30 Nisan 2014 Çarşamba

Ukalalığın Zirvesi

Günaydın Dostlar,

“Gölge etme başka ihsan istemem senden.” demiş, Diogenes büyük İskender’e. Ne de güzel söylemiş. Şimdiki devirde olsa böyle bir laf edebilmek sıkardı.

Günümüzün insanları, politik olmak adına “Bu bitkinin büyümesi için gölgede kalmaması gerekir.” gibi ortaya bir laf ederlerdi.  Hani, öküz sen anla da çekil ışığımdan anlamında. Bugün de hayatımızda ne kadar çok gölge eden var değil mi? Bu tipler, bırak sana ışık saçmayı gelen ışığa da mani oluyorlar. Üstüne bir de ukalalık, bilmeden yorumlar, her işi basit görmeler, yapılan işi aşağılamalar vs. vs. Geliyor, diyor ki “Ben sana fener tutmaya geldim.” Geldin de baba fenerden beş yüz kat daha fazla ışık veren güneşi kapattın. Al fenerini de git baba ya.
 
 
Emin der ki hiçbir şey göründüğü kadar kolay değil. Her işin kendine özgü elli çeşit zorluğu var. İnsanlar karşısındakinin ayakkabılarını giymeli, onlarla yürüyebiliyor mu önce ona bir bakmalı, daha sonra yorum yapmalı, ukalalık yapmalı. “Ben olsaydım o golü atardım.” Bok atardın.  Sen ilk önce koltuktan koca kıçını kaldır, o ayakkabıları giy, otuz bin kişinin önünde sahaya çık da ondan sonra golü atman kalsın.

Bizim hamurumuzda sanki ukalalık mayası biraz fazla var gibi geliyor bana. Duyuyorum, adam geçen gün diyor ki ” Bak bak nasıl yanlış taşıyorlar masayı.” O zaman bir zahmet buraya gel, masanın bir ucundan tut da  hepimize masanın nasıl taşınacağını bir göster. Arkasından da genelde şöyle bir laf gelir. “Eski zaman olsa ben tek elle taşırdım ama şimdi olmaz, bende disk kayması var.”  Haaaa demek ki sen daha ayakkabıları giyip ortaya çıkamıyorsun bile, o zaman ukalalık da yapmayacaksın.
 
Hudson’s şirketinde çalışırken yılda bir kere yöneticilerle işçilerin bir gün için yerlerini değiştirirlerdi. Ben bütün bir gün boyunca gömleklere fiyat etiketi yapıştırıp sonra da üç gün bel ağrısı çektiğimi çok iyi hatırlıyorum. Üstelik adamın etiketlediğinin yarısından bile az bir iş yapabildiğim halde. Hafif eğilmiş vaziyette bütün gün ayakta etiket yapıştırmanın çok da kolay bir iş olmadığını biliyordum ve bu konuda hiç de ukalalık yapmamıştım ama o günden sonra konu iyice netleşti.

Aynı şekilde benim yerime yöneticilik yapan kişi de gelen sorulardan ve sorunlardan çok bunalmıştı. Ertesi gün bana “Karar vermek etiket yapıştırmaktan çok daha zor bir iş.” demişti. Eskiden "Bütün gün masada oturuyorlar, ne iş yapıyorlar ki derdim ama durum farklıymış anladım.” diye belirtmişti. Bedenen çalışmanın da birçok zorluğu var, masada oturup zihnen çalışmanın da.
 
 
Bazen de “Aman ne olacak canım iki tane bilmem ne yapıyor.” tipi laflar edilir. O zaman sen de yap o iki işi de bir görelim bakalım. Havalar sıcak mı soğuk mu bir anlayalım. Kıçın donuyor mu donmuyor mu bir görelim bakalım.

Ukalalık ve boş laf çok kolay, icraat yapabiliyor musun sen ondan haber ver. Bu tiplerin en sinir bozucu olanları da hiçbir işe yaramayıp mütemadiyen ukalalık yapanlarıdır. Zaten genelde de işi yapanlar ukalalık yapmaz, hep boş duranlar konuşur. Emin de masada oturup bütün gün ukalalık yapabilir. Hatta düşünüyorum da oldukça da başarılı olabilirim gibi geliyor bana.

Neyse ben ukalalık yapmayım da gidip işlerimi halledeyim en iyisi.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

29 Nisan 2014 Salı

Cumhurbaşkanı Nasıl Bir İnsan Olmalı

Günaydın Dostlar,

Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir insan olması gerektiği konusunda yorum yapmayan kalmadı. Ben de düşündüm, taşındım ve naçizane görüşüm; cumhurbaşkanının benim gibi bir insan olması yönündedir.

Cumhurbaşkanı, benim gibi Allah korkusu olan, insanların dini inançlarına saygılı ama hiçbir zaman dini siyasete alet etmeyen ve ettirmeyen, dürüst ve iyi niyetli bir insan olmalıdır. Para hırsı olmayan, ülke menfaatlerini her zaman şahsi menfaatlerinin üzerinde tutabilecek bir karaktere sahip birisi olmalıdır. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki güçler ayrılığı prensiplerini çok iyi anlayarak; menfaat zeminleri ortaya çıkmasına müsaade etmemelidir. Bu üç unsurun ülkenin ana temelleri olduğunu hiçbir zaman unutmayarak, demokrasi yolundan asla vazgeçmeyecek birisi olmalıdır.
Benim gibi siyasete hiç girmemiş, hiçbir zaman da girmeyi düşünmeyen birisi olmalıdır. Partiler üstü olan ve her siyasi partiye ve görüşe eşit mesafede durabilecek bir insan olmalıdır. "Ben cumhurbaşkanlığını bıraktığım zaman gider bir partinin başına geçerim." gibi bir düşüncesi kesinlikle olmamalıdır.

