30 Kasım 2015 Pazartesi

Kedinin Cinsiyeti...

Günaydın dostlar…

Evde bir kedi olduğunu biliyordum. Son zamanlarda arkadaşlarımda sık sık gördüğüm genetik yapısıyla oynanmış, koyun görünümlü, tombul bir kedi olacağını da tahmin ediyordum. Ben biliyordum ama muhtemelen kedi benim geleceğimi bilmiyordu.
 
20 saatlik bir yolculuktan sonra eve vardığımda kedi ortalarda yoktu. Ben de yastığıma sarılıp uyumanın hayallerini kurduğum için, kediyi filan düşünecek halde değildim. Kısa bir sohbetten sonra bavulumu alıp odama çıktığımda, daha odanın ışığını bile açamamışken masanın altından ok gibi fırlayan kedi ikimizin ömründen de birkaç yıl sildi. Elimde bavulumla karanlıkta kala kaldım.

Benim kalacağım odanın saklanmak için çok uygun bir yer olmadığını daha sonra kedi de anladı ama bir kere iş işten geçmişti. Karanlıkta ok gibi fırlayarak üstüme gelen koyun ebatlarındaki kedi beni de korkuttu ama kedi benden daha çok korktu.
Ertesi sabah aşağıya indiğimde, ev sahibi kardeşim, kedinin korkudan çamaşır makinası ile duvar arasında kalan dar alana saklandığını söyledi. Amerika’da malum kimse kimsenin evine ziyarete gitmez. Gece karanlığında kocaman bavullu bir adamın eve gelmesine alışık olmayan kocaman kedinin, kendini daracık bir alana hapsetmesi normaldir diye düşündüm.
Ev sahibi erken yatıyor, erken kalkıyor. Bütün gün ortaya çıkmayan psikopat kedi kardeşim ev sahibi yattıktan sonra ortaya çıktı ve sandalyenin birinin üzerine yatarak beni izlemeye başladı. Ben bilgisayarımda bir şeyler yapmaya çalışıyorum, kedi de gözünü ayırmadan beni izliyor. O an içinden neler düşündüğünü, annemin kulağına gider korkusuyla burada yazamıyorum.

Emin’in yüzünde de şöyle bir ifade var: “Kardeşim madem gece yarısı ortaya çıkacaktın, bütün gün o daracık yerde neden saklandın?". Saklandığı yeri görseniz inanamazsınız. Daracık, kasvetli bir alandan bahsediyoruz. Koca kıçını oraya sığdırıp, bütün gün orada nasıl kaldı ben de bilmiyorum. Gıcık ve sevimsiz bir şekilde bakışsak da ben durumdan memnunum, en azından aramızda bir yakınlaşma oldu.

Sanki bir gece önce bütün gece göz göze bakışan biz değilmişiz gibi, bizim kedi ertesi sabah yine çamaşır makinasının arkasında. Anlayacağınız bir gram yol alamadık. Bir gece önceki bakışmalar, güzel sözler meğer hepsi bir oyunmuş. Ben de saf ve temiz bir Anadolu çocuğu olarak hepsine inandım.

Bütün günü duvara yapışık geçiren kedi akşam ev sahibi yatınca yine ortaya çıktı. Kardeşim deli misin, nesin? Aklından zorun mu var? Yemezler sevgili kedi kardeşim, Emin bu sefer temkinli, ben de mesafeli davrandım. Hatta bir ara gidip ben de çamaşır makinasının arkasına girsem mi acaba diye de düşünmedim değil. O bana baktı durdu ama ben hiç karşılık vermedim.

Bir sonraki sabah kediyi yine saklanmış görünce hiç şaşırmadım. Alıştık artık bu duruma. Akşam yüz ver, sabah tanıma. Öyle olsun ne yapalım. Kedi ne yaptı? Benim durumu yadırgamadığımı görünce, öğlen gibi ortaya çıktı. Hem saklanmak istiyor, hem de ilgi görmek istiyor. Manyak mıdır, nedir? “Ben seni istemiyorum ama sen bana yılışmaya devam edersen iyi olur” ruh hali…
Ben sık sık “ev sahibi” diyerek sevgili kardeşimden bahsediyorum ama aslında evin gerçek sahibi, kedi. Ortalıkta “bu ev benim” edasıyla dolaşıyor.

Bir ileri, iki geri giden ilişkimiz, bu şekilde günlerce sürdü. Bizim kedi canı istediği zaman 1 metre yakınıma kadar geldi, istemediği zaman da gidip bütün günü çamaşır makinasının arkasında geçirdi. Bir gün sevgili olduk, bir gün arkadaş olduk ama kedi benle fare ile oynar gibi oynadı. Her sabah uyandığımda, “Acaba bugün ilişkimiz ne durumda?” endişesi taşıyarak aşağıya indim.
Ben oradayken kedi genelde hiç konuşmuyordu ama bazen de çenesi düşüyordu. Ben konuşmalarını hep iyi niyetle algılıyordum ama belki de “Şu herif gitse de bir rahat nefes alsak” diyordu…

Şimdi size soruyorum dostlar. Günden güne ne yapacağı belli olmayan, bir gün beni seven, bir gün hiç tanımıyormuş gibi takılan, ruh hali günde 13 kere değişen bu tombul kedinin sizce cinsiyeti nedir?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Kasım 2015 Cumartesi

İşin Fıtratında Var...

Günaydın dostlar…

Can Dündar’ın yazılarını çok severek takip ettiğim söylenemez. Doğrusunu söylemek gerekirse genelde de okumam. Okuduğum zaman da en azından yarısını anlamam. Benim kafamın almayacağı bir açıdan yazar. Bazı insanların konulara bakış şekilleri ve aktarım şekilleri bir değişiktir. Ben de bu insanların söylediklerinden hiçbir şey anlamam.
 
Bunların hepsi tamam ama son iki gündür yaşananlarla, beğenmediğim veya anlamadığım yazıları aynı kefeye koymam da mümkün değil.

Gazeteci, yazar kardeşim. Araştırır, bulur ve yazar. Bulmaması gereken bir takım gizli bilgilere ulaşıyorsa bence ilk önce bu bilgilere nasıl ulaştığı sorgulanmalıdır. Birileri bu bilgileri sızdırıyor ki, adam da yazabiliyor. Benim gözümde, bilgileri deşifre edenler, yazan gazetecilerden 100 kat daha fazla suçludur.
Yazma kardeşim, bunlar devlet sırrı…

Birilerine yardım ettiğim zaman ben de ortalara çıkıp yaygara yapmayı sevmem ama bir şekilde duyulur ve yayılırsa da, “Neden bunları yaydınız ulan?” diyerek gidip insanları dövmem. Duyulmasa iyi olurdu ama duyulduysa da dünyanın sonu değil.

Aynı pencereden baktığımız zaman, Türkmenlere insani yardım malzemesi götüren TIR’ların deşifre olmasından neden bu kadar rahatsız oluyoruz? Gösteriş yapılarak yapılan yardımı ben de hiç sevmem ama bir şekilde ortaya çıkarsa da kıyameti kopartmam.

“Yardım yapıyoruz” diye yaygara yapmayalım ama yardım malzemesi taşıyan araçlardan söz etmek neden ülke menfaatlerine aykırı bir devlet sırrı olsun? Bu konuyu yazanları, çizenleri vatan haini ilan etmek nedendir? Yaşananlar bu kadar büyük bir hâl alınca, insanın aklına “Acaba bu TIR’lar insani yardım malzemesi değil de, başka bir yerlere, başka bir şey mi taşıyordu?” sorusu geliyor.
CCI’da çalışırken, çok sevdiğimiz, denetim bölümünde çalışan bir arkadaşımız öğlen yemeklerinde, boş sohbetlerde duydukları da dâhil olmak üzere duyduğu her şeyi denetim raporuna yazardı. “Neden böyle yapıyorsun?” dediğimizde de, “Benim görevim bu, hangi ortamda nasıl duyduğum hiç fark etmez” derdi.

Gazeteciliğin de böyle bir meslek olduğunu düşünüyorum. Haber almak için, bir şeyler aktarabilmek için savaşların ortasında canını ortaya koyan adam, öğrenebildiği her haberi yazar. Gazetecilik yürek işidir. Yüreği olmayan insan, ne habere ulaşabilir, ne de ulaştığı haberi paylaşabilir.

Birçoğumuzun gitmeye cesaret edemeyeceği ortamlardan onlar canlı yayın yapıyorlar. Etrafında bombalar patlarken, mermiler uçuşurken kameralara haber anlatmaya çalışmak her babayiğidin harcı değildir. “Haber neredeyse ben oraya giderim” diyebilen cesur gazetecileri bir kere daha saygıyla selamlıyorum.

Tamam, yardım ediyoruz diye böbürlenmeyelim ama tesadüfen insani yardımlarımız ortaya çıktı diye de bu kadar sinirlenmeye gerek yok. Sonuçta zor durumda olanlara yardım etmek hepimizin en insancıl değerlerinden biridir.
Konu her ne olursa olsun; araştırdığını, bulduğunu yazmak gazeteciliğin fıtratında var…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Kasım 2015 Cuma

Cell Phone Lot

Günaydın dostlar…

Sabahın ilk ışıklarıyla beraber hemen bir itirafta bulunayım. Benim de birilerini karşılamak için zaman zaman havaalanı yolunun kenarında beklediğim olmuştur.
 
Gelen yolcularını karşılamak için yol kenarında bekleyen insanları hepiniz görmüşsünüzdür. İnsanların buralarda beklemesinin en büyük nedeni havaalanı park alanlarının son derece pahalı olmasıdır. Bir diğer nedeni de bu parklara girip çıkmanın zorluğudur.
Para ödemekten kaçınan bir insan değilim ama dışarıda bekleyip gelen yolcuyu kapının önünden almak gerçekten de çok kolay oluyor. Parka gir, bilet al, bavulları arabaya kadar sürükle, bilet öde gibi işlerle de uğraşmamış oluyorsunuz. Hemen belirteyim, havaalanlarındaki park alanlarının pahalı olması sadece bizim ülkeye özgü bir durum değil. Genelde de dünyanın birçok şehrinde bu alanlara park etmenin bedeli yüksek oluyor.

Buralarda beklemek iyi hoş ama riskleri de var. En son Sabiha Gökçen Havaalanı'nın dışında beklediğimde arabaya gelmeyen satıcı kalmadı. Ne sattıklarını bile bilmek istemeyeceğiniz tipler, gece boyunca arabaların arasında dolaşıp durdular. Gecenin karanlığında karşınıza her an her şey çıkabilir.

Sokaklara park etmeyi akıl eden tek millet biz miyiz? Bir tek biz değiliz. Her millet bu işin maddi ve manevi açıdan çok daha kolay bir yol olduğunu fark etmiş durumda. Amerikalılar da bunun farkındalar. Onlar da bir müddet sokaklarda beklemişler ama daha sonra vatandaşına hizmet etmeye meraklı olan devlet, onlar için bir bekleme alanı yaratmış. Adına da “Cell Phone Lot” demiş.
Burada iyi anlamamız gereken konu, devletlerin olaya bakış açısıdır. Biz de, polis gelip zaman zaman insanları oradan kışalarken, orada devlet bu soruna bir çözüm getirmiş. Polisin yol kenarından kovduğu insanlar havaalanı içinden bir tur atıp yonca yaprağından dönüp yine aynı yerlerine park ediyorlar. Bu durum da havaalanı içinde gereksiz bir trafiğe ve benzin israfına yol açıyor.

Amerikalı hizmeti verir ama kurallarını da koyar. Bu alanlarda en ufak bir güvenlik olmadığını ve herkesin kendi sorumluluğunda buraya park etmesi gerektiğini baştan belirtmiş. Kapıda bir memur olsa da güvenlikçi değil. Bir diğer konu da, bu alanlarda en fazla bir saat kalınabiliyor olması. Buraya park etmek ücretsiz ama bir saatten fazla kalırsanız en pahalı park fiyatından ücrete tabii oluyorsunuz. Hiçbir türlü ticari araç bu parklara park edemiyor.

Bizde böyle bir alan yapsan, iki gün sonra kamyon park alanına dönüşür. O yüzden de ticari araçların girmesi yasaklanmış. Bu yasağa gişedeki memurun eşi, dostu, akrabası da dâhiller.

Buraya park eden insanlar arabalarının içinde oturmak zorunda. Arabanı park edip yok olmak yasak. Arabayı terk etmek demişken, bu parkta tuvalet de yok. Şartlar hemen hemen yol kenarındakinin aynısı.
Adam hizmetini veriyor. Yol kenarındaki çirkinliği ve kaza riskini bu şekilde önlüyor. Verilen hizmeti takdir etmek ve ona göre uygun davranmak da vatandaşa kalıyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Kasım 2015 Salı

Betondan Gurur

Günaydın Dostlar,

Sabah sabah okuduğum bir haber, bana bugünlerde en büyük gururumuzun beton olduğunu düşündürdü. Bilmiyorum dikkat ediyor musunuz ama televizyonlarda, meydanlarda ağzını açıp da süper bir şeyler yaptığını anlatmaya çalışan herkesin tek bir konusu var; beton.
 
Şunu başardık, bunu başardık konuları gidiyor gidiyor en sonunda da betona saplanıp kalıyor. Ne zaman devlet büyüklerimiz yaptıkları icraatları anlatsa hep betonun marifetinden söz ediyorlar.
Beton marifeti ile yapılan yollar, köprüler, tüneller, havaalanları, stadyumlar, çirkin binalar, gökdelenler; hayatımızın en büyük gurur kaynağı oldular. Siz hiç bir devlet büyüğünün konuşma yaparken “Hamdolsun mikroçip üretiminde artık dünya birincisiyiz.” gibi bir cümle kurduğunu duydunuz mu? Ben de duymadım.

“Allaha şükürler olsun, bu yıl dünya zeytin üretiminde ikinci sıraya çıktık.” gibi bir cümle de çok güzel olurdu ama böyle bir cümle de duyamayız. Neden mi? Zeytinlikler beton oldu da ondan.

Dikkatle dinleyin. Sizde göreceksiniz ki gurur dolu marifetlerimizin hepsinin yolu betondan geçiyor. Beton dökmekten toprağın ağırlık dengesini bozduk. Batı Anadolu’ya dökülen milyonlarca ton beton, Doğu Anadolu’da Ağrı Dağı’nın 13 cm yükselmesine neden oldu.

Devlette durum böyle de özel sektörde farklı mı? “Farklı” diyebilmeyi çok isterdim ama orada da en büyük marifet beton dökmek.

En yakınımızdan bir örnek vererek Fenerbahçe’ye bakalım. Başkan ne zaman bir konuşma yapsa hep döktüğü betonları anlatıyor. “Ankara tesislerini yaptık.”, “Topuk Yaylası tesislerini yaptık.”, “Fenerbahçe Stadyumu’nu yaptık.”, “Villalar yaptık.” cümleleri dışında bir şey duyamıyorsunuz.
Sportif başarılar ile ilgili cümleleri artık hiç duyamaz olduk. Herkesin dilinde “betondan gurur” cümleleri dolaşıyor. İşin en ilginç yanı da bu konuda en çok gururlanan kardeşlerimiz, muhtemelen bu betondan gururdan en az yaralanacak olanlar. Bir Allah’ın kulu da çıkıp “İyi güzel ama bu beton yarışının bana tam olarak ne faydası var?” demiyor. Sanki yapılan villalarda veya 52 katlı apartmanlarda o oturacak.
Betonu dökersin, bir şeyler yaparsın ama bunlar genellikle bir getirisi olmayan, ölü yatırımlardır. Beton yatırımları geri dönüşten ziyade gereklilik veya hizmet için yapılır. Sen bir yerlerde ağaçları kesip beton döktün diye ülkeye para yağmaz. Dünyanın en yüksek binasını yapmak hiçbir ülkeye sınıf atlatmaz.

