğraşmış. Bir tanesi hariç, bu davaların hepsini de kazanmış ve insanları mahkûm ettirmiş. Mahkum ettirdikleri arasında çok büyük isimler de var. Daha büyük hedefleri de var. Günün birinde daha yüksek pozisyonlara da gelmesine kesin gözüyle bakılıyor.
Herkes kendine göre bir takım yorumlar yaparken en güzel yorum da sevgili Günhan Hanım’dan gelmiş. “Savcı ne kadar yakışıklı değil mi?” diye yazmış. Bu yorum bana Amerika’daki kadınların sadece yakışıklı olduğu için Clinton’a oy vermesini hatırlattı.

Bütün bunları yapmış ama bu amcaya bugüne kadar kimse, “senin için yaprak sardım, yolluyorum; yarasın tosunuma” diye tweet atmamıştır. Adamcağız, tercüme bile ettirse işin içinden çıkamaz. Anadolu çocuğunun biri, “ağabey gel de küçük bir sofra kuralım, enfes şalgam suyumuz var” diye yazmış. Öyle güzel davetler var ki, benim bile gidesim geliyor.

Çok meşhur bir savcı dedim ama Twitter’daki takipçi sayısı sadece 6000 civarındaydı. Bize bulaşınca sayı 2 gün içerisinde 200000’i geçti. Amerikalıların kendinden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen yapısını, bizim her işin içinde olan yapımızla mukayese ettiğiniz zaman, bu rakamlar makul gibi duruyor. Takipçi sayısı çok yakında bir milyonun da üzerine çıkar…
Sözü geçen 6000 kişinin çoğu da bu işlerle ilgilenen insanlardır. Sokaktaki Amerikalı hayatta gidip de bir savcıyı takip etmez. Hatta bu savcının takip ettiği davalardan haberi bile olmaz. Geri kalmış ülkelerde herkes politikacı olduğu için, ülkece atladık konunun içine. Tabi ki bir de hepimiz futbol hakemiyiz.

Merak ediyorum; akşam eve gittiğinde, eşine “hayatım bugün adamın biri bizi Türkiye’ye davet etti, yengeyi de al gel, bizim misafirimiz olun” yazmış, diye anlatıyor mudur acaba! Şurası kesin ki, bu dava ile birlikte bütün hayatları değişti. Anadolu çocukları ile uğraşmanın ne demek olduğunu şimdi anlayacak. Bir günde, bütün hayatı boyu aldığından daha çok tweet almaya başlayacak.

Bir gün, bir iş için bizim savcı amca Türkiye’ye gelmeye kalkarsa, havaalanında Drogba’nın gelişi gibi karşılama yapılacak vallahi. İnsanların ilgisinden korumak için zırhlı Mercedes filan tahsis etmek gerekecek.

Savcı tamam da; biz Amerika’da yaşarken, Amerikalıların en çok tanıdığı Anadolu çocuğu, Mehmet Ali Ağca idi. Muhtemelen şimdi Reza amca da ikinci sıraya yerleşecektir. Atatürk ismini bilen de çok var ama ne yazık ki bu ikisi kadar olmayacaktır. Tabi ki son yılların televizyon fenomeni, Doktor Öz’ü de unutmamak lazım.
Emin’in tek bir arzusu var. İster Amerika, ister Türkiye hiç fark etmez. Yeter ki adalet yerini bulsun. Suçlu olan cezasını çeksin, olmayan da hayatına devam etsin. Hak yerini bulsun, şehitlerimizin çocukları incinmesin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Mart 2016 Çarşamba

Hayırsever Reza Amca...

Günaydın dostlar…

Her zaman belirttiğim gibi; ben bu politik işlerden çok anlamıyorum. Zaten anlasam da, bu işleri gayet güzel yazan insanlar varken, bir de benim yazmaya çalışmama hiç gerek yok.
Reza amca, konusuna getirilen en ilginç açıklamalardan bir tanesini, sevgili Tolga Tanış zaten yazmış. Aşağıdaki bağlantıdan bu yazıyı okuyabilirsiniz. Bence, çok ilginç ve net bir açıklama. Ayrıca, bu yazının bu olaylardan çok önce yazıldığını da belirtmek isterim.

http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/Tolga-Tanis_322/Zarrablara-veda_29583333
Ben, olayın politik yönünü bir kenara bırakıp, yaşananlara matematiksel olarak yaklaşmak istiyorum.

Basından okuduğumuz kadarıyla, Reza amca, ailesi ile beraber, dünyanın en masum hislerini taşıyarak, Florida’ya tatile gitmiş. Eğer ki, bu ihtimal doğruysa ve bizim amca başına gelmesi muhtemel işleri hiç düşünmeden, South Beach’de eğlenmek için Miami’ye gittiyse, dünyanın en saf insanıdır.
South Beach, uzaktan baktığınız zaman güzel görünür ama dünyanın her çeşit insanının köşe kapmaca oynadığı tehlikeli bir bölgedir. Bir yanda kumların sıcaklığı, diğer yanda da otellerin, restoranların soğukluğu vardır. Dikkatli olmazsanız, yolculuğunuz buzhanede de bitebilir, çok sıcak, kasvetli bir ortamda da.
Belki de bizim hayırsever amca, “bize her yer Ankara” felsefesini çok iyi benimsediği ve de kendine çok güvendiği için, kimsenin kendisine bir şey yapabileceğine inanmıyordu.

