18 Temmuz 2016 Pazartesi

Matematik Tutmuyor...

Günaydın dostlar…

Son birkaç gündür yaşadığımız sıkıntılı günleri Allah bir daha kimseye yaşatmasın. 2 tane jetin bir gece boyunca Ankara, İstanbul semalarında dolaşması bütün kimyamızı bozdu. Üstelik %99 ihtimalle bir şey atmayacağını da biliyorduk. Bir de yıllarca, her gece bu tip ortamlarda uyuyan zavallı insanları ve çocukları düşünün.
Nereden gelirse gelsin, darbe ve benzeri eylemleri tasvip etmemiz mümkün değildir. Her darbe ülkeyi sıkıntıya sokmuş ve yıllarca geriye götürmüştür. 36 yıl sonra yeniden ismi darbelerle anılan bir ülke konumuna düştük. Her ne maksatla yapılmış olursa olsun, bu tip bir teşebbüsün çok uzamadan sonlandırılması ülkemiz için bir kazançtır.


Dışarıya bu kadar bağımlı yaşayan bir ülkenin bu tip haberlerle gündeme gelmesi, ne finansal açıdan, ne de turizm gibi konular için, hiç de şık bir tablo değildir. Siz olsanız böyle bir ülkede yatırım yapmak ister miydiniz?

Benim anlamadığım kısım, bu işle ilgili matematiğin tutmuyor olması. Dün akşam televizyonda izlediğime göre 70 tane general gözaltına alınmış. Bu gerçekten de çok yüksek bir rakam. Bunlar emekli insanlar filan da değil. Şu anda ordularımızı yöneten komutanlar.

Komutanlar demişken, kuvvet komutanlarının bu işe karışmamış olması da, bu işin çok büyümeden sonlandırılmasındaki en büyük parametrelerden bir tanesidir.
70 tane generalden söz ediyoruz. Bunlar tugayları, tümenleri, kolorduları ve orduları komuta eden ve emirlerinde 100,000’lerce asker olan insanlar. Nasıl oluyor da, emrinde bu kadar çok asker olan insanlar, 75 milyonluk bir ülkede, 780,576 km2 topraklarda 2000-3000 askerle darbe yapmaya kalkıyorlar? Matematik tutmuyor.
Matematik tutmadığına göre amaçları neydi? Görülüyor ki amaçları, belirli parametreler doğrultusunda 1 gecelik bir korku ve kargaşa yaratmaktı. Böyle bir ortamdan kim nemalanır, kimin işine yarar gibi detayları; bu konuları iyi süzerek doğru analizler yapabilecek olan amcalarıma, teyzelerime bırakıyorum.

Kim bilir, belki de bu işin içinde 70 tane general yoktu ama “biz şimdilik alakalı olabileceğini düşündüğümüz herkesi gözaltına alalım, sonra yaşını, kurusunu ayırırız” gibi bir mantık yürütüldü. Suçlular, adalet karşısında hesap vermeli ama böyle bir çalışma, suçlu suçsuz herkesi tasfiye etme sürecine de dönüşmemeli.

Çok zor saatlerden geçtik. Bu süre içinde birçok insan tarafından çok ciddi suçlar işlendi. Asker, polis, vatandaş, dost, düşman ayrımı yapılmadan bütün suçluların adalet önüne çıkarılması hepimizin vicdanının rahatlamasını sağlayacaktır.
Yaşananların adına ne derseniz deyin, bu tip girişimler bu ülkeye zarar vermekten başka hiçbir işe yaramaz. Bir takım şahsi menfaatler için, bir takım kalkışmaların içinde olanlar da, hangi kesimden olurlarsa olsunlar, muhakkak ve muhakkak bir gün adalet önünde hesap vereceklerdir.
Çok zor bir geceyi, olabilecek en az (kötünün iyisi) zararla atlattık. Tabi ki bu durumdan mutluyuz ama yüzlerce insanımızın öldüğü bir süreçte de bayram havasına giremeyiz. Daha insanlar toprağa verilmeden, unuttuk mu hepsini? Eskiden günlük düşünürdük, artık saatlik düşünen bir toplum mu olduk? Kaybettiklerimizin hepsinin mekânı cennet olsun.

Ne yaşadık? Bu bir darbe teşebbüsü müydü yoksa başka bir şey miydi? Belki de, “biz hele bir sokağa çıkalım, nasıl olsa birileri arkamızdan gelir” umuduydu. Kim bilir, belki de bir intihar yöntemiydi. Her ne yaşadıksa, bu yaşananların ülkemize bir yarar getirmediği kesin. Etrafımdaki insanların birçoğu halen çok tedirgin ve umutsuz…

Her kesimin bu yaşananlardan kendine bir ders çıkarması gerekiyor ama ben bu yaşananlardan bir gram bile ders çıkartabileceğimizi düşünmüyorum. Tek umudum özgür basının ne kadar önemli bir konu olduğunu anlamış olmamız…
Her şeyin işine geldiği kadarını, işine geldiği süre kadar anlayan bir toplum olduğumuzu bildiğim için de, o konuda da çok umutlu değilim.

Allah, vatanımızı, milletimizi içeriden ve dışarıdan gelecek her türlü tehlikeye karşı korusun ve kimseyi doğru yoldan ayırmasın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Temmuz 2016 Perşembe

Suriyeliler...

Günaydın dostlar…

Allah hiç kimseyi Suriyelilerin durumuna düşürmesin.
Evini barkını terk ederek, minik oyuncak bebeğini bile yanına alamadan yurtsuz kalmanın nasıl bir duygu olduğunu, Allah hiç kimseye göstermesin. Vatanı olmayanın başına neler geldiğini, son 3-4 yıl içinde binlerce defa izledik.

Suriye’ye defalarca gitmiş bir insan olarak bu konudaki fikirlerimi geçmiş yazılarımda belirtmiştim. İnsanlık adına, komşuluk adına bu kardeşlerimize elimizden gelen her türlü yardımı yapmalıyız. Sosyal platformlardan yorumlar yaparak, bizlerin Suriyelilerin yaşadığı acıyı anlaması mümkün değildir.
 
Suriyeliler gerçekten acıklı bir durumda. Çoluk çocuk o ülkede, bu ülkede sefil oldular. Şanslı olanlar, bağlantıları olanlar, parası olanlar kendini kurtardı ama birçoğu çok zor durumda. Gittikleri ülkelerde (bizim ülkemizde dâhil olmak üzere) başlarına gelmeyen kalmadı. Çocuk kaçırmadan tutun da, tecavüze, cinayete kadar her şeyi yaşadılar.
Biz de Türkiye olarak çok düzenli bir şekilde olmasa da, elimizden geldiği kadar onlara yardım etmeye çalıştık ve halen de çalışıyoruz. Bu trajedi sona erene kadar da bu yardıma devam etmeliyiz.

Nasıl bu hallere geldiğimiz filan apayrı bir platformda tartışılması gereken konular diye düşünüyorum. Sokağın gerçeği, yaşanan insanlık dramının sebeplerini önemsemiyor. Sokak acımasız ve zayıf olanı yutuveriyor.

Dile kolay, tam 3 milyon Suriyeli geldi. Belki de daha fazla. Doğal olarak, bu kadar büyük bir grup gelirken, bunların içinde her türlü insan da geldi. Sınırlarımıza yığılmış milyonlarca insanı teker teker araştırarak içeri almak mümkün olmadı. Aç, susuz, perişan insanları daha fazla sınırda bekletemezdik.

Suriyelilerle beraber o sınırdan iti, kopuğu, uğursuzu, katili, teröristi, hırsızı da sınırdan girmedi mi? Girdi tabi ki. Hem de yüksek sayılarda girdi. Bu şekilde girenlerin her biri ayrı ayrı bir risk taşımaktadır ama belli bir sayıda arzu edilmeyen cins içeri girdi diye bütün Suriyelilere husumet besleyemeyiz.

Suriyeliler geldi mi? Geldi. Yardım etmeli miyiz? Kesinlikle…
Peki, sorun nerde? Sorun işin hassasiyetinde. Burası dünyanın en zengin ülkesi değil. Bizim de Orta Avrupa ülkeleri gibi kişi başı gelirimiz 35,000 Avro seviyesinde olsaydı, herkes refah ve bolluk içinde yaşasaydı; Suriyeliler için yapılan hiçbir şey insanlara batmazdı.

Ama sokağın gerçeği öyle değil. “Şu kadar büyük bir ülkeyiz, bu kadar büyük bir ülkeyiz” laflarını boş verin. İşin gerçeği biz fakir bir ülkeyiz. Kâğıt üzerindeki rakamlar ne derse desin, halkımızın büyük bir kısmı çok zor şartlarda zar zor geçiniyor. Yolu bile olmadığı için ulaşılamayan şehit evlerinin görüntüleri halen gözümüzün önünde. Çocuk vatanı için canını vermiş, ailesi muşamba ile korunmuş, soğuk bir evde yaşam mücadelesi veriyor.
Bunlar gibi binlerce örnek verebiliriz. Ayakkabıları parça parça olmuş dededen tutun da, çıplak ayaklı çocuklara kadar bütün görüntüler hafızamızda. Geri zekâlı da değiliz, vicdansız da değiliz. Hiçbirini unutmadık zira hepsi biz de derin yaralar bıraktı.

Şimdi, sen tutar da böyle bir ülkede, şunu yapacağım, bunu yapacağım dersen insanları yaralarsın. Bu ülkede çok fazla çile çeken insan var. Çok fazla ortada kalmış aile var. Çok fazla gözü yaşlı çocuk var.

Zor hayat şartlarında yaşayan bu kadar çok insan varken, bu gruplardan sadece bir tanesine bir takım imtiyazlar sağlamaya çalışmak, diğerlerini derinden yaralar ve kızdırır. Suriyeliler bu ülkede çile çeken gruplardan sadece bir tanesidir. Yarı bitmiş inşaatlarda, naylon kaplı camların arkasında üşüyenler sadece Suriyeliler değiller, bizim insanımız da üşüyor, bizim insanımızda akşam aç yatıyor…

Ben mazlumlara, sıkıntı çekenlere yardım edeceğim dediğin zaman, hepsine birden (Suriyeliler de dâhil olmak üzere) yapabiliyorsan yap, yoksa yapma. Fakir bir ülkede sadece bir kesime ayrıcalık yapamazsın. Hele de o kesim bu ülke de en az emeği olan grupsa…
Suriyelilerin yarattığı sorunlar ve agresiflikler son zamanlarda arttı. Başta da belirttiğim gibi, onların içinde de bambaşka hedefleri olan insanlar var. Unutmayın ki, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir insan, her şeyi yapabilir…

Suriyelileri elimizden geldiği kadar misafir edelim, verebileceğimiz her türlü maddi, manevi desteği verelim ama asıl hedefimiz Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması yönünde çalışarak, bir gün onların sağ salim evlerine dönmelerini sağlamak olmalıdır…
Zaten sorduğunuz zaman, onlar da bunu istiyorlar…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Yazlık...

Günaydın dostlar…

Deniz ve kum tatilini çok sevmeyen bir insan olarak, güneyde bir yerlerde yazlık alma işine de hiçbir zaman sıcak bakmadım. Babam da tatil yapmayı çok sevmezdi, muhtemelen benim bu huyum da babama benzemiş.
Düşünüyorum da, sadece yazlıkları değil, ben yaz mevsimini de çok sevmiyorum. Aralık doğumlu bir insan olarak, kış mevsimi bana her zaman daha cazip geliyor. Hava çok sıcak olunca insanın canı hiçbir şey yapmak istemiyor. Zaten dünyada da sıcak bölgede olup ilerlemiş bir tane ülke yok…


Normalde, benim birçok yönüm dayıma benziyor ama yazlık konusunda babamla aynı düşüncedeyim. Annem, bana kötü bir şey söylemek istediği zaman, “sena artık iyice babana benzemeye başladın” diyerek kızıyor.

Sevgili babam, “çuvalla param olsa yazlık almam” derdi ama bence artık o cümleyi de revize etmek gerekiyor. Çuvalla paraya zaten kimse yazlık vermez artık. “kamyon dolusu param olsa, yine de yazlık almam” şeklinde cümleyi güncellememiz gerekiyor.

Yazlık almamak için babamın öne sürdüğü en büyük argümanlardan biri, senede 1-2 hafta kullanmak için yazlık almanın çok gereksiz olmasıydı. Ben de bu görüşe %100 katılıyorum. O devirlerde cuma akşamı gidip, pazar akşamı dönmenin de çok kolay olmadığını düşündüğümüzde çok da haksız değildi.
Böyle bir yazlık alsak bile birkaç yıl sonra çocuklar oraya gelmez, biz de kukumav kuşu gibi baş başa kalırız görüşü de, ikinci bir geçerli nedendi. Düşünüyorum da, gerçekten de gitmezdik. Ben zaten çok uzun yıllar boyunca Amerika’daydım. Türkiye’ye gideyim de bir yazlık sahibi olayım diye bir kere bile aklımdan geçmemiştir.
Bence yazlıkların en kötü taraflarından biri de, bütün işlerin yine size bakıyor olması. Alışveriş derdi, temizlik derdi, yemek yapma derdi; kısacası bir evi döndürmek için gerekli olan her türlü iş yine sizin üstünüzde olacak. Kardeşim iş yapmaya mı gittim yoksa tatile mi gittim? Dün akşam yazlığından çok yorgun dönen bir dostumun söyledikleri de bütün bu gerçekleri teyit eder nitelikteydi.

Şimdi durum nasıl bilmiyorum ama eskiden bir de sık sık yazlıklara hırsız girerdi. Bizim eş, dost çevremizden yazlığına hırsız girmeyen hiç kimse kalmamıştı. Kış aylarında yapılması gereken bakımı, onarımı, boya, badana işleri filan da cabası.

Yazlıklarda, bir de sevmediğin insanlarla dip dibe olma riski var. Aldın bir yazlık, geldi yan konuta dünyanın en sevimsiz tipleri, buyurun buradan yakın. Atsan atamazsın, satsan satamazsın.
Bu yazlık olayında benim kafamın basmadığı bir başka olay da, yazlığın denize olan mesafesi. Nedendir bilmiyorum ama yazlık deyince, ben her zaman o binanın denizle bir alakası olması gerektiğini düşünüyorum. Küçük tuvaletin penceresinden bile denizi görmeyen yazlığı ben ne yapayım. Deniz görmedikten sonra, otururum İstanbul’daki evimde, balkonumdan karşı binanın çöp kutularını seyrederim en azından.
İster lüks olsun, ister derme çatma. Yazlık dediğin şey denize çok yakın olmalı. İki minibüs değiştirip, bir de belediye otobüsüne binerek ulaşılan kumsal bana gelmez. En fazla 10-15 dakikalık bir yürüyüşle kumsalda olmalıyız.
Bu arada hemen şunu da belirteyim, buralardan kalkıp güneye gidip, gidilen yerde havuza girme durumunu da hiç anlamıyorum. Bazı arkadaşlarım, “deniz uzak ama bizim sitenin havuzu var” diyorlar. Süpermiş… 1,000 km yol git, havuza gir…

Yazlıklara ilgili bir diğer sıkıntı da, her sene aynı yere gitmeye mecbur olmak konusu. Zaten bir iki hafta tatil yapacaksın, onu da her sene aynı yerde geçireceksin.
Yazlığı olan ve bu işten çok keyif alan çok fazla eş, dostumuz var ama ben yazlık sevmeyenler grubundanım. Bütün bir yaz boyunca yazlığının balkonunda mangalını yapıp, içkisini içen dostlarımıza afiyet olsun ama ben almayayım.

Yazlıkları olanlar veya benim gibi olmayanlar, her nerede tatil yapıyorsanız, her şey gönlünüzce olsun. Milletin yaptığını değil, sizi mutlu eden şeyleri yapın…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Eziyetten Hoşlanmak...

Günaydın dostlar…

Eziyet çekmeyi seven bir yanımız olduğu artık bir gerçek. Bu durumu hepimizin kabul etmesinde yarar var diye düşünüyorum. Bu durumdan hoşlanan insanlara da galiba mazoşist diyorlar ama çok da emin değilim. Yanlış biliyorsam birileri beni düzeltsin.
Hepimizin içinde belli oranlarda mazoşistlik var ama bazılarında %90 oranında, bazılarında da %5 oranında. Dünyanın diğer ülkeleri ile mukayese edildiğinde, bizim topraklarda bu oranın dünya averajının üzerinde olduğunu düşünüyorum.


Geçen hafta, 9 günlük tatil boyunca yaşananlar, bu işten ne kadar keyif aldığımızı bir kere daha gözler önüne serdi. Eziyet çekeceğini bile bile bir şeylere razı olmak, bu işten (biz farkında olmasak da) keyif aldığımızı gösterir.