Yapılanların gerekliliğini takdir ederken ne getirip ne götürdüklerini de iyi anlamamız gerekiyor. Bir binaya baktığımız zaman, kendi kendimize şu soruyu soralım. “Bu binanın bana ve çevreme ne yararı oldu, ne zararı oldu?”. Bu sorunun cevabı netse o zaman betondan gururumuzu cebimize koyup evimize gidebiliriz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Kasım 2015 Pazartesi

Anadolu Çocukları Nerede?

Günaydın dostlar…

Anadolu çocukları kayboldu. Evet dostlar, doğru okudunuz, gerçekten de Anadolu çocukları kaybolmuşlar. İşin acı tarafı, nerede olduklarını da kimse bilmiyor. Etrafımızda bizden başka herkesin olduğu günlerde, bizim çocuklar kalabalığın içinde kaybolup gitmişler.
Türkiye'de iş yapan yabancı şirketlerin bütün üst düzey yönetici pozisyonlarını yabancılarla doldurmasına alışmıştık ama görülüyor ki durum düşündüğümüzden de vahim. Bu topraklardan iyi bir üst düzey yönetici çıkmayacağına inanan şirketler büyük bir hızla ülkeyi ex-pat cenneti haline getirmeye devam ediyorlar.


Yöneticiler tamam. Bizim çocuklarla evlenen yabancıların özel okullarda yabancı dil öğretmeni olmalarını da kabul etmiştik ama yolcu uçaklarımızın yarısının yabancılar tarafından kullanıldığını bilmiyorduk. İşsizlikten kıvranan, 80 milyonluk bir ülkenin birkaç bin tane pilot yetiştirememesi ne kadar acı bir durum.

Doğduğumuzdan beri futbol takımlarımızda 3-4 tane yabancı oyuncu görmeye alışmıştık ama bugün bu sayının 14 olduğunu biliyor musunuz? 11 kişilik takımlarda, 14 tane yabanı oyuncu oynuyor. Anlayacağınız, yedekler bile yabancı. Bu arada hemen şunu da belirteyim, yerli diye oynayanların %75’i de gurbetçilerimiz.

Tabi ki, olay sadece futbolcularla sınırlı değil. Teknik direktörler, sportif direktörler, antrenörler, masörlerin de birçoğu yabancı.

Basketbolda da durum çok farklı değil. Dün akşam Fenerbahçe – Banvit maçını izliyordum, sahada bir tane yerli oyucu yoktu. 10 tane yabancı kendi aralarında maç yapıyor, bizler de eğleniyoruz. Tam petrol şeyhlerine döndük.

Sizlerin de bildiği gibi voleybolda da durum aynı. Takımlar baştan sona yabancı oyuncular ve teknik adamlarla dolu. Voleybolun tek farkı, kuvvetli altyapısı olan takımlar sayesinde yerli oyucuların da yetişiyor olması. Diğer iki branşta artık yerli oyuncu da yetişmiyor.
Hadi diyelim ki, spor ve iş dünyası ayrı bir konu ama şehirlerimizde de durum çok farklı değil. Ruslar Antalya’da yaşıyor, Almanlar Alanya’da, İngilizler Marmaris’te ve liste bunun gibi uzayıp gidiyor. Tatile gelmiş insanları kastetmiyorum, sözünü ettiklerim gerçekten de bu şehirlerde yaşıyorlar. Nasıl ve niye buralarda yaşama izni alabiliyorlar, onu da Allah bilir.

Ülkeyi dolduran yabacılardan söz ederken kesinlikle Suriyeli dostlarımızdan söz etmiyorum. Onlar, büyüklerin oluşturduğu rezilliğin bedelini ödeyen yersiz yurtsuz kalmış talihsiz insanlar. Allah kimseyi o duruma düşürmesin. İş dünyasına onların da etkisi olmuyor değil ama yapacak bir şey yok. Yanlış politikaların bedelini hep beraber ödüyoruz.

Saat 5.00 gibi televizyonu açıyorum, karşıma evlenme programları çıkıyor. Hem de öyle bir iki tane filan değil. İnanmayacaksınız ama o saatlerde en azından 7-8 tane evlenme programı var. Bu tip bir program sunmayan bir tek Emin kalmış. Bu programlarda kimler var? Orası da İran’dan ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nden gelen dostlarımızla dolmuş. Evlenmek bahane birçoğunun tek bir amacı var, o da Türkiye’de yaşamak. İkinci amaçları da bu programlar sayesinde bir şekilde meşhur olmak.

Bizim ülkenin bir garip tarafı da, gelenin yerleşiyor olması. Adam futbol oynamaya geliyor, 6 ay futbol oynuyor; sonra da 60 sene burada yaşıyor. Boğaz’ın havasını teneffüs eden bir daha geri gidemiyor.
Danışmanlık şirketleri, eğitim verenler, iş bulanlar zaten hepsi tepesine kadar yabancılarla dolu. Hepimizin evlerinde kullandığı yardımcılar da ayrı bir konu. Bir ara bizim ülkede Moldovya’dan daha çok Moldovyalı vardı. Şimdi pek kalmadı. Neden mi? Zenginleştiler de ondan. Biz de her gün koyun sayar gibi artan işsizlik rakamlarını sayıyoruz.

Sevgili dostlar, bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Bu durumun bir kısmını kendimiz yarattık, bir kısmını da yanlış politikalar neticesinde büyüklerimiz yarattı. Her zaman söylediğim bir sözüm vardır; “Mızmızlanarak elinizdeki işleri kaybetmeyin, sonra aynı işi başkaları yapmaya başladığı zaman çok ağlarsınız”.
Konu her ne olursa olsun, yaptığınız işi iyi yapın, kaliteli yapın; kimse de daha iyi yapanını aramak zorunda kalmasın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Kasım 2015 Perşembe

Garbage In Garbage Out...

Günaydın dostlar…

Bilgisayar tahsili yapmaya karar verdiğinizde size ilk öğretilen cümlelerden biri budur. Bilgisayara ne girersen onu alırsın prensibine göre, "Çöp girersen çöp çıkar" gibi bir sonuca varmışlar.
Bugün bizim ülkemizde en çok konuşulan konulardan biri de, “bilgisayara girdiklerimizin çıkıp çıkmadığı” konusudur. Seçsis denilen seçim sistemine bir şeyler girdik ama girdiklerimizin karşılığının çıktığından çok emin değiliz. Tabi ki bu işin diğer bir boyutu da bu işin modeli, yani programıdır. Programın sakat bir yapısı varsa mükemmel veriler de girsen dışarıya çöp çıkar.


Oyları sayanlar daha tuvaletten çıkmamışken açıklanan seçim sonuçları, insanlarda böyle bir şüphenin oluşmasına neden oldu. Seçim öncesi, Twitter’ı sık kullanan bir amcanın bu şekilde yapmış olduğu yorumlar da konunun iyice dallanıp budaklanmasına neden oldu.

Bir diğer önemli parametre de araştırmacı şirketlerin çok ciddi boyutta yanılmış olmaları. Son yıllarda yapılan her seçimde bu şirketlerin birkaçı seçimi tam tahmin ederken, bir kaçı da en fazla %2-%3 gibi farklarla yanılıyorlardı. Çok ciddi yanılmalar; bizlerin kafasını ciddi boyutta karıştırdığı gibi, aynı zamanda da 1000 yıllık istatistik biliminin de içine etti.

Acaba, verilen oylarla, bilgisayardan çıkanlar arasında fark var mıydı? Bu topraklarda hiçbir kimse bu soruya “Mümkün değil” cevabı veremez. Bizler paranoyak insanlarız, her şeyden şüphe ederiz ve her şeyin mümkün olabileceğini biliriz.

Ben bu sabah bu konuya politik açıdan değil de, Anadolu çocuklarının yapısı açısından yaklaşmak istiyorum. Merak ettiğim konu şu; diyelim ki böyle bir paralel sistem kuruldu. Bu sistemin planlandığı gibi işleyebilmesi için kaç kişinin bu sırrı bilmesi gerekir? Nedir bu rakam? Bir kişi midir, on kişi midir yoksa yüzlerce midir? Programcısı, sistem yöneticisi vb. kaç kişi bu sırrı bilmek zorundadır?

Burası Türkiye. Hiçbir şeyin gizli kalmadığı, insanların bildikleri gizli şeyleri samimi arkadaşlarına yaymak için zaman ile yarıştığı bir ülke. Bu sırrı bilen insanların bunu ömürlerinin sonlarına kadar içlerinde tutacaklarını nasıl garanti edebilirsiniz? Bugün olmasa bile yarın “Sakın kimseye söyleme” diyerek bu insanlar bu konuyu en yakınları ile paylaşmazlar mı?
Sizin güzel hatırınız için diyelim ki bu insanları ömürlerinin sonlarına kadar susturduk. Bu rakamlar bir gün, bir yerde ister sandık bazında olsun, ister bölge bazında bir tutarsızlık göstermezler mi? Her biri bir şahin kıvraklığında olan diğer partiler bu açığı yakalamazlar mı? Sistem ile bizim sandık bildirgeleri tutmuyor dendiğinde, buna da “Hayır” diyecek halleri yok ya.

Başta da belirttiğim gibi bu topraklarda her şey mümkündür ama ben gerçek program arkada çalışırken bir simülâsyon üzerinden oy verdiğimize inanmak istemiyorum. Bizim gibi bir ülkede bu kadar geniş kapsamlı bir sırrın saklanamayacağını düşünüyorum.

Ufak tefek bir iki sandık itirazı dışında muhalefetin hiçbir itirazının olmaması da benim düşüncemi destekliyor. Bir yerlerde bir "ara toplamın" eninde sonunda şaşması gerekmez mi? “Muhalefetin bununla uğraşacak enerjisi bile yok” diyen çok fazla insan var ama ben her şeye rağmen bir takip yapacaklarına inanıyorum. Gelecek 4 sene iş yapmaktan bir kere daha yırttılar, en azından seçim sonuçları sisteme doğru girilmiş mi diye bakarlar diye düşünüyorum.

Ben, sistemsel bir sakatlık yapıldığına dair bir emare göremiyorum. Oy ve Ötesi’nin yapmış olduğu, “Ufak tefek uyumsuzluklar dışında bir sorun yok” yorumu da benin düşüncemi destekler nitelikte.
Bizim ülkemizdeki en güzel sözlerden biri “İki kişinin bildiği sır değildir” cümlesidir. Böyle bir sözün yerleştiği ve de insanların dedikodu yapmaya meraklı olduğu bir toplumda hiçbir şey gizli kalmaz ve bir takım akıl almaz aritmetik işlemleri yapılmışsa, bir gün mutlaka sağlaması yapılır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

3 Kasım 2015 Salı

Telefon Rehberim...

Günaydın dostlar…

Bu sabah durgunum dostlar. Üzgün değilim ama içimde nedenini bilmediğim garip bir boşluk var. Apartmanların üzerinden boş gözlerle adalara bakıyorsam, anlayın ki durgunumdur. Bu durgunluğumun sebebi ne gündemdeki seçim süreci, ne de Fener’in ruhsuz takımları.
Robin Sharma, “Kontrol edemediğin konulara kafanı takma” der ama her konuda bu durum geçerli olmuyor. Senin kontrolünde olmasa da kalbinde olan konuları o kadar çabuk söküp atamıyorsun.


Durgunluğumun nedeni telefon rehberim. Sizlerin de bildiği gibi, Bozcaada’nın her noktasını gezeceğim derken telefonumu kırmıştım. Telefon kırılınca da bütün rehberim de onunla birlikte gitmişti.

Üzüntüm giden telefon rehberi için değil, giden insanlara. İnsanları otomatik olarak yeni telefonuma aktaramadığım için tek tek elle girmeye karar verdim. 1080 civarı kayıt olan rehberimi de tek tek elle girmek, inanın hiç kolay olmuyor. Bu şekilde girmek istememin bir nedeni de, isimleri girerken bir ayıklama yapmak. Hemen söyleyeyim işlem bittiğinde toplam rakam 300 civarı filan olacak.

Tamam, benimle artık ilgisi olmayan numaraları ayıkladık diyelim. Peki, ilgisi olup da artık ulaşmam mümkün olmayan numaraları ne yapacağız?
Her ne kadar rahmetli Neşe ablanın WhatsUp numarasında artık 2 küçük çocuğun resmi görünse de, benim onu rehberimden de, kalbimden de çıkarmam hiç mümkün değil. Benim telefonum olduğu ve de ben telefonun ne olduğunu hatırladığım sürece, o numara orada kalacak. Her zaman benim yengem, ablam, dostum, arkadaşım, sırdaşım olarak kalacaktır.
Peki, ya neredeyse senesi dolacak olan sevgili Burhan? Onu da çıkartamam. Dünyanın en iyi kalpli, en iyi niyetli insanını ben rehberimden çıkartamam. Burhan, Neşe Abladan sonra ayrılışıyla beni en çok üzen insanlardan biridir. Telefonumda da, içimde de her zaman bir yeri olacaktır.

Hemen hemen bütün hayatını tek başına yaşayan rahmetli Seçkin teyze’de telefon rehberimde duruyor. Bayramlarda, kandillerde aradığım son kalan 3-5 numaradan bir tanesiydi. Ben onu arayıp, sordukça çok memnun olur herkese anlatırdı. Söyleyin bana, ben şimdi nasıl sileyim onun numarasını?

Amerika’da işe beraber başladığımız, daha sonra çok genç yaşta kaybettiğimiz Terry. Hayat dolu, samimi ve çok iyi niyetli bir insandı. Rehberin tozlu sayfaları arasında o da yerini almış.
Hayatımın en önemli dönemlerinden bir tanesinde her zaman yanımda olan sevgili kardeşim Bülent. Çok uzun süre geçmiş olmasına rağmen halen yokluğu ile beni üzen dostum. Bilgisayar okurken de, MBA yaparken de her zaman yanımda olan sevgili kardeşim, arkadaşım, dostum da her zaman benimle beraber kalacaktır. Onu da hiçbir yerden çıkartamam.
Geçen sene kaybettiğimiz lise arkadaşım Serdar da rehberimde. 42 kişilik 11 Fen sınıfından 3 arkadaşımızı kaybettik bile. Bizim sınıf için çok erken oldu. Hepsi kalbimizde, hepsi aklımızda her zaman bizimle kalacaklardır.

Birçok konuda bize çok fazla şey öğreten Ömer ağabeyin de benim için apayrı bir yeri vardır. Sonradan gönlünü aldım, beni de çok severdi ama bir toplantı sırasında ona bağırdığım için halen kendimi kötü hissediyorum. Keşke yapmasaydım. Rehberimdeki numara sessiz sakin öylece kalmış. Her daim hazır ve her daim bakımlı olan Ömer ağabeysini arıyor. Ömer ağabeyden 1 hafta sonra kaybettiğimiz Yılmaz ağabey de benim rehberimde. Onun da mekânı cennet olsun.

Güzel insan Piero Corsini’de benim listemde. O da artık bizle değil. Mekânı cennet olsun. Korsini deyince, bizim yanımızdan ayrıldıktan 2 saat sonra trafik kazasında vefat eden; Fabio, Gregory ve Ali Rıza'yı da anmadan edemeyeceğim. Hepsi çok kaliteli, çok iyi insanlardı mekânları cennet olsun.
Rehber kalabalık ama artık arayamayacak olduklarımızın listesi de uzun. Bu sabah aklıma, kalbime gelen birkaç ismi sizlerle paylaştım ama inanın kaybettiğimiz herkes ister rehber de olsun, ister olmasın tek tek aklımda.

Hepinizi özlemle anıyorum. Rahat uyuyun, huzurlu uyuyun. Cennetin en güzel köşelerinde uyuyun. Kim bilir, belki de sabah yazılarımı sizler de okuyorsunuzdur. Hepinizi çok sevdiğimizi hiç unutmayın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…