Ortağı, ülkelerin bir tanesinde çok ciddi cezalara çarptırılmış biri; “Amerika, bu ambargo delme işlerine çok sinir oluyordu, Allah korusun bu ülkede başıma bir iş gelmesin” diye düşünmez mi? Bu kadar da göstere göstere Amerika’ya gidilir mi?

Ülkelerin ekonomisini değiştirecek kadar, zeki ve sokak cini olan bir insan, nasıl olur da bu kadar saf olabilir? Saflığın da bir sınırı var. O zaman hiçbir şey hissettirmeden, pusuya yatıp, sinsi sinsi bugünü bekleyen Amerikalıları da ayrıca tebrik etmemiz gerekiyor. Demek ki, böyle bir şey yapacaklarını hiç kimseye hissettirmeden, sabırla beklediler.
Hadi diyelim ki Reza amca bu ihtimali düşünemedi, etrafındaki ağabeyleri, amcaları, dayıları, akıl verenleri de mi düşünemedi?

Kanunlara ve kurallara uymayı bir yaşam şekli olarak benimsemiş bir insan olarak, geçen kış Amerika’ya gittiğimde; girişte sıkıntı çıkarır diye, sevgili kardeşime simit bile götüremedim. Amerika’ya girerken, yanınızda getirdiğiniz yiyecekler konusunda çok hassas davranıyorlar. Geçmişte bu konuda insanların yaşadıkları sıkıntıları da bildiğim için böyle bir riske girmek istemedim.

Ben, sorun çıkmasın diye simit götürmeye çekiniyorum, amca yıllarca ambargoları delmiş, hiçbir şey yokmuş gibi elini kolunu sallayarak tatile gidiyor. Kendine güvenmek güzel bir şey ama fazlası da insanı gerçeklerden uzaklaştırır.

Bir diğer ihtimal de, bizim hayırsever amcanın bilerek ve büyük bir pazarlığın parçası olarak, Amerika’ya gitmiş olma ihtimalidir. Aile ile beraber gitmek de, kamuflajın bir parçasıydı. Bu amcanın varlığını ve söyleyeceklerini kullanarak, bazı çevreler, biz de dâhil olmak üzere bazı ülkeleri köşeye sıkıştırmaya çalışabilirler. Önümüzdeki günlerde bu gibi konulardaki gelişmeleri hep beraber takip edip göreceğiz.
Tolga Tanış’ın da belirttiği gibi; işi bitenler yavaş yavaş tasfiye ediliyor. İran’ın normal global ilişkilere dönmesiyle de, bizim amca ve benzerlerine artık ihtiyaç kalmadı. Büyük pazarlıkların sonunda neler ortaya çıkacağını, önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Mart 2016 Pazar

Amca Çok Kızdı...

Günaydın dostlar…

Sizlerin de bildiği gibi; Almanların işgüzarlığına bizim vali amca çok kızdı. Ayrıca, olay yerini de 260 metre kadar yanlış tahmin etmişler. Sevgili Alman kardeşlerim, bir işi ya tam yapın, ya da her işe bulaşmayın. Bu şehrin bir valisi var, gerekeni yapar.
 
Almanların en büyük sorunları, bizim esnekliğimizi anlayamamış olmalarıdır. Canımız istediği zaman o bölgede nasıl da kuş bile uçurtmadığımızı hiç görmemişler herhalde. Dün akşam sevgili vali amcam, bu patlama o patlama değil dedi.
Bizler tabi bugünlerde hangi patlamanın hangi patlama olduğu konusunda çorba olduk. Şimdi beni merak ettiren konu; bu patlama o patlama değilse, o patlama da oralarda bir yerlerde dolaşıyor mu acaba?

Bırakın normalini, yükseleni bile Yay burcu olan bir insan olarak her türlü sakat konu benim aklıma gelir. Düşünüyorum da, dün yaşanan olay, Almanlar yaygara çıkarmasaydı, belki de 2 gün önce yaşanacaktı gibi bir durum söz konusu olabilir mi?

Bizlerin haberdar olduğu gibi, gelişmelerden teröristler de haberdar olmuş olabilir mi? Oldularsa, bir yerlerden bir plan değişikliği yapılmış olabilir mi? Herkes haberdar oldu, sen şimdi bir iki gün saklan sonra Taksim Meydanı’nda kalabalık bir noktada patlatırsın, diye bir talimat gitmiş olma ihtimali çok yüksek.

Bence, planların bozulması, bombanın sistemini de bozdu. Sürekli olarak giy, çıkar derken bağlantı noktalarında hatalar oluştu. Bağlantılardaki bozukluk da, bu sabah Taksime doğru yürüyen teröristin üzerindeki bombaların zamanından evvel patlamasına neden oldu.

Bu ihtimali beğenmediniz mi? O zaman şöyle bir durum ortaya çıkıyor. Taksim’e kadar ulaşamayacağını, fark edildiğini anlayan terörist bulduğu ilk kalabalık noktada pimi çekti.
Bugüne kadar gördüğümüz bu tip eylemler bize gösterdi ki, bu katiller verebilecekleri maksimum zararı verebilmek için, ulaşabilecekleri en kalabalık noktaları tercih ediyorlar. Az bir ihtimal bile olsa da, belki de ilacın etkisinden kurtulan terörist, “daha fazla zarar vermemek” gibi içindeki en son kalmış vicdan kırıntısıyla eylemi orada gerçekleştirdi.

Bunlar gibi birçok ihtimal geliştirebiliriz ama sonuç hepsinde aynı karanlık köşeye çıkar. İnsanlığın dip yaptığı, terörün ve nefretin tavan yaptığı bir coğrafyada bugünlerde yollar hep karanlıklara çıkıyor.

Bundan bir sonraki aşama, bizim ülkemizdeki Avrupa Okulları’nın güvenlik görevlilerinin sokaklarda terörist yakalaması olacaktır. Yavaş yavaş herkes başının çaresine baksın noktasına doğru gidiyoruz.

Her ne yaşanırsa yaşansın; birlik olmak, cesur olmak ve akıllı olmak zorundayız. Sokakların boş ve korkak hali bize hiç yakışmıyor ama aptalca kendimizi tehlikenin ortasına atmanın da bir anlamı yok.
Sosyal platformları kapatarak, İnternet’i yavaşlatarak bu işleri önleyemeyiz. Olaylar olduktan sonra gösterdiğimiz başarıyı, olaylar olmadan göstermeliyiz. “Olay yerine çok sayıda ambulans sevk edildi” cümlesini duymaktan bıktım, usandım. Haber programları tarafından, bu durumun sanki çok üstün bir başarıymış gibi anlatılması da ayrı bir konu.

Asıl başarı, ambulans sevk etmeye gerek kalmamasında…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Mart 2016 Cuma

Okul Tatili...

Günaydın dostlar…

Dün sabah, çocukları Alman Lisesi’ne giden dostlarımızın paylaştığı haberler, bir anda İstanbul’un bütün gününü etkiledi.
Ne diyordu bu haberde? Güvenlik gerekçesiyle Alman Lisesi eğitime bir günlük ara vermişti. Bilhassa da Alman Konsolosluğu’nun civarında çok fazla dolaşmayın diyordu. Bilmiyorum ama böyle bir istihbarat aldıklarına göre, belki de konsolosluk da çalışmalarına bir günlük ara vermiş olabilir.


Emin’in açısından baktığınız zaman, bu olayın iki boyutu var.

Birincisi, çileli bir ülkede yaşayan insanlar olarak zaten çeşitli nedenlerle okulların kapanmasına alışığız. İki gram kar yağsa, hemen okullar kapanır. Geçmiş yıllarda, bilhassa Ankara’da, hava kirliliği yüzünden okulların kapanmasını da defalarca yaşamıştık. Eylül ayının başında da, turizmciler biraz iş yapsın diye okulları kapattık ama galiba o pek bir işe yaramadı.

Şu veya bu nedenle okulların kapanmasına alışığız ama terör korkusu yüzünden İstanbul’da okulların kapandığını ben hiç hatırlamıyorum. Bu nedenle Alman Lisesi’nin dünkü kararı İstanbul’da yaşayanlar için bir kırılma noktasıdır. Yıllardır dizi izler gibi, Cizre’deki okulların kapatılmasını izleyen bizler artık bu gibi faaliyetlerin İstanbul’un göbeğinde de olabileceğini anlamış bulunmaktayız.
Trafikte kalma korkusuyla okula gitmemek ayrı bir konu, okulda bir terör eylemi olabilir korkusuyla okula gitmemek çok ayrı bir konu. Çocuklar, “Okul neden kapalı anne?” diye sorduğunda, hiçbir anne baba, “kötü şeyler olma ihtimali varmış da ondan” demek istemez. Güneydoğu’da çok zor şartlar altında okula gitmeye çalışan çocuklarımızın Allah yardımcısı olsun.
Konunun ikinci boyutu da, diğer okullar ve işyerleri. Alman Lisesi, bir istihbarat aldı ve kendi mekânlarını kapattı. Anlayamadığım konu, burada bulunan diğer okullar ve diğer insanlar için tehlike yok mu? Tam olarak etrafta ne var hatırlamıyorum ama 200 metre ötede bir devlet okulu varsa, o okuldaki öğrenciler için bir tehlike yok mu?

Almanlar, bu istihbaratı nereden almıştır ve neye göre karar vermiştir? O bölge için bir eylem ihtimali varsa, o bölgedeki bütün binalar ve sokaklar için önlem alınması gerekmez mi? Devlet yetkililerinin çıkıp, ya “böyle bir istihbarat yok” demesi gerekiyor, ya da o bölgeyi tamamen kontrol altına alması gerekiyor.

Sonuçta, konuştuğumuz konu Almanlar. Dünyanın çalışkan ve ciddi bir milletinden bahsediyoruz. Rastgele veya kulaktan duyma laflarla böyle bir iş yapacak bir millet değil. Duyunca ne diyoruz? “Vardır bir bildikleri,” diyoruz.
Her zaman söylüyorum, korkmayacağız, cesur olacağız ama bir o kadar da akıllı ve uyanık olacağız. Böyle bir dönemde, Avrupa okullarının kararlarına göre değil de, hükümetimizden gelen bilgilere göre, hayatımızı şekillendirirsek, daha mutlu olacağız.
Bu olmadığı zaman, insan ikilemde kalıyor. Almanların haberi var, biz ayakta uyuyoruz gibi bir hisse kapılıyoruz. Belki de, bizimkilerin de haberi var ama vatandaşlarıyla paylaşmıyorlar, diye düşünmeye başlıyoruz.

En düşünmek istemediğimiz konu da, Almanların canı daha kıymetli, biz zaten her gün ölüyoruz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Mart 2016 Salı

Hepsini Sizden Öğrendim

Günaydın Dostlar,

Yıllar boyunca başarılı hükümetlerimiz sayesinde her şeyi çok detaylı bir şekilde öğrendik.
Öğrenmediğimiz hiçbir şey kalmadı. Bu konuda sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Altmış yıldır bu ülkede yaşıyorum ve muazzam bir eğitim aldım. Eğitilmekten anam ağladı.


Doğar doğmaz, bu ülkede başkalarının hakkına tecavüz etmenin prim yaptığını öğrendim. İnsanlara ve kurallara saygı göstermemenin işe yaradığını öğrendim. Çalışkan ve dürüst olmak yerine yalakalık ve ilişkilerin seni çok daha uzaklara taşıyabileceğini öğrendim.

Ters yola girenin evine daha çabuk varabileceğini öğrendim. Trafikte araba kullanmak ile tarlada traktör kullanmak arasında çok da bir fark olmadığını öğrendim. Yollardaki şeritlerin neden çizildiğini birçoğumuzun bilmediğini öğrendim. Freni patlayan kamyonların, otobüslerin, beton mikserlerinin altında ölmenin kaderimiz olduğunu öğrendim.

Kapkara olmuş yüzlerin ekmek parası için toprağın derinliklerinde ölmelerinin, bu işin fıtratında var olduğunu öğrendim. Yapılan işlerde en önemli konunun para harcanmaması olduğunu öğrendim. 10 TL’lik bir alet almamak için on işçinin kolaylıkla ölüme yollanabileceğini öğrendim. Ölenlerin öleceğini, kalanlarla yola devam edileceğini öğrendim.

Din, mezhep ve ırkçılık gibi konuların, bizim gibi fakir ülkelerde yüzyıllardır nasıl kullanıldığını öğrendim. Dünyada en çok silah üretip satan beş ülkenin terörü lanetleyen ülkeler arasında ilk beş sırada olduğunu öğrendim. Doğu’da insanlar birbirini öldürdükçe Batı’daki insanların marka don giyebildiğini öğrendim.

İnsanlar açlıktan ölürken dünyanın nimetlerinin çok büyük bir kısmının çok küçük bir azınlık tarafından yenildiğini öğrendim. Şirketlerin krizlere karşı alabildiği en büyük tedbirin çaycıları ve şoförleri işten çıkarmak olduğunu öğrendim.
Okulların ticarethaneye, öğretmenlerin zorunlu pazarlamacıya dönüştüğü bir ortamda çocuğum okulu bitirip, iyi bir işe girip ayda 2.000 TL kazanabilsin diye bu rakamın yüz mislini, bin mislini harcamam gerektiğini öğrendim.

Tatillerde paramla rezil olmayı ve Avrupalının 10 TL’ye gittiği tesislere 100 TL vererek gitmeyi öğrendim. Sabahın körüne saati kurup şezlong kapmayı, akşam yemeklerinde masa kapmayı öğrendim. Tatilde bile olsam benim hayatımda eziyetin hiç bitmeyeceğini öğrendim.
Yağ kuyruklarında büyümeyi, kahve kuyruklarında olgunlaşmayı ve hayatımın son yıllarını halk ekmek kuyruklarında bitirmeyi öğrendim.
Allah’ın takdiri, dedim, depremle yaşamayı öğrendim. Malzemesi az olan binaların kabartma tozu konmayan kekler gibi çöktüğünü öğrendim ama derdimi kimseye anlatamadım. Her öğrendiğim şeyin her yerde konuşulamayacağını da öğrendim. Erken yaşlarda olmasa da daha sonraki yıllarda doğru ve dürüst bir insan olmanın bu dünyada çok da bir işe yaramadığını öğrendim.

Her zaman bu işin bir de öbür tarafı olduğunu düşünerek yaşamam gerektiğini öğrendim. Kul görmese de Allah’ın gördüğünü öğrendim. Yaptığım yardımlara, iyiliklere karşı bir sürü nankörlük ile karşılaşacağımı öğrendim.

Etrafımızda göğüs kafesinin içi boş olan insanlar olduğunu öğrendim. Bazı dolu olanların da benimki ile aynı marka olmadığını öğrendim. Bu dünyada fabrika ayarları yalancılığa, oyun oynamaya, samimiyetsizliğe, kötülüğü ayarlanmış insanlar olduğunu öğrendim.
"Kalp var mı yoksa yok mu?" demişken sağlık sigortan varsa yün donuna kadar MR’ını çekeceklerini ama yoksa zaten yaşamaman gerektiğini öğrendim. Sokaklarda büyüyen çocukların, bizim vitaminlerle büyüttüğümüz apartman çocuklarından çok daha sağlıklı olduklarını öğrendim.

Bütün bunları ve çok daha fazlasını öğrendim ve yoruldum artık. Yavaş yavaş öğrencilik yaşımın da artık çok gerilerde kaldığını düşünürsek artık başka bir şey öğrenmesem mi acaba? Çok şey mi istiyorum?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Mart 2016 Pazartesi

Herkes Biliyordu...

Günaydın dostlar…

Âdet olmuş, biz de diyoruz ama aslında bu kara günde “günaydın” denecek bir durum da yok. Ayda bire inen canlı bomba eylemlerine alıştırılmaya çalışılan bir toplumun, bunu normalleştirmeme çabaları içinde verdiği bir yaşam savaşı.
Gerçekten de herkes biliyordu.


Sizlerin de bildiği gibi, ben son 3 gündür Ankara’daydım. Etrafımızdaki çok fazla hastalığa rağmen, çok güzel saatlerimiz de oldu. Duygularımızın tavan yaptığı anlar da oldu, dün akşamki gibi dibe vurduğumuz dakikalar da. Kardeşim, Eskişehir Yolu’nun bilmem neresinden patlamayı duyduğunu söyleyince, olayın boyutunun büyük olacağı belliydi.  

Ankara’da yeni bir canlı bomba eylemi beklendiği herkesin dilindeydi. Amerikan Konsolosluğu’nun bu konuda göndermiş olduğu yazı da, elden ele dolaşıyordu. Dedikodulara göre, hedefteki noktalardan biri de, Bahçelievler’deki 7. Cadde’ydi. Çocukluğumuzun geçtiği, kendi halindeki 7. Cadde artık Ankara’nın en hareketli yerlerinden biri haline geldi. Eskişehir yolundaki üniversitelerin öğrencilerinin, Bahçelievler’de yaşamaya başlamasıyla, 7. Cadde’nin de çehresi değişti. Araç ve yaya trafiği her zaman çok kalabalık, bir yer haline geldi.

Annemlerin evi de 7. Cadde’de. Kaldırımlardaki polisler ve yunuslar dikkat çekiciydi. Anlayacağınız, alınmış bir takım önlemler vardı ama bir araç dolusu patlayıcıyla birileri o sokağa dalsa, kaldırımdaki polisler ne işe yarayacaktı, ben pek anlayamadım. Muhtemelen herkesle beraber onlar da öleceklerdi.

Bu işlerden sorumlu olan bakan amca diyor ki, “Bizlere kızıyorsunuz ama siz sadece yakalayamadığımız eylemleri görüyorsunuz. Biz, birçoğunu sizin haberiniz olmadan yakalıyoruz.”. Böyle bir duruma sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Bizim sadece buzdağının tepesini görüyor olmamız, beni hiç mutlu etmiyor. Demek ki, bir de yakalayamasalar, şu anda ayda bire inmiş olan eylemler, haftada bire inecek.

Ben güvenlik uzmanı değilim. Kendini havaya uçurmaya karar vermiş bir insana karşı önlem almanın çok da kolay bir iş olmadığını da tahmin edebiliyorum. Hele de bunlardan yüzlercesi ortalarda geziyorsa. Bizler akşam yatağımızda rahat uyuyalım diye canlarını ortaya koyan ve bu uğurda şehit olan güvenlik görevlilerimizi buradan bir kez daha şükranla anıyorum. Hepsinin mekânı cennet olsun.
Bu tip eylemlere karşı önlem almak çok zor olsa da, yapılanlardan daha fazlası yapılabilir miydi? Bence yapılabilirdi. Bazı arkadaşlarım da, “madem bu tip bir ihtimal vardı, insanlar da sokağa çıkmasaydı” diyorlar ama bu bir çare değil. Biz de dedikoduları bile bile, sık sık 7. Cadde’de dolaştık. Korkudan eve kapanıp terörün ekmeğine yağ süremeyiz. Bütün acılara rağmen, bir yandan da hayatımızı devam ettirmek zorundayız.

Ne yapabiliriz? Kendimizi eve kapamak çare olmadığına göre, daha akıllı olmaya çalışabiliriz. Etrafımıza daha uyanık, daha dikkatli bir şekilde bakabiliriz. Dün ben otobüsle döndüm ve bir türlü üzerindeki parkayı çıkarmayan bir Afrikalı genç çok dikkatimi çekti. Otobüs çok sıcaktı ve ben bile neredeyse donla oturacakken çocuğun boncuk boncuk terleyerek parkasını çıkarmadan oturması çok dikkatimi çekti. Sürekli telefonla konuşması, ürkek ürkek etrafa bakması da diğer huzursuz edici faktörlerdi ama ne yapabilirsiniz ki? Otobüse binerken en ufak bir güvenlik önlemi yok. Gidip de, “çıkar ulan üzerinden o parkayı” diyecek halimiz de yok. “İnşallah parkanın altı bomba dolu değildir”, demekten başka bir şey yapamıyorsunuz.

Bahçelievler’in sokaklarında büyüdüğümüz günlerde; çocuklar, “şans, talih, kader, kısmet 5 kuruş”, diye bağırarak, bir şans oyunu oynatırlardı. 25 kuruş verip, kartonun üzerindeki küçük bir numarayı iğneyle kazırdın. İçinden bir hediye çıkarsa, senin olurdu; çıkmazsa da saman tabir edilen gofretimsi minik parçalardan verirlerdi. Gerçekten de tadı saman gibiydi. O günlerde, çikolata da çıkabiliyordu, saman da; bugün nereyi kazırsan kazı, altından ölüm çıkıyor.

Bu millet birçok şeye alıştırılmıştır. Örnek olarak, trafik kazalarını hiç umursamayız. Bizim ülkemiz de, trafik kazalarında ölenlerin, hiçbir haber değeri yoktur. Etkisi yarım gün sürmez. Her türlü kötülüğe alıştık ama sabah evinden çıkarken, akşam evine dönemeyeceğini bilmeyen insanların, bir hiç uğruna öldürülmelerine hiçbir zaman alışmayacağız…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Mart 2016 Salı

El Duşu Kırılmış...

Günaydın dostlar…

Markanın servisinden gelen amca, “el duşu kırılmış” şeklinde bir uzman görüş bildirdiğinde, ben de “iyi ki söyledin” demek istedim ama sonra vazgeçtim.
“A öylemi, ne yapmamız gerekiyor o zaman?” şeklinde bir şey çıktı ağzımdan. Uzman amca da, “değişmesi gerekiyor ağabey” diye cevap verdi. Doğal olarak ben de, “tamam değiştir o zaman” dedim; o da değiştirip, parasını alıp gitti.


Keşke bu kadar basit olsaydı. O zaman, bu sabah yazısı da tam da buralarda bir yerde bitmiş olurdu ama ne yazık ki hayat bu kadar basit değil.

Medeni bir insan olarak, ben de bu tip işler için servis çağırılması gerektiğini iyi bilenlerdenim. Cuma günü aradım ve Pazartesi öğleden sonrası için randevu aldım. Telefondaki nazik sesli teyze, “Pazartesi öğleden sonra orada olacaklar, sizin için uygun mudur?” diye sordu. “Evet, uygundur teyzeciğim” dedim ve randevu işi halledilmiş oldu.

Uzman amca, rüyasında beni görmüş olacak ki, sabah saat 9.00’da aradı. “Ağabey servis çağırmışın, ben 10 dakika sonra orada olacağım” diye. Ulan, öğleden sonra dememiş miydiniz? Daha horozlar ötmeden, ben yün donumu bile giymemişken, ne arıyorsunuz? Ben tesadüfen evde olmasam, Allah bilir “biz geldik ağabey, sen yoktun” diyecekler. Buradan bütün servislere bir duyuru yapmak istiyorum; Suadiye’de saat 9.00’da öğlen olmuyor.
Lafı uzatmayalım, bizim amca 9.10 gibi zili çaldı. Açtım kapıyı, banyoya götürdüm; iki dakika sonra yine zil çaldı. Gittim açtım, bu sefer de gelen yardımcısıymış. Baktılar ve “el duşu kırılmış, değişmesi lazım” dediler. Benim onayımı takiben çırak minibüse el duşu almaya gitti.
10 dakika sonra zil çaldı ve bizim yardımcı elinde 3 adet duş ile geldi. Geldi ama uzman arkadaş mutlu değil. “Onlar değil, onlar değil” dedi ve el duşlarının aracın içinde nerede olduğunu bir kere daha tarif etti.

Çocukcağız, bir kere daha gitti, bir kez daha zili çaldı geldi ama bir kez daha duşları yanlış getirdi. Çocukla bir yere varamayacağını anlayan bizim uzman amca, bu sefer kendi gitmeye karar verdi. Bir kere daha zil çaldı. Emin, bir kere daha kapıyı açtı ama neyse bu sefer doğru duşlar gelmişti. Kolay değil, ne de olsa işin uzmanı gitti aşağıya.

Neyse taktılar, ettiler, paralarını alıp gittiler. Adamların arkasından tam etrafı havalandırıyordum ki, yine zil çaldı. Doğru tahmin ettiniz, yine bizim yardımcı uzman. Çocuğa, “Yine ne oldu?” diye sorduğumda, bir zıkkımı benim banyomda unuttuklarını söyledi. Bu gibi durumlarda genelde iki şık vardır. Ya o zıkkımı alıp yardımcı uzmanın kafasına indireceksin, ya da “A öylemi, git al canım” diyeceksin. Başka bir ihtimal yok.
İlk şık çok cazip gelmesine rağmen, ben yine de şeytana uymadım. Ben de gidip getirebilirdim ama çocuk gitti kendisi aldı. Tabi ki her geliş gidişlerinde de, bir de kapıda galoş giyme çıkarma merasimi yaşanıyor.
Neyse, zıkkımını da aldı gitti sonunda, diye düşünürken bir kere daha zil çaldı. Ayıptır söylemesi bu durumda üçüncü bir şık ortaya çıktı. Artık aleti elinden alıp kafasına vurmak, hiç cazip gelmemeye başladı. Beynim başka çözümler üretmeye başladı.

Bu düşüncelerle kapıya doğru yöneldim ve kapıyı açtığımda karşımda sucuyu gördüm. Karşımda, her zaman kibar ve nazik sucu amcayı görünce, fikirlerim bir anda değişiverdi. Zaten son defa kapı çaldığında, karşıma sucu amca değil de, bizim uzman yardımcısı çıkmış olsaydı; sizler şu anda bu yazı yerine gazeteleri okuyor olurdunuz.

Emin’in Notu: Şansınızı zorlamayın, kimsenin zilini çok fazla çalmayın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Mart 2016 Cuma

Senede Bir Gün...

Günaydın dostlar…

İnsan hayatının çok önemli kırılma noktaları vardır. O gün yaşanan veya yaşanmayan şeyler, hayatınızın geri kalanının tamamını etkiler. Geçen günkü kuzenler buluşmasında da işte böyle bir gün gündeme geldi.
Karşınızdaki insanın niyetine bağlı olarak, bütün hayatınızı değiştirecek bir gün.


Beylerbeyi’nden kalkıp, Caddebostan Plajı’na gitmek, şehirlerarası yolculuk yapmak gibi bir şeydi. Özel arabanız yoksa üç aktarmayla anca gidersiniz. Hiç kimse de bu şekilde Caddebostan’a gitmeyeceğine göre, kısacası gidilmezdi.

34 DS 683 plakalı, Opel Rekord marka araba, bizi Caddebostan’a götürüp getirmekten hiç bıkmadı. Allah var, hiçbir zaman da bizi yolda bırakmadı.

Bu günlerin bir tanesinde, yine her zamanki gibi yenilmiş, içilmiş, kızlara yılışılmış mutlu, mesut eve döndüğümüz bir akşamüstünde, birden yola atlayan bir çocuk yüzünden, zavallı Opel kendini elektrik direğinin üzerinde bulmuştu.
Emniyet kemeri diye bir şey olmadığı için de, dayım ve yan koltukta oturan arkadaşı Orhan ağabey, bir anda arabanın ön tarafı ile yüzgöz olmuşlardı. Ben, Aynur ile beraber arka koltukta oturuyordum ve tek hatırladığım şey bir toz bulutu ve bağrışan insanlardı. Dayımları arabadan çıkartıp hastaneye götürmeye hazırlandıklarında, biz halen arka koltukta oturuyorduk. Allah bilir, üzerimde de kısa pantolon vardı.
O kargaşanın ortasında; kadıncağızın biri geldi, bizi arabadan çıkarttı ve evine götürdü. Yanlış hatırlamıyorsam, son anda da dayıma “Çocukları ben eve götürüyorum” gibi bir şey söyledi. O şaşkınlıkla ve yüzü gözü kan içindeyken, dayım kadının bizi tam olarak nereye götürdüğünü anladı mı, çok da emin değilim.

Kadının da bir çocuğu vardı ve biz üçümüz salonda oturup, gıcık gıcık birimize bakmaya başladık. Korktuğumuz için bize su filan içirdiğini de hatırlıyorum. Kadıncağız o ortamda bize sahip çıktı ve gözü gibi korudu. Anne bize çok iyi davranıyordu ama çocuğun bizden nefret ettiği her halinden belliydi. “Ulan bizimkiler yeni çocuklar aldılar herhalde” diye düşünmüş olabilir.

Tabii o devirlerde cep telefonu filan yok. Bırakın cep telefonunu kimsenin evinde normal telefon bile yok. Kimseyi arayıp da, “Çocuklar orada kaldı, gidin alın” diyemezsin. Hiç kimse de olmadığı gibi, anneannemlerin Beylerbeyi’ndeki evinde de telefon yok. Bilinen tek telefon, Leman Hanım teyzelerde. Leman Hanımın oğulları Yahya ve Sadık ağabey de dayımın çocukluktan beri bir arada olduğu çok samimi arkadaşları. Bugün dahi halen görüştüklerine göre, demek ki en az altmış yıllık arkadaşlıkları var.
Nasıl başardığını bilmiyorum ama dayım bir şekilde Yahya ağabeylerin evini arayıp, “Ben kaza yaptım, çocukları da orada yaşayan bir kadın aldı götürdü, git çocukları bul” demeyi başarabilmiş. Kadının salonunda, sevimsiz çocuğu ile saatlerce bir birimize baktıktan sonra, akşamın bir saatinde camdan Yahya ağabeyin geldiği gördük.
Hemen Yahya Ağabey diye kapıya koştuk ama kadıncağız gelenin bir dost olduğundan emin olmadan bizi teslim etmedi. “Bu adamı tanıyor musunuz?” diye defalarca sorduğunu çok net olarak hatırlıyorum.

Yahya ağabey, oraya nasıl geldi ve bizi eve nasıl götürdü hiç hatırlamıyorum ama sonuçta eve döndük. Dayımlar da uzunca bir tedavi sürecinin ardından iyileşti. Adını hiçbir zaman öğrenemediğimiz ve bir daha da hiç göremediğimiz o kadıncağız, benim ve Aynur’un hayatının en önemli kırılma noktalarından bir tanesinin baş aktörüdür.

Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama sanki o yıllarda iyi niyetli ve yardımsever insanların oranı daha fazlaydı. Tabii bugün de çok fazla iyi kalpli insan var fakat böyle bir yaşanmışlıkta, çocukları üç gün sonra terör örgütü kamplarında bulma olasılığınız da çok yüksek.
Benim aklımda, bu olay Acıbadem civarında bir yerlerde yaşandı diye kalmış ama çok da emin değilim. Bu konudaki en net cevabı dayım verecektir.

Bizim hayatımızın “Senede bir gün” günlerinden bir tanesi, o kaza günüdür.
O gün bizi alıp, koruyan, besleyen kadıncağız bugün hayatta olmayabilir de. O zamanlar 35 yaşlarındaydı. Bu kazanın üzerinden elli sene geçtiğini düşünürsek, hayatta olmama ihtimali de var. Vefat ettiyse mekânı cennet olsun, hayattaysa Allah sağlıklı, mutlu, güzel günler göstersin.

Kocaman kalpli, iyiliksever teyze, her şey için çok sağ ol. Biz senin o günkü hakkını ödeyemeyiz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 Mart 2016 Çarşamba

Kimseyle Küs Kalma...

Günaydın dostlar…

Bugünlerde etrafımda çok fazla küs insan var. Herkes birbirine küs. Ben her zaman küs olabilmenin de önemli bir özellik olduğunu düşünmüşümdür. Herkese küsemezsin. Küsebilmek için, karşındaki insanın küsmeye değebilecek bir insan olması gerekmektedir. Değer vermediğin bir insandan en fazla uzak durursun.
Saçma sapan bir yere giden bir söz veya gereksiz inatlaşmalar, bizim topraklarda küsme tiyatrosunun başaktörleridir. Bir de Allah var, gururlu insanlarızdır. Yorganı yakıp, kıçımız açık uyumaya bayılırız.


Yay burçlarının çok fazla küsme âdeti yoktur. Fabrika ayarları, insanlarla iyi geçinmek ve samimi davranmak üzerine kurulmuş olan yaylar, küsme işini çok fazla beceremezler.

Düşünüyorum da, bütün hayatım boyunca küstüğüm insan sayısı 10 olmamıştır. Şu anda da küs olduğum bir kişi bile yok. Ben kimseye küs değilim ama bana küs olanlar varsa onu da bilemiyorum.

Bana küs olduğunu düşünen arkadaşlarım varsa, lütfen bana yazsınlar, çizsinler hemen barışalım. Her akşam, yaşananlara ağlayacak kadar bile bilgisi olmayan şehit çocuklarını izlediğim bir ortamda, ben kimse ile küs kalmak istemiyorum. Bu günlerde, en çok yazdığımız, çizdiğimiz iki cümle; “mekânı cennet olsun” ve “Allah rahmet eylesin” iken, ben kimseye “sana küsüm” demek istemiyorum.
Bizim, toplum olarak beceremediğimiz bir diğer konu da, küs olmakla, görüşememeyi birbirinden ayırabilmek konusudur. Görüşebilmek veya görüşmeyi istemek çok farklı bir konudur. Öyle insan vardır ki, elektriğiniz çok fazla tutmaz ve görüşmek istemezsiniz, bu durum da küs olduğunuz anlamına gelmez.
Bazı insanlarla da, çok görüşmek istediğiniz halde görüşemezsiniz. Hele de İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız, bir kere eve girdiniz mi, bir daha hiçbir kuvvet sizi dışarı çıkaramaz.

Bugünlerde sevdiğimiz insanları çok sık kaybeder bir duruma gelmiş olmamız da, insanlarla küs kalmamamız gerektiğinin en büyük nedenidir. Her kaybettiğimiz insan, giderken yaşamımızın sevdiğimiz parametrelerinin küçük bir parçasını da yanında götürüyor.

Geçen akşam Fener maçını izledim, kazanınca mutlu da oldum ama maç boyunca sık sık rahmetli Burhan’ın da bu maçları ne kadar çok sevdiği aklıma geldi. Burhan’ın aramızdan ayrılışı, benim için işin önemini ve keyfini azalttı. İnsanın içine, “yalan dünya Fener kazansa ne olur, kazanmasa ne olur” gibi bir his geliyor.
Sıcakkanlı insanlar olarak, küsme konusunda çok başarılıyız. Sevgili babam, saçma sapan bir laf yüzünden 30 sene boyunca kız kardeşiyle konuşmadı. Şimdi, kimseyi tanımadan yatarken, o günler aklına geliyor mudur acaba? Karadeniz inadının yarattığı 30 koca yıl. Geçmiş, gitmiş bir daha telafisi olmayan 30 yıl. Aslında Karadeniz insanının siniri çabuk geçer ama inadı bitmez.
Kimsenin yarını garanti değil. Henüz yaşlarımız çok büyük olmamasına rağmen, lise yıllarından bile sürekli birilerini kaybediyoruz. Facebook arkadaş listem artık bizlerle olmayan sevdiklerimizle dolu. Şimdi herkes oturup küs olduğu insanları teker teker düşünsün. Bir gün seyahat vakti geldiğinde, bavulunuzu küslüklerle doldurarak kendinize de, kalbinize de yük etmeyin.

Bu kadar kin, nefret ve küslüğün pazarlandığı bir ortamda, “küs olmayın,” demenin çok kolay olmadığının farkındayım ama yıllar boyu süren küslüklerinin, kimseye bir yararı olmadığını da hiç aklınızdan çıkarmayın.

Küs olduğunuz insan, yarın yanınızda olmazsa çok üzülürsünüz. O gün geldiğinde isteseniz de barışamazsınız.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…