Irkçılıkla alakası olmayan, herkese iyi niyet ve eşit hislerle yaklaşabilecek, değişik dinleri ve dini mezhepleri sorun haline getirmeyen, içeride ve dışarıda sevilen ve saygı gören bir kişiliğe sahip olan bir insan olması lazımdır. Toplumun her kesimi ile ilişkilerini sürdürebilen, yeri geldiğinde diğer devletlerin başkanları ile diyaloğa girebilecek, yeri geldiğinde de bir gecekonduda kendini evinde hissedebilecek biri olmalıdır. Tabii buna bağlı olarak en azından İngilizceyi çok iyi konuşuyor ve yazabiliyor olması da şart.

Cumhurbaşkanı, benim gibi cesur olmalıdır. Popüler olabilmek ve/veya belirli kesimler tarafından sevilmek uğruna inanmadığı şeylerin altına imza atmamalıdır. Bir duruşu olmalı ve o duruşundan kolay kolay ödün vermemelidir. Gerektiğinde “hayır” demek cesaretini gösterebilmelidir.
Bu koltuğa oturacak kişinin, aynen benim gibi belirli bir espri anlayışı olmalı ve yapılan şakaları veya eleştirileri kaldırabilmelidir. Her eleştiri yapanı veya aynı görüşte olmayanı kendine düşman ilan etmemelidir.

Ülkenin ve vatandaşların sorunlarını iyi analiz edip bu yoldaki çözümlere katkı sunabilecek bir yapıda olmalıdır. Çiftçiden sağlıkçıya, polisten emeklilere kadar her kesimin sıkıntılarını anlayıp kısa ve uzun vadeli çözümler üretebilmelidir. Dünyanın giderek milliyetçileştiği ve içine kapandığı bir ortamda eğitim, tarım, hayvancılık, üretim gibi konularda bağımsız olmamızın ülke için hayati bir önemi olduğunu çok iyi kavramış biri olmalıdır.

Devletin kurumlarına eşit mesafede durarak, kurumlar arasında doğabilecek ihtilafları çözebilmek adına olaylara tam bir tarafsızlık duygusu ile yaklaşabilmelidir. Askerlerle de, meclisle de, bakanlarla da, belediyelerle de, üniversitelerle de, diyanet işleri başkanlığı ile de, sendikalarla da, sosyal toplum kuruluşlarıyla da ilişkilerini her zaman ülke menfaatleri doğrultusunda yürütmelidir. Eşini, dostunu, akrabasını bu kurumlara yerleştirme çabası içinde kesinlikle olmamalıdır.
Belli bir duruşu, görüşü olan ama diğer fikirleri, karşı görüşleri de dinlemeye açık olan, kolay ulaşılabilir, halkın yapısını anlayan ve sevilen bir kişi olmalıdır. Sokaktaki insan, “Bu konu cumhurbaşkanının önüne giderse ülke menfaatlerini ilk sırada düşüneceği için bunu hayatta imzalamaz.” diyerek ona güvenebilmelidir. Bence günümüzde artık böyle bir pozisyon için sadece üniversiteden mezun olma şartı değil, iyi bir üniversiteden ve de uygun bir konudan mezun olma şartı da aranmalıdır diye düşünüyorum. En alt seviyelerde bir eleman alımında bile istenmedik şey kalmıyor ama cumhurbaşkanı olurken bunların yarısı bile aranmıyor.
Cumhurbaşkanı, adı üstünde cumhurun başkanı olarak cumhuriyete, ülkesine, milletine, vatanına, halkına, devletin kurumlarına, özgürlüklere, demokrasiye, laikliğe her zaman, her ortamda sahip çıkabilecek bir insan olmalıdır. Yaptığı her işte, attığı her imzada, sürekli olarak “Bu yapacağım iş, atacağım imza benim ülkeme yararlı mı yoksa zararlı mıdır?” diye düşünmelidir.

Cumhurbaşkanı; bütün bu özellikleri taşıyan, ne siyasi ne de askeri geçmişi olmayan, Emin gibi herkese ve her kuruma  eşit mesafede durabilecek biri olmalıdır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Nisan 2014 Pazartesi

Aşk Tesadüfleri Sever

Günaydın Dostlar,

Gerçekten de aşk tesadüfleri sever ve bu tesadüfler güzel de olur. Tesadüfen ortaya çıkan aşk, hele bir de zorlama tesadüfler olmadan doğal olarak gelişmişse tadından yenmez.

Tesadüflerin bir kendiliğinden gelişenleri vardır bir de hafif planlayarak tesadüf ettirme durumları vardır. Bence ikisinde de sorun yok, tesadüfü tesadüf ettirmeye çalışmak çok da kötü bir şey değil. Hatırlarsanız bizim Gürsoylu Sokak'taki amca da aynısını yapmaya uğraşıyordu. Tesadüfü, teyzenin evden çıkış dakikasına tesadüf ettirmeye çalışıyordu. 

 
Sokakta, toplