29 Nisan 2015 Çarşamba

Pucca & Puki...

Günaydın dostlar.

Tipik bir yay burcu olarak şu herkesin okuduğu Pucca kitaplarını bir de ben okuyayım dedim ve “O adam buraya gelecek” isimli kitabını başından sonuna kadar okudum. Seninle ne alakası var demeyin. Kitabın benim için yazılamadığını biliyorum ama yine de bir bakayım neler yazıyormuş diye düşündüm. Bir kereden bir şey olmaz…
Sonuçta Pucca’da aynı bu sayfalarda yazılar yazarak meşhur olmuş bir insan. Her ne kadar konularımız farklı olsa da yazı stillerimiz basitliği ve akıcılığı açısından bir birine benziyor. Benim kitabı okumam 10 gün sürdü ama meraklı bir kadın bu kitabı 2 gecede bitirebilir.


Bir diğer farklı konumuzda Pucca’nın kendi yaşadıklarını bir günlük gibi anlatıyor olması. Arkadaşımın biri bir gün, “Senin yazılarında biraz mizah ve birazda mizahı desteklesin diye abartı var” demişti; aynı durum Pucca’nın yazıları için de geçerli.

Hepinizin bildiği gibi benim yazılarım bir günlük gibi değil. Ben de bugün de olabilir, yarın da veya 30 yıl öncesi de.

Kitabın içinde benim için sürpriz olan tek konu çok fazla küfür kullanılıyor olmasıydı. Onun dışında konular da, kitabın akışı da tam beklediğim gibiydi. Her kadının anlayıp hemen kendi içinde yaşayabileceği günlük kız konuları.
Küfürler kitaba bir cazibe getiriyor. Küfürleri çıkartsanız işin çekiciliğinin en az yarısı gider. Şimdi anlıyorum neden herkesin bu kitaplara bu kadar çok saldırdığını. Kitaplar komik ama küfürsüz bütün esprisi kaçar. Bizim millet bu tip lafları kadınların ağzından duymaya çok alışık olmadığı için iki sayfada bir yazılan ve sülalenin çeşitli fertlerini hedef alan küfürler herkese enteresan geliyordur.
Bir diğer cazibe merkezi de ilişkilerin anlatımındaki detaylar. İlişkilerde yaşadıkları her şey en mahrem detaylara kadar sıkça anlatılmış. Bu tip detaylar, bu topraklarda her zaman ilgi de çeker, para da eder

Kendi kendini eleştirebilme yeteneği biz de pek yoktur ama Pucca kendini en acımasız biçimde eleştiriyor. Abartılı eleştirinin bir nedeni de ilgi çekmek. Biri kendini çok sert bir şekilde eleştirirse, sizler de okurken kendinizi yazarın durumuna mukayese eder ve kendinizi daha iyi hissedersiniz.

Ben küfür yazmıyorum da, yazamıyorum da. Benim yazılarımı okuyanlar hemen tepki gösteriyorlar. Lafın gelişi bir yerde “Orada hiçbir bok yok” gibi bir cümle bile kursam hemen kızıyorlar. Doğal olarak küfür etmekte bir tarz meselesidir. Ben günlük hayatımda da çok fazla küfür etmeyen bir insan olduğum için, kimse benden küfürlü cümleler beklemiyor. Hemen bir itirafta bulunayım. Bu durum küfür bilmiyorum anlamına da gelmesin. Bu konudaki kelime dağarcığım oldukça geniştir…
Pucca, kitabında eski, yeni bütün ilişkilerinden söz ediyor ve bunu yaparken de hep yazdıklarının ortak bir yaşanmışlık hissi yaratmasına dikkat ediyor. Her hangi bir kimse kitabı alıp ta okuduğu zaman, “Aynısı bana olmuştu” veya “Ben de o akşam aynı duruma düşmüştüm” demeli ki yazılanlara olan ilgi artsın.
Pucca, ilginç bir karakter. Yazılanların birçoğunun da kendi normal yaşamından çok uzak olmadığını düşünüyorum. Birçok bölümde de insanların yaşayıp isteyip te yaşayamadıkları konular var. O anları Pucca’nın sözleri üzerinden yaşamak onlar için bir çıkış yolu oluyor.

Puki mi kim? Puki, bütün kitap boyunca hemen hemen her sayfada adı geçen Pucca’nın köpeği.

Sonuç olarak biraz ilginç, biraz terbiyesiz, biraz bugünü, biraz dünü kapsayan bir kitaptan söz ediyoruz. Ben Pucca’yı daha evvel hiçbir platformda görmedim ve bir daha elime kitabı geçerse okur muyum bilmiyorum ama kadınların zevkle okuyacağı da çok net.
Çok ağır kitaplardan sonra böyle basit ve akıcı bir kitap okumak bana çok iyi geldi.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Nisan 2015 Salı

Verdiğin Sözün Arkasında Dur...

Günaydın dostlar.

Bir söz verildiği zaman, aslan gibi verilen sözün arkasında durmak gerekir.  Verilen sözlerin tutulmamasının ve de bu topraklarda bir şeyleri organize etmenin zorluğunu çok iyi bilen bir insan olarak, Allah’tan bir mani gelmediği müddetçe ben her zaman verdiğim sözleri tutmaya çalışırım.
Konu ne olursa olsun, benim için sözüme güvenen insanları yarı yolda bırakmamak her zaman için çok önemlidir. Sözüne güvenip, yanıma alıp savaşa bile gidebileceğim insanları da çok severim. Sözden dönmek ne erkekliğe yakışır, ne de kadınlığa…


Söz vermek, hayatımızın her anı için önemli bir parametredir. Bugün için de gündemde olan söz verme olayı, CHP’nin ortaya attığı seçim vaatleridir.

Paradan başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir toplum haline geldiğimiz için, herkes cımbızla çekip ekonomik vaatleri konuşuyor ama verilen sözlerin içinde para konularından çok daha fazlası var. Diyeceksiniz ki, “İnsanlar maddi sıkıntı içinde, para konuşmasınlar da ne konuşsunlar?”. Çok haklısınız, para konusu sıkıntılarımızın başında geliyor ama diğer konuları da unutmamamız gerekiyor.

Burada verilen vaatlerin en önemlilerinden biri olarak demokrasi geliyor. Adalete dayalı, sağlam temeller üzerine oturmuş, bağımsız bir hukuk yapılandırması da çok ama çok önemli. Bu iki parametrenin dolaylı olarak ekonomik programa da bir ivme kazandıracağı çok nettir. Bu tip temel konulardaki bütün vaatlerini sonuna kadar destekliyorum.
Gelelim herkesin dikkatini çeken ekonomik vaatlere. Vaatler çok olumlu, çok sevindirici ama aynı zamanda da çok da iddialı. Genel parametrelere dayandırılan konular bizim gibi ülkelerde her zaman sorun teşkil eder. Örnek olarak, fakirlere yardım dediğin zaman, kimin fakir olduğunu neye göre ve nasıl belirleyeceksin. Maddi durumu çok iyi olduğu halde bir yolunu bulup devletten yardım almanın çok da zor olmadığı topraklarda, kimin gerçekten bu yardımlara ihtiyacını olduğunu belirlemek de kolay bir iş değil.
Bizler sabırsız insanlarız. Bir şeyler vaat edilirse hemen yarın olsun isteriz. Kimse bir fili bir gecede yiyemez. 100 senenin alışkanlıkları ve yaşanmışlıkları 100 günde değiştirilemez. Ben ekonomik vaatlerin bir kısmının çok iddialı olduğunu ve geniş bir zaman çerçevesine yayılmalarının gerektiğini düşünüyorum.

Maliyet fiyatının altında mazot satmayı taahhüt etmek sürdürülebilir bir durum değildir. Ayrıca böyle bir söz vermeye gerek de yok. Sen, yakıt satışlarının üzerine bindirilmiş korkunç vergilerden bir kısmını kaldırırsan hem daha gerçekçi olur, hem de insanlara ekonomik bir rahatlık sağlar. Petrol fiyatları bugün 50 USD olabilir ama iki gün sonra bunların tekrar 150 USD seviyelerine çıkacağını da unutmamak lazım.

Vaat edilen ekonomik iyileştirmelerin boyutu herkese göre değişiyor. 60 milyardan, 140 milyara kadar çok çeşitli rakamlar telaffuz ediliyor. Ben rakamların boyutlarına çok takılmıyorum ve sistematik olarak, kademeli ve planlı bir şekilde ele alınırlarsa, ulaşma mesafesinde olduklarını düşünüyorum.

Sağlam Anayasal temellerin üzerine oturtulmuş, bağımsız yargının rayına oturtulduğu bir devlet yapısında zaten birçok şey kendiliğinden yoluna girecektir.

En önemli parametrelerden biri de liderlerin yaptıkları işlerle, yaşam tarzlarıyla kamuya örnek olmalarıdır. İnsanları belli bir ekonomik plan içinde yaşatmaya çalışırken sen de gidip göze batacak, adalet hissini ortadan kaldıracak harcamalar yapmayacaksın.
Ben ekonomist değilim ama dünya ekonomisinin de zor günlerden geçtiğini düşünürsek; Türkiye için %6 büyüme hedefini önümüzdeki birkaç yıl için çok da gerçekçi bulmuyorum. %5 bile güzel bir başarı olur. Bu işi çok iyi bilen arkadaşlarımız bu konuda benden çok daha iyi yorum yapabilirler.

İç tasarruf oranının %15’ten, %30’a çıkarılacağı gibi yorumları da gerçekten çok uzak, hiçbir hükümetin kolay kolay kontrol edemeyeceği vaatler olarak görüyorum.
Emin’in beklentisi: Ekonomik hedefler dışındaki bütün hedeflerin yerine getirilmesi ve ekonomik hedeflerin de ilk aşamada yarısını yerine getirilmesi şeklindedir. Örnek olarak, 2 maaş ikramiye değil de, ilk aşamada bir maaş ikramiye verilip, daha sonraki yıllarda ikinci ikramiye verilirse, o bile memnun edici bir gelişme olur.

CHP, halkın dikkatini çekti. "Para" lafını duyan (haklı olarak) sokağa çıktı. Kılıçdaroğlu, hiç konuşmadığı büyüklükteki kalabalıklara konuşuyor. Gerçekçi ve uygulanabilir bir programın adım adım uygulanması, yıllardır gülmeyi unutmuş insanımıza bir gülümseme umudu olacaktır.
Ülkemiz için, insanımız için her şeyin en güzeli olur inşallah.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Nisan 2015 Pazartesi

Fırsatlar Bilerek Bekletiliyor...

Günaydın dostlar.

Erkekler de oynar bu oyunu ama daha ziyade kızlara özgü bir oyundur oynanan.  Sosyal platformlarda sık sık dolaşan bir yazı var.
“İnsan fırsatın gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini… Fırsatlar bekler, insanlar bekler… Kazanan hep mazeret olur…” Bu sözler Paulo Coelho’ya aitmiş.


Güzel demiş ama günümüzde artık çok da geçerli değil. Kimse fırsatların gelmesini filan beklemiyor. Herkes daha iyi bir fırsatın gelmesi peşinde bir şeyler arayıp duruyor.

Doğal olarak bu riskli bir oyun. Pirince giderken evdeki bulgurdan da olma durumu var. “Ben daha iyisini bulana kadar sen burada bekle.” oyununu kızlar çok güzel oynar. Doğuştan birçok işi aynı anda düşünebilme yeteneğine sahip oldukları için bu konuda da son derece başarılıdırlar.

Bizim zavallı çocuklar da yıllarca kızların gelmesini beklerler. Daha iyi bir şey bulamayanların bir kısmı yıllarca beklettiği Anadolu çocuklarına geri döner, bir kısmı da hiçbir zaman dönmez. Hiç dönmez. Çünkü arayış halen bitmemiştir.
Burada iki önemli parametre var, “sevmek” ve “sevilmek”. Konu da zaten bu iki parametrenin kombinasyonlarında takılır kalır.
Karşındaki seni seviyorsa, sen de onu seviyorsan, o zaman hiç sorun yok. Allah mutlu etsin. Atın adımınızı, çıkın yola ve gidebildiğiniz yere kadar gidin. Tabi ki burada “sevgi” derken, gerçek sevgiden bahsediyorum. Kâğıt üzerine yazılmış, ilk rüzgârda uçup gidecek sevgiden değil; kalplere kazınmış, midede hissedilen sevgiden bahsediyorum.

Burada en kritik kombinasyon, onun seni sevmesi, senin de onu sevmemen kombinasyonudur. Sevmiyorsan “git” dersin olur biter. Bu kadar basit bir işlem! Öyle değil mi? Değil işte. Git demek kolay ama ya sonra onun kadar sevenini de bulamazsan ne olacak? O yüzden kenarlarda bir yerlerde durmasında yarar var. Ölmeyecek kadar su, ekmek filan verirsen, o seni bir ömür boyu bekler.

Bu durum ilk bakışta yedekte bekleyen için sorun gibi görülebilir. Ama yedek olduğunu hissetmediği için, genelde o da bu durumdan memnundur. Yıllarca bekler ve bir ilişki sürüyor zanneder.
Bu sözler ayrıca sadece gönül işleri için geçerli değildir. Yedekleme yapımızda var ve günlük yaşamımızın her parametresi için geçerlidir. Bir yere davet ettiğinde sana bir türlü doğru dürüst cevap vermeyenler de yedekleme yapıyorlar. Sana "hayır" demeyerek seni yedekte tutuyor ama daha sonra ortaya çıkabilecek daha iyi buluşmalar için de kapıyı açık bırakıyor.

Hayat bu, ne olacağı belli olmaz. Sana şimdiden söz verip de neden kendini taahhüt altına soksun ki? Sen hele bir dur, daha sonra daha iyi bir şey çıkmazsa gelirim.
Son ihtimal de iki tarafın da birbirini sevmemesi durumudur ve de en temizi budur ama bazen tarafların ikisi de bu durumun farkında değildir. Seviyorum zannederler. Birilerinin çıkıp bu zavallı arkadaşları bu esaretten kurtarması gerekmektedir. Her şey gibi bunu da devletimizden bekleyemeyiz. Eş, dost, akrabalar yardımcı olsunlar.

Yukarıda da belirttiğim gibi hislerde açık ve net olmak en doğru yoldur. Alım yapmayacağınız bir satıcıyı yalan sözlerle heveslendirmek de günahtır, sevmeyeceğiniz bir kalbi yedekte tutmak da.
Hep yedeklemeden söz ediyorum ama burada anlatmaya çalıştığım her zaman tek bir yedek veya tek bir tali yol da olmayabilir. Bazı insanlar çok sağlamcı ve birçok yedekle çalışıyorlar.

Emin der ki, “Konu ne olursa olsun, sevemeyeceğiniz bir kalbi içinize alıp kendinize yük etmeyin, karşı taraftakilerin de sevgileriyle, umutlarıyla oynamayın.”
Kalp çok önemli bir emanettir, emaneti kabul ediyorsanız ona çok iyi bakın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

25 Nisan 2015 Cumartesi

Ulusal Kavga Günleri...

Günaydın dostlar.

Çok güzel bir günde 23 Nisan 1920’yi ve atamızı bir kere daha sevgi ve saygıyla andık. O yürekli insanlar her zaman kalbimizin en müstesna köşesinde yaşayacaklar.
Çocuklardan, sevgiden, kardeşlikten, danslardan, oyunlardan bahsetmek çok güzel ama sokağın gerçekleri aslında hiç te öyle değil. Yaşadığımız günler, kardeşliğin değil de kutuplaşmanın, nefretin tavan yaptığı günler. İçinde kavga veya didişme olmayan konular ilgimizi bile çelmiyor.


Bu aralar çok fazla seyredemiyorum ama her sabah Hürriyet gazetesinin baş sayfasında sık sık Survivor ile ilgili kavga haberleri görüyorum. “Hasan ile Bozok arasındaki büyük kavga!” veya “Doğukan, Berna’nın üzerine yürüdü.” gibi haberler hiç manşetlerden eksik olmuyor.

İyi güzel de neden koskoca Hürriyet gazetesi bu gibi haberleri hemen baş sayfasına taşıyor? Didişme, kavga, dövüş para ediyor da ondan. Hasan ile Bozok cici cici oturup beraberce kahve içtiler diye bir haber yapılsa, kimse o haberin yüzüne bakmaz. Her zaman pislik konular para ediyor.

Dikkat ederseniz bir münakaşa çıktığında olay kopma noktasına gelene kadar Acun’da müdahale etmiyor. Neden? Pislik işlerin para ettiğini Acun’da biliyor da ondan.
Suvivor’da dâhil olmak üzere bütün programlar reklamlarını veya birkaç gün sonra ekrana gelecek bölümlerini hep didişme sahnelerini göstererek satıyorlar. Evlilik programı öncesi bile “Gelin adaylarını müthiş söz düellosu.” diye programın reklamı yapılıyor.
Tarz olmak ve şık olmak yarışmasına çıkmış, zarif olması gereken yarışmacılar bile en ağır sözlerle birbirlerini yiyorlar ve program da bu durumdan besleniyor.

Konu ne olursa olsun programı yönetenler işler kopma noktasına gelene kadar kavgalara müdahale etmiyorlar. Burada insanın aklına güzel bir soru gelebilir. O zaman hiç müdahale etmesinler ve izlenme oranları daha da artsın diye düşünebiliriz. Bir noktada devreye giriyorlar zira işler geri dönüşü olmayan noktaları geçerse bu sefer yarışmacıları veya programın konuklarını yok etmek zorunda kalırlar ki, bu da hiç işlerine gelmez.

Amerika’da 25-30 sene kadar önce gençler arasında “ölüme yaklaşma” oyunu diye sakat bir oyun çok moda olmuştu. Kafalarına torba geçirip, ölme noktasına kadar nefessiz kalıp son anda torbayı açıyorlardı ama zamanlamayı iyi ayarlayamadıkları için bu merak yüzünden birçok çocuk hayatını kaybetmişti.

Burada da durum çok farklı değil. Didişmeleri ölme noktasına kadar sabırla takip ediyorlar ama bazen ipin ucunu kaçırıp programın seyir zevkinin yok olmasına neden oluyorlar.

Bizim topraklarımızda “Halkımız böyle istiyor” söylemi çok yaygın bir durumdur. Halkımız gerçekten de didişmeyi, kavgayı, gürültüyü seviyor. Edepli, terbiyeli, sakin insanlar veya programlar bu devirde çok ta para etmiyor.
Dikkat edin bakın; göreceksiniz ki programların çoğu, “Nasıl bir didişme oldu, gördüklerinize inanamayacaksınız.” şeklinde cümlelerle seyirci toplamaya çalışıyorlar. Yarışma programları da, evlilik programları da, açık oturumlar da, haber programları da, magazin programları da hepsi aynı taktiği kullanıyor. Biz de hiç sektirmeden her akşam bu programları izlediğimize göre, taktikleri de işe yarıyor demektir.

Didişen politikacılardan tutun da, didişen gelinlere kadar, ekranlarda kavga gürültü hiç bitmiyor. Ondan sonra diyoruz ki, “Neden kutuplaştık?” Kutuplaşma işe yarıyor, kutuplaşma para ediyor da ondan.
Fakir ülkelerde en güzel işleyen ama zengin ülkelerde kimsenin takmayacağı taktik, insanları belli parametrelere göre kutuplaştırmaktır.

Kavgasız gürültüsüz güzel bir hafta sonu olsun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Nisan 2015 Cuma

Seni Seviyorum...

Günaydın dostlar.

Garip bir duygudur birini sevmek.
“Seni seviyorum.” demek ve dedirtebilmek çok özel anlardır. Seni seviyorum, bir hissediş, bir anlayış, bir özleyiştir…


Her sevginin içinde bir yerlerde bir özleyiş vardır. Kimi zaman iki dakika önce yanından ayrıldığın insanı özlersin, kimi zaman da iki yıldır göremediğin birini. Sevgini dile getirsen de, getiremesen de bu sevgi hiç bitmez ve karşılıklıdır.

Özel bir duygudur sevgi. Sevginin şartı, şurtu, pazarlığı olmaz. Ya seviyorsundur ya da sevmiyorsundur. Kalbinde yeri varsa her şartta seversin. 77 yıldır görmemiş olsan da sevginden hiçbir şey eksilmez.

Sevgi, kalbinde hissetmek değildir. Kalpte hissedilen heyecandır. Sevgi dediğin en azından midene kadar etkilemeli seni. Kalple sınırlı kalan sevginin bir yanı eksiktir.

Sevgi; anılardır, şarkılardır, sohbetlerdir, yaşananlardır, unutulamayanlardır. Gecenin geç saatlerine kadar yapılan sohbetlerdir. Zaman olur, iki üç kişi yaptığınız minicik yuvarlak masa sohbetlerini unutamazsın, zaman olur 100 kişilik yemeklerden aklında bir gram bir şey kalmaz.

Bir çağrıdır sevgi. Bir sesleniştir. Bir haykırıştır. Bir “Emoş” deyiştir. 1000 yıl geçse de kulaklarından gitmeyen bir sestir. “Gel yanımda ol” deyiştir. “Hiç gitme” arzusudur.
Bir an bir yerlerden çıkıp gelecekmiş hissidir. Her baktığın yerde onu görmek istemek arzusudur. Keşke yanımda olsa beklentisidir. Yanında olamayacağını bile bile gelmesini beklemektir.

"Git" dese bile gidememektir. "Bekleme" dese bile yanından ayrılamamaktır. İki dakika konuşalım diye buluşup, İki saat sohbet ettikten sonra ayrılırken, daha 25,000 saat sohbet edebilirdim hissine kapılmaktır.

Konuşmadan anlaşabilmek, bakışmadan görebilmek, duymadan işitebilmektir. Milyonların arasında sanki sizden başka kimse yokmuş hissine kapılmaktır.

Sabahın sessizliğini adaların sessizliğine katık ederken hayalleri yudum yudum tadabilmektir. Boş dolu gözlerle uzaklara bakabildiğin gün gerçekten seviyorsundur. Uzun yıllar önce yaşanan minicik detaylar da aklındaysa tadından yenmez.
Görülmese de, dokunulamasa da bazı insanların kalbimizde ömür boyu geçerli kombineleri vardır. Sezonluk değil bunlar, ömürlük. Kalpten kalbe otomatik yenileniyorlar. Her sene, her mevsim, her zaman o koltuk onlarındır.

Benim kalbimdeki en müstesna koltuklardan birinin sahibi de sensin. Bunu sen de biliyorsun ben de…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Nisan 2015 Perşembe

23 Nisan 1996...

Günaydın dostlar.

Bu önemli ve güzel İstanbul sabahında 23 Nisan 1920’yi ve atamı sevgi ve saygıyla anıyorum. Bu nasıl bir ileri görüştür, bu nasıl bir vizyondur ki, böyle bir adım atabiliyorsun. İçeriden ve dışarıdan binlerce tehdit ile uğraşılan o zor günlerde böyle bir adım atabilme başarısını gösteren bütün kahramanları bir kere daha minnetle anıyorum. Hepsinin mekânı cennet olsun.
23 Nisan 1920 ile ilgili olarak haftalarca yazsam bitiremem. Ayrıca da benim bir şeyler yazmama hiç gerek yok; tarih zaten yazacağını yazmış.


Bu sabah sözünü etmek istediğim konu, 23 Nisan 1996; yani Tatilya’nın açılış günü. Açılış günü ile ilgili olarak bu sabah aklıma gelen küçük bir anımı sizlerle paylaşmak istedim.

Herkesin bildiği gibi Tatilya’nın açılışını o dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yaptı. Her ne kadar şimdiki kadar abartılı olmasa da, o dönemde de bir cumhurbaşkanını ağırlamak hiç de kolay bir iş değildi. Bu tip bir açılışı veya organizasyonu daha önce yaşamış olanlar ne dediğimi gayet iyi anlayacaklardır.

Hazırlıklar bir gün önceden başladı. Korumaların nerede duracağından, cumhurbaşkanının atacağı adımlara kadar her şey tek tek hesaplandı. Çatıya keskin nişancılar çıkmış mıydı onu çok iyi hatırlamıyorum ama emniyet tedbirleri üst düzeydeydi ve hepsi bir gün önceden ayarlanmaya başlanmıştı.
Yapılan plana göre, cumhurbaşkanı parkı açtıktan sonra belli bir yoldan yürüyecek, sonra amfi tiyatroda bir konuşma yapacak, daha sonra da şelalelerin aktığı yapay dağın karşısındaki küçük kafede oturup bir şeyler içecekti.
Her detay düşünüldüğü gibi o da düşünüldü. Cumhurbaşkanı taze sıkılmış portakal suyu içecekti. O zamanlar ille de organik olsun gibi konular çok fazla gündemde değildi. Portakal suyu hazırlandı ve kimin hangi dakikada servis yapacağı bile belirlendi.

Tur tamamlandı, konuşmalar yapıldı ve gelip kafeye oturuldu. Tam portakal suyu gelmek üzereydi ki, Süleyman Demirel, “Burası çok güzel, çok keyifli bir ortam, getirin bir bira da şu şelaleye karşı içelim.” deyiverdi.

Bir anda, büyük bir sessizlik ve büyük bir şok hali ortaya çıktı. Yanındakiler ne diyeceklerini bilemeden birbirlerine bakmaya başladılar. Herkes kelimenin tam anlamıyla ters köşeye yatmıştı.
Hemen gelip, “Bira var mı?”, diye sordular. VIP salonunda belki lazım olur diye bir-iki şişe içki vardı ama bira yok. Bu konu kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Cumhurbaşkanı bira içmek istiyor, yapacak bir şey yok.

Demokrasilerde çareler tükenmez, hemen bizim arkadaşlardan birkaçını bakkala yollayıp bira aldırdık ve cumhurbaşkanına sunduk. Etrafındakiler de içmiş miydi, gibi detayları hiç hatırlamıyorum ama bira konusu bizi tamamen hazırlıksız yakalamıştı.

Daha sonra sayın cumhurbaşkanın etrafındakilerle konuştuğumuz da onlar da çok şaşkındı. İlk defa böyle bir şeyin başlarına geldiğini anlattılar bize.

Tatilya’nın yanındaki minik bakkal, bir cumhurbaşkanına bira sattığından habersiz yaşamına devam ediyor. Cumhurbaşkanı da son anda mahalle bakkalından alınmış bir birayı içtiğinden habersiz. Aynı olay Amerika’da yaşansa hayatta böyle bir şey yapamazsınız. Cumhurbaşkanı içmeden önce o biranın fabrikasının bile denetlenip onay alması gerekir.
Cumhurbaşkanının birası da diğer bütün güzel Tatilya anıları ile beraber belleğimizde bir yerlerde duruyor. Son saniyede bu işi sorunsuz bir şekilde halleden bütün arkadaşlarıma da buradan tekrar teşekkür ederim. O gün bakkala giden her kimdiyse kendini belli etsin…

Biralar tükendi, Tatilya tükendi ama Atamın emaneti Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı sonsuza kadar yaşayacaktır. Herkesin bayramı kutlu olsun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Nisan 2015 Pazartesi

Dostum...

Günaydın dostlar.

“Senin nasıl ikiyüzlü bir yılan olduğunu zaman içerisinde onlar da görecek.”,
“Bütün söylediklerin kulağıma geliyor; ancak senin gibi korkaklar arkadan konuşur.”,


“Meğerse en büyük düşmanım en yanımdaymış.”,

“Senin birini sevebilmen için ilk önce kalbin olması gerekir.”,

gibi ve bunlara benzer sosyal platform ortamlarında yüzlerce yorum yapılıyor.
Her yer bu şekilde meçhul dostlara, sevgililere yazılan yazılarla dolu. İşin komik tarafı, bu lafı üzerine alınması gereken insan kesinlikle üzerine bile alınmıyordur. Zaten böyle bir düşüncenin kendi ile alakalı olduğunu bilse bu duruma düşmezdi.

Meçhule yazılan yazıları hepimiz her gün okuyoruz ama bu yorumları yapan arkadaşlardan küçük bir ricamız var. Lütfen biraz daha açıklayıcı olabilir misiniz? Sonra biz kendi kendimize iki ile ikiyi toplayıp bir sonuca varmaya çalışıyoruz.

İsim vermek istemiyorsunuz anlıyorum ama en azından birazcık ipucu verin. “Soldan ikinci sokakta oturan sarı saçlı kız, senin nasıl bir yalancı olduğunu dünya âlem biliyor.” gibi bir açıklama hepimiz için daha yararlı olur. En azından ihtimalleri biraz azaltmış oluruz.

İşin komik tarafı; insanlar yanlış sonuçlara ulaşıp, yanlış insanlara tavır yapıyorlar. Birilerinin gıcık olduğuna bizim de gıcık olmamız, bu topraklarda çok yaygın bir davranıştır. Ayrıca olmazsa da küseriz. “Sen o pisliği sevmediğimi bilmiyor musun? Benim en samimi arkadaşım olarak neden gidip onla konuşuyorsun?” diye de sitem ederiz.
Her şeyin doğal gelişeninin güzel olduğuna inanan bir insan olarak, ben dostlukların da doğal olarak gelişeninden yanayım. Kendine dost satın alamazsın. En fazla bir müddet etrafında yalakalık yapacak insanlar bulabilirsin.

En büyük dostunuz zannettiğiniz insanlar, belki de size karşı en büyük nefreti, en büyük kıskançlığı içlerinde besleyen insanlar olabilirler. Bu tip insanlar ellerine geçen ilk fırsatta da hemen kuyunuzu kazmaya çalışırlar.

Bir insana “dostum” diyebilmek ve bir dost gibi güvenebilmek hiç de kolay bir iş değildir. Sevgili yerine koyacağın insanın da her şeyden önce senin dostun olabilmesi önemlidir. Dostun olmayan hiçbir zaman sevgilin de olamaz. Sadece bir müddet güzel vakit geçirirsiniz. O sevdiğin, beğendiğin insan zamanı geldiğinde miğferlerini takıp seninle savaşa gelecek mi? Güneş batıp karanlık çöktüğünde yanında olacak mı, yoksa aşkı, sevgisi, dostluğu sadece güneşli ılık havalar için mi?

Emin, bu konuda her zaman çok şanslı olmuştur. Bir dakika tahtaya vurayım da nazar değmesin. Allah’a şükürler olsun ki “dostum” diyebileceğim insanlar hayatımda çok fazladır. Çok eskilere dayanan 40-50 yıldır hayatımda olan, bir gün dahi dostluklarından şüphelenmediğim insanlar vardır.
Doğal olarak bu çift yönlü bir yoldur. Hayatımda kimseyi satmam veya bilerek sattırmam. İyi günde de, kötü günde de her zaman dostlarımın yanında olmaya çalışırım.

Dostluk bir bağlılıktır, dostluk bir sevgidir, dostluk bir özlemdir, dostluk bir güvendir, dostluk bir beraberliktir, dostluk bir arkadaşlıktır, dostluk bir düşüncedir, dostluk bir anıdır.
Aşk mı? Aşk, her şeyden önce bir dostluktur…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Nisan 2015 Perşembe

Neden Şimdi?

Günaydın dostlar.

“Neden şimdi?” diye düşünürüm zaman zaman. Günün çeşitli saatlerinde her türlü konu aklıma gelebilir ve beni “neden şimdi” diye düşünmeye zorlar. Kafayı üşütecek derecede yaşananları kendime dert etmesem de, yine de bu kadar gündür yaşanmayan bir şey neden bugün yaşanıyor diye insan kendi kendine düşünmeden edemiyor.
Aylardır kesilmeyen elektrikler son zamanlarda bilhassa da bütün ülkede elektrikler kesildikten sonra sık sık kesilir oldu. Merak ediyorum. Neden şimdi?


13 yıldır iktidarda olan bir parti bugüne kadar başkanlık sistemi için kimseden oy istememişken, bugün seçim hedefleri arasında da belirterek, ille de başkanlık sistemi diyor. Neden şimdi?

12 yıldır tek başına iktidar olmuş ve de meclisten kanun çıkarmakta veya başka icraatları yerine getirmekte hiçbir sıkıntı yaşamamış bir parti bir anda artık bu sistemin yürümediğini ve bu gömleğin bu vücuda dar geldiğini anlatmaya başlıyor. Neden şimdi?

Bugüne kadar %10 barajını geçmekten korktuğu için her seçime bağımsız adaylar olarak girmiş olan bir parti, bu yıl yapılacak olan seçime parti olarak girmeye karar veriyor. Neden şimdi?

1,5 yıldır hemen hemen hiçbir eylem yapmamış olan bir terör örgütü bir anda oraya buraya saldırmaya başlıyor. Nereden, kim, ne amaçla düğmeye basıyor? Neden şimdi?

3 Temmuz süreci de dâhil olmak üzere, o yöreye defalarca gitmiş olan bir futbol takımına en son gidişinde silahlı saldırı yapılıyor. Didişmelerin en yoğun yaşandığı günlerde bile böyle bir olay yaşanmamıştı. Ne değişti? Neden şimdi?
Hazır futboldan söz etmişken hemen yazayım; Metin Oktay’lar, Can Bartu’lar birbirlerini düşman ilan etmeyi beceremezken, ne oldu bize de başka renk forma giyen veya destekleyen herkes düşman oldu? Neden şimdi?

Yıllarca kardeş, dost olduğumuz komşu ülkeler aniden en büyük düşmanımız oluveriyorlar. Bir anda büyük aşkımız nereye gitti? Neden şimdi?
Bir sabah bir kalkıyoruz bakıyoruz ki ortaya dinleme kasetleri, uygunsuz hal videoları, eylem planları, ıslak imzalı mektuplar gibi çıkmayan şey kalmamış. Aylardır, yıllardır neredeydi bunlar? Neden şimdi?
Bir bakıyoruz Twitter kapanmış; o açıldı derken Youtube gitmiş; tamam hepsi açık artık derken Facebook çalışmıyor, Allah korusun neredeyse Google bile kapanacak. Sosyal medyayı aç kapa Artema’ya çevirmemizin nedenleri nelerdir? Neden şimdi?

Akşam yatarken milli kahraman ilan ettiğimiz hâkimler, savcılar, polisler, sabah kalktığımızda vatan haini darbecilere dönüşüveriyorlar. Biz akşam uyurken ihtilâl mi oldu, ne oldu? Neden şimdi?

Yıllardır belirli bir çizgide giden dolar kuru, son aylarda rekor üzerine rekor kırıyor. Neden şimdi?
80 yıl önce yaşamış devlet liderlerinin aslında birbirlerini öldürmek istedikleri haberleri ortaya çıkıyor. Bu kadar yıldır, birileri yememiş içmemiş bu bilgileri içlerinde tutmuş, birden 2015 yılının Nisan ayında ortaya atmış. Neden şimdi?

Dünyanın ilk günlerinden beri yaşayan ve yaşatılan güzel ormanlarımız, koylarımız, tepelerimiz, plajlarımız son yıllarda kendilerini büyük bir betonlaşma yarışının içinde buluveriyorlar. Binlerce yıldır buralara beton dökmek kimsenin aklına gelmedi mi? Neden şimdi?
Yıllardır varlığını bildiğimiz konular bir anda sanki o gün ilk defa duyuluyormuş gibi gündemin başköşesine oturabiliyorlar. Dün aklınız neredeydi? Neden şimdi?

Emin, “Artık gitmem gerekiyor, işlerim var.” diyor. Saatlerdir yazıyordu, bir anda ne değişti? Neden şimdi?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Nisan 2015 Çarşamba

SAP...

Günaydın dostlar.

SAP nedir? Yanlış hatırlamıyorsam “Systems Analysis and Program Development” kelimelerinin baş harfleri alınarak ortaya çıkarılan Almanya menşeli bir yazılım firmasının ismidir. SAP yazılımları ülkemizde de bilhassa büyük şirketler tarafından yıllardır kullanılmaktadır.   
Neden bir tek büyük şirketler SAP kullanıyor? Pahalı bir yazılım olduğu için ancak onlar bu paraları verebiliyorlar. Yazılımın bedeli var, kurma bedeli var (kurulması aylar sürüyor), insanları eğitme bedeli var; anlayacağınız bu yazılım ile ilgili simit bile yeseniz, o bile ayrı bir para.


CCI’da SAP yazılımını Türkiye’de ilk kuran şirketlerden biridir. Ana modüllerini 3 ay gibi kısa bir sürede kullanmaya başlayarak o zaman için bir kurulum rekoru kırmıştık. SAP bir Alman programı ve işleyiş şekli de tam Almanlara göre tasarlanmış.

Aslında güzel bir yapısı var. Örnek olarak, ilk önce siparişi onaylatıyorsun, sonra mallar geliyor ve ambarda girişleri yapılıyor, daha sonra da muhasebe bölümü faturaları girip ödemeyi yapıyor. Bunlardan biri yapılmadığı takdirde sistem bir sonraki basamağa geçmene izin vermiyor. Ambarda mal girişi yapılmadan muhasebe fatura girişi yapamıyor.

SAP’nin ve Almanların anlamadığı konu, bizim ne kadar yaratıcı olduğumuz konusudur. Bu programın kurulmasında Almanya’dan gelmiş, projeyi koordine eden bir kızcağız vardı ve her sabah bizim Anadolu çocuklarının yaratıcılığı karşısında kafayı üşütüyordu.

Çocuklardan biri bir sabah gelip, “Ben dün akşam mal girişi yapılmadan fatura girebilmenin yolunu buldum.” gibi bir yorum yapabiliyordu. Kız, nasıl diye sorduğunda da, “F8 tuşuna basıp, ay ışığının da tam bir dik açı ile gelmesini sağladığın anda kendi etrafında dönüp, kafanla da Ctrl tuşuna basarsan girebiliyorsun.” tipi açıklamalar geliyordu.

Kızcağız bütün bunlar karşısında şaşkına dönüyor ve bana “Ne yaparken böyle bir şeyi keşfetmiş olabilirler?” diye soruyordu. Bu tip örneklerin ardı arkası kesilmedi ve bizler her sabah kıza, “Söyle Almanya’da ki yazılımcılara bu tip şeyleri önlesinler.” diyorduk. O da bize, “Yapmayın kardeşim, böyle acayip şeyleri neden yapacaksınız ki?” diye cevap veriyordu.
Anlamaz ki, bilmez ki, bizim insanımız sever köşeleri kestirmeden dönmeyi.

Gelen malların irsaliye numaralarını sisteme girmeniz gerekiyor. Bunu neden yapıyorsunuz? Takip edebilmek ve de bir sorun olduğunda sorunun kaynağını bulup kolayca çözebilmek için. Sonradan öğrendik ki, ülkenin her yerindeki ambarlarda bizim çocuklar o kutucuğa 1 yazıp geçiyorlarmış. Zannedersiniz ki bu konuda bir prosedür yayınlandı. Neden 1 yazıyorlar? 5-6 haneli irsaliye numarasını girmeye üşendikleri için.

Haftanın sonuna kadar bu tip yüzlerce, binlerce örnek yazabilirim. En sonunda bir sabah kızı isyan ettirdik ve kız kalktı ayağa ve “Bana 500 tane delik kapatma önerisi ile gelmeyin.” dedi. İkinci cümlesi de, “SAP bir Alman programıdır ve insanların yapması gereken işleri, yapması gerektiği şekilde, yapması gereken zamanda yapacağı varsayımı üzerine çalışır.” dedi.

Biz Almana gidip, “Ya oraya 1 girerse?” diyoruz, Alman da “Neden girsin?”, diyor. İşte temeldeki en büyük farklılık ta buradan kaynaklanıyor.
İnanmayacaksınız ama bu sabahki konumuz SAP değil. Bu sabahki konumuz, kurallara uymayı sevmeyen, her şeye bir etrafından dolanma yolu arayan, kaide tanımayan, zamanında düzgün iş yapmayı sevmeyen, işin kaliteli olmasını hiç önemseyen, tamamen maddiyata kafayı takmış olan ve genelde rahat bir yapısı olan bizlerin, nükleer santral işletecek olmasıdır.

Zor da olsa SAP de geri gidip rakamları düzeltebilirsin. 1’leri sildirip gerçek irsaliye numaralarını girdirebilirsin ama nükleer santralde hata yaparsan sen silinip gidersin.
Bizim yapımıza uygun olan işler var, bir de hiç uygun olmayan işler var. “Allah korur.” ve “Bir şey olmaz.” zihniyetinin hâkim olduğu topraklarda bu işler nereye kadar yol alabilir, bilemiyorum. Allah sonumuzu hayır etsin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Nisan 2015 Salı

Bazı Şeyler Paradan Daha Değerlidir...

Günaydın dostlar.

Son günler yine can sıkıcı haberlerle dolu ama bu sabah ben hiçbirinden bahsetmek istemiyorum. Gelin hep beraber Tatilya günlerimize geri dönelim. Daha önce size Tatlya’nın açılış gününü anlatan bir yazı yazmıştım (Yazz). Bugün de Tatilya’da beraber çalıştığımız muhteşem ekipten söz etmek istiyorum.
Tatilya’yı unutmak ve unutturmak istemeyen genç arkadaşlar 3-4 gün kadar önce Facebook ortamında, “Tatilya’yı Hatırlat” adı altında bir grup kurdular ve yolu Tatilya’dan geçmiş olan herkesi gruplarına bekliyorlar. Sizde oradaki anılarınızı yeniden yaşamak ve yaşatmak istiyorsanız bu güzel gruba bir bakmanızda yarar var.


Bu arkadaşlar, grubun ne amaca yönelik olduğunu anlatan açıklamaya;

“Bazen her şeyin para olmadığını hatırlamak için, Tatilya’yı hatırlarım; çünkü orada sahte hiçbir şey yoktu. Dostluklar hüzünler, sevinçler hepsi gerçekti. Şimdi sıra sizde, TATİLYA YI HATIRLA HATIRLAT...” yazmışlar.

Gerçekten de öyleydi. Daha önce de belirttiğim gibi, Tatilya bayramı seyranı, hafta sonu olmayan bir deli işiydi. Her gün orada çok uzun saatler çalışıp, binlerce insanla muhatap olabilmek için o işi gerçekten sevmek gerekiyordu.
Tatilya’da 6 değişik bölüm bana bağlıydı ve 500’e yakın arkadaşla beraber çalışıyordum. Bu çocukların birçoğunu inşaat aşamasında işe alıp eğitmiştik. Şu anda rakamları hatırlamıyorum ama çok ta cüzi bir maaş ile çalışıyorlardı. Para gerçekten de ikinci plandaydı. Ne ben, ne de diğer arkadaşlar o işi para için yapmadı. Ortamın güzelliği, insanların dostluğu ve yaşanan aile ortamı paranın ve diğer parametrelerin çok önüne geçmişti.
Tatilya’yı Hatırlat, grubu benim de anılarımı tazelememe yardımcı oldu ama fark ettim ki benim ve diğer işin en başında işe giren arkadaşların hemen hemen hiç resimleri yok. Görülüyor ki bizler 23 Nisan’da parkı açacağız olayına kafayı takmışız ve resim çekmeyi filan hiç aklımıza getirmemişiz. 2 sene Tatilya’da çalıştım ama 2 tane parkta çekilmiş resmim yok…

Ben her gün Suadiye’den Tatilya’ya gidip akşamın 12’sine kadar orada çalışıp, ertesi sabah yine gidiyordum. Ortamın güzelliği ve dostlukların sıcaklığı yüzünden bu iş bana hiç te zor gelmiyordu ama ne zamanki üst seviyelerdeki didişmeler başladı, benim de kilometreler gözümde büyümeye başladı.

Demin de söz ettiğim gibi işe aldığımız çocukların hepsi güler yüzlü, iyi niyetli, akıllı, çalışkan çocuklardı. Pijamalarını giyip gelip bütün gece parkta kalıp dükkânlarda satılacak olan malzemeleri bilgisayara tanımlamaya çalışan çocukları unutmam mümkün değil.

23 Nisan’da Süleyman Demirel’in açılışı yaptıktan sonraki park turunda halen 5 metre ötedeki yolları bir kere daha temizlemeye kalkmak, güzel bir kalite anlayışıdır. Güzel olsun, kaliteli olsun, daha da temiz olsun yaşam şeklinin dışarıya yansımasıdır.

Hayatımızda görmediğimiz oyuncakları çalıştırmayı öğrenmek kadar, olayın işleyişine hâkim olabilmekte ayrı bir süreçti. Lunapark kültürü dışında bu konuda hiçbir deneyimi olmayan arkadaşlar bu işin altından da başarı ile kalkmayı başardılar.
Tatilya’nın çok entegre ve işlevsel bir IT altyapısı da vardı ama onu artık başka bir sabaha saklıyorum.

Arkadaşlar, günümüzde para çok önemli bir konu ama bizim grubu kuran genç arkadaşların da belirttiği gibi, para her şey değil. Sağlık ve mutluluk ta en az para kadar önemli. Son zamanlarda etrafımızda birbiri ardına yaşadığımız sağlık problemleri, bizlere bunun ne kadar önemli bir parametre olduğunu bir kere daha net bir şekilde hatırlattı.
Tatilya, genç arkadaşların birçoğunun ilk işiydi ve ben her sabah oraya vardığımda. Tatilya’da işe girmek için bekleyen 3-4 kişi görürdüm. Herkes arkadaşlarından ortamın güzelliğini duyuyor ve orada çalışmak istiyorlardı. Bir iki istisna hariç birçoğu için para gerçekten de ikinci plandaydı.

“Hiç mi istisna yok?” diyeceksiniz. Tabi ki var. Arkadaşın biri yalvarıp yakarıp, çocuklarım aç diyerek temizlik bölümünde işe girdikten 15 gün sonra gelip, “Bu iş ağır, bana göre değil,” diyerek çekip gitmişti. Bunlar da hayatımızın gerçekleri…
Ben buradan bir kez daha Tatilya’nın her aşamasında büyük bir özveri ile çok uzun saatler çalışan arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. İyi ki sizlerle o iki seneyi yaşamışım ve iyi ki sizleri tanımışım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

12 Nisan 2015 Pazar

Minik Papatya

Günaydın Dostlar,

“Bugün hava güneşli ve sıcacık ama yarın üşür müyüm acaba?” diye düşünüyor minik papatya.
 
Minicik, güzel, volkanik gözlerle bakıyor etrafa. Bakışları endişeli görünse de aslında çok kararlı. “Ben güçlüyüm.” diyor kendi kendine.
Göztepe Parkı’nın sakin bir köşesinde uykulu, gülücüklü, huzurlu ama bir o kadar da düşünceli gözlerle nisan sabahının tadını çıkarıyor. “Bugün 23 Nisan, hep neşeyle doluyor insan.” diye mırıldanıyor içinden…

Yıllardır alışık olduğumuz tren sesleri bile yok bugünlerde.

Bir yandan da "Bugünün güneşi yarın kara bulutlara dönüşür mü acaba?" diye düşünmeden de edemiyor. "Yağan yağmurlar boyumu geçerse ben ne yaparım?" diye bir korku kaplıyor içini. İki sene evvelki yağmurlarda başını zar zor suların üzerinde tutuğunu hatırlıyor.
Bilmiyor ki yağmur yağmaz, seller de akmaz ama yağsa bile okyanusları geçmiş minik papatyalar derelerde boğulmaz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Nisan 2015 Çarşamba

Neden Kimsenin Umurunda Değil?

Günaydın dostlar.

Yapılan bir iş normal bir şey olarak algılanıyorsa, o zaman kimsenin umurunda olmaması kadar doğal bir şey olamaz. Toprağın yapısını iyi analiz etmemiz gerekiyor. Kayısı yetişen topraklarla, şeftali yetişen toprakların yapıları birbirinden çok farklıdır.
 
Bir ülkede;
Milyonlarca insan kaçak elektrik ve su kullanıyorlar ve de bunu dünyanın en doğal hakkı gibi görüyorlarsa,

Devlete vergi ödememek için fatura kesmemek, fiş vermemek ekmek yemek, su içmek kadar güncel bir yaşam parametresi haline gelmişse;

Metrekaresi artınca vergi oranı da artacağı için evler sanki iki ayrı evmiş gibi gösteriliyorsa;
Apartmanların altına yapılan otomobil park alanları, izinler alındıktan sonra insanların yaşayacağı dairelere dönüştürülüyorsa;
Maliyeti azaltmak için inşaatların birçoğunda türlü, türlü hilelere başvurulup insan hayatı hiçe sayılıyorsa;

Vergi ve SSG yükü altına girmemek için insanların maaşları en düşük seviyeden gösterilip, doğan farklar çeşitli dönemlerde sarı zarflar içinde çalışanlara dağıtılıyorsa;

Kıdem tazminatı doğmasını önlemek için, taşeron işçiler 12 ayları dolmadan birkaç gün önce işten çıkarılıyorlarsa;
Her türlü alım satımda, devlete vergi ödememek için gayrimenkullerin değerlerinin olduğundan çok daha düşük gösterilmesi endüstrinin standardı haline gelmişse;

İhracat yapacağım diyerek devletten bir sürü vergi indirimi aldıktan sonra, elli çeşit manevra ile mallar yurt içine satılıyorsa;

Bal zannedip de yediğimiz şeylerin içinde arıların üretiminden başka herkesin üretimi bulunuyorsa;

Doğal üretildikleri için yüksek fiyat ile satılan meyve ve sebzelerin bile, komedi programlarındaki yapmacık espriler kadar sahte olduğu ortaya çıkıyorsa;
Kendi adına düzenlenmiş sağlık sigortası kartı ile yedi sülalesini doktora götürmeyi, dünyanın en normal işiymiş gibi görüyorsa;

Trafikte başkalarının hakkın tecavüz etmek işin fıtratında varsa;

Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, tecavüz, cinayet gibi konular gazete sayfalarından hiç eksik olmuyorsa;
Bütün bunların üzerine de, “Devlet malı deniz yemeyen domuz.” gibi atasözlerimiz de varsa; bu topraklarda şeftali yetişmez kardeşim. Kayısı yetiştirir, kayısı toplarsın.

Senin için haber değeri var zannettiğin ahlaki parametreleri de kimse umursamaz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

7 Nisan 2015 Salı

Çok Para Az Akıl...

Günaydın dostlar.

Herkes bana futbol dünyasında yaşanan rezillikleri soruyor. Bugünlerde bu konuyu en çok merak edenler de futbolla çok fazla ilgisi olmayanlar. Aslında belki de yazının başlığı “Çok Para Çok Akıl” olmalıydı. Bize ters geldiği için; bizler yaşananları akıllı işler olarak görmüyoruz ama belki de doğrusu onların yöntemleridir.
Merakta olan arkadaşlarımız için futbolumuzun neden bu halde olduğunu önem sırasına göre özetlemek istiyorum.



Para: Bütün yaşananların en büyük nedeni bu işte inanamayacağınız kadar çok para olması. Başkanından tutun da, toto satanına kadar, futbola bulaşan herkes bu pastadan payını alıyor.
Kutuplaşma: Ülkenin her yerini kaplamış, kutuplaşmış, kin ve nefret dolu atmosferin futbolu da etkilemesi kadar doğal bir durum olamaz. Artık tatlı rekabet diye bir şey kalmadı; hepsi nefrete dönüştü.

Kulüp Başkanları: Her şeyi ben bilirim yöneticilik anlayışının yaygın olduğu günlerde, kibirli kulüp başkanları da bu anlayışın zirvesindeler. Yaptıkları yorumlarla ve verdikleri demeçlerle ortamın gerilmesine katkı sunan en büyük grup kulüp başkanlarıdır. Başarısızlıkları örtmek ve konuyu saptırmak için olmayan düşmanlara saldırmak artık günümüzde geçerli bir yöntem haline geldi. Bu işlerin düzelmesinin en ufak bir ihtimali varsa, (her ne kadar taban bu tip karakterlere bayılsa da) kulüpleri bu çakma mafya babası görünüşlü, maço tavırlı, kibirli, kimsenin görüşüne saygısı olmayan insanlardan temizlemek şarttır.
Futbol Yorum Programları: Futboldan başka her şeyin konuşulduğu, maç heyecanı ile söylenmiş sözlerin cımbızla çekilerek defalarca tekrarlanmasının sağlandığı programlar, ortamın gerilmesinin en büyük nedenlerinden biridir. Evlere kadar gidip hakemlerin ailelerini rahatsız eden bu tip programlara dur demenin zamanı geldi de geçti bile. Bağra çağıra, herkesin aynı anda konuştuğu ortamlar, zaten bahane arayan fanatiklere kötü örnek oluyorlar. Bu programların haber alma özgürlüğünden ziyade ortamın gerilmesine hizmet ettiklerini düşünüyorum. Sık sık gördüğümüz kabadayı tavırlı restleşmeler de işin cabası.
Futbolcular: Şımarıklıktan ne yapacağını şaşırmış, kulüplerin her ne yaparsa yapsın sürekli arkasında durduğu futbolcular, insanlarda maça gitme zevki bırakmadılar. Doğru dürüst çalışmayan, laf dinlemeyen ama konuşmaya gelince çeneleri ayaklarından daha çok işleyen futbolcular, insanları futboldan soğuttular. Düşünün ki, üst düzey yönetici olarak çalışan bir insan, bu futbolcuların bir, iki senede yaptığı parayı, bütün hayatı boyunca çalışarak yapamıyor. Çok parayı kontrol edebilmekte bir maharettir.

Seyirciler: Tuttukları takımı hayatlarının başköşesine oturtmuş, olmayan paraları ile maça giden insanlarımız. Her laftan görev çıkarmaya hazır, takım fanatikliğini çoluk çocuğunun bile önüne geçirmiş nefret dolu taraftarlar. Bir takım saçma sapan işler yaparak, takımına hizmet ettiğini sanmanın dayanılmaz hafifliği. Ne yazık ki futbol takımları hayatımızın bir numaralı gurur kaynağı olarak yaşamaya devam ediyor. Bunun bir eğlence olduğunu, sinemaya gider gibi bir şey olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağız. Bırakın eğlenmeyi, biz bundan dolayı hayatı kendimize ve etrafımızdakilere zehir ediyoruz.

Köşe Yazarları: Bu konudaki köşe yazarlarının hemen hemen hepsi eski futbolcu veya hakemler. Bir de neden bu konunun uzmanı olduğu bilinmeyen 3-5 isim var. Bu yazarların birçoğunun yazıları gayet sübjektif ve geçmişte oynadıkları veya tuttukları takımlar açısından yazılmış yazılar. Zaten gerilmeye meraklı olan ortama bir odunda bunlar atıyorlar.

Bu listeyi politikacıları, futbol federasyonunu, hakemleri filan ekleyerek daha da genişletebiliriz ama ben ana unsurların yukarıda sıraladıklarım olduğunu düşünüyorum.

İşler şu anda tamamen kontrolden çıkmış ve tam bir nefret havasına bürünmüş durumda. Kimse artık kendi stadından başka bir yere gidip maç bile izleyemiyor. Radikal bir şeyler yapmanın şart olduğunu düşünüyorum.
İlle de başımıza büyük bir felaket gelmesi gerekmiyor. Her şeye iş işten geçtikten sonra reaksiyon göstermek gibi bir âdetimiz vardır ama bu sefer önceden tedbir alınmasının şart olduğu görüşündeyim.

İngiltere başbakanı Margaret Thatcher, İngiliz holiganların gittikleri ülkelerde olay çıkarmalarından bıkmış ve yıllarca İngiliz takımlarını Avrupa kupalarına yollamamıştı. Örnek olarak bizde de, “Ligleri 1,5 yıl tatil ettim, yeter artık bu rezillik.” diyebilecek bir babayiğit var mı?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…