23 Aralık 2016 Cuma

İlk Önce Ben İneceğim...

Günaydın dostlar…

İlk defa Pendik – Ankara Yüksek Hızlı Treni’ne bindiğimde, 15 dakika sonra tren Gebze’ye vardığı zaman, neredeyse vagonun yarısının inmek için hazırlanmasıyla büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. “Ulan adamlara bak, 1 istasyon için yüksek hızlı trene binmişler” diye kendi kendime söylenmiştim.
Gelin görün ki olay farklıymış. Amcalar, teyzeler sigara içmek için aşağıya iniyorlarmış. Meğerse 15 dakika içinde sigarasızlıktan ölmüşler. 3 dakika içinde içecekleri 3 nefes sigara yanlarına kar kalacakmış. İşin ilginç yanı, sigaracı arkadaşlar tren her durduğunda aynı senaryoyu bir kere daha tekrarlıyorlar.


Hayatı boyunca hemen hemen hiç sigara içmemiş bir insan olarak benim bu durumu anlamam çok kolay olmasa da, sigara konusunun büyük bağımlılık yaratan, değişik bir tiryakilik olduğunun da bilincindeyim. Sigara içmesem de yakın dostlarım sayesinde bu konuda epeyce bir uzman oldum. Yanımdaki bütün insanlar maşallah iyi sigara içicisi. Günde 3 pakete yakın içen dostlarım bile var. Tek bir güne 3 paket sigarayı nasıl sığdırabiliyorlar bilmiyorum ama bu konu da gerçekten de çok başarılar.

Bu konunun uzmanı olan arkadaşlar bizi aydınlatsınlar. Buz gibi bir havada trenden inerek, sigaradan iki nefes çekmeye çalışmak bu işin gerçeği midir? Trende giden bir insan 15 dakikayı zar zor mu geçiriyordur?

Tren istasyona geldiğinde, kapılar açılıyor ve büyük bir güruh aceleyle aşağıya iniyor. Bu grubun zamanı kıymetli olduğu için, hepsi paltolarını giyip kapının önünde hazır bekliyorlar. Sigara yolcuları yüzünden, gerçekten o istasyonda inmek durumunda olanlar ikinci planda kalıyorlar. Doğal olarak, binerken de ilk önce sigaracıların inmesini bekliyorsunuz. Onların acelesi var, sizin binmenizi beklerlerse sigara içecek vakit kalmaz.

2-3 kişiden söz etmiyoruz, tren her durduğunda vagonun neredeyse yarısı boşalıyor. Bütün bu sigara iniş binişleri, trenin her istasyonda averajda 1-2 dakika geç kalmasına neden oluyor. Bu gecikmeleri genelde yolda kapatıyor ama bazen kapatamadığı zamanlar da oluyor.

Dünyanın ilerlemiş memleketlerinde herkes sigaradan uzaklaşırken, bizim halen (15 dakika daha dayanamayacak bir halde) çok yoğun bir şekilde sigara içiyor olmamızı büyük bir talihsizlik olarak görüyorum. İnsanların kalplerinin sıkıntı ve üzüntü dolu olması da, bu yüksek kullanım oranının nedenlerinden biri olabilir. Sebebi ne olursa olsun; ister sıkıntıdan, ister mutluluktan sigara içmeyi çok sevdiğimiz de bu işin bir başka gerçeği.
Trendeki sigara acelesi, bana Burdur 58. Topçu Tugayı’ndaki günlerimi hatırlattı. Sabahları kahvaltıda iyi bir şeyler olmadığı zamanlarda, tugay içindeki büfeden bir şeyler almaya çalışırdık ama çoğunlukla sıra bize gelmeden içtima vakti gelirdi. Bir paket Burçak alamadan sıradan ayrılmak zorunda kalırdık.
Bu esnada da sürekli sıranın arkasından taciz olurdu. “Arkadaşlar yiyecek almak isteyenler lütfen sıradan çıksın, biz burada sigara almak derdindeyiz” tipi bağırmalar hiç bitmezdi. İnsanlar sigara işine o kadar odaklanmışlar ki, “Gerekirse sen aç kal, yeter ki ben sigara alabileyim” demek istiyor. Sigara içebilmek askerlikte büyük keyifti. Bazen, “İsteyen sigara içebilir” denildiğinde, millet bayram ederdi.

Amerika’da sigarayı artık gizli kapaklı dolapların içinden satıyorlar. Sağa sola gittiğiniz zaman çok fazla sigara içen de görmüyorsunuz. Gelişmiş ülkelerde satışları azalıyor ama Orta Doğu, Asya ve Afrika gibi yerlerde satışlar tavan yapıyor.

Keşke bizim topraklarımızda da insanlar daha bilinçli olsa da sigaradan vazgeçebilse. Hem sağlık açısından, hem de finansal olarak birçok artı getirisi olacağına eminim. Umarım bir gün herkes sigara bağımlılığını kontrol altına alabilir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Aralık 2016 Cumartesi

Soğuk Geceler

Günaydın Dostlar,

Bu haftaki gibi soğuk gecelerde sıcak bir ortamda olduğum için Allah’a şükrediyorum ama bir yandan da aklım soğukta çalışmak veya daha da zoru soğukta yaşamak zorunda olanlarda kalıyor.
Dün gece salonda oturmuş boş boş televizyona bakarken (izliyordum demiyorum zira bakıyordum) sokaktan geçmekte olan bozacının sesi beni bir kere daha çocukluğuma götürdü. Zaten bozacılar, küçüklüğümden beri hep aklımdadır; bir de üzerine geçen sene Orhan Pamuk’un romanını okuduktan sonra hiç aklımdan çıkmaz oldular.


Allah kimseyi soğuklukla veya açlıkla terbiye etmesin. Soğukta yaşamak kolay bir iş değil. Ayrıca bu durum sadece insanlar için geçerli değil. Bu gibi akşamlarda sokak hayvanlarının da çok üşüdüğünü düşünüyorum. Yüzlerine baktığınız zaman da üşüdüklerini hissediyorsunuz. Belli bir dereceye kadar bizden daha dayanıklı oldukları kesin ama onlar da üşüyor. Hem de çok üşüyorlar.

Tüyleri sırılsıklam olmuş bir köpeğin rüzgâr altında, -5 derecede üşümediğini düşünmek bana hiç inandırıcı gelmiyor.

Dediğim gibi sokaktaki bütün canlılara sempatim var ama aklım bozacılarda. Koskocaman bir güğümle buz gibi havada saatlerce yürümek her babayiğidin becerebileceği bir iş değil. Zaman zaman da "Bozacı amcalar için başarılı bir akşamın tanımı nedir acaba?" diye düşünürüm. Bu kadar eziyetin karşılığında bir gecede kaç para kazanıyorlardır acaba?
Herkesi düşünüyorum ve “Allah yardımcıları olsun.” diyorum ama bozacılar ve sokak hayvanları benim listemde ilk sıradalar. Nedenini ben de bilmiyorum. Muhtemelen Ankara'da büyürken Bahçelievler’in buz gibi kış akşamlarında boza satan amcalardan etkilenmişimdir. Evcil hayvanlar konusu da annemin kedilere olan merakından kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Evlerini, yurtlarını terketmek zorunda kalanlar da her zaman aklımın bir köşesinde. Natamam inşaatlarda veya naylon branda duvarlı odalarda soğuğa karşı direnmek acı bir iş. Allah yardımcıları olsun.

Her zaman “Rutin hayatımız için Allah’a şükretmeliyiz.” derim. O sıkıcı bulduğumuz, işten eve evden işe gidip geldiğimiz hayat bizlere Allah’ın bir lütfudur. Bu lütfu iyi anlayıp soğukta kalan canlılara her kim olursa olsun (elimizden geldiği kadar) yardım etmeliyiz. Bir insanı, bir köpeği, bir kediyi bile soğuktan kurtarabiliyorsak insanlık adına büyük bir hamle yapmış oluruz.

Geçen akşam tren istasyonuna geldiğimde oradaki taksileri organize etmeye çalışan şahsın karla kaplanmış hali de içimi burkmuştu. Üzeri gayet az giyimli olan bu amca, tipi şeklinde yağan kar altında minicik bir karton bardaktan içtiği çayla ısınmaya çalışıyordu.
Bilmiyorum sizlere de aynı durum oluyor mu ama ben bu tip durumlar gördüğüm zaman hepsine birden yardım etmek istiyorum. Yağan karın altında beklerken keşke imkânım olsa da herkese yardım edebilsem diye düşünüp duruyorum.
Sevgili dostlar, hayat zor. Bazılarımız için de çok daha zor. Birçok insanın aklına bile getirmediği problemleri her gün yaşayan insanlar var. Her gün “Acaba bu akşam nerede sıcak bir ortam bulacağım da donmadan uyuyabileceğim?” diye düşünmenin nasıl bir duygu olduğunu Allah hiçbirimize göstermesin.

Sobaya iki kürek fazla kömür atabilenler, “Ahmet Efendi kaloriferin ısısını biraz artır.” diyebilenler, “Acaba bu gece kombinin sıcaklığını bir derece daha arttırsak mı?” gibi çok zor bir karar vermek zorunda olanlar veya elektrikli ısıtıcılarla uyuyanlar; bunları ancak kıvrıldıkları merdiven altında rüyalarında görerek ısınanları hiç unutmasınlar.  

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Aralık 2016 Pazartesi

Amerikalının Sıkıntısı...

Günaydın dostlar…

Güzel ülkem derin bir uykuya daldıktan sonra otelin lobisine iniyorum. Lobinin sakin kafe ortamında, iki teyze ve bir amca oturmuş bağıra bağıra dertlerini ortaya döküyorlar. Yaşları muhtemelen benim yaşıma yakın olan bu insanların sıkıntıları çok büyük. Milletin ne konuştuğunu hiç dinlemem, hiç de merak etmem ama samimi bir ortamda, konuşmalar da yüksek sesle olunca ister istemez her söyleneni duyuyorsunuz. Önce sarışın teyze alıyor sazı eline.
 
Teyzemin derdi otoban bağlantı yolları ile alakalı. Birçok ülkede olduğu gibi Amerika’da da büyük otobanların, yoğun trafik olan bağlantı noktalarında otobana giriş ışığı var. Trafiğin yoğunluğu otomatik olarak ölçülüyor ve akışın hızına göre otobana girecek olanlara yol veriliyor.
Işık belirli aralıklarla yeşil yanıyor ve her yeşilde bir araç otobana dâhil oluyor. Bizde olsa kaç araç girebileceğini düşünebiliyor musunuz? Yoğunluk azaldıkça da yeşil ışık daha sık ve daha uzun yanmaya başlıyor. Doğal olarak bunun nedeni de, anayolu sürekli akar bir halde tutup, içinden çıkılmaz bir düğüm haline getirmemek.

Bizim teyzenin sıkıntısı da bu noktada başlıyor. Buraların göbeğinden geçen 495 numaralı otobanda, yeşil ışık yanma sürelerinin trafik yoğunluğu ile çok da uyumlu olmadığını düşünüyor. Kadının sıkıntısına bakın; oturmuş bunları düşünmüş. Allah başka dert vermesin. Masalarına gidip, “Bizde de her gün trafik kazalarında 20 kişi ölüyor” demek istiyorum.

Teyzem, iki bira içim süresi kadar bir zamanda bu konu ile ilgili bütün sorunlarını dile getirdikten sonra, söze öbür teyze giriyor. Onun derdi de itfaiye araçları. Amerika’da her şeye itfaiyeciler koşuyor. Günde 20 defa siren sesleri duyuyorsunuz. Bizden farklı olarak, buradaki itfaiyeciler can kurtarma işi de yapıyorlar. Biz de o işleri ambulans ile gelen sağlık personeli yapıyor.

İyi güzel de sıkıntı nerede? Durun bir dakika, hemen anlatacağım. Bu itfaiye araçları bütün ışıklarını ve sirenlerini açıp yollarda giderlerken, teyzemi ürkütüyorlarmış. Aynadan kocaman bir aracın bu şekilde üstüne geldiğini görünce, teyzem ne tarafa kaçacağını şaşırıp, bulunduğu şeridin ortasında duruyormuş. Aslında belki de en iyisini yapıyor.

Amerikalıların bir iyi tarafı vardır. Gidip de problemlerini başkalarının kucağına atmazlar. Muhakkak problemleri ile ilgili olarak bir de öneri getirirler. Teyzemin önerisi de, itfaiye araçlarının sadece yan taraflardaki ve arkadaki ışıklarını açarak hareket etmeleri yönünde. Allah başka dert vermesin. Masalarına gidip, “Bizde de geçen gün köprünün yüksekliğini hesap edemeyen itfaiye aracının merdiveni, köprüyü yıktı” demek istiyorum.
Biralar bitiyor, Amerikalının derdi bitmiyor. Kadınların 4 saatlik seansından sonra sıra zavallı amcama geliyor. Amcamın derdi saat 17.00 – 19.00 arası 5 Dolara satılan biraların neden daha sonraki saatlerde fiyatının arttığı konusu.

“Bence hiçbir mantığı yok” diye söze başlıyor sevgili amcam. Bira aynı bira, mekân aynı mekân; ne değişiyor da bira fiyatı artıyor? “Saat 19.00’dan sonra biraya zam mı geliyor, vergisi mi artıyor, ne oluyor?” diye soruyor bizim amca. Sorularına cevap bulabilir mi bilmiyorum ama beni çok güldürdüğü kesin.

Her şeyi bilen teyzeler, “Belli saatlerde müşteriyi buraya çekmek için fiyatları ucuzlatıyorlar” diyerek izah etmeye çalışıyorlar ama bizim amca oralı bile olmuyor. “Ucuzlattıkları saatlerde zararına mı satıyorlar?” diye sorunca beni bitirdi. Allah başka dert vermesin. Masalarına gidip, “Bizde de zaten üzerinde 70 çeşit vergi olan biranın vergi oranları arttırıldı” demek istiyorum.

Gördüğünüz gibi dostlar, Amerika’nın (ve Amerikalının) her şeyi farklı olduğu gibi, sıkıntıları da farklı. Görülüyor ki, sıkıntılar büyük olmayınca, küçükler hemen onların yerini dolduruveriyor. Allah, bize de itfaiye araçlarının hangi ışıklarını yakacakları konusundan başka hiçbir derdimizin kalmadığı günler göstersin.
Hepimizin sıkıntısız günler görmesi dileği ile ilk defa Türkiye dışında bir yerlerde yazdığım sabah yazımı noktalıyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Kasım 2016 Perşembe

Hiç Görmediğimiz Bir Aşk

Günaydın Dostlar,

Bugüne kadar hiç görülmemiş bir aşk görmek istiyorum. Paramparça, minicik aşkların birleştirilmiş halini değil; bağımsız, daha önceki hiçbir aşka benzemeyen, kocaman, yekpare bir aşk görmek istiyorum.

Çok mu fazla bir şey istiyorum? Geçmişin milyon kere yaşanmış aşklarına benzemeyen bir duygu ve tek başına bir aşk istemek, çok mu yanlıştır?



Bakmadan görülen, konuşmadan duyulan, dokunmadan elini, yüreğini yakan bir aşk istiyorum. Mecnun bile duyduğu zaman, “Ne aşkmış be kardeşim!” demeli.

Benim istediğim aşkta birinin zengin, birinin fakir olmasına da gerek yok. İkisi de her gün işine giden, ayağını yorganına göre uzatan, orta halli insanlar. Akşam olunca istedikleri yere uzatabilirler ama gün içinde yorganın sınırlarını geçmiyorlar. Hayatın içinden, sokaktan, gerçekten bir aşk olsun. Türkan Şoray aşkı istemiyorum. Biri Marmara’nın bir ucunda olsun, diğeri Boğaz’ın öbür ucunda. Aşkları ile dağları değil, trafiği delsinler. Dört vasıta ile gidip beş vasıta ile geri dönsünler.

Yapmacık ağlamaların sular altında bıraktığı bir aşk da görmek istemiyorum. O kadar büyük bir aşk olmalı ki ağlarken her an yüreğimizin yarısı gözyaşlarından süzülüp dışarı çıkacakmış gibi hissetmeliyiz. Kaldırım kenarlarında akan gözyaşlarında çocuklar kâğıttan kalpler yüzdürmeliler.

Kalplere sığmayan, dudakları yakan, gözleri nemlendiren bu aşk, bu dünyada yaşanmalı. Jüpiter’de yaşanıyormuş hissine kapılmamalıyız. Onu ne kadar çok sevdiğini düşündüğün zaman, miden bir garip olmalı; yaşam fonksiyonlarının düzeni bozulmalı. Kendini her an onun kokusunu alıyormuşsun gibi hissetmelisin. Dünyanın öbür ucuna da gitsen onun kokusu her zaman seninle gelmeli.

Gerçek bir aşk olmalı. Aşkından gebermelisin ama sabah yine de işine gidip güncel konularla uğraşmalısın. Aklının yarısı işinde olmayabilir ama olsun, hayatın gerçekleri böyle bir şey. Sen aşkından ölüyorsun diye kimse sana “İşe gelme.” demez.

Masanın yanına gelenler tabii ki aşkın değil ama senin gördüğün onun gözleri, onun saçları, onun dudakları, onun kırmızı kazağı. Her zamanki gibi aldığın koku onun kokusu. Senin kalbin bu kadar yükselmişken petrol fiyatları yükselse ne olur, yükselmese ne olur. Dünyanın bütün petrolünü onun bir tek saç teline değişebilir misin?

Evet, böyle bir aşk istiyorum. Eskinin yamalı aşklarından çok sıkıldım. Sabah sabah kocaman bir aşk da nereden çıktı? Nereden çıkacak, hayatın içinden çıktı. Sokaktan çıktı, yaşamdan çıktı, gördüklerimizden çıktı, duyduklarımızdan çıktı. Fabrikalarda imal edilen, menfaat mayalı tek tip aşklardan çıktı.

Biraz Belgin Doruk’tan çıktı, biraz da Hale Soygazi’den. En fazla da Filiz Akın’dan çıktı. Onun su gibi zarif güzelliğinden çıktı. Bazı insanlar doğuştan zariftirler. Büyük sıkıntılarla boğuşsalar da hayatlarının son gününe kadar da hep zarif yaşarlar.

Ben, her konunun kişiye özel olması gerektiğini düşünen bir insanım. Bakkaldan ekmek bile alıyorsan senin ekmek alışın sana özel olmalı. Aşklar için de öyle. Aşkın büyüsü, özelliği, güzelliği hepsi diğer aşklardan farklı olmalı. En başta da muhteşem bir heyecanı olmalı. Heyecandan sık sık iştahın kaçmalı. Uyku zaten yok. Her buluşmaya koşarak gitmelisin. Zaman öyle bir geçmeli ki “Keşke günler daha uzun olsa.” diye düşünmelisin.

Kimi baş başa şarap içmek ister, kimi kavun suyu. Hiç sorun değil. Konu ne olursa olsun yaşananlar, arzular, hissedilenler, gözyaşları, gülümsemeler hepsi farklı olmalı. İster dizilerde olsun, ister sokakta. Ben artık aynı tip aşklardan çok sıkıldım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


8 Kasım 2016 Salı

Çok Güzel Hareketler Bunlar...

Günaydın dostlar…

“Hayat sokakta yaşanıyor” diye boşuna söylememişler. Artı veya eksi yönde bütün ilginçlikleri sokakta görüyorsunuz. Günümüzde, genelde canımızı sıkan şeyleri görüyoruz ama nadiren de olsa çok güzel hareketler de oluyor.
Geçen gün sabah yürüyüşü sırasında gördüğüm genç kız ve köpeği, beni hem çok şaşırttı, hem de “Helal olsun size.” dedirtti. Bu işin şaşkınlık yaratmayan tarafı, köpeğin ilk bulduğu ağaç dibine yapmasıydı. Babasının tuvaleti gibi yaptı, gitti. Köpeklerin, uzun bir süre dolaştıktan sonra, bir anda “burası uygun” diye karar verip, saniyede yapmalarını halen anlayabilmiş değilim.


Bu işe hazırlıklı olan genç kız, taktı naylon eldivenlerini, topladı yapılanları. Hemen memnuniyetle belirtmek isterim ki; bu işi yapanların sayısı son zamanlarda çok arttı. Kim bilir, adam olabilmemiz için belki de halen umut vardır. Üstelik bu kızcağız, bu işi büyük bir ustalıkla yaptı. “Yapılanı toplama” işinde çok tecrübeli olduğu her halinden belliydi.

Bütün malzemenin toplanıp torbaya konması işini daha önce de görmüştüm ama naylon torba içinde toplanan ganimetin, köpek tarafından çöpe atıldığını ilk defa gördüm. Genç kız torbanın ağzını kapattı ve köpeğe doğru uzattı. Ağzıyla torbayı alan köpek, jet hızıyla götürdü, Cadde’deki çöplerden birine attı. Çok fazla olmasa da, Cadde’de bir sürü çöp kutusu var. Bu olayın da her zaman aynı çöp kutusunun yanında olmadığını varsayarsak, köpek hangi cismin çöp kutusu olduğunu iyi öğrenmiş diye düşünüyorum.

Gerçekten de çok etkileyiciydi. İnsanlara bile bu davranışı öğretemezken, bir köpeğe bu işi öğretebilmek çok başarılı bir çalışma olmuş. Kızcağız bu iş için ne kadar uğraştı bilmiyorum ama sonuçlar güzel olmuş. Hazır eli değmişken, bir de bu köpeklere motosikletlerle son hız kaldırımlarda dolaşanları ısırmayı öğretse ne kadar güzel olur. Kaldırımlara sabunlu sular süpürerek etrafı temizlediğini zannedenleri de unutmamak lazım.

Nedenini bilmiyorum ama köpeklere bir şeyler öğretme işini, gençler hepimizden daha iyi başarıyorlar. En azından benim etrafımda gördüğüm bütün örneklerde eğiten hep gençler. Belki daha sabırlı oldukları için, belki de daha çok zamanları olduğu için; sonuçlar güzel oluyor. Ben, köpeklere bir şeyler yapmayı öğretebilen insanları çok takdir ediyorum. İnsanlar çocuklarına ders çalıştıramıyor, millet köpeklerle uğraşıyor. Köpekler, size 500 tane laf yetiştirmiyor ama yine de zor bir iş.

Akıllı köpekten ayrılıp 500 metre gitmemiştim ki, sabahın köründe karşıma Gürsel Tekin çıktı. İçten ve samimi bir gülücükle “Günaydın” dedi. “Eee ne yapalım?” demeyin, her sabah Gürsel amcaya rastlamıyorum. Amcanın (bana göre) güzel hareketi de yanında hiç kimse olmamasıydı. Herkesin bir ordu ile dolaştığı günlerde, Gürsel Amca’nın yanında ne bir koruma, ne bir şoför olmaması, hoşuma gitti. İnsan en azından yanına bir köpek alır.

Pazar sabahının erken saatlerinde, takım elbisesi ve çantasıyla sokakta tek başına dolaşan Gürsel amca, köpeğinin arkasından toplayan bir genç kız, bir de yaptıklarını çöpe atan köpekle karşılaştım. 40 dakikalık bir yürüyüş için yetmez mi?

Hayat sokakta yaşanıyor. Karşınıza ne zaman kimin çıkacağı hiç belli olmuyor.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

29 Ekim 2016 Cumartesi

Kadın Hakları...

Günaydın dostlar…

Sokaklara dökülüp, “Ben hakkımı isterim.” diye günlerce yürüyüşler mi yapmışlar? Meydanlarda mitingler mi düzenlemişler. Ortam buldukları her yerde bu konuyu dile mi getirmişler? Örgütlenerek bu konuda çalışmalar mı yapmışlar? Yayın organlarında bu konuda makaleler mi yazmışlar? 
Bunlar gibi daha binlerce soru sorabiliriz. Ne yazık ki, bunların hiçbirini yapmamışlar. Hiç beklemedikleri ve talep etmedikleri bir anda, çok ileri görüşlü bir dünya lideri sayesinde, diğer ülkelerde kadınların yıllarca uğraşıp, didinip elde ettikleri hakları bir anda elde etmişler.


Birçok Avrupa ülkesinde bile, kadınlar seçme ve seçilme hakkını çok yakın bir geçmişte elde ettiler. Bundan 100 yıl önce, böyle bir adım atabilmek, nasıl bir cesaretin ve ileri görüşün ürünüdür? Her babayiğit böyle bir harcı karıştırıp da temel atamaz.

Hem binayı yapacaksın, hem de herkes ağzının içine bakarken, bir de cumhuriyet kurmaya kalkacaksın; senin alnından da, ellerinden de öpüyorum Mustafa Kemal Atatürk.

Uğruna savaş verilmediği için de, 100 yıl ilerisini görebilen muhteşem mavi gözlerin attığı adımlar, çok da takdir edilmemiş. Oy verme hakkını elde etmiş ama izinsiz yan komşuya gitme hakkını elde edememiş. Uçurumun büyüklüğüne bakın! Bir yandan ülkenin kaderi için, ülkeyi yönetecekler için oy verme hakkın var, diğer taraftan izinsiz bakkala gidemiyorsun.
Çaresiz ve fedakâr Anadolu kadını, bu iki kayanın arasına gerilmiş ipte, ne yana gideceğini bilemeden yoluna devam etmeye çalışmış. Bugün de durum halen çok farklı değil. Kanunlar hakları vermiş ama hakların devamı evlerde teslim edilmiş mi? Bugün, bu topraklarda yaşayan kaç kadın kocasına sormadan oy kullanabiliyordur sizce?
Konu ister oy kullanmak olsun, ister başka bir şey; kocasına, babasına, ağabeyine sormadan adım atamayan kadınlarımız, ne dünyanın birçok ülkesinden daha ileri bir seviyede haklarının olduğunun farkındalar, ne de böyle bir arzuları var.

İzdivaç programlarına çıkan birçok kadın, “Evleneceğim erkek bana nefes aldırmasın, her adımımı kontrol etsin.” diye yorumlar yapıyorlar. Bildikleri, gördükleri durum bu olduğu için, eşit sayılmak veya eşit muamele görmek gibi bir arzuları da yok.

İstememişler ama rüyalarında bile düşünemedikleri haklar verilmiş. İstemeden geldiği için de hiç kıymeti olmamış. Şimdi biri çıkıp da bana, hiç anlamadığım, hiç de talep etmediğim bir şeyler verse ben de ne yapacağımı bilemem.
Sünnet olduğum zaman bana birçok hediye gelmişti. Oyuncak arabalar, kutu oyunları şunlar, bunlar. Şu anda hiç hatırlamıyorum ama birileri de minicik bir defter getirip bana verip gitmişlerdi. Çok da bozulmuştum. Baktım deftere, sadece 3-5 sayfası var. Yazı yazmaya kalksan yazamazsın. Zaten içinde çok fazla yazı yazacak yer de yoktu. Üstüne üstlük sayfaların yarısı da yazılıydı.
Sonradan öğrendim ki, o bir banka defteriymiş ve bana gelen hediyeler arasında maliyeti en yüksek olanıymış. Ama banka işini hiç bilmediğim için, bir gram takdir etmemiştim. O minik defterin değerini çok sonra anladım. Meğerse o minik defter 1 torba plastik araba, 2 torba Kızma Birader oyunundan çok daha değerliymiş. Benim adıma bankaya o parayı koyan kişi, (o parayı kendi kazandığı için) o defterin değerini biliyordu ama beyni henüz çok fazla gelişmemiş olan Emin, konuyu anlayamadı.

Değerini anlayamadığın bir şeyi, kaybetme korkunda olmaz. Ne zamanki defterin değerini öğrenirsin, o zaman bir telaşa kapılırsın ama senin minik defterdeki para çoktan harcanmış olur.

Ey Anadolu Kadını, minik defterine sahip çık, o defter milyonların kanıyla, alın teriyle kazanılan paralarla oluştu. Bu gün bütün detaylarını anlamıyor olabilirsin ama bir gün kaybedersen çok üzülürsün.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Ekim 2016 Perşembe

Konservatuar Öğrencileri...

Günaydın dostlar…

Hafta sonu epeyce maç izledim. Maçlar bitince de, futbol yorum programlarını seyretmeyi hiç sevmediğim için, epeyce bir süre ses yarışmasına çıkan çocukları izledim.
Yarışmacıların birçoğunun konservatuar mezunu veya konservatuar talebesi olması beni çok şaşırttı. Konservatuar tahsili alan çocukların, pop müzik parçaları söyleyerek bu tip bir yarışma içinde olmalarını, boşa gitmiş bir tahsil olarak gördüm. Gönlüm, bu kadar özel bir tahsil almış çocukların daha özel, daha büyük işler yapmasını istiyor.


Aslında bu konu benim uzmanlık alanıma hiç girmiyor. Opera (veya konservatuarın başka bir bölümünde) okuyan bir çocuğun, okul bittikten sonra ne yapması gerektiğini de bilmiyorum ama mezuniyet sonrası hepsine bir iş imkânı olmadığı da kesin. Şu anda Türkiye’de aktif olarak çalışan kaç tane opera, bale var onu bile bilmiyorum.

Gördüğüm kadarıyla, ülkedeki konservatuar sayısı da çok artmış. Bu durum güzel bir gelişme olmakla beraber, günümüzün ekonomik ve politik gerçekleri ile çok da uyumlu bir parametre değil. Operanın, balenin, tiyatronun günden güne küçüldüğü bir ortamda, bütün bu konservatuarlardan mezun olan çocuklar ne yapacaklar?

Sorumun cevabını da ben vereyim. Ekonomik kaygılarla ve meşhur olma umuduyla televizyondaki yarışma programlarına saldıracaklar veya bulabildikleri yerlerde sahne almaya çalışacaklar. Elemelerde başarılı olamadıkları zaman da, sanatsal bir hayal kırıklığından ziyade ekonomik bir çöküş yaşıyorlar. Birçok aile umutlarını çocuklarının bir şekilde meşhur olup, bir yerlerde sahne almasına bağlamış. Çocuklardan çok aileler yıkılıyor.

Hani derler ya, “Çocukluğuna inmek lazım” diye; bende de bu konuda çocukluktan kalma bir takıntı var diye düşünüyorum. Bizim çocukluğumuzda, konservatuardan mezun olanlar, gidip de pop müzik şarkıları söylemezlerdi. Bu tür şarkıları müziğin daha basit bir formu olarak görürlerdi.

Konservatuarda okuyup da pop müzik şarkı söyleme işini başlatanlar Sertap Erener, Levent Yüksel gibi isimlerdir. Belki onlardan önce de bu işi yapanlar vardı ama benim aklıma gelen ilk örnekler Sezan Aksu çırakları dönemine denk geliyor.
“Sana ne kardeşim millet ne söylerse söyler.” dediğinizi duyar gibiyim. Çok da haklısınız. Sonuçta ülkede demokrasi var. Sanki operalarımızda herkese yetecek kadar iş var. İşin en acı tarafı da, bu topraklarda sanatı sanat için yapma şansının hemen hemen hiç olmaması. Sanat da diğer konular gibi genelde hep para için yapılıyor.
Benim bildiğim kadarıyla konservatuarlara girmek hiç de kolay bir iş değil. Doğuştan Allah vergisi bir kabiliyetin olması ve çok çalışman gerekiyor. Eminim girdikten sonra da çıkmak kolay değildir. Eski komşumun oğlunun bütün gece boyunca “aaaaaaa”, “oooooo” diye sesler çıkararak çalıştığını dün gibi hatırlarım.

Bu kadar çok kabiliyetin ve emeğin gerektiği bir ortamda, hedeflerin pop müzik yarışmaları, bar sahneleri veya türkü barlar olması, bana boşa gitmiş bir emek gibi geliyor. Amacın sadece sahneye çıkmaksa, her türlü tahsili yapıp, (sesin güzelse) yine sahneye çıkabilirsin. Tornet yapabilmek için roket mühendisliği okumanıza gerek yok diye düşünüyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Ekim 2016 Salı

Özel Değil Genel...

Günaydın dostlar…

“Her şeyi ben bilirim. Her konuda, her zaman benim dediğim olacak.” tavrı son yılların moda yöneticilik şekli oldu. Sandalyeden kalkıp da koltuğa oturunca,  koltuğun sıcaklığı ve derinin cazibesi insanları bambaşka bir ruh haline sürüklüyor.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, bir soru sorduğunuz zaman, kimse “Ben bilmiyorum.” demiyor. O kadar çok yönlü bir toplumuz ki, herkes her konuda, her şeyi biliyor. Sorduğunuz soruya da, karşınızdakinin sokakta duydukları ve inandıkları yönünde bir cevap alıyorsunuz.


İşin daha da ilginç yanı; okumayı ve araştırmayı hiç sevmeyen bir toplumun, her konuda bu kadar bilgili olmasıdır. Hepimizin o konu üzerinde uzman olan ya bir arkadaşı, ya da bir akrabası vardır ve “Bizim amcaoğlu dedi ki” diye lafa girmekten hiç çekinmeyiz.

Sabah yazılarıma gelen istatistiklerden biliyorum, benim yazılarımı görenlerin sadece %4’ü açıp okuyor. Anlayacağınız, yazıyı gören her 100 kişiden 96'sı, “Yahu bir bakayım, nasıl bir şey yazmış bu sabah.” diye merak bile etmiyor. Bu %4 oranı sadece benim yazılarım için geçerli değil, bu rakam ülkenin genel okuma averajı ile de paralel bir rakam.

Bu kadar okumayı sevmeyen bir millet; evlenme programlarının ve ıssız ada yarışmalarının genel kültürlerine kattığı halkalarla, bir anda her konunun uzmanı oluveriyor. Koltuğa bir kere oturdunuz mu, koltuğu bile, yapan ustasından daha iyi bilir bir hale geliyorsunuz.
Her şeyi bilen ve 18 senedir “Hep benim dediğim olacak.” tarzıyla yöneticilik yapanların başında da bizim Aziz amca geliyor. Hoşlanmadığı insanları stada bile sokmuyor. Kimse de çıkıp da, “Ne hakla sokmuyorsun, Fenerbahçe babanın kulübü mü?” diyemiyor. Halka açık bir şirkette çalışıyorsun ve tribünlere sokmadığın insanlar yüzünden şirketin gelir kaybı yaşamasına neden oluyorsun. Ne hakla?
İşin enteresan yanı, camia içindeki hiçbir kimse de ağzını açıp tek laf edemiyor. Geçici olarak deri koltuğa oturan insanlar, bir anda kendilerini koltuğun sahibi zannetmeye başlıyorlar. Dostlar, koltuk geçicidir. Çok fazla oturursan sıcak yaz günlerinde alerji yapar Allah korusun.

İnsanlar korkunca ne oluyor? Kimse ağzını açmıyor, kimse fikir yürütmüyor, kimse öneri getirmiyor, kimse çalışacağım diye kıçını yırtmıyor ve bir boş vermişlik başlıyor. Fenerbahçe’nin şu anda yaşadığı sorun, bir “boş vermişlik” sendromudur. “Nasıl olsa onun dediği olacak, neden konuşayım da kötü olayım.” diye düşündüğünüz zaman, veriminiz düşer, işe karşı isteğiniz azalır. “Her şeyi ben bilirim.” yönetim şekli, konu ne olursa olsun müesseseleri eninde sonunda dibe vurdurur. Aynen Fenerbahçe örneğinde olduğu gibi saçma sapan parametrelerle oynar durursunuz. Koltuğa yapışmış olan ile ilgili ana sorunu çözemediğiniz için de, bir gram yol alamazsınız. İnsanlar gelir gider ama hiçbir şey değişmez.

Herkes pazar günü Fenerbahçe’nin kaybettiği 2 puandan söz ediyor ve “o oynasaydı, bu oynasaydı.” şeklinde yorumlar yapılıyor. Sorun bu değil ki. Sorun, yanlış yönetim şeklinin bütün camia üzerinde yarattığı, isteksizlik ve umutsuzluk. Çok şey beklenen erkek basketbol takımında da durum çok farklı değil. Dünyanın en iyi teknik adamlarından birinin takımın başında olmasına rağmen, bu sene takım çok isteksiz. Kulübün genel havası doğal olarak onlara da sirayet etti. Son yıllarda kulübün en başarılı dalı olan bayan voleybol takımında da, aynı düşüşü gözlemleyebilirsiniz. Onlarda da son iki yıldır çok ciddi bir düşüş var…

Dostlar bugün örneklerimizi (herkesin bildiği bir konu olduğu için) Fenerbahçe üzerinden verdik ama sorun Fenerbahçe’ye özel değil, sorun genel. Etrafınıza baktığınız zaman, aynı yönetim şeklinin birçok değişik platformda mevcut olduğunu göreceksiniz. Birçok ortamda herkes yöneticilerin ağzından çıkacak iki kelimeye bakıyor. İnsanlar sindirilmiş ve hiçbir şeyi umursamaz hale gelmişler. Herkes günü kurtarmak derdine düşmüş. Bu yol doğru bir yol değil.

Dünyanın en doğru, en başarılı adımını da atsanız, dünyanın en çalışkan insanı da olsanız; deri koltuktaki amca veya teyze ile iyi ilişkiler içinde değilseniz, hiçbir yere varamıyorsunuz. “Her şeyi ben bilirim.” tutumu, çeşitli platformlarda uzun vadeli zararlarını vermeye devam ediyor.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Ekim 2016 Pazar

Tüketici Güven Endeksi...

Günaydın dostlar…

Tüketici Güven Endeksi tüketicilerin kişisel mali durumları ve genel ekonomiye ilişkin mevcut durum değerlendirmeleri ve gelecek dönem beklentileri ile yakın gelecekteki harcama ve tasarruf eğilimlerinin ölçmeyi amaçlayan bir göstergedir. Bu indeks Türkiye İstatistik Kurumu ve Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası işbirliğiyle gerçekleştirilen Tüketici Eğilim Anketi'ne göre belirlenir. Tüketici Eğilim Anketi, bağımsız anket olarak aylık uygulanır. Anket sonuçları yaş ve cinsiyete göre ağırlıklandırılır.
Türkiye'de tüketici güven endeksi ilgili ayın son haftasında Türkiye İstatistik Kurumu tarafından Ulusal Veri Yayımlama Takvimine göre Tüketici Güven Endeksi Haber Bülteni ile açıklanmaktadır.


Endeksler Avrupa Birliği’nin kullandığı denge yöntemine göre hesaplanır.

Denge, toplam cevap verenlerin içerisinde pozitif ve negatif cevap verenlerin yüzdelerinin farkı alınarak hesaplanır ve bu farka 100 eklenerek her bir soru için ayrı yayılma endeksi oluşturulur. Daha sonra seçilen soruların yayılma endekslerinin aritmetik ortalaması alınarak genel endeks hesaplanır.

Endeks 0 ile 200 aralığında değer alır. Endeksin 100’den büyük olması tüketici güveninde iyimser durum, 100’den küçük olması tüketici güveninde kötümser durum olduğunu gösterir.
Mevcut durum değerlendirmeleri, beklentiler ve eğilimler aşağıdaki konu başlıkları kapsamında ölçülür.

Kişisel mali durum: Kişisel mali durum değerlendirilirken, tüketicinin geçen 12 aylık dönemde hanesine ait maddi durumu, gelecek 12 aylık dönemde hanesine ait maddi durumu ile ilgili beklentisi, hanesi için mali durum değerlendirmesi, gelecek 3 aylık dönemde borç kullanma ihtimali göz önünde bulundurulur.

Genel ekonomi: Tüketicinin geçen 12 aylık dönemde Türkiye’nin genel ekonomik durumuna ilişkin değerlendirmesi, gelecek 12 aylık dönemde Türkiye’nin genel ekonomik durumuna ilişkin beklentisi, Türkiye’de gelecek 12 aylık dönemde işsiz sayısı değerlendirmesi, mevcut dönemin dayanıklı tüketim malları satın almak için uygunluğuna ilişkin düşüncesi, mevcut dönemin tasarruf etmek için uygunluğuna ilişkin düşüncesi, geçen 12 aylık dönemde tüketici fiyatlarının değişimine ilişkin düşüncesi, gelecek 12 aylık dönemde tüketici fiyatlarının değişimine ilişkin beklentisi, gelecek 12 aylık dönemde ücretlerin değişimine ilişkin beklentisi göz önünde bulundurulur.

Harcama ve tasarruf eğilimleri: Tüketicinin, gelecek 3 aylık dönemde yarı-dayanıklı tüketim mallarına yönelik harcama yapma düşüncesi, gelecek 12 aylık dönemde dayanıklı tüketim mallarına yönelik harcama yapma düşüncesi, gelecek 12 aylık dönemde otomobil satın alma ihtimali, gelecek 12 aylık dönemde konut satın alma veya inşa ettirme ihtimali ve gelecek 12 aylık dönemde konut tamiratı için para harcama ihtimali, gelecek 12 aylık dönem içerisinde tasarruf etme ihtimali.

 Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Ekim 2016 Cumartesi

Farklı Bir Yaşam

Günaydın Dostlar,

Bazı hayatlar ve yaşam şekilleri diğerlerinden çok farklıdır. Örnek olarak çok fazla gitmemiş olmama rağmen, her zaman sirk çalışanlarının bambaşka bir hayatları olduğunu düşünmüşümdür. Sirkte çalışmak bir meslek değil bir yaşam şeklidir.
Sirk hayatında başarılı olabilmek için o hayatın içine doğmanın şart olduğunu düşünüyorum. Muhakkak ki istisnalar vardır ama eminim ki sonradan bu hayata dâhil olup da başarılı olanların sayısı yok denecek kadar azdır.


Sirklerdeki hayvanların nasıl eğitildiği konusunu bu sabahlık bir kenara bırakalım. O konu başka bir sabahın yazısı ama hepimizin bildiği gibi sirkler sürekli bir arada olmayı gerektiren farklı bir yaşam şeklidir. O sistemin içinde yaşarlar, yatarlar, kalkarlar ve çalışırlar. Hem de çok çalışırlar. Siz hiç saat 5.00 olduğunda evine giden sirk cambazı gördünüz mü? Sirk yıldızlarının birçoğu da karavan yaşamının içine doğmuş, kendinden öncekileri görerek ve onlarla çalışarak yıldız olmuş kişilerdir. Bu yıldızları normal okullarda yetiştiremezsiniz. Havada uçmayı öğretsen bile sirk yaşamının ruhunu kalplerine sokamazsınız.

Sirk yaşamı toplam bir pakettir. Fiziksel zorluklarıyla, koloni yaşamıyla, yollarda geçen bir ömürle verilen bir yaşama savaşı. Az da olsa ölüm tehlikesi bile vardır. İşin hem ticari yönünü hem de gösteri yönünü iyi idare edebilmeyi gerektirir. Her akşam binerce insanı bir çadırın içinde toplayıp onlara memnun kalabilecekleri bir gösteri sunabilmek her babayiğidin harcı değildir.

Benzer bir durumun futbolcular için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Üniversiteye giderek futbolcu olamazsın. Evet, Allah vergisi bir kabiliyetin olması gerekiyor ama tek başına bu da yeterli değil. Küçük yaşlardan beri bu ortamın içinde büyüye büyüye yıldız oluyorlar.

Ben koltuğumda yün donumu giymiş otururken onlar kısa şortla, buz gibi bir yağmur altında yerlere düşüp kalkıyorlar. Buz gibi su birikintilerinin içine düşüyorlar. Dizlerinden kan akarken, kafalarında beş dikiş varken futbol oynamaya çalışıyorlar. Yıllarca bu hayata alışmışlar. Küçüklükten beri çamurlu suların içine düşüp, sonra yeniden kalkıp koşmanın bu hayatın bir parçası olduğunu öğrenmişler.

Kamplara girip günlerce ailenden uzak kalmak veya deplasman seyahatlerine gitmek birçoğumuzun hiç bilemeyeceği bir hayattır. Herkes uyumaya hazırlanırken, soğuk bir cuma akşamında çoluğu çocuğu bırakıp, kampa gitmek kolay bir duygu değildir. Çocuklar okul gezisine gitse insanlar askere gider gibi uğurluyorlar.
Bu gibi çocukluktan başlayan ve o oluşumun içine doğmak gerektiren konulardan en önemlisinin de askerlik olduğunu düşünüyorum. Bazı çocuklar asker olmak için doğmuştur ve askerliğin gerektirdiği ruh halini, azmi ve cesareti içlerinde barındırırlar. Asker Üniversitesinden mezun olarak asker olunamayacağı görüşündeyim. Evet, askerlik de bir meslektir ama bambaşka bir ruh hali ve yaşam tarzıdır.

Askerlik derken benim gibi kısa dönem askerlik yapmış insanları kastetmiyorum. Bu işi gerçekten yapan ve askerliği yaşayan insanlar için söylüyorum. Kışlasıyla, eğitimiyle, lojmanlarıyla, yaşam tarzıyla, tayinleriyle, ast üst ilişkileriyle, orduevleriyle; askerlik bambaşka bir yaşam tarzıdır.

Allah korusun, çalıştığımız iş ortamında bir arkadaşımızı kaybetsek haftalarca kendimize gelemiyoruz. Kimsenin canı iş yapmak istemiyor. Ama askerlik öylemi?  Bugün arkadaşını kaybeden kahraman er, yarın yine savaşmaya gidiyor. Üç ay hastanede yatıyor, iyileşir iyileşmez yine görevinin başına dönüyor. Her an bir yerlerde ölümün onu da bulabileceğini, şehit olabileceğini bile bile gidiyor.
İşin gerçeği, bu konuyu düşünmüyor bile. Çocukluk günlerinden beri aldığı eğitimin etkisiyle sadece verilen emirleri yerine getirmeyi, bu toprakları korumayı düşünüyor. Böyle görmüş, böyle alışmış. Kardan döşekte yatıp fırtınadan yorganı örtmeye alışmış. Etrafındaki büyüklerinden de böyle görmüş.

Naçizane görüşüm, vatanı korumak için gözünü kırpmadan canını verecek insanlar; başka bir meslek grubunu yetiştirmek için kullanılan bir anlayışla yetiştirilemezler. Üniversitede okutarak sirkçi de yetiştiremezsin, futbolcu da, asker de. Bazı meslekler, küçük yaşlarda edinilen becerilerin, yetkinliklerin ortak bir havuz içerisinde yoğrulmasıyla ortaya çıkarlar.
Sözünü ettiğimiz her üç konuda da asıl tema senden önce aynı yollardan geçmiş insanlarla bir arada yaşamış olmaktır. Bütün ömrü futbol sahalarında geçen çocukların veya bütün ömrü askeri okullarda ve kışlalarda geçen insanların başına Emin’i getirmekle, aynı yolları yürümüş birinin getirilmesi arasında dağlar kadar fark vardır.

Unutmayın, karşınızdakinin ayakkabılarını giymeden; onun neler hissettiğini bilemezsiniz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Ekim 2016 Salı

Ortopedi Profesörü

Günaydın Dostlar,

Arkadaşlarım az yürüdüğümü düşünüyorlar. Ben de biraz daha uzun yürümek istiyorum ama belimdeki kaymalar daha uzun mesafelere müsaade etmiyorlar. Benim 4,0 km gibi bir istiap haddim var, onun üzerine çıktığım zaman araçta sorunlar başlıyor.
Aslında ortopedi profesörü amca bu kadar yürümemi de istemiyor. Hatta hiç yürümemi istemiyor. Karatay teyzem de yirmi dakikadan fazlasına hiç gerek yok diyor. İşime geldiği için ben de amcalarımı, teyzelerimi dinlemeyi tercih ediyorum. Düşündüm de benim akrabalar da gittikçe artıyor.


Ortopedist amca bütün sorunun iki ayak üzerinde yürümekten kaynaklandığını düşünüyor. En son gittiğimde uzun süre bana boş boş baktı ve “Biliyor musunuz bütün bu sorunlar, insanların iki ayak üzerinde yürümeye başlamasından sonra oluşmaya başlamıştır.” dedi.

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Sanki iki ayak üzerinde yürüme olayının sorumlusu benim. Birileri üç trilyon yıl önce bu işe karar vermiş, amcam da hesabını benden soruyor. Şaşkınlığımı ve salaklığımı tam da üstümden atamamışken “Peki, nasıl yürümeliyiz?” diye bir soru sordum.

“Bütün diğer hayvanlar gibi bizim de dört ayak üzerinde yürümemiz gerekiyor.” şeklinde bir cevap geldi. Ne diyeceğimi bilemiyorum ama her şeyin fazlasının zararlı olduğu gibi tahsilin de fazlası bazı insanlar için zararlı olabiliyor.

“Ama kimse öyle yürümüyor ki.” diyebildim. Amcam da sinirli bir tavırla, “Zaten bütün sorunlar da ondan kaynaklanıyor. İki ayak üzerinde yürüme bel kısmına çok büyük bir baskı yapıyor.” dedi. Aslında daha bir sürü şey daha da söyledi ama şu anda bir kısmını yazamıyorum, bir kısmını da hatırlamıyorum.

Hatırladığım tek bir konu, amcanın bana dönüp “İsteseler ayılar da iki ayak üzerinde yürüyebilirler ama yürüyorlar mı?” diye sorması oldu. Kardeşim o ayıların tercihi. Ayrıca, onların camiada herkes öyle yürüyor. Bizim mahallede ayılar gibi yürüyen kimse yok Allah’a şükür.
Basit bir bel ağrısı diye gittik, adam bana “Bundan sonra emekleyerek yürü.” şeklinde bir tedavi önerdi. “Bak amcacığım bu senin söylediğinin bilimsel olarak bir açıklaması olabilir ama pratikte çok da mümkün görünmüyor, bu işin oluru nedir?” diye sorduğumda. “Ben de biliyorum olmayacağını.” şeklinde sert bir cevap verdi. Adama bak ya sanki sokaklarda ayılar gibi yürüme fikri benden çıktı.

Belime baskı yapacak her türlü aktiviteden uzak durmamı, ağır taşımamı, uzun mesafeli yürüyüşler veya koşular yapmamamı önerdi. Birkaç tane de bu işe yaralı olacak egzersizler tavsiye etti. Lafı hiç uzatmadan çıktım oradan. Adam emeklemeden başladı, ağır taşımamayla bitirdi. Pazarlık biraz daha uzarsa işin sonu nereye gider acaba diye çok korktum.

Özet olarak bende birazcık disk kayması varmış ama şansımı zorlamazsam ilerlemezmiş. O yüzden de Fener gol attığında kendimi havalara atmaktan vazgeçtim. Durun bir dakika ya yanlış yazdım, Fener zaten gol atmıyor ki.

Ben, Karatay teyzemin de söylediği gibi egzersizin de fazlasının zararlı olduğu görüşündeyim. Teyzem, fazla egzersizin (süreci tamamlayabilmek için) insanın üzerinde ekstra bir stres yarattığı görüşünde. Ayrıca birçok doktor da benim yaptığım gibi kısa yürüyüşlerin haftada bir kere 15 km yürümekten daha yararlı olduğu görüşünde. Bu, doktor amcaların görüşü; ben masumum.
4,0 km’lik minik yürüyüşlerim bana yetiyor. Bazen denize bakıyorum, bazen inşaatlara, bazen de sokaktaki insanlara. Simitçinin selamı, çiçekçinin günaydını, eczacının el sallaması da benim için olayın başka bir güzel kısmı. Hadi ben şimdi 4,0 km’lik yürüyüşümü yapmaya gidiyorum. Kim bilir belki bir gün bir yerlerde yollarda karşılaşırız.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…