24 Mayıs 2016 Salı

Hep Aynı Nakarat...

Günaydın dostlar…

Pazar günü İstanbul’da hava çok da iyi değildi. Hava karanlık ve yağmurlu olunca da günün çoğunu evde geçirdim. Küçük bir yürüyüş dışında, günün geri kalanının çoğunu televizyon izleyerek geçirdim.
Boş boş televizyona bakarken genellikle iki program üzerinde yoğunlaştım. Bir tanesi Paramparça dizisi, diğeri de AK Parti Kurultayıydı. Birbirleriyle çok da bağlantısı olmayan bu iki program, bu ülkede, çok uzun yıllar geçse de bazı şeylerin hiçbir zaman değişmediğinin en büyük göstergesiydi.


Paramparça dizisinde gözüme takılan senaryo, bizlerin doğduğumuz günden beri izlemekten bıkıp usandığımız bir konuydu. Dizideki psikiyatrist abla, kendi annesi olduğunu bilmeden bir müşterisine yaklaşıyor, sonra da temizlik işleri yapsın diye alıp kadıncağızı evine götürüyor. Bütün derdi kızına yakın olmak olan teyze de, “ben senin annenim” demiyor ama bu durumu kabulleniyor.

Bu diziyi izlerken, doğal olarak çocukluğumuzun Ayşecik filmleri aklıma geldi. Annesini tanımayan ve parktaki teyze zanneden çocuk senaryolarını en azından 500 kere seyretmişizdir. Gerçekte de parktaki teyze zaten onun annesidir ama çocuk bilmiyordur. 2016 yılına geldik ama halen aynı senaryolar. Bilinmeyen anne parametreli vicdan sömürüsü hikâyeleri ile donatılmış diziler. Ayşecik filmlerini izlerken benim annem 2 mendil dolusu ağlardı ama artık büyüdü o da ağlamıyor.

Bir ülke bir gram mı ileri gitmez? Bıktık artık bu senaryolardan. Artık birileri değişik bir şeyler söylesin. Mesela, çocuğun annesi ayda yeni kurulmuş bir koloniye gitmiş olsun filan. Çocuk büyüdükten sonra da, 25 sene sonra geri dönsün.

Sinemada hiçbir şey değişmemiş de siyasette değişen bir şeyler var mı? Orada da yok. Bu ülkede hiçbir zaman bitmeyen, “sözünü en çok dinleyecek olanı bulma” çalışmaları, kaldığı yerden devam ediyor.

Geçmiş yıllarda defalarca gördüğümüz film tekrar gösterimde. En iyi iş yapacak olanı değil de, en iyi söz dinleyecek olanı arama çabaları, bu toprakların yüzyıllardır değişmeyen bir gerçeğidir. Cumhurbaşkanlığına terfi eden amcaların en büyük derdi, her dediklerine itaat edecek bir başbakan bulmaktır.
Diyeceksiniz ki, bu gerçeği biz de biliyoruz ama Davutoğlu amcanın ne kusuru vardı? Onun hatası, her denilenin %97’sine “tamam” demesiydi. Bu gibi pozisyonlarda bu oran yetmiyor, %100 itaat aranıyor. Ortaya çıkan %3’lük fark bir anda oturduğunuz koltuğu gayet kaygan bir hale getirebiliyor.

Ayrıca bütün kabahati siyasetçilere de yüklemeyelim. Diğer ortamlarda da durum çok farklı değil. Örnek olarak, futbol kulüplerinde veya işyerlerinde durum çok mu farklı? O ortamlarda da başkanlar %100 itaat bekliyorlar. Kimse ağzını açıp da, “gözünün üstünde kaşın var” diyemiyor.

Bir pazar gününde gözüme takılan çok farklı iki ayrı konu; aslında bu ülkede konular farklı olsa da, gerçeklerin hep aynı kaldığını gösterdi bana. Aynı konuları binlerce kere izlemekten de, aynı hikâyeleri binlerce kere dinlemekten de bıkmadık. Her eski masalı bugünün tadında bir kere daha zevkle dinlemekten çok zevk alıyoruz.

Bu sabah yürüyüş sırasında gördüm ki, 50 senelik Frigo Buz bile halen piyasada. O bile değişmemiş. Bir elimizde Frigo, bir elimizde patlamış mısır; hepimize iyi seyirler dostlar.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Mayıs 2016 Pazar

Gidip Yatacağım

Günaydın Dostlar,

Mademki bu haftaya taksi muhabbeti ile başladık, o zaman taksilerle devam edelim. Son günlerimin büyük bir kısmı ya yürüyerek ya da taksilerde geçtiği için taksiler bu ara hayatımın büyük bir parçası.
Öğleden sonra saat 14.00 gibi sakin sakin ilerlerken birden bizim taksici amcanın telefonu çaldı. Bir şeyler konuştuktan sonra, “Tamam tamam gidip yatacağım.” diyerek telefonu kapattı. Başkalarının konuşmaları ile ilgilenmeye hiç meraklı olmadığım için her ne kadar bu cümleyi duymuş olsam da amcanın ne konuştuğu konusunda çok fazla da düşünmedim.


Düşünmedim ama bir müddet sonra, telefonu tekrar çaldı. Bizim amca, “Müşterim var anlamıyor musun müşterimi bırakır bırakmaz gidip yatacağım.” diyerek, telefonu bir kere daha kapattı. Telefonunu kapattı ama bu sefer amcanın ses tonu biraz daha kızgın bir hâl aldı.

Saf ve temiz bir Anadolu çocuğu olarak, ben de eşi amcaya kızıyor zannettim.  Hasta herhalde, eve gidip yatsın istiyor diye düşündüm. Hatta bu sıcakta hasta hasta yollarda taksi kullanmak zorunda kaldığı için de üzüldüm biraz.

İnmeme yakın telefon bir kere daha çaldı. Bu sefer bizim amca “Ağabey anlatamıyor muyum size müşteriyi indirir indirmez karakola gidip teslim olacağım, ne kadar gerekiyorsa o kadar yatacağım.” dedi.

Ne yalan söyleyeyim, bu cevap epeyce bir ilgimi çekti. Ben adamcağız hasta haliyle araba kullanıyor diye düşünürken meğerse bizim amca kanun tarafından aranıyormuş. Bu sefer de kafanız çalışmaya başlıyor ve “Acaba ne halt etmiş olabilir?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Deminden beri beni taksisinde misafir eden bu sakin görünüşlü amca, belki de bir katil.

“Müşteriyi indireyim de sonra da gidip yatayım.” nasıl bir garip dünyanın cümlesidir? Hapse girmeden evvel son defa birkaç kuruş kazanma çabası mıdır yoksa bu “yatma” işini geciktirme ruh hali midir? Taksiden inerken kafamda bin bir türlü garip düşünce vardı. Adam için üzüleyim mi yoksa teslim olacağı için sevineyim mi bilemedim.
“Acaba benden aldığı son 50 lirayı evine uğrayıp çocuklarına mı verecek?” diye düşünmeden de edemedim. Kızdım da biraz. Bu amca bir şeyler yaptıysa bile çocukların günahı nedir? Amcanın çocuğu var mıdır yok mudur bilmiyorum ama konu her neyse Allah hiç kimseyi doğru yoldan ayırmasın. Küçük menfaatler veya hesaplaşmalar uğruna büyük değerlerimizi kaybetmeyelim.
İşin hukuksal boyutunu bir yere bırakırsak bu minik taksi seyahatinde yaşananlar Türkçenin azizliğinden başka bir şey değildir. Bizim lisanımızda her yatmak aynı yatmak değildir. Uyumak anlamına da gelebilir, cinsellik anlamına da gelebilir, hapiste kalmak anlamına da gelebilir hatta paranın üzerine yatmak anlamına bile gelebilir. Esnek bir lisandır bizim lisanımız, ne yöne çekerseniz oraya gider.

Dostlar, günlerden pazar olabilir ama siz de daha fazla yatmayın. Erken kalkan yol alır. Kalkın ve çayınızı, kahvenizi içerken nerede ve neden yatacağını çok da iyi anlayamadığımız taksici amcayı okuyun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Mayıs 2016 Cuma

Acele İşe Şeytan Karışır...

Günaydın dostlar…

Her zaman olduğu gibi, yine sevgili kızımla İzmir’de çok güzel vakit geçirdik. Hem işimizi hallettik, hem de gezdik eğlendik. Ayıptır söylemesi çok güzel akşam yemekleri de yedik. Bu yemeklerin bir tanesinde 18 yıldır görmediğim bir arkadaşımla ve sevgili kızıyla buluşmak da ayrı bir güzellik oldu.
Çok fazla İzmir’de bulunmuş ve orada çok fazla dostu olan bir insan olarak, herkes gibi ben de İzmirlilerin tez canlı yapısını çok iyi bilirim. Her İzmir’e gittiğimde sürekli koşturmaca içinde olan yaşam tarzlarına ayak uydurabilmek için ben de koşturur dururum.


Enerji dolu ve hızlı yaşam tarzı tamam ama bu sefer gördüm ki, sevgili İzmirliler bu konuyu biraz daha da abartmışlar.

Cumartesi öğleden sonra İzmir’e vardığımda bindiğim taksici amca, otobana çıktıktan sonra kendini Niki Lauda zannetmeye başladı. Ben de önde oturduğum için, ne kadar hızlı gittiğini görmek çok kolay olmuyordu ama bir ara gözümün ucuyla baktığımda 170’den daha yüksek bir hızla gittiğini gördüm.

Amcaya dönüp, “benim acelem yok, bu kadar hızlı gitmenize gerek yok” dedim fakat amca, gıcık gıcık bana baktıktan sonra, “ama benim acelem var” diye cevap verdi. “Aceleniz de olsa, siz yine de biraz yavaşlasanız iyi olur” deyip, ben de 5 numaralı ters ve asabi bakışlarımı yaptım. Bizim taksici amca, bakışlarımdan etkilenmiş olacak ki, 130’a düştü. Daha sonra da trafik arttı ve bir daha da hızlanamadı.
Ben cumartesi günü gittim, Pazar günü de Ankara’dan kızım geleceği için, onu karşılamaya bir kere daha havaalanına gitmem gerekti. Ne yaptık? Aynen öyle. Bindik bir taksiye, bir kere daha Adnan Menderes’in yollarına düştük. Her taksici gibi bu da hemen o kritik soruyu sordu. “Otobandan mı gidelim ağabey?” “Tamam, otobandan gidelim” dediğimde de, bir kere daha kendimi Formula I yarışının ortasında buldum.
İlk günkü amca en azından deliler gibi basıyordu ama riskli işler yapmıyordu. Pazar gününün amcası, hem hızlı gidiyordu, hem de bulduğu en ufak bir boşluktan geçmeye çalışıyordu. Nasıl bir çılgınlık, anlatamam. Bu arada hemen belirteyim; bu amcaların ikisinin de yaşları benden büyüktü. Anlayacağınız, her zamanki gibi laf olsun diye amca demiyorum.
Ben, 30-40 dakikada filan gideceğimizi düşünürken, 20 dakikada kendimi havaalanında buldum. Bir bakıma da iyi oldu, bana da kuşum gelmeden bir şeyler yiyecek vakit kaldı.

Aylin geldikten sonra, üçüncü taksi yarışımız için hazırdık. Gaziemir’i filan geçip de otobana çıkar çıkmaz, amca direk 170’e vurdu. Bu sezon, saatte 170 km hızla gitmek, İzmir’de çok moda. Biniyorsun taksiye 5 dakika sonra 170 gitmeye başlıyorlar. Yol bomboştu ama yine de bu kadar hızlı gitmenin anlamı ne?

Bizim anlayamadığımız başka bir gerçek var diye düşünüyorum. Bu kadar çok basınca, taksimetre de çok basıyor herhalde. Bir diğer ihtimal de, müşteri kapma yarışı. Hemen Emin’i başlarından defedip, geri gidip yeni müşteri almak istiyorlar.

3. amca da benden büyüktü ama onun bir başka özelliği daha vardı. Araç 170 gidiyor ve amcanın gözleri kapalı gibi duruyordu. Ne zaman baksam, hep kapalı gibiydi. “İnşallah alt kısımlarında bir yerlerde azıcık da olsa bir açık kısım vardır” diye düşündüm…
Sevgili İzmirli kardeşlerim, dostlarım; bu aceleci hallerinize artık bir son verin. Siz son sürat yaşamaya alışmışsınız ama biz İstanbullular korkuyoruz. Biz geldiğimiz zaman biraz yavaşlarsanız çok memnun olacağız.

Otobanda hız limitlerini aşmayın, emniyet şeridine girmeyin, riskli işler yapmayın, hepsinden de önemlisi Allah’a emanet olun
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

12 Mayıs 2016 Perşembe

Kıskanırım Seni Ben...

Günaydın dostlar…

Bilgisayarların yapısı ve çalışma şekilleri bizim ahlakımızı bozdu diye düşünüyorum. Bilgisayarların üzerinde yapılan bir işlemin, sonradan gidip geri alınabilme özelliğini, hayatımızın diğer parametrelerine de aktarmaya çalışmaya başladık.
Dün televizyonda izlediğim “hayatı sıfırlama” talebi, benim çok ilgimi çekti. İnsan hayatının fabrika ayarlarına dönebilmesinin, akıllı telefonlar kadar kolay olmayacağını anlıyor olabilmemiz gerekiyor diye düşünüyordum.


Günümüzde, hemen hemen her programın bir “geri al” butonu var ama ne yazık ki hayatımızda böyle bir seçenek yok. Artı eksi yaşanan her şey, bütün yol boyunca sepetimizde bizle beraber geliyorlar. Herkes kendi sepetinin ağırlığını ömrünün son gününe kadar taşıyor.

Geri al butonunu, ben özür dilemek olarak algılıyorum. Yapıyorsun bir hata, sonra hemen “Özür dilerim” diyerek, hatandan dönüyorsun. Bilgisayarların en iyi tarafı da kindar olmamaları, diye düşünüyorum. Ne hata yaparsanız yapın, özür dilediğiniz zaman hemen unutuveriyor. Bir daha da hiçbir zaman gündeme getirmiyor.

Bilgisayarlarda, toptan sıfırlama şansınız da var. İşleri iyice çorba ettiğiniz zaman, baktınız ki olmuyor; bilgisayarın sabit diskini toptan sıfırlıyorsunuz. Sıfırlama işlemi artı eksi her şeyi götürüyor ve bembeyaz bir sayfa açıyor.

Bu sabah bu konuya girmemize neden olan genç kız, “Senin geçmişte hiç kız arkadaşın oldu mu?” diye, genç adama bir soru sordu. Tecrübesiz çocuk, “Evet oldu” diyerek, ikinci sorunun gol pasını hazırladı. “Senin için önemli miydi?” şeklinde gelen penaltı vuruşu da, çocuğu bitirdi.

Haklısınız, kız arkadaşı olduğuna göre, tabi ki onun için önemliydi ama bunu bir kadına söylediğin an, senin hayatının kırılma noktalarından biri olur. Hiçbir kadın, 1300 sene önce başka bir kadının da senin için önemli olmuş olması bilgisini kaldıramaz. Böyle bir cevapla, gelecek 100 sene boyunca, en beklemediğin anlarda gündeme getirilmek üzere, şahane bir konu yaratmış olursun. Yoğun bir günden sonra, tam yastığınla bütünleşeceğin sırada, “Sen zaten 1300 yıl önce de Ayşe’yi de sevmiştin” şeklinde veya başka huzurunuzu bozacak şekillerde gündeme gelebilir.
Bütün erkekleri, bu tip toplara girmemeleri konusunda bir kere daha uyarıyorum. Sonra gelip bana ağlamayın. Bu tip sorulardan en zararsız şekilde sıyrılmaya çalışmak, gelecek günlerdeki huzurunuzun da teminatı olacaktır. Dişi kediye bile, başka bir dişi kediye değer verdiğinizi söylemeyin.

Aylin’in liseye gittiği dönemlerde, rehber öğretmen ısrar kıyamet beni okula çağırmıştı. Konuşma esnasında, ben de, “Kızlar, bir arkadaşlarının başka bir arkadaşlarıyla daha samimi olmalarını kaldıramıyor” gibi bir şey söylemiştim. Kadının bana cevabı da, “Doğrudur, ben de öyleyim” olmuştu.

Öyle diyoruz ama bu çocukcağız golü yedi bir kere. İşin daha da enteresan yanı, kızın sürekli olarak “Ben bunu kaldıramam” demesiydi. Bir şekilde git ve bu yaşadıklarını geri al, bir daha da (geçmişte bile olsa) herhangi bir kadının senin için önemli olduğunu duymayayım demek istiyor.

Ayrıca şunu da çok iyi biliyoruz ki, bilgisayarın mimari yapısı ile kadınlarınki çok farklı. Bilgisayarda sıfırlarsın gider ama kadınlarda sıfırlasan da gitmez. Her münakaşa ortamında, “Sıfırlamadan önce geçmişte sen o kıza değer vermiştin” şeklide gündeme gelir.
Hayat, uzun bir yolculuktur. Yaşanan her tecrübe de bu uzun filmin kareleridir. İçinde mutlulukları da barındırır, hüzünleri de, sevgileri de barındırır, nefretleri de. Kanunlarımıza uyduğu sürece, yaşadığınız hiçbir şeyden pişman olmayın ve geçmişinizi yok sayma çabaları içine de girmeyin.

Siz bilgisayar değilsiniz, fabrika ayarlarına dönemezsiniz. İçinizdeki işletim sistemini beğenmeyen, gitsin kendininkini yazsın…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

7 Mayıs 2016 Cumartesi

İki Adım Geri At...

Günaydın dostlar…

Amerikalıların çok sevdiğim bir lafı vardır. Biraz terbiyesiz bir laf ama yine de paylaşacağım. “Sen, beni bir kere şey yaparsan senin kabahatindir, iki kere şey yaparsan benim kabahatimdir” diyorlar…
O kadar doğru bir laf ki; her insanın başına beklemediği bir anda bir şeyler gelebilir ama bile bile aynı şeyin bir kere daha olmasına izin verirsek, o zaman kabahat bizimdir. Tabi ki, hayatın akışı bu kadar net yürümüyor. Bilerek aynı hataları 3 kere, 5 kere hiç mi yapmıyoruz? Ne yazık ki yapıyoruz hem de defalarca…


Bizim çocukluğumuzda, I-Pad vardı da biz mi oynamadık? Vallahi yoktu. Olmadığı için de, biz de lastikten sapan yapıp birbirimize taş atarak, savaşlar yapıyorduk. Bu taşlardan bir tanesi karşıdaki çocukların kafasına, gözüne inerse ne olur diye de hiç düşünmüyorduk. Nitekim de öyle oldu. Benim attığım taşlardan bir tanesi, çocuklardan bir tanesinin gözünün yarım santim altına iniverdi. Bu topraklarda her zaman söylediğimiz gibi, “Allah korudu”.

Küçücük bir çocuk olduğum halde, az da olsa kafam çalıştı. Kendi kendime, “ben bunu biraz daha aşağıya atayım” diye bir karar verdim. Yine aynı şekilde atsam, yine gidecek çocukların kafasına gözüne inecek. Basit bir fizik kaidesini, yarım aklımla ben bile idrak edebilmişim.

O günlerin üzerinden 50 yıl geçti ve bugün artık hepimiz aynı şeyleri yaparak değişik neticeler alamayacağımızı öğrendik. Gözüne taş isabet eden, adını bile hatırlamadığım çocukcağızdan da tekrar özür diliyorum. Gerçekten Allah korumuş.

Düşünüyorum da, bu basit fizik kuralı bizim güneyimizde didişen komşularımız için de geçerli. Tamam, anladık savaş yapıyorsunuz, birbirinize roketler atıyorsunuz; mesafeyi iyi ayarlayamadığınız için de bu roketler daha ileriye gidiyor ve Kilis’e düşüyor. Komşular, siz anlamak istemiyorsunuz ama sizlerin fizik kurallarını iyi bilmemenizden dolayı Kilis’te insanlar ölüyor.

Tahmin ediyorum, bugüne kadar size kimse “bu kadar uzağa atmayın Kilis’e düşüyor” demedi. Ben şimdi size söylüyorum, “İki adım geri atın roketler Kilis’e düşüyor”.
Bu roketler yüzünden birçok vatandaşımızı kaybettik. Aynı roketler, gelip sınırın öbür yakasında zavallı Suriyelileri de buldu. Görülüyor ki, zamanın gelmişse, sınırı da geçsen; ölüm gelip seni buluyor. Basit bir fizik kuralının ihlali yüzünden hayatını kaybeden masumların hepsinin mekânı cennet olsun.

2 ay askerlik yapmış bir insan olarak roketatar konusunda ukalalık yapmak istemiyorum ama ister sapan at, ister roket at, ne atarsan at; fizik kuralları değişmez. Attığın zıkkım, düşündüğünden daha ileriye gidiyorsa, bir sonrakini biraz daha yavaş atarsın. Açısını ve hızını ona göre ayarlarsın.

Minicik Emin, çocukların gözleri çıkmasın diye kendini ayarlayabiliyor ama sen kocaman adamsın ve insanların canı çıkmasın diye kendini ayarlayamıyorsun. Roket bu kardeşim, rastgele atılır mı? Bir düşer, iki düşer. 500 tane roket düşer mi?

Lise yıllarında fizik dersinden yüksek notlar alamazdım ama sonradan hepsini öğrendim. Bu basit hesabı yapamıyorsanız veya bilerek yapmıyorsanız; o zaman roketlerin Kilis’e düşmediğini, doğrudan oraya atıldığını düşüneceğim.
Durup dururken neden Kilis’e roket atıyorsunuz? Bütün konsolosluk personeli 60 gün boyunca elinizdeyken ve de hiçbirinin kılına dokunulmamışken; ne oldu da şimdi Kilis’e roket atıp insanlarımızı öldürmeye başladınız? Sizi kızdıracak bir şey mi yaptık? Yoksa bizi Suriye bataklığına çekmek için bir taktik mi bu?

İki adım geri atın; taşlarınız bizim bahçeye düşmesin, çocuklar ölmesin. Bir kere olursa sizin kabahatinizdir ama 500 kere olunca bizim kabahatimiz oluyor. Ölüm korkusu nedeniyle, insanlar sokağa çıkmaz oldu…
Allah; Kilis’i de, ülkemizi de her türlü kötü niyetten korusun…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Mayıs 2016 Perşembe

Murat Bulgak

Günaydın Dostlar,

23 Nisan akşamı bir kere daha aynı mekândaydık.  Her zaman güzel vakit geçirdiğimiz Güvenlik Caddesi’ndeki bu barda bu akşam değişik bir gelişme vardı. Çok yakınımız da olduğu halde yıllardır tanışmadığım ve hiç canlı izleyemediğim Murat Bulgak’ı izleyecektim. Ablası doğduğum günden beri hayatımızın içinde olduğu halde Murat ile bir türlü tanışamamıştık. Murat’ın Ankara Koleji yıllarından başlayıp ODTÜ ve Hacettepe Kampüsü'nden geçen hayat yolunda müziğin her zaman ilk planda olduğunun da bilincindeydim. Her ne iş yaparsa yapsın, hiçbir zaman müzikten de kopamadı.
 
İşin bir diğer ilginç yanı da bu barın artık devredilmiş ve kapanacak bir yer olmasıydı. Yerine ne yapılır bilmem ama biz bu halini çok özleyeceğiz. Yaşanan güzel dakikalar minik barın karanlık duvarlarında ömür boyu yaşayacaklar. Söylenen şarkıların nameleri tavanda bir yerlerde bizi bekleyecekler. Her önünden geçtiğimizde yüzümüzde buruk bir gülümseme olacak.

Gece erken başladı. Burası iç içe geçmiş salonlardan oluşan bir yer. Sokaktan bakınca küçük bir yer zannediyorsunuz ama arkaya doğru gittikçe büyüyor da büyüyor. Her zaman ilk önce restoran bölümünde yemek yiyip sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde bar kısmına geçiyoruz.
Saat 22.30 gibi sahne alacak olmasına rağmen, ben saat 19.30 gibi mekâna vardığımda Murat Bulgak oradaydı. Birer birer misafirlerini kapıda karşılıyor olması, daha önce hiçbir yerde görmediğim bir davranıştı. Her geleni sanki kendi evine geliyorlarmış gibi karşıladı.

Ben zaten bu sabah Murat’ın sanatçı kimliğinden söz etmek istemiyorum. Muhteşem sesi ve güzel şarkıları hepsi birbirinden harikaydı ama adam gibi adam olması, samimiyeti ve mütevazı tavırları benim için çok daha fazla etkileyiciydi. Ben, banyoda şarkı söylesem hemen havalara giriyorum ama sevgili Murat uzun kariyeri boyunca kibir bardağından iki yudum bile içememiş. “Adam gibi adam.” derler ya işte tam da öyle bir durum var.

Restoran bölümünde dostlarla ve güzel sohbetle rakı da çok iyi gitti vallahi. İtiraf etmek gerekirse düşündüğümüzden çok daha fazla içtik. İçtik ama bu işin bir de bar kısmı var. Bu kadar rakının üzerine bara girince ne yapacağız? Ayran içerek Murat’ı dinleyemeyiz.

Bazen bir yere gittiğinizde başka türlü şarkılar gelsin istersiniz ama o şarkılar bir türlü gelmez. Sahnedeki sanatçı rakı içmeye uymayan (hatta su içmeye bile uymayan) ne kadar şarkı varsa hepsini söyler ama bir türlü kalbinizdeki şarkılara sıra gelmez. Bütün geceyi eski Fecri Ebcioğlu tercümeleri ile geçirip durursunuz.
Murat Bulgak’ın da ne tip şarkılar söyleyeceği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama sahneye çıkıp da son günlerin moda şarkısı “Bağdat” ile başladığı zaman olayın şekli belli oldu. Bu şarkı, rakı tüketiminin biraz daha artacağının en büyük göstergesiydi. Çok güzel bir sesle, içten gelerek, büyük bir enerjiyle söylenen şarkılar; bizi bizden aldı başka yerlere götürdü. Eline bir şarkı listesi verseydik, bundan daha iyi yazamazdık.

Gecenin ilerleyen saatlerinde; artan duygular, biten rakılar ve muhteşem şarkılar adeta birbirleri ile yarış halindeydiler. “İmkânsız Aşk” şarkısından tutun da Cem Karaca parçalarına kadar her şey söylendi. Hatta bazılarını bizi kıramayıp ikişer kere söyledi. Şebnem Ferah’ın muhteşem şarkısı “Sil Baştan” hiç bu kadar güzel söylenmemişti. Dinlediğim en iyi iki yorumdan bir tanesiydi. Bir tanesi Şebnem Ferah, bir tanesi de Murat Bulgak.
Hümeyra’nın “Sessiz Gemi” şarkısı lise yıllarında bizim okulumuzda teneffüslerde çalan bir şarkıydı. Okulumuza çok yakın bir mekânda bu şarkıyı dinlemek beni kırk yıl öncesine götürdü. Kırk yıl öncesinden bir şeyler hatırlamaya çalıştım.
Ben ne yaptım? Her zaman yedinci dubleyi bitirdikten sonra tutturduğum gibi, “Götür Beni Gittiğin Yere” şarkısını isterim diye tutturdum. Tutturdum ama küçük bir sorun vardı. Çocuklar şarkıyı bilmiyordu. Bilmemelerine rağmen gitarcının mırıldanmaları, diğerinin müzikleri, kulak alışkanlıkları ve seyircinin katkılarıyla o şarkıyı bile yoktan var ettiler. İşte müşteri hizmeti diye ben buna derim.

Hayatımın en güzel gecelerinden biriyle ilgili olarak yarın sabaha kadar yazabilirim ama şimdi yürüyüşe gitmem gerekiyor. Sevgili Murat ile benim yollarım bir türlü kesişmemişti ama zaten onu bilen ve takip eden çok büyük bir kitle var. Gördüğüm kadarıyla her sahne aldığı mekâna gelenler bile var.

Murat, İstanbul’da da sahne alıyor ama daha çok Ankara’da çalışıyor. Sevenleri programını takip edip bir yerlerde yakalamaya çalışıyorlar. Yanılmıyorsam çeşitli Facebook sayfalarından sahne programını takip etmek de mümkün. Ben de artık en büyük takipçilerinden biri haline geldim. Bir gün bir yerde tekrar Murat’ın sahne aldığı bir barda olmayı çok isterim. Zaman o kadar çabuk geçti ki bize hiç yetmedi.
Dostlar, bugüne kadar Murat’ı hiç dinlemediyseniz siz de benim gibi çok şey kaçırmışsınız demektir. Bir gün şehrin bir ucunda yakalarsanız muhakkak katılın. Arkadaşınızın evinde sevdiğiniz şarkıları söyleyen bir sanatçı varmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Bize bu unutulmaz geceyi yaşattığı için sevgili Murat ve ekibine bir kere daha çok teşekkür ediyoruz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…