Eziyetten keyif aldığımız gibi, bir de eziyetlerimizi yarıştırma âdetimiz var. Ben de dâhil olmak üzere, bunu hepimiz yapıyoruz. Birileri bir şeyler anlatmaya başladığı zaman, biz hemen daha büyüğünü anlatmaya başlıyoruz.

Nankörlük yarıştırmayı da seviyoruz ama eziyet yarıştırmayı kesinlikle daha çok seviyoruz. “Ben ona çeşit çeşit iyilikler yaptım, o da bana karşılık olarak her türlü kötülüğü yaptı” senaryolarını da çok severiz. Doğal olarak, bir başkasının da daha büyük bir nankörlük hikâyesi vardır.

“Tatil dönüşü havaalanından eve 6 saatte gelebildik” cümlesi, genelde “o da bir şey mi biz bayram dönüşü 9 saatte ancak köprüyü geçebildik” türünden bir karşılık alıyor. Ondan sonra da, daha büyük bir eziyetle karşımızdakine geçirmiş olmanın garip hazını yaşıyoruz.

Etrafınıza ve sohbetlerinize dikkat edin. Muhakkak bir eziyet anlatımından sonra karşı taraftan daha büyüğü geliyor. Hiçbir zaman, “çok yazık ya, yollarda sefil olmuşsunuz, biz hiç öyle bir şey yaşamadık” şeklinde bir cevap duymazsınız. Karşıdakinin eziyeti her zaman daha büyüktür.
Aslında işin özü yaşadığımız topraklardaki temellerde gizli. Bu topraklarda, yaşamımızın temelleri eziyet bataklıklarının içine atılmıştır. Her işimiz eziyet olduğu için, herkesin de türlü türlü anlatacak hikâyesi olması kadar doğal bir şey olamaz.

İzdivaç programlarında sık sık duyduğumuz, “beni eve kapatsın, nefes aldırmasın, bakkala bile gitmeme izin vermesin” şeklindeki kriterler de eziyetin bir başka türü. Neden çıkıp da bu tür taleplerde bulunuyorlar? Eziyeti severiz de ondan. İlle de sizi bağlayıp dövmesi gerekmiyor, bu da bir eziyet şekli…
“Eziyet” bizim göbek adımızdır. Dairelerde iş halletmekten tutun da, tatile gitmeye kadar her işimiz eziyettir bizim. Hastane koridorlarında veya trafikte sıcak bir ortamda kan ter içinde sürünmek, eziyet değilse nedir?
Sevgili babam, her zaman “paramla eziyet satın alamam” derdi. Bu prensiple büyümüş bir insan olarak, ben de kaçınabileceğim eziyetlerden kaçınmaya çalışırım. Örnek olarak, 9 günlük bayram tatilinde hayatta hiçbir yere gitmem. Yollarda da, gittiğin yerde de eziyet çekme ihtimalin çok kuvvetlidir.

Zaten çok zor bir şehirde ve çok zor bir ülkede yaşıyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de üzerine parayla eziyet satın almayın. Yeteri kadar bedava eziyet, hayatımızın her döneminde bizim yanımızda, daha fazlasına gerek yok…

Konu her ne olursa olsun, eziyete dönüşecek, size sıkıntı yaratacak şeylerden kaçının. İster aşk ilişkisi olsun, ister tatil yolu hiç fark etmez. Rahatlamaya, kafanızı dağıtmaya gittiğiniz bir tatil, bir yemek, bir gezi, bir ziyaret, bir sevgili sizi daha kötü bir ruh hali ile geri yollamasın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Temmuz 2016 Pazar

Dokuz Günlük Eziyet...

Günaydın dostlar…

Kimse kızmasın, “dokuz günlük tatil” diye başlık atmak hiç içimden gelmedi. Artık saçlarının yarısından fazlası beyazlamış ve bu tip eziyetleri defalarca yaşamış bir kişi olarak, bu seferki tiyatronun bir parçası değildim ama eş, dost, arkadaşlar gerçek anlamda büyük eziyetler yaşadılar.
Yolların, otobüs garlarının ve havaalanlarının korkunç hali yaşanılacak eziyetin ilk belirtileri gibiydiler. Benim gibi, bayramda bir yere gitmeye tövbe etmiş olanlar bu sıkıntıları uzaktan izlediler ama birçok kişi de kendini korkunç bir düğümün içinde buldu. Bavullarını sürüye sürüye kilometrelerce yürüyen zavallı insanların görüntüleri televizyonlardan hiç eksik olmadı.


Rezillik çekmeyeyim, perşembeden döneyim diye karar veren insanlar bile perşembe akşamı büyük çile yaşadılar. Bazı arkadaşlarım 4-5 saatte Sakarya’dan İstanbul’a gelemediler. Gece yarısı bu durumu birkaç kere yaşamış bir insan olarak, bu durumun nasıl bir eziyet olduğunu çok iyi bilenlerdenim. Bir yerlerde durup, tuvalete bile gidemezsin.

Dün akşam televizyonda izledim; amcanın biri Akçay’a gitmeye çalışıyor, polis de, “kilitlendi artık kimseyi sokmuyoruz” diyerek, içeri sokmuyor. Bayram tatili diye ben buna derim.

Hadi Akçay’dakiler içeri giremedi; ya Avşa Adası’nda açlıktan fırınlara saldıran tatilcilere ne demeli? Zaman ve para harcamışsın, tatile gitmişsin ama yiyecek bir gram bir şey bulamadığın için gece yarısı fırınlara saldırıyorsun. Bayram eğlencesi diye ben buna derim.

Gururumuz Çeşme’de de durum çok farklı değildi. Belediye başkanının şöyle bir sözüne tanık oldum; “50,000 kişi için altyapısı kurulmuş bir ilçeye 700,000 kişi gelirse olacağı budur. Ne su yeter, ne elektrik yeter, ne de kanalizasyon yeter”. Türkiye’nin en önemli turizm ilçelerinden biri diye ben buna derim.

Çeşme demişken, Bodrum ile ilgili hiçbir şey duymadım ama eminim durum orada da çok farklı değildir.
Bu rezillik her bayramda yaşanıyor ama bu sene korkunç boyutlara ulaştı. “Nasıl olsa bir yer buluruz” deyip, gidip kumsallarda uyuyanlardan tutun da, bir otel odasında 6 kişi kalmak zorunda kalanlara kadar, her türlü rezillik vardı. Paranla rezil olmak diye ben buna derim.

Bozcaada’ya o kadar çok insan gitti ki, neredeyse adayı devireceklerdi. Muhteşem bir tatil süresince gerilen sinirler yüzünden, dönüş feribotunda insanlar 40 dakika boyunca durmadan kavga etmişler. Feribot yanaşıp, jandarma devreye girmese daha da edecekler ama Allah acımış da sefer bitmiş.
Dostlar, nüfusumuz sürekli olarak artıyor ama turistik ilçelerde bir gelişme, bir büyüme yok. Alaçatı’daki kalabalığın arasına sıkışmış ve “evime dönmek istiyorum, buradan çıkmak istiyorum” diye bağıran kadıncağızın tek günahı, bayram tatilinde bir yerlere gitmeye kalkmış olmak.
İşin daha acı tarafı da ne biliyor musunuz? Bütün bu rezilliği yaşamış olan dostlarımızın, yaşananlardan bir gram ders çıkarmaması. 2 ay sonra aynı rezillikler bile bile bir kere daha yaşanacak. Hiç kimse, “geçen bayram yollarda sürünmüştük, gittiğimiz yerde rezil olmuştuk bu bayram aynı hatayı yapmayalım” demeyecek…

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de bu büyük eğlence için kaybettiğimiz onca insan var. Laf anlamaz, kural tanımaz, bana bir şey olmaz yapımız yüzünden ölen 120’den fazla insan. Yazık değil mi bu insanlara ve geride kalanlara. Ne için öldü bu insanlar? Ülkeyi mi savunuyorlardı? Cevabı da ben vereyim; her zaman olduğu gibi bizim içimizdeki trafik canavarı yüzünden öldüler. Açıkgöz tavırlar ve başkasının hakkında tecavüz etmeler, insanların ölmesinden başka hiçbir işe yaramıyor. 400’den fazla da yaralı var…

Kaybettiklerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine de başsağlığı diliyorum. Hepsinin mekânı cennet olsun. Hiç umudum olmasa da, “umarım bu acılar bir daha tekrarlanmaz” diyorum…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Uzun Tatil...

Günaydın dostlar…

Doğal olarak benim yaşam tarzını en iyi bildiğim iki ülke, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’dir. Her ne kadar 1 yıl kadar İngiltere’de de yaşamış olsam da, Avrupa’nın birçok ülkesine defalarca gidip gelmiş olsam da; onların yaşam tarzı hakkında çok da bir şey söyleyemem.
Sabah yazılarımda da sık sık Amerika’daki yaşam ile bizim yaşamımızı mukayese ederim. Bu haftaki uzun tatil vesilesi ile de, Amerika’daki ve Türkiye’deki tatiller konusu gündeme geldi. Biz farkında olmasak da, biz burada 9 gün tatil yaparken, dünyanın diğer bölgelerinde yaşam bütün parametreleri ile devam ediyor.


Bütün bir hafta boyunca burada kimseye ulaşamayan Amerikalı bir arkadaşım, e-mail atmış, bana ülkede neler olduğunu soruyor. Terör olaylarından ve 3-5 günde bir patlayan bombalardan dolayı, bir şekilde ülkede sistem çöktü, iletişim sorunu var zannetmiş.

“Sorun yok, biz tatildeyiz” dediğimde adamcağız şoka girdi. “Bütün bir hafta mı?” diye şaşkınlık içinde sorduğu zaman da beni bir gülme tuttu. Gülmekten adama cevap yazamadım. Yabancıların aklına gelen bazı soruları, bizler bin sene düşünsek bulamayız.

Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Amerika’da bütün tatiller birer gündür. İster dini bayram olsun, ister milli bayram olsun iki gün süren tatilleri bile yok. Bunların da hepsini toplasanız yarım düzine kadar ya eder, ya etmez. “Tam olarak ne tatili bu?” diye sorduğunda, “dini bir bayram” dedim ama beni yine bir gülme tuttu. “Sizin 5 günlük dini bayram tatiliniz mi var?” şeklinde yeni soru geldi.

Bu saf ve net sorular karşısında kelimenin tam anlamıyla gülmekten öldüm. “Aslında bayram 3 gün ama hükümet kararıyla 5 güne çıkarıldı” diye yazdığımda, “Neden?” diyeceğini adım gibi biliyordum. “Piyasa biraz durgun da, iç turizm biraz hareketlensin diye verilmiş bir karar” diye cevap verdim. Bizim amca da, “Anladım bu seneye özgü bir durum” yazdığında beni bitirdi. “Vallahi actually sık sık oluyor” diye gözyaşları içinde cevap yazdım.

“Ne güzel ya, sık sık 3 günlük bayramlar bütün bir haftaya yayılıyormuş” yorumunun hemen arkasından beklediğim diğer soru da geldi. “Sizin başka böyle bayramınız var mı?” Koptum ve bir daha koptum. “Var var iki ay sonra bir tane daha geliyor ama o 4 günlük” yazdım. “3 günlük bir tatil bütün haftaya yayılıyorsa, 4 günlük tatilin bütün haftaya yayılması no brainer” dediğinde; kültürlerin bakış açılarının ne kadar farklı olduğu bir kere daha su yüzüne çıkmış oldu.
Bana sorduğu bir diğer soru da, diğer Müslüman ülkelerde de bu işin böyle olup olmadığı konusuydu. Asıl merak ettiği konu da, iç turizmi canlandırmak için onların da böyle bir şey yapıp yapmadığı konusuydu. Güzel bir soru. Açıkçası hiçbir fikrim yok. Ben daha önce hiç duymadım ama belki tatili uzatan ülkeler vardır.
Amerikalı sürekli düşünüyor. “Belki de onlarda iç turizm canlıdır” diye düşündü. Ülkelerin birçoğunda turizm yok ki, canlısı olsa…

Ayrıca, uzatmıyorlarsa da onlar çalışsınlar. Biz çok ileri gitmiş, Almanya tarafından bile kıskanılan bir ülke olduğumuz için uzun tatiller yapabiliriz. Her sene Karadeniz Dağları’ndan güldür güldür denize akan sel sularını Almanya kıskanmayacak da, ben mi kıskanacağım?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Albümdeki Resimler...

Günaydın dostlar…

Devir değişti. Maşallah, artık hepimiz akıllı telefonlarımızla Foto Naci gibi resimler çekebiliyoruz. Telefonlar o kadar yol aldı ki, fotoğraf makinesi endüstrisi bile öldü.
Hepimizin telefonlarında binlerce resim var. Artık film alma, karta bastırma gibi dertler de olmadığı için; çekiyoruz da çekiyoruz. Aynı resmi 500 değişik açıdan çekmeden resim çektik bile saymıyoruz. Restoranın birinde resim çeksin diye garsona telefonu verdiğiniz de, o da 500 tane çekiyor.



Bütün hayatımız telefonda. Gelişen teknoloji, bize bütün hazırladığımız yemekleri sosyal platformlarda paylaşma imkânı sundu. Eski usul olsaydı, fotografçıya götürüp bastırmanız gerekseydi, hanginiz pişirdiğiniz patlıcan musakkasının resimlerini paylaşırdınız? Resim çekmek beleş olduğu için, pişirilen her yemek kendini internette buluyor.

İlerleyen teknolojinin hayatımıza birçok kolaylıklar kattığı kesin olduğu kadar, birçok değeri de hayatımızdan götürdüğü de kesin.


Çok güzel resimler çekiyoruz ama resimlerimiz de son günlerdeki hayatımız gibi darmadağın.

Eskiden her evde fotoğraf albümleri olurdu. Albüm olmasa bile, en azından bir resim kutusu veya torbası olurdu. Yaşı bana yakın olanların çocukluk resimleri siyah beyazdır. Renkli resim çektirmenin çok havalı ve pahalı olduğu devirleri çok net olarak hatırlıyorum.

Nedenini bilmiyorum ama fotoğraf albümleri ya salonda, ya da oturma odasında dururdu. Kimse albümlerini yatak odasında saklamazdı. “Bakın her şeyimiz ortada, alın bakın” ruh halinin bir eseriydi herhalde.

Çok sık olmasa da, ara sıra bu albümlere bakmak çok zevkli olurdu. Sizleri bilmiyorum ama bizim evde albüm bakma işi genellikle aile yemeklerinden sonra, bilhassa da içkili ortamlarda gerçekleşirdi. İçki içmekle, eskiyi hatırlamak arasında garip bir bağ var ama ben çözemedim.

İşin en zevkli taraflarından biri de, evdeki büyüklere fotoğraflardaki insanları sormaktır. Genellikle de, “O benim sütninemin torunu” gibi filan bir cevap alırsınız. Kendi kendinize, “Bu akşam bu bilgiyi öğrendiğim çok iyi oldu” diye mırıldanırsınız.
Benim çok fazla çocukluk fotoğrafım yok. Olanların yarısı da sünnetimde çekilmiş olan fotoğraflar. Miktarları çok fazla olmasa da, hepsi eski usul, siyah sayfalı bir albümün içinde duruyorlar.


Şimdi resimlerimiz nerede? Her yerde. Doğru dürüst bakabileceğimiz bir ortam bile yok. Bütün resimlerini elektronik ortamlarda düzenlemiş, gerektiğinde de oradan gösterebilecek kaç kişi vardır? Vallahi ben bile yapmadım öyle bir şey.
Dediğim gibi, resimlerimiz her yerde. En çok sakladığımız yer de telefonumuzun hafızası. Ben de dâhil olmak üzere, hepimiz bozulan, kırılan telefonlardan çok fazla resim kaybettik. Kalan resimler de oralarda bir yerlerde duruyorlar ama kim için, ne için durdukları bile belli değil.

Bu işe meraklı arkadaşlarım çok güzel resimler çekiyorlar. Teknoloji sayesinde bizlerle de paylaşabiliyorlar. Bunu hiç kimse inkâr edemez. Bu imkânlar olmasaydı ev ev dolaşıp herkesin albümlerini karıştırmamız gerekirdi. Hatta çok isterseniz paylaşılan resimleri büyüterek insanların suratındaki en küçük sivilceye kadar görebiliyorsunuz. Bunun bu şekilde görünmesini istemeyen ne yapıyor? O da sivilce kapatma programı kullanıyor. Aynı durum kırışıklıklar, torbalar, siyahlıklar, sarkmalar gibi vücudunuzdaki her sorun için de geçerli. Hepsinin programı var. Çektiğiniz fotoğrafı bütün bu programlara tabi tuttuktan sonra maşallah kusursuz olabiliyorsunuz.
Sizi bilmiyorum ama ben hafif sararmış, hafif eskimiş, albüm kokan resimlere bakmayı seviyorum ve özlüyorum. Resimlere bakarken, kokusunu da almak; olayın en az yarısı. İsterse milyon megapiksel resim çeksin. İstese de babamın gözündeki o bakışı yakalayamaz artık…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Purchasing Managers' Indexes...

Good morning everyone…

Purchasing Managers' Indexes (PMI) are economic indicators derived from monthly surveys of private sector companies. The two principal producers of PMIs are Institute for Supply Management (ISM), which originated the manufacturing and non-manufacturing metrics and which produces them for the United States and Markit Group, which produces metrics based on ISM's work for over 30 countries worldwide.
ISM and Markit Group separately compile Purchasing Managers' Index (PMI) surveys on a monthly basis by polling businesses which represent the makeup of the respective business sector. ISM's surveys cover all NAICS categories. The Markit survey covers private sector companies, but not the public sector.

The current ISM PMI survey can be found under "ISM Reports On Business" on the ISM home page, or directly on this page. The surveys are released shortly after the end of the reference period. The actual release dates depend on the sector covered by the survey. Manufacturing data are generally released on the first business day of the month, followed by construction (Markit only) on the second working day, and non-manufacturing/services on the third business day.
ISM began to produce the report for the USA in 1948. The data for the index are collected through a survey of 400 purchasing managers in the manufacturing sector on seven different fields, namely, production level, new orders from customers, speed of supplier deliveries, inventories, order backlogs and employment level. Respondents can report either better, same or worse conditions than previous months. For all these fields the percentage of respondents that reported better conditions than the previous months is calculated. The five percentages are multiplied by a weighing factor (the factors adding to 1) and are added.

The Chicago-PMI survey, owned by Deutsche Börse, registers manufacturing and non-manufacturing activity in the Chicago Region. Investors value this indicator because the Chicago region somewhat mirrors the United States overall in its distribution of manufacturing and non-manufacturing activity.
The predominant operator and owner of Purchasing Managers Index series outside the USA is the Markit Group. Markit issue most of their PMIs in partnership with other companies.

The Markit and ISM Purchasing Managers Indices include additional sub indices for manufacturing surveys such as new orders, employment, exports, stocks of raw materials and finished goods, prices of inputs and finished goods.
Formula, calculation, and reading:

PMI data are presented in the form of a diffusion index, which is calculated as follows:P M I = ( P 1 1 ) + ( P 2 0.5 ) + ( P 3 0 ) {\displaystyle PMI=(P_{1}*1)+(P_{2}*0.5)+(P_{3}*0)}
where:

  • P1 = Percentage number of answers that reported an improvement.
  • P2 = Percentage number of answers that reported no change.
  • P3 = Percentage number of answers that reported a deterioration.

Thus, if 100% of the panel reported an improvement, the index would be 100.0. If 100% reported a deterioration, the index would be zero. If 100% of the panel saw no change, the index would be 50.0 (P2 * 0.5).
Therefore, an index reading of 50.0 means that the variable is unchanged, a number over 50.0 indicates an improvement, while anything below 50.0 suggests a decline. An index of 50.0 would arise if either all respondents reported no change or the number of respondents reporting an improvement was matched by the number of respondents reporting a deterioration. The further away from 50.0 the index is, the stronger the change over the month, e.g. a reading of 55.0 points to a more frequently reported increase in a variable than a reading of 52.5. The degree of confidence experienced by respondents reporting an improvement and the degree of concern experienced by respondents reporting a deterioration are not factored into the index.

Headline Manufacturing PMI:
The headline manufacturing PMI is a composite of five of the survey indices. These are New orders, Output, Employment, Suppliers' delivery times (inverted) and Stocks of purchases. The ISM attributes each of these variables the same weighting when calculating the overall PMI, whereas Markit uses the following weights: New orders (0.3), Output (0.25), Employment (0.2), Suppliers' Delivery Times (0.15), Stocks of purchases (0.1).

Markit Economics' PMI surveys:
Survey Panels

Purchasing managers form a near ideal survey sample base, having access to information often denied to many other managers. Due to the nature of their job function, it is important that purchasing managers are among the first to know when trading conditions, and therefore company performance, change for the better or worse. Markit therefore uses such executives to produce data on business conditions.
In each country, a panel of purchasing managers is carefully selected by Markit, designed to accurately represent the true structure of the chosen sector of the economy as determined by official data. Generally, value added data are used at two-digit SIC level, with a further breakdown by company size analysis where possible. The survey panels therefore replicate the actual economy in miniature. A weighting system is also incorporated into the survey database that weights each response by company size and the relative importance of the sector in which that company operates.

Particular effort is made to achieve monthly survey response rates of around 80%, ensuring that an accurate picture of business conditions is recorded over time.
Data are collected in the second half of each month via mail, email, web, fax and phone.

Questionnaires:
A key feature of the PMI surveys is that they ask only for factual information. They are not surveys of opinions, intentions or expectations and the data therefore represent the closest one can get to “hard data” without asking for actual figures from companies.

Questions asked relate to key variables such as output, new orders, prices and employment. Questions take the form of up/down/same replies. For example, “Is your company’s output higher, the same or lower than one month ago?”
Respondents are asked to take expected seasonal influences into account when considering their replies.

For each main survey question, respondents are asked to provide a reason for any change on the previous month, if known. This assists not only the understanding of variable movement but also in the seasonal process when X12 cannot be used.
Seasonal adjustment:

The seasonal adjustment of PMI survey data is usually calculated using the X12 statistical programme of adjustment, as used by governmental statistical bodies in many developed countries. However, the X12 programme only produces satisfactory data if five years' historical data are available. In the absence of such a history of data, the PMI survey data are seasonally adjusted using an alternative method (see next paragraph), developed by Markit Economics.
This method was initially designed to provide analysts with a guide to the underlying trend in the survey data and should be recognised as a second-best approach to X12. However, past experience in other countries suggests that Markit’s method of seasonal adjustment goes beyond this initial purpose and in fact in many cases outperforms X12 as a guide to comparable official data.

Markit's method involves using reasons cited by responding survey panel member companies for changes in variables, which are then used to ascertain whether a reported increase or decrease in each variable reflects an underlying change in economic conditions or simply a seasonal variation. Seasonal variations may include changes in demand arising from Christmas, Easter or other public holidays. Normal, expected changes in weather are not included. The net balance of companies reporting an improvement in a variable less those reporting a deterioration is then adjusted to allow for the percentages of companies reporting seasonal induced increases or decreases in the variable.
Other PMI Surveys:

Similar purchasing managers indices are published by the Ifo Institute for Economic Research in Germany, the Bank of Japan in Japan (Tankan), the Caixin China PMI published by Markit and the Swedish PMI run by private bank Swedbank.
The PRIX index uses a diffusion index methodology based on that of PMIs. However, rather than drawing on purchasing managers, it uses country analysts based in the world's 20 largest oil exporting countries to forecast political events that may affect global oil exports. The PRIX index is updated quarterly and published for free on the internet.

 Stay healthy, stay happy…

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Bağışıklık Sistemi...

Günaydın dostlar…

Ben doktor değilim. Hatta bu konudan hiç de anlamıyorum ama doktorlar diyorlar ki, hareket etmekle, hasta olmamak arasında direkt bir bağlantı varmış. Daha çok hareket eden kişi, daha az hastalanıyormuş.
Bu yüzden doktorlar sürekli olarak spor yapmamızı, yürüyüş yapmamızı, yüzmemizi filan öneriyorlar. Spor yapınca kan dolaşımımız hızlanıyor ve hastalıklara karşı vücut direncimiz artıyormuş.


Bu durumun tıbbi açıklamasını yapacak en son kişi benim ama söylenenlerin doğru olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman yürüyüş yapmaya çalışan bir insan olarak, ben de kendimi her yürüyüşten sonra hem fiziksel olarak, hem de ruhen daha iyi hissediyorum.

Düşündüğünüz zaman; sporcuların çok hastalanmaması veya hastalansalar bile çok çabuk iyileşmeleri de bu durumu doğruluyor. O zaman ne yapacağız? Günde en az 5,000 adım atmaya çalışacağız.

Doktorlar 10,000 diyorlar ama 10,000 çok iddialı bir rakam. Siz 10,000’den vazgeçin şimdilik 5,000 yeter. Göreceksiniz ki 5,000 adım atmak bile hiç kolay bir iş değil. Her gün ofiste çalışan ve de özel olarak yürüyüş yapmayan bir insan günde 1,000 adım bile atmıyor.

Çağımız teknoloji çağı olduğu için artık akıllı telefonların birçoğu günde kaç adım attığınızı sayıyor. Her gün bu konuya özen gösterdiğiniz zaman da, 5,000’i bulmadan bırakamıyorsunuz. Her hangi bir nedenle dışarı çıkamadığım günlerde, deli danalar gibi evin koridorlarında gidip gelerek yine de bir şekilde 5,000’e ulaşıyorum. Ulaşamazsam kendimi ev ödevini yapmamış bir öğrenci gibi hissediyorum. Dostlar, oturduğunuz yerden kalkın hareketlenin, en az 5,000 adım atın. Hiçbir şey yapamıyorsanız, mutfağa gidip gelin.

Kan dolaşımı gibi, umutlarımızın da bu işle doğru orantılı olduğunu düşünüyorum. Benim görüşümce umutları azalan, morali bozulan insanların da bağışıklık sistemleri düşüyor. Ciddi üzüntülerin zaman içinde ciddi hastalıklar yaratabileceğine inanıyorum.
İleriye yönelik hiçbir umudu olmayan, hiçbir hedefi olmayan, bugününden mutlu olmayan bir insanın vücut direnci de otomatik olarak azalıyor. Her zaman, “insanları yaşatan kalplerindeki umutlardır” deriz ya, gerçekten de öyle. Umudu tükenen bir insan grip de olabilir, zatürre de, verem de.
Vücut diyor ki, “kardeşim senin gelecekten bir beklentin yoksa, bir umudun yoksa ben de savaşmıyorum o zaman”.

Kan dolaşımı da, umutlarımız da, mutluluklarımız da, acılarımız da; hepsi çok hassas bir mekanizmanın parçaları. Bir tanesi düştüğü zaman otomatik olarak hepsi birden düşüyor.

Tabi ki, aynı durum hayatımızın bütün parametreleri için de geçerli. Örnek olarak, bir işyerinde ileriye yönelik hiçbir umudu kalmamış bir çalışandan ne kadar verim alabilirsiniz? Bağışıklık sistemi de düşer, çalışma arzusu da. İşe gelirken ayakları geri geri gider.
Futbolculardan, öğrencilere kadar bu tip örnekleri çoğaltabiliriz ama önemli olan her türlü zor şart altında bile umutlarımızı taze tutabilmektir. Daha kötü bir şeyler yaşamadığımız için Allah’a şükredebilmektir.

Milyonda bir gerçekleşme şansı bile olsa; hayal kurmaktan, umutlarınızı alt alta sıralamaktan hiç vazgeçmeyin.
Hadi şimdi kalkıyoruz; hem adımlarımızı atıyoruz, hem de hayallerimizi kuruyoruz. Bakın bakalım günde kaç adım atıyorsunuz. Paylaşımlarınızı bekliyoruz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…