30 Eylül 2016 Cuma

Biniş Kartı...

Günaydın dostlar…

Hepimiz büyük paralar vererek akıllı telefonlar alıyoruz fakat onların nimetlerinin birçoğundan da faydalanamıyoruz. Herkes elindeki akıllı telefonların marifetlerinin ne kadarını kullanabiliyor acaba?
Hemen hemen hiç kullanılmayan özelliklerden bir tanesi de, uçuş için biniş kartı yaratabilme özelliği. Günümüzde her havayolu şirketinin akıllı telefonlara indirebileceğiniz aplikasyonları var. Bu programları kullanarak, bilgisayarda veya havayollarının kendi ofislerinde yapabileceğiniz işlemlerin hemen hemen hepsini yapabiliyorsunuz.


Akıllı telefonu olan herkes, telefonunu kullanarak check-in yapabilir ve elektronik biniş kartını yaratabilir. Peki, yaratıyor muyuz? Ne yazık ki, bu fonksiyonu hemen hemen hiç kimse kullanmıyor. Bu işlemi yaptığınız zaman, yaratılan elektronik biniş kartını telefonunuzdaki Cüzdan (Wallet) uygulamasında saklayıp, havaalanındaki işlemleriniz için kullanabiliyorsunuz. Biniş kartı göstermeniz gereken her noktadan telefonunuzdaki kartı göstererek geçebiliyorsunuz. Biniş kapılarındaki optik okuyucular da bu kartı telefonunuzdan rahatlıkla okuyabiliyorlar.

Ayrıca; yaratmış olduğunuz biniş kartını, e-mail veya SMS yolu ile de telefonunuza yollayabilirsiniz. Cüzdan uygulamasında bir sorun olduğu takdirde, bu şekilde gönderdiğiniz kart da yedeğiniz olur.

Bu işlemin en büyük yararı, havaalanlarının kalabalık ortamında check-in kuyruklarında sürünmemeniz oluyor. Sadece bavul bırakmak için tasarlanmış bankolardan bavulunuzu verip gidiyorsunuz. Bu ortamlarda genelde ya hiç kuyruk olmuyor, ya da çok az kuyruk oluyor. Sadece el bagajınız varsa, o zaman buna da gerek yok, doğrudan kapıya gidebiliyorsunuz.
Elektronik biniş kartlarının ikinci yararı da ağaçları kurtarması. Her gün yüzbinlerce defa yazdırılan biniş kartlarını ne kadar az kullanırsak, o kadar fazla ağacı kurtarmış oluruz. “İncecik bir karttan ne olacak kardeşim?” demeyin. O incecik kartın ağırlığını milyonlarla çarparsanız, rakamlar bir anda büyüyor.
Her uçağa bindiğimde bu işlemi gözlemliyorum ama ne yazık ki, elektronik biniş kartı ile binen genelde 1 veya 2 yolcu oluyor. Şu anda olay %1 seviyesinde. Bu oranı arttırmalıyız diye düşünüyorum. En yakınımdaki arkadaşlarım bile bu uygulamayı kullanmıyorlar.

Bir arkadaşım da, “Telefonumu kaybedersem veya evde unutursam ne olacak?” diye sordu. Hiç sorun değil havaalanında tekrar biniş kartı bastırmanız mümkün. Bunun için de sırada beklemenize gerek yok. Büyük havaalanlarının hemen hemen hepsinde biniş kartı veren check-in cihazları var.

Burada dikkatli olmamamız gereken konu, telefonun şarjının bitmemesi konusudur. Amcam geliyor havaalanına, elektronik biniş kartını göstererek güvenlikten filan geçiyor, daha sonra da uçak saatine kadar telefonda konuşarak, pilini bitiriyor. Bu duruma da bir, iki kere şahit oldum. Böyle bir durumla karşılaşınca, kimileri havaalanının koridorlarında piriz arıyor, kimileri de yeniden biniş kartı yazdırmak derdine düşüyor. Elektronik biniş kartı kullanmak istiyorsanız, telefonunuzun yeterli şarjı (en azından kapıda okutacak kadar) olduğundan emin olmanız gerekiyor. Saatlerce oyun oynayarak şarjınızı bitirmeyin…
Bir uyarı da havayolu şirketlerine yapmak istiyorum. Bavul bırakmaya gittiğinizde, her ne kadar “Benim biniş kartım var, sadece bavulumu bırakmak istiyorum.” deseniz de, çalışanlar ısrarla sizin için biniş kartı yazdırıyorlar. Bu da olayın bütün amacını öldürüyor. Bunu önlemek için, istemediğinizi çok net bir şekilde vurgulamak gerekiyor.
Dostlar, akıllı telefon kullanımı hem kolaylık sağlıyor, hem de çevresel faktörlere yardımcı oluyor. Ben ilk günden beri bu şekilde gidip geliyorum. Defalarca denediğim için, sizlere de gönül rahatlığıyla tavsiye edebiliyorum.

Bazı arkadaşlarımız da, biniş kartlarını A4 kâğıtlara yazdırıp geliyorlar. Bu yöntem de güzel işliyor ama kâğıt ziyan etmemek açısından çok iyi bir seçenek değil. Şahsi fikrim, akıllı telefonların kendimize ve çevremize yararı olacak her türlü özelliğini kullanmamız yönünde. Sadece 2 oyun oynayıp, 2 sosyal platforma girip, 3 resim çekmek, 3 gazete okumak için akıllı telefonlara bu kadar para yatırmamıza gerek yok.
Bu sabah sizlere dikkatimi çeken tek bir kullanımdan bahsettim. Akıllı telefonların başka alanlarda da zaman ve para tasarrufa sağlayabilecek, çevreyi koruyacak fonksiyonları olabilir. Araştırıp, öğrenip kullanmalıyız…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

19 Eylül 2016 Pazartesi

Okulun İlk Günü

Günaydın Dostlar,

İlkokula gittiğim dönemlerde “Okulun İlk günü.” cümlesini duymaktan nefret ederdim. Koskoca yaz tatili kuş gibi uçup gider, bir anda yine okulların açılma zamanı gelirdi. Açılış günü yaklaştıkça da bütün tadımın kaçtığını dün gibi hatırlarım. İçinizdeki mutluluk balonu yavaş yavaş küçülür gider.
 
"İlkokul günlerinde" dedim ama işin gerçeği bütün lise yıllarım da dâhil olmak üzere ben okula gitmeyi hiç sevmezdim. On bir  yıllık süreç boyunca da bu hislerim hiç değişmedi. Peki, ne zaman değişti? Değişme Amerika’da oldu. Havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama Amerika’ya gittikten sonra da tek bir ders kaçırmaz oldum.
Sabahın erken saatlerinde kalkmak benim için hiçbir zaman sorun olmadı. Okula gitmek istemememin en büyük nedeni okulu çok sıkıcı bulmamdı. Sınıfta otururken zaman zaman saate bakıp dakikaları saydığımı hatırlarım. Tabii anlatılanları dinlesem iyi olurmuş ama o günlerde hiç aklıma gelmedi.

Okulların (sınıfların) bir kısmı bir hafta önce açıldı ama çok büyük bir kısmı da bu sabah açıldı. Böyle bir günde çocukların ruh halini en iyi ben anlarım. Allah var, okula gittiğim yıllarda yaz tatillerinde sınıf arkadaşlarımı özlediğimi hiç hatırlamıyorum. "Yaz tatili bitse de arkadaşlarıma kavuşsam" diye günleri sayan çocuklar var mıdır acaba?

Okula gittiğim dönemlerde sevgili öğretmenlerin okula büyük bir zevkle döndüğünü düşünürdüm. Hatta okulların açılmasının çocukların keyfini kaçırdığını bildikleri için öğretmenlerin bu işten garip bir zevk aldıklarını bile düşünürdüm.

Sonraki yıllarda öğrendik ki öğretmenler de bu işten en az çocuklar kadar mutsuz. Çandarlı’nın incecik kumlarında yatmak varken neden gitsin de kapalı ortamlarda takılsın? “Tebeşir tozlu ortamlarda.” diye yazacaktım ama bildiğim kadarıyla o günler artık çok geride kaldı. Ben bu işlerden ne kadar uzak kalmışım.

"Uzak kalmak" demişken sevgili babam her zaman “Elli yaşından sonra yıllar daha da hızlı geçiyor.” derdi. Düşünüyorum da gerçekten de öyle galiba. Bir bakıyorsun, dün okula başladığını bildiğin çocuk bugün okuldan mezun oluyor.
“Sakız çiğnersem orucum bozulur mu?” sorusu gibi bin beş yüz yıldır bir türlü cevabını bulamadığımız bir diğer soru da “Okulun ilk günü okula ne götüreceğim?” sorusudur. Türkiye ilk günden beri bu iki soruya cevap bulamadı. Konuyu uzatma. Zaten herkesin morali bozuk, koy bir defter, iki kalem çantana, git okuluna. “Neden bütün evi yüklenip okula getirmedin?” diye kızarak seni okuldan kovacak değiller ya.
Bu aşamada sevgili velilerden çok özel bir ricamız var. Sizlerden ricamız; “Kalk bilgisayarın başından", "Bırak artık o tableti elinden"," Banyoya gir", "Dişlerini fırçaladın mı?", "Saat çok geç oldu, yat artık” gibi konularla lütfen bir de siz canımızı sıkmayın.

Kimileri mutlu oldu, kimileri mutsuz oldu ama okullar yeniden açıldı. Bütün öğrenciler, öğretmenler, veliler ve ülkemiz için çok güzel bir yıl olsun. Herkes sağlığına çok dikkat edip kendini korusun. Evet, bu sene hayat zor ama bizden çok daha zor şartlarla mücadele etmek zorunda olan insanları da unutmayalım. Savaş ortamında silah sesleri altında çalışmak zorunda kalan miniklerin de her nerede olurlarsa olsunlar, Allah yardımcıları olsun.

Sevgili Öğretmenler, 
Bu kutsal görevinizde sizlerden en büyük beklentimiz vatanına milletine bağlı, ülkemizi ileri medeniyetler seviyesine taşıyacak çocuklar yetiştirmenizdir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Eylül 2016 Pazar

Uçan Hollandalı...

Günaydın dostlar…

Ne zaman “Uçan Hollandalı.” lafını duysam, çocukluk yıllarımda sık sık dinlediğimiz bir plak (albüm) aklıma gelir. Bir sürü klasik müzik plağının arasında, en sevdiğimiz albümlerden bir tanesi Wagner’in bu güzel eseriydi.
Eser Wagner’in değilse, doğru hatırlamıyorsam, 500 tane sataşmaya maruz kalırım korkusuyla, hemen girdim baktım. Doğru hatırlıyormuşum. İşin garip tarafı o devirde Wagner’in ağır operalarının hiçbirine tahammül edemezken, ne zaman Uçan Hollandalının çaldığını duysam hemen koşarak gelirdim.


Artık plaklar yok ama çok sık olmasa da Wagner’in operalarını zaman zaman dinleyebiliyorum. İnsan her şeyi dinleyebiliyor ama oturup ağır bir opera dinlemek bambaşka bir ruh hali gerektiriyor. Cem Yıldız’dan İmkânsız Aşk dinlemeye benzemiyor. Ben opera dinlerken içki içmeyi bile beceremiyorum.

Hâlbuki bizim şarkılarımız öyle mi? Koy Ümit Besen’i CD çalara, bitir evde ne kadar içki varsa.

Uçan Hollandalı çocukluğumdan kalma çok güzel bir anıdır ve bende bu cümlenin yeri bambaşkadır. Babam genelde seyahatlerde olurdu ama bu eseri onunla bile 3-5 kere beraberce dinlemişliğimiz vardır. Hal böyleyken, yürüyemeyen ve adım atacak hali olmayan bir insanın da aynı isimle anılması beni çok üzüyor. Ne zaman Van Persie için Uçan Hollandalı denildiğini duysam, sanki Wagner’in operasının önemini azaltıyormuş gibi hissediyorum.

Her yönüyle mükemmel ve hiç unutulmayacak bir eserin, her yönüyle bitmiş ve ortalığı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan bir şahısla aynı ismi paylaşması, kaderin garip bir cilvesidir.

Van Persie, uçan Hollandalıymış. Kim görmüş? En son ne zaman uçmuş? Fener’de bırakın uçmayı, hiç oynamadı bile. Buraya gelmeden evvelki sene de hep (sakatım bahanesiyle) yedek oturmuştu. Bu durumda en iyi ihtimalle en son 4 sene önce uçmuş oluyor. Biz de iyi niyetli ve aldatılmış insanlar olarak halen adamın uçmasını bekliyoruz.

Bizim amcanın, dünkü tombul ve adım atacak hâli kalmamış kargalardan bir farkı yok. O da buraya çöplenmeye gelmiş. Dostlar, bu adam şu anda Türkiye’nin en pahalı futbolcusu. Bizlerle dalga geçe geçe koca bir serveti her yıl cebe indiriyor. Ha diyeceksiniz ki, “Adam zorla almadı ya, vermeselerdi.”. Çok haklısınız, hem bu parayı verdik, hem de bu parayı verebilmek için haftalarca peşinde koşup yalvardık.

Olay sadece bunla da kalmıyor. Yaptığı huysuzluklarla bütün takımın dengesini bozan Bay Persie, son iki yılki başarısızlıklarda da büyük bir pay sahibidir. Bunun değişik bir türü de Galatasaray’da var. Takımlarla kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyorlar. Tabi ki yönetimlerin büyük başarısızlıklarını bu iki oyuncunun üzerine yıkmak istemiyorum ama son yıllarda yaşanan sorunlarda bunların da büyük etkisi var. Teknik adamlardan oyunculara kadar, takımları kendi istedikleri başarısız Hollandalılarla doldurdular.
Tabi ki, bu işin bir diğer dolaylı zararı da, bunların 2 misli para alıp hiçbir işe yaramadıklarını gören diğer futbolcuların isteksizleşmesi yönünde oluyor. “Madem o kadar para alıyor, kurtarsın takımı o zaman.” ruh haline giriyorlar.
Yıllardır futbol seyrederim ama bu yöneticilerin nasıl transfer yaptıklarını bir türlü anlayamam. Ben bile zavallı halimle bu oyunculardan bir şey olmayacağını görebiliyorsam, bu yöneticiler nasıl göremiyorlar? Modası geçmiş ve yıllardır sakatlıklarla boğuşmuş bir oyuncuyu, çok yüksek paralar vererek, sorgusuz, sualsiz alıp getirdiler. Aynı anlayışla, tuttular Katar liginde bile takıma giremeyen bir oyuncuyu, transferin son gününde kurtarıcı olarak alelacele takıma kazandırdılar.

Böyle bir durumda, bir Allah’ın kulu da çıkıp da, “Sayın başkan bu adam 2 senedir oynamıyor, buna bu kadar para vermeyelim.” demiyor mu? Ya da biliyorlar ama her ortamda olduğu gibi ağızlarını açmaya çekiniyorlar.

Takım zaten dibe vurmuş. Maddi ve manevi olarak tarihinin en kötü yıllarını yaşıyor. Böyle bir ortamda bir de Uçamayan Hollandalımız eksikti. Zaman, bizim Yürüyen Hollandalının evine gidip, futbolu bırakıp, Uçan Hollandalı dinleme zamanıdır…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Eylül 2016 Cumartesi

Çöplükteki Kargalar...

Günaydın dostlar…

Yazılarımı ilk günden beri takip eden dostlarım hatırlayacaklardır, benim ilk yazılarımdan bir tanesi, “Çöplükteki Martılar.” başlıklı yazımdı.  Sabahın erken saatlerinde işe giderken yollarda gördüğüm martıların tavırlarına yönelik bir yazıydı. Denizde olması gereken martılar, nedense sahilde değil de, bizim buradaki çöplüklerde yaşıyorlardı.
Sabah namazından evvel CCI’a gittiğim günlerin üzerinden uzun yıllar geçti ve benim sokakların son durumu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Bayram öncesi, erken saatlerde çocukları havaalanına götürürken gördüm ki, ortalıkta çok fazla martı kalmamış.


Bir kalkışma olmuş, hatta kalkışmadan da öte, bir darbe olmuş ve sokakların kontrolü kargaların eline geçmiş. Bazı sokaklarda, çöplükler, kaldırımlar, duvarlar, bahçeler her yer kargalarla doluydu. Martılar azınlıkta kalmışlar.

Üstelik bütün kendini beğenmiş tavırlarına rağmen, martılar kargalardan daha sevimliydiler. Martının zarif bir duruşu, bir asaleti var ama karga öyle mi? Kargaların kendileri de, sesleri de çok çirkin. Üstüne üstlük bir de çok saldırganlar. Zannedersiniz ki hepsi “Kuşlar” filmini seyretmiş. Martıları mumla arar olduk. Martıların sokaklara egemen olduğu dönemler de beni şaşırtan en büyük konu, ne kadar büyük olduklarıydı. Öyle denizin üzerinde göründükleri gibi değiller, yanlarına gidince neredeyse iri bir tavuk görüntüsündeler. Kargalar da yiye yiye neredeyse martı boyutuna ulaşmışlar.

Geçen sene sık sık balkonuma gelip benle itleşen karganın halleri daha belleğimden silinmemişken, sokaklar dolusu karga görmek çok ilginç oldu. İnanılmaz bir hızla üremişler. Kim bilir, belki de birileri karga yavrularını getirip (kedi yavrularını attıkları gibi) burada sokağa atmışlardır. Bu hızla üremeye devam ederlerse, yakında sokaklardan bizi de kovarlar.

Her ikisinin de tek bir ortak yanı var, o da arabaları hiç takmıyor olmaları. Arabayla üzerine doğru gittiğim zaman, martılar lütfen bir iki adım atarlardı ama kargalar onu da yapmıyorlar. Gözlerindeki, ifade, “Geçme ulan bu sokaktan bir daha.” şeklinde.

Bu arada en gariban durumda kalan da kediler. Karizma tamamen sıfır olmuş. Ne martılar takıyor, ne de kargalar. Hepsi birer koyun büyüklüğünde olan kuşlarla uğraşmayı g….ü yemiyor. Kusura bakmayın, biraz düşündüm ama sabah sabah olayı daha iyi tarif edecek bir cümle aklıma gelmedi.
Kargaların bir de “Seni evine kadar kovalarım.” bakışı var. Kindar ve nefret dolu duruyorlar. Sabahın köründe boş sokakları mesken tutmuşken, Emin’in gelip huzurlarını bozması aynı zamanda sinirlerini de bozuyor.

İşin ilginç yanı, bu kuşların artık uçacak halleri de kalmamış. Çok gerekirse zar zor birkaç adım atabiliyorlar ama genel tercihleri hiç adım atmamak yönünde. Kuş dediğin çatılarda, ağaçlarda yaşar ama bunlar evrim geçirip kuş ile koyun arası bir hale dönüştükleri için ancak yerde yürüyebiliyorlar. Kanatları artık o şişkoluğu taşımıyor. Bir gün ortada çöp diye bir şey kalmasa hepsi açlıktan ölür.
Çöpten beslenmeye o kadar alışmışlar ki artık hangi dairenin hangi gün balık yediğini bile bilip, onun artıklarını bekliyorlar. Gideyim de kendi kendime bir şeyler bulayım günleri çok geride kalmış.
Her şeyi bozduğumuz gibi bu hayvanların yaşam tarzlarını da bozduk. Yıllar önce Aylin’e okuldan böyle bir ödev verilmişti. Şehirlerde yaşayarak normal yaşam tarzları bozulan hayvanlar hakkında bir çalışma yapmıştık. Demek ki bozulmuş dengeler daha o günlerden belliydi.

Yaşam tarzları bozulmuş, kargaların sayısı çok belirgin bir şekilde artmış. Bizler sabah sokaklar bomboşken çok dışarlara çıkmadığımız için, gün içinde bu durumu çok fark edemiyoruz ama ömrü sabahın erken saatlerinde işe gitmekle geçmiş bir insan olarak, ben büyük artışı görebiliyorum.

Bunların böyle katlana katlana artması ne gibi zararlar doğurur veya istense de önlenebilir mi; onu da bilmiyorum ama belediyelerin gelip bu hayvanları yok etmesini de hiç arzu etmiyorum.
Bir şekilde, geniş kapsamlı düşünerek herkesi kendi yaşam alanlarına döndürecek çözümler aramalıyız…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Eylül 2016 Cuma

Siyah Zeytin...

Günaydın dostlar…

“Sabah sabah siyah zeytin de nereden çıktı?” demeyin. Karatay teyzeden öğrendim. Sevgili teyzem, “Peki, onu yemezsek onun yerine ne yiyeceğiz?” şeklindeki her soruya “Siyah zeytin ye.” diye cevap veriyor.
Dün sabah ekmek ve şeker konusunu anlatmıştım. Bu sabah da birazcık diğer konulardan bahsedelim. Canan teyzemin söylediği her şeyi yapmak, çok o kadar da kolay bir iş değil ama hayatımızdaki şeker miktarını azaltmak kolaylıkla yapabileceğimiz bir şey. Ekmek yemeyi minimuma indirerek, alkolden uzak durarak bunu başarabiliriz.


Şeker konusu gerçekten de bizim elimizde olan bir konu. Diğer konularda sözü geçen besinleri büyük şehirlerde temin etmek, o kadar da kolay gözükmüyor. “Hakiki tereyağını nereden bulacağız?” denildiğinde, teyzem “Yakınlardaki köylere gidip alın.” diye cevap veriyor. Ben Kadıköy’e zar zor gidiyorum, teyzem “Şehrin yakınındaki köylere gidin.” diyor.

Tabi ki dertlerimiz şeker ve ekmek yememekle bitmiyor. Bir de meyve konusu var. Yıllardır sağlıklı zannederek yediğimiz meyvelerin meğerse hiçbir faydası yokmuş. Faydalı meyveler 50 sene gerilerde kaldı, dağdaki kurtlu elmalar tükendiğinden beri, faydalı meyve de kalmadı. Aslında teyzem bu konuda da haklı zira yıllardır doğru dürüst bir şeftali bulup yiyemiyorum. Mevsiminde de alsan yine karşına buzhane şeftalisi çıkıyor. Güzel, doğal şeftali yemeye hasret kaldık.

Canan teyzem, bu dönemde artık meyvelerin içinde hiçbir yararlı bir şey kalmadığını düşünüyor. Hiçbir yararlı bir şey kalmadığı gibi, içinde oluşan meyve früktozunun da zararlı olduğunu belirtiyor. Kırk yılda bir meyve yemeye çalışıyorduk artık o da gitti. Anlaşılıyor ki bugünkü meyvelerin içinde şekerden başka bir şey yok.

Bu kadar şeker düşmanlığı yapılıyor ama vücudumuzun hiç mi şeker ihtiyacı yok? Tabi ki var ama sadece günde 5 gram. Bir porsiyon fasulye bile yeseniz, bu şekerden daha fazlasını zaten alıyorsunuz.

Aslında söylenenler herkesin söylediği şeylerden çok da farklı değil ama tarz biraz değişik. Kimse cesaret edip de, “Bu işler ilaç lobilerinin eseri.” filan gibi laflar edemiyor. Teyzemin cesareti de takdire şayan.
Doğal beslenmek ve mevsiminde beslenmek çok önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor ama bu devirde ne mevsimler kaldı, ne de doğallık kaldı. Teyzem bir laf da bana sokuşturdu. “Her mevsim var diye adam oturup her sabah kahvaltıda domates yiyor.” diyerek adeta beni tarif etti. Televizyonun karşısında otururken, bir an dönüp bana da kızacak zannettim. Zaten yediğim iki şeyden bir tanesi domates, onu da bırakırsam ne yiyeceğim kardeşim?

Kahvaltıda yumurta yiyelim. Yumurta olayına teyzem de karşı çıkmıyor ama küçük bir sorunumuz var. Serbest dolaşıp, katkısız yemle beslenmiş olan tavuğun yumurtasını yiyeceğiz. Ben şimdi nereden bileceğim, tavuk dolaşıyor mu, dolaşmıyor mu? Belki de ev kuşudur, kümesten dışarı çıkmayı sevmiyordur. Şimdi anlıyorum, çocukluğumuzda tavukların neden Beylerbeyi sokaklarında dolaştığını.

Tavuk serbest dolaşacak, zeytinyağı rafine edilmemiş olacak, fındık kavrulmamış olacak, cevizin kabuğu kırılmamış olacak, sebzeler çok pişirilmeyecek, mangalda pişirilen et yavaş yavaş pişirilecek, dondurmada tatlandırıcı olarak hurma kullanılacak gibi yüzlerce kanun hükmünde kararnamemiz var. “Hadi hepsini uygulayayım.” desen, hatırlaman mümkün değil.

Ben teyzemin olayına, Amerika’daki mide doktorunun bana zamanında gösterdiği pencereden bakıyorum. Sayın doktor bana demişti ki, “Birçok zararlı gıda var. Bunların arasında da az zararlı olanları var, çok zararlı olanları var. Sen, çok zararlı olanları %80-%90 oranında hayatından çıkarabilirsen, hiçbir derdin kalmaz.” Neydi o zamanlar amcanın bana söylediği listede bulunan ve mide için çok zararlı olanlar. Alkol, sigara, kahve ve gazlı ve asitli içecekler.
Gerçekten de bu 4 büyükten uzak durduğum müddetçe hiçbir mide sorunu yaşamadım. Ne zaman abartsam bir müddet sonra mide sorunlarım başladı…

Aslında çok da abartmaya gerek yok. Şekeri kesip, zararlı yağlardan uzak durup, sigara içmeyi bırakıp, günde 20 dakika da (ama her gün) yürüyüş yapabilirsek, gerçekten de çok fazla yol almış oluruz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Eylül 2016 Perşembe

Şekerden Ekmek...

Günaydın dostlar…

Fenerbahçe’nin maçını bile kanallarla oynamadan baştan sona seyredemezken, geçen akşam oturdum 4,5 saat boyunca (yerimden bile kalkmadan) Canan Karatay teyzeyi seyrettim. Ne yalan söyleyeyim söylediklerinin birçoğundan da etkilendim.
Canan teyzenin değişik ve çok düz bir tarzı var ama bu söylediklerinin doğru olmadığı anlamına gelmiyor. Ayrıca, teyzem boş da konuşmuyor. Sözünü ettiği her şeyi araştırmalara dayandırarak söylüyor. Bir konu açıldığı zaman, hemen o konu ile ilgili yapılmış olan araştırmaları ve sonuçlarını ortaya çıkarıyor. Gösterdiği araştırmaların çoğu da yurtdışında yapılan araştırmalar…


Konusu geçen şeylerden birisi, “Etin yağı ile yenmesi.” konusuydu ve daha üzerinden 2 gün geçmeden bu sabah takip ettiğim bir Amerikan Sitesinde, “Etin yağı yıllardır korktuğumuz kadar kötü olmayabilir.” başlıklı bir makale okudum. Çeşitli endüstrilerin lobi faaliyetleri, bizleri gerçek dışı düşünmeye itebiliyor. Son günlerde dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan çalışmalar da, teyzemin söylediklerini haklı çıkaracak gibi duruyor.

Hepimizin bildiği gibi, teyzemin en büyük konusu, şeker tüketimi ve bunun zararları. Şeker deyince, hemen toz şeker veya kesme şeker düşünmeyin, bizim teyze zarar listesinin ilk sırasına ekmek tüketimini koyuyor. Teyzeme göre, ülkemizde hastalık oranlarının çok yüksek olmasının en büyük nedenlerinden biri, ekmek tüketimi. Bu ülkedeki kişi başı ekmek tüketimi yılda 200 kg imiş. Korkunç bir rakam; bu da demek oluyor ki averaj bir Anadolu Çocuğu günde 550-600 gram ekmek tüketiyor. Tabi ki bunda fakir bir ülke olmamızın da etkisi var ama yine de miktar çok yüksek.

Şeker konusunda en sabıkalı yiyecek, ekmek ve türevleri. Ayrıca da esmeri, sarışını, tahıllısı hiç fark etmiyor. Canan teyzeye göre hepsi zararlı. Sıralama; ekmek, alkol, şekerli içecekler, şeker şeklinde gidiyor. Gördüğünüz gibi birçok yiyecek şekerin kendinden daha zararlı. Ben kendi adıma sabahları bir dilim ekmek yiyip bir daha da gün içinde ekmek yememek gibi bir karar aldım ve hemen de uygulamaya koydum…

Tabi ki, yarım asırdır yediğim ekmeği bir günde sıfırlayamam. Ekmek konusu açılınca, Amerika’daki toplantılarımız aklıma geliyor. İnsanların nasıl 2 tane erik yiyerek kahvaltı yaptıklarını hatırlıyorum. Bir gün bu konu üzerine konuşurken, sevgili kardeşim Armağan, “Ben erikle, çilekle filan doymam, ben masadaki bütün kruvasanları alıyorum.” demişti. Benim durumum da ondan çok farklı değildi. İki çilek yesem, yarım saat sonra bütün enerjim biter vallahi…

Hatırlayacaksınız, geçen yıl Sağlık Bakanlığı da ekmeklerle oynamaya başladı. İçindeki zararlı katkı maddelerini azaltmaya çalıştılar. Bir kısmını da azaltma kararı aldılar ama ne ölçüde uygulanıyor bilemiyorum…
Canan Teyze “Sıfır ekmek.” diyor ama bizim toplum için bu çok iddialı bir durum. Tamamen ekmek yemeye alışmış bir toplumun, bir anda sıfır ekmek yemeye geçmesi; ne maddi açıdan, ne de manevi açıdan çok da olacak bir iş değil. İlle de ekmek yemek istiyorsanız, çok az miktarda, çok ince lavaş yiyebilirsiniz…
“Hem ekmeğe karşısın, hem de lahmacun yiyin diyorsun. Bu nasıl bir çelişki?” diye Canan Hoca’ya sordular. Hocanın cevabı, “Lahmacun hamurunun çok ince olduğu ve içinde glüten olmadığı.” yönündeydi. “Bir hamur çıtır çıtır kırılıyorsa, o hamurda sorun yoktur.” diyor. “Pizza?” diye sorunca da, “O çok farklı bir konu, pizza hamuruyla lahmacun hamurunun uzaktan yakından alakası yok.” şeklinde cevap verdi…

Canan teyze enteresan bir kişilik ve konuşmayı da seviyor. 3 kelime bir şey soruyorsunuz, 30 kelime ile cevap veriyor. Ama kesinlikle boş konuşmuyor. Ben sadece ticari kaygılarla bu işleri yaptığına da inanmıyorum. Kendine bir bilim insanı misyonu da yüklemiş ve halkımızın sağlıklı yaşamasını istiyor…

Teyzemde çok fazla konu var. Bir tek ekmekten konuştuk zaman uçtu gitti. Önümüzdeki sabahlarda da diğer konularla devam ederiz. Benim şimdi yürüyüşe gitmem gerekiyor. Bu arada yürüyüş demişken, teyzeme göre her gün 20 dakika yürüyüş yeterli. “Daha fazlası zararlı, hele de deli danalar gibi koşmak çok zararlı.” diyor. Ben de zaten genelde 30 dakika yürüdüğüme göre, kendiliğimden doğru yolu bulmuşum…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Eylül 2016 Çarşamba

Dünyanın En Yeteneksiz İnsanı...

Günaydın dostlar…

Böyle düşündüğüm için kendimi çok kötü hissediyorum ama biri gelip de bana “Dünyanın en yeteneksiz insanı kim?” diye sorsa, içimden “Ozan Tufan” demek geliyor. Sürekli milli takımda oynayan bir oyuncu için neden böyle düşündüğümü de bilmiyorum ama kafamda dolaşan düşünceleri de kontrol edemiyorum.
Ozan’ın 2 metre uzağındaki bir arkadaşına pas atamayışının, böyle düşünmemde büyük bir etkisi olmuş olabilir ama bence mesele bundan daha da derin. Kim bilir belki de 1,5 sene kadar önce katıldığı bir ödül töreninde, herkes takım elbiseliyken onun kot pantolonla gelmiş olması da bilinçaltımda negatif bir etki yaratmış olabilir.


Bu davranışını, katıldığı törene saygı duymamak olarak yorumlamışımdır. Hayatımda hiçbir ödül törenine veya düğüne kot pantolon ile gitmedim, gitmem de.

Beni etkileyen bir diğer konu da, Ozan’ın yüzündeki ifade diye düşünüyorum. “Sen ne söylersen söyle, ben bildiğimi okurum.” gibi bir yüz ifadesi var. Sanki anlattıklarınız bir kulağından giriyor, diğer kulağından çıkıp gidiyor şeklinde bir bakışı var. Tabi ki bir de, bizim bütün futbolcularımızda olan, “Ben her şeyi biliyorum, bana kimse bir şey öğretemez.” yaklaşımı…

Sevgili Ozan kardeşim, biz senin ileriye doğru pas atamayacağının bilincindeyiz. Senden bu tip hareketler beklemiyoruz ama 2-3 metre yanındaki adama pas atıyorsun, top 4-5 metre uzağa gidiyor. Bunu nasıl becerebildiğini bir türlü anlayamıyoruz. Kaplumbağa hızında oynanan bir ligde, dibindeki adama pas vermeyi beceremiyorsan, hangi ligde becereceksin?
Bence, benim bu konudaki sorunum çocukluğumda yaşadıklarımdan kaynaklanıyor. Bütün gençlik yıllarımı Kemalettin Şentürk’ü izleyerek geçirmek, bende tedavisi mümkün olmayan izler bıraktı. Kemalettin de Ozan’ın oynadığı pozisyonda oynuyordu ve 1500 yıl kadar oynadı. Belki de bana öyle gelmiş olabilir.
Şimdiki gibi o zaman da tonlarca transfer yapılır ama lig başladığında yine Kemalettin oynardı. En kötü taraflarından biri de zaman zaman kendini Ortega zannetmesiydi. Ön libero pozisyonundan forvetlere araya paslar filan atmaya kalkardı. Sevgili kardeşim, sen 3 metrelik pası atamıyorsun, 30 metrelik pası nasıl atacaksın?

Gençliğimiz Kemalettin ile geçti. Emekli olana kadar da oynadı. Misket atabileceğiniz mesafeye top atmayı beceremeyen Kemalettin, bütün Fenerbahçelilerin ömründen 3-5 yıl silmiştir.

Sonunda Kemalettin gitti ama bu sefer de yerine ikizi Selçuk Şahin geldi. Allah’ım neydi günahımız? Neredeyse görüntüleri bile birbirlerine benziyordu. Yine aynı yeteneksiz davranışlar, yine aynı beceriksizlikler, 2-3 metre uzağa pas atamamalar, en olmadık yerde top kaptırmalar ne isterseniz vardı. Kemalettin yetiştirse ancak bu kadar olurdu.
Aynı senaryo bir kere daha tekrarlandı. Her sene bir sürü transfer yapıldı ama sezonun çoğunda o pozisyonda Selçuk oynadı. Allah var Selçuk da, Kemalettin de işin müdafaa yönünde genelde iyiydiler ama ileri gitmeye kalkınca, tam bir kâbus.
Selçuk da zaman zaman Alex gibi paslar atmak isterdi ve takımı zora sokardı. Kardeşim yıllardır bu ligde oynayan bir futbolcusun, attığın bir tane de pas yerini bulmaz mı? İnsan kendini hiç mi geliştiremez? Ne bileyim, demek ki olmuyor. Yeteneğin yoksa 20 sene de ligde oynasan bir gram ileri gidemiyorsun.

Ömrümüzden 3-5 yıl da Selçuk götürdü. İşin acı tarafı artık büyüdük ve Ozan’a verecek 3-5 yılımız kalmadı. Eskiden her pas ve son vuruş becerisi olmayan futbolcu için 3’er, 5’er harcıyorduk ama artık bizde de fazla kalmadı. Üzgünüm kardeşim Ozan, sona kalan dona kalır…

Herkes Ozan’a çok kızıyor ve elinden geleni yapmadığını düşünüyor ama ben çok da aynı fikirde değilim. Çocuk bir şeyler yapmaya çalışıyor ama yeteneği bu kadar. Ozan yırtınsa şimdiki durumundan en fazla %10 daha iyi oynar. Onun üstünde bir seviye olmaz. Son Bursa maçında yuhalanmasına da çok üzüldüm. Kendi de zaten şaşkın şaşkın baktı etrafa…
Bir senelik Appiah güzelliği dışında 3 tane ön libero ile ömrümüz geçti. Şimdi de Ozan ve orta sahadaki Ozan türevleri ile çile dolduruyoruz. Birbirinin kopyası 5 tane adam var. Bunun sorumlusu ne benim, ne de Ozan. Sorumlu, 15 senedir “Her şeyi ben bilirim.” zihniyeti ile kulübü yöneten ve maddi ve manevi olarak dibe vurmasını sağlayan düşünce tarzıdır…

3 ön libero ve 1 başkanla bütün ömrünü geçirirsen, karşılığında da üçün……. Neyse, yine annem kızacak şimdi, en iyisi ben bitireyim…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

13 Eylül 2016 Salı

Sonunda Ben de Milli Oldum...

Günaydın dostlar…

Geçen gün yazdığım Almanlar konusu ve ondan önceki günlerde başıma gelenler, beni “Allah bilir Almanlar zehirlenmiyordur da.” diye düşünmeye itti. Bugüne kadar etrafımda birçok zehirlenen arkadaşım olmuştu ama ben hiç zehirlenmemiştim. Geçen hafta içinde zehirlenerek, bu eksikliğimi de giderip milli oldum.
Almanların zehirlenmediğini düşünüyorum zira minicik bir kasabada, tren istasyonunun yanında döner satan Türklere ait bir büfenin çok sıkı bir şekilde denetlendiğine şahit olmuştum. Sonrada kendi kendime “Ulan burası bile bu kadar denetleniyorsa, bu adamlar büyük şehirlerde kuş bile uçurtmuyorlardır.” diye düşünmüştüm…


Siz ne zannetmiştiniz? Yoksa Fatih Terim’in Arda Turan’ın yerine beni milli takıma davet ettiğini mi düşündünüz? Çok komiksiniz dostlar. Bu kadar genç oyuncu dururken, beni ne yapsın milli takımda?

Yay Burcu olduğum için seyahat etmeyi ve dışarlarda yemek yemeyi severim ama bilmediğim restoranlara da gitmem. Alıştığım ve mutlu olduğum bir restoranı kolay kolay değiştirmem. Her bulduğum restorana saldırsaydım veya da hadi orayı da deneyelim, burayı da deneyelim yaklaşımı içinde olsaydım, eminim bu kadar beklemeye gerek kalmadan çok daha önce zehirlenirdim.

Babamın bana tavsiyelerinden bir tanesi de, bilmediğim restoranlarda yemek yememe konusuydu. “Hele hele balık ve eti bilmediğin yerlerde kesinlikle yeme.” derdi.

Bu olayı yaşarken arkadaşımın biri, “Zehirlendiğini nereden anladın?” diye sordu. Cevabı gerçekten de çok basit. Google’a girdim ve “Zehirlenme belirtileri nelerdir?” yazdım. Halsizlik, baş ağrısı, mide krampları, iştahsızlık gibi birçok belirti sıralandı. Ateş hariç geri kalan bütün belirtilerin bende olduğunu da görünce, “Ben zehirlenmiş olabilirim.” diye düşünmeye başladım.

Sağ olsunlar Ayşın ve İbrahim de dünyanın öbür ucundan bu durumu teyit ettiler. “Tamam, zehirlendim.” diyorsun ama bu konudaki diğer ana hastalıkların da belirtileri zehirlenme olayından çok da farklı değil. Yine de insanın içinde bir huzursuzluk oluyor. Ateşim de olsa belki Acil Servise giderdim ama ateş durumu olmayınca gitmedim.
2 gün boyunca aklınıza gelen her türlü sorunu yaşayıp bir gram yemek yiyemedim. Ailemizin çakma doktoru Ayşın da, “Boş ver yeme, 48 saat aç dur, sadece su iç.” deyip durdu. Yemek yememek sorun değil de, yıllardır besleyip büyüttüğüm göbeğim küçülecek diye çok korktum.

Her şeyin ağırlığı yaşandıktan sonra anlaşılıyor. Bu olayı yaşadıktan sonra ben de anladım ki, bu güne kadar, ben bu zehirlenme olayını çok da ciddiye almamışım. Etrafımdaki insanlar, “Ben zehirlendim.” dediği zaman, basit mide sorunları gibi düşünüyordum ama gördüm ki çok daha kapsamlı bir olay.

Zehirlenince insanın bütün sistemi çöküyor. Neredeyse 2 gün boyunca, yataktan kalkıp koltuğa yattım, koltuktan kalkıp yatağa yattım. İnsan bazen, “Kolumu kaldıracak hâlim yok.” der ya, bende de işte tam öyle bir durum vardı. Zehirlenme olayı bütün her şeyimi etkiledi. Kafam bile çalışmamaya başladı…

Tabi ki bu olayla beraber “Acaba ne yedim de oldu?” sorusu gündeme gelmeye başlıyor. Açıkçası ben neden kaynaklandığını bulamadım ve kabahati yemeğin yanında gelen salataya buldum. Bu tip sorunlar genelde yeşil bitkilerin doğru dürüst yıkanmasından kaynaklanıyor. Yeşil salatayı ben evde kendim yıkadığım zaman çok iyi yıkıyorum ama dışarılarda ne kadar iyi yıkanıyor Allah bilir.
Defalarca, zehirlenme ihtimalin yüksek olan ülkelere git, hiçbir şey olmasın sonra tut İstanbul’un göbeğinde zehirlen. Bu gibi durumlarda ne denir? “Olacağı varmış herhalde” mi demeliyim yoksa “Kaderden kaçılmıyor.” demek daha mı doğru olur…

Belki de en doğru yorum, “Bilmediğiniz yerlerde, bilmediğiniz şeyleri yemeyin yoksa Emin gibi zehirlenirsiniz.” cümlesinde gizlidir…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Eylül 2016 Cumartesi

Almanlar Bizi Çok Kıskanıyor...

Günaydın dostlar…

Son iki gündür gece gündüz kesilen elektrikler, bana bir kere daha Almanların bizi ne kadar çok kıskandığını hatırlattı. Düşünüyorum da, aslında Amerikalılar da kıskanıyordur. 17 seneye yakın bir süre Michigan’da yaşadım ama bir kere bile elektriklerin kesildiğini görmedim.
Kış aylarında -30 dereceye kadar düşebilen hava sıcaklıkları bir kere bile elektriklerin veya suların kesilmesine neden olamadı. Hatta 1,5 metre biriken karlar bile su borularını patlatamadı. Şanssız millet bunlar, bu zevkleri yaşayamıyorlar.


Sisteme bakım yapılır, elektrikler kesilir; şimşek çakar, elektrikler kesilir; kediler trafolara girer, elektrikler kesilir; komşular kızar doğalgazı keser, elektrikler kesilir. Almanların biraz bu bakım işine önem vermeleri gerekiyor. Hiç elektrikler kesilmediğine göre, demek ki hiç de bakım yapmıyorlar.

Bizde olsa, değerli belediye başkanlarımız çıkar, “Tarihte görülmemiş miktarda kar yağdı, o yüzden elektrik ve su sistemimiz çöktü.” diye açıklama yaparlardı. Belediye demişken; çok amaçlı kullanımı olan altgeçitlerimizi de kıskanmamaları mümkün değil. Güneşli günlerde altgeçit, yağmurlu günlerde de kapalı yüzme havuzu olarak kullanabileceğiniz karma yapılarımızı kıskanmaktan geberiyorlar.

Biz her akşam televizyon başında aziz şehitlerimizin haberleri ile kahrolurken, onlar böyle bir acıyı belki de hiç yaşamadan hayatlarını tamamlıyorlar. Averaj bir Alman ömrü boyunca televizyonda kaç kere şehit haberi izliyordur? Belki 0, belki de 1-2. Minik yavruların gözyaşları içinde kaybolup gitmenin çaresizliğini bilemez onlar. 20 yaşındaki çocukların tabutları yan yana dizilmişken, kendini çok lüzumsuz hissetmenin ağırlığını taşıyamaz onlar.
Kocaman otoyollarda son sürat basıp gidiyorlar ama bir kaza yapmayı bile beceremiyorlar. Kaza yapmayalım diye herkes pür dikkat araba kullanıyor. Rahat ol kardeşim, bir eline sigaranı al, öbür elinle telefonunu tut, diğer elinle de direksiyonu idare edersin. Müziğin ritmine göre gaza da bastın mı, senden havalısı yoktur bu dünyada. Trafik kazası mı? Olacak o kadar ama… Her güzelin bir kusuru var. Bu kadar havalı araba kullanıp, herkesi kendine hayran bırakmak için, tabi ki birazcık da riske girmek gerekiyor. Bu konuda bir gram hava atmayı beceremeyen Alman bizi kıskanmasın da kimi kıskansın? Almanlar daha fazla üzülmesin diye, trafik kazalarında dünya lideri olduğumuzdan filan hiç bahsetmiyorum. Yazık onları da çok ezmeyelim.
Ben her gün çöken çatıların, devrilen vinçlerin, yıkılan duvarların, uçan reklam panolarının, kayan toprakların, sel basan mahallelerin, haberleri ile uyanırken, Almanlar konuyu bile anlamıyor. Adamların hayatında bir gram heyecan yok. Telefon direği devrildi diyorsun adam “Niye?” diyor. Niye denir mi kardeşim. Direk bu, yan da yatabilir, isterse de tamamen devrilir. CCI’da çalışırken bahçeden toprak numunesi almaya çalışan insanların neden bütün binayı elektriksiz bıraktıklarını Avrupalılara anlatmak biraz zor olmuştu. Adam müneccim mi? Nereden bilsin binaya gelen ana kabloların oradan geçtiğini…

Her konuda olduğu gibi, inşaat konusunda da Almanya bizden çok geride kalmış durumda. Hangi şehre giderseniz gidin, uçakla inerken yeşil alanlar ve bu alanların içindeki masal evlerden başka bir şey göremiyorsunuz. Her yer tek katlı, benim oyuncak trenin evlerine benzeyen evlerle dolu. Oyuncak şehir mi, gerçek şehir mi belli değil. Gidip de bir Allah’ın kulu da o evlerin ortasına şöyle güzel 8-10 katlı beton bir bina dikemiyor. Bu Almanlar beton dökmenin ileri gitmişliğin bir sembolü olduğunu anlamıyorlar mı?

Almanya’da çok yağmur yağıyormuş, o yüzden de her taraf yemyeşilmiş. Külliyen yalan. Bir kere çok yağmur yağsaydı, yollardan aşağıya doğru çamurlu sular akardı. Defalarca Almanya’ya gittim, hiç böyle bir şey görmedim. Zavallı Alman çocukları, kaldırımın kenarından akan sularda bir şeyler yüzdürmenin zevkini hiçbir zaman bilemeyecekler.

Son istatistiklere göre, son zamanlarda ülkemizde neredeyse her gün bir kadın cinayeti işleniyormuş. Bunların çok büyük bir çoğunluğu da en yakınındakiler tarafından işleniyor. Bir Alman akşam televizyonun karşısına oturduğu zaman her seferinde bir kadın cinayeti haberi izleyebiliyor mudur? Hiç zannetmiyorum. Muhtemelen her gün yolda, sokakta, otobüste, trende, vapurda, kalabalık her alanda taciz edilmenin ne demek olduğunu da bilmiyorlardır. Her gün böyle bir dramı yaşayamayan halkların, bizleri kıskanmak en büyük haklarıdır.

Allah bilir Almanlar her gün bir terör olayı da yaşamıyordur. Böyle bir riskle sokağa çıkmanın ne demek olduğunu da anlayamazlar. Dedim ya, hayatları çok monoton. Onlar orada her gün aynı saatte, aynı trendeki, aynı koltuğuna otururken, biz burada “Tren toptan patlar mı acaba?” derdindeyiz. Hayatıyla kumar oynamayı beceremeyen Almanlar, o yüzden buradaki renkli hayatı çok seviyorlar.
Bu sabah son olarak da her zamanki gibi trenlerden bahsetmek istiyorum. Almanların hiç aksamayan, bir dakika bile şaşmayan tren seferleri de çok can sıkıcı. Bütün ülkeyi demiryolları ile örmüşler. Hayatlarında hiçbir beklenti yok. Zaten her şey yapılmış bitmiş. Ama Emin için hayat öyle mi? Zavallı Emin halen her gün balkonundan bakıp Marmaray Projesi’nde bir ilerleme göreceğini ümit ediyor. Bir ilerleme göremese bile en azından Emin’in bir hedefi var…

Bir dönemler bir iş yaptığımız bir Alman bana, “Bu ülkede hiç kimsenin acelesi yok, bu duruma bayılıyorum.” demişti. Ben de ne cevap vereceğimi bilememiştim. Adam iyi bir şey mi söyledi, kötü bir şey mi söyledi, belli değildi. Sanki iyi bir şey söylüyormuş kalıbı altında, rahatlığımızı bize sokuşturmuştu.
Bunlar bu sabah aklıma gelen birkaç konu. Oturup biraz daha düşünsek daha neler bulabiliriz. Kim bilir, belki de kıskandıkları bunları hiçbir değil de, dünya çapında meşhur futbolcularımızdır. Siz söyleyin dostlar; bütün bu bilgilerin ışığı altında, Almanlar bizi kıskanmak da haksız mı?

 Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Eylül 2016 Pazartesi

3. Köprü...

Günaydın dostlar…

Reklamlardaki kamyon şoförü, “Allah bu köprüyü yapanlardan razı olsun, artık karşıya geçmek için saatlerce beklememe gerek kalmayacak.” diyordu. Ona nazire yaparcasına otobüs şoförü de, “Artık çok kısa bir süre içinde İstanbul’u başından sonuna kadar geçebileceğim.” diye karşılık veriyordu.
Daha dün durum böyleydi ama ne yazık ki balayı kısa sürdü. Dün methiyeler düzenlerin hepsi, bugün beddua okuyorlar. Görülüyor ki, yarım yamalak açılan köprü bu aşamada faydadan çok zarar getirdi. Büyüklerimiz daha iyi bilirler ama sadece köprü yapmakla iş bitmiyor, bağlantı yolları filan da gerekiyor.


Mantalite hep aynı şekilde işliyor. Köprüyü yap, stadı aç, yolu filan daha sonra arkadan gelir. Olimpiyat Stadı açıldığında yaşanan rezillikleri de gayet iyi hatırlıyorum. Doğru dürüst ulaşımı olmayan stada, insanların çamurlara bata çıka gidişlerini unutmadık.

Bencil bir insan değilim ama 3. Köprü’nün açılacağını duyduğumda, “Bu köprünün bana tam olarak nasıl bir yararı olabilir?” diye düşündüm. Fatih Köprüsü’ndeki kamyon trafiğini azaltmaktan başka bana çok da bir faydası olmayacağına karar verdim.

Kamyon yasağı bittiğinde binlerce kamyonun hep bir anda yola çıkması da ayrı bir dertti. Bu saldırının ortasında kalmak, birçok insanı çok korkutuyordu. Düşünsenize 500 kiloluk arabanızla yüzlerce 50 tonluk kamyonun ortasında kalmışsınız; bu kadar fazla çekicinin ortasında kalmak, çok da çekici bir durum değil.
“Bana faydasını boş verin, memlekete faydası olsun; biz zaten mutlu oluruz.” diyorduk ama görüyoruz ki bu aşamada memlekete de bir faydası yok. Köprüyü geçtikten sonra sadece iki bağlantı noktası olması sistemi kilitliyor. Sistem yine eski sistem. Tek değişikliğimiz, şimdi ulaşması çok da kolay olmayan, trafiği sıkışık olan bir de köprümüz olması.
Binali amca müjdeyi verdi. 2018 sonuna doğru bağlantı yolları bitmiş olacakmış. Sevgili amca, 2018 sonuna daha 2 yıl var (o da zamanında biterse) 2 yıl boyunca bu trafik kilitleme oyunu sürüp gidecek mi? 2 gün önce “Her şey süper.” diyen otobüs şoförleri, şimdi “Ben Harem’e nasıl gideceğim?” demeye başladılar.

Neymiş? Demek ki, bütün otobüsler, kamyonlar buradan geçecek demekle iş bitmiyormuş. Şehrin bir de genel işleyişi var. Ben şehir planlamacısı değilim ama bu işleri bilen amcaların sanki detayları biraz daha iyi düşünmesi gerekiyor gibi geliyor bana. Birileri bir toplantıda, “Arkadaşlar böyle yapıyoruz ama otobüsler Harem’e nasıl girip çıkacak?” diye sormalı. Ya da Harem Otogarı’nın oradan taşınması konusu gündeme gelmeli.

Harem Otogarı gibi yüzlerce örnek sayabiliriz. Zamanında şehir dışı diye düşünülerek yapılmış ama artık şehrin ortasında kalmış birçok işletme var. Listenin ilk sırasında olan da, Erenköy Gümrüğü’dür.
Bu köprünün en büyük özelliklerinden biri de üzerinden (aynı anda) raylı sistemin de geçecek olması. Trenleri çok seven bir insan olarak ben de işin bu tarafını takip ediyorum ama Binali amca verdiği bir haberle beni bitirdi. “2018 sonunda bağlantı yolları bittikten sonra raylı sistem çalışmaları başlayacak.” dedi. Ekonomideki negatif eğilimi de göz önüne aldığımızda en erken 2023’den önce bu sistemin bitemeyeceği aşikâr.
Umutlanmak istiyorum ama 2015’de bitmesi gereken Marmaray’ın halen bitmediğini görünce de umutlanamıyorum. Bırakın bütün güzergâhı, Temmuz’da bitecek denilen Suadiye Işıklar Köprüsü bile bitmedi. 2016 bitti sayılır. Ben artık Marmaray için 2017’den bile umudumu kestim.

Bütün bu projelerin bitmesini bekliyoruz ama bir yandan da ömrümüz geçiyor. Geçen gün amcalardan biri 19 yıl sonra hizmete açılacak olan, 3 katlı Boğaz Tüneli’nden söz ediyordu. Artık bu tip zamanlamalarla ortaya atılan projeler kimseyi heyecanlandırmıyor.

3. Köprü’nün bağlantı yolları açılamadı ama yangın sezonu hemen ilk günden açıldı. Köprüye en yakın, en güzel manzaralı yerlerden başlayarak ağaçları yakmaya başladılar. “Ben beton dökebileyim de isterse şehir nefes alamasın.” anlayışı süratle yola çıktı. Çok yakında köprünün çevre yollarını çirkin binalarla doldurma yarışı başlar.
“Yaksalar da biz yeniden ağaçlandıracağız.” senaryolarını çok gördük ama hiçbiri gerçek olmadı. Sokağın gerçeği 100 yıllık ağaçların yerini, şekilsiz, uyumsuz, hiçbir estetik değeri olmayan binaların almasıdır.

3. Köprü büyük bir yatırım ve günün birinde çok faydalı olacaktır ama bu haliyle değil. Bugün, bana bir faydası olmadığı gibi, İstanbul’dan gelip geçenlere de çok bir faydası yok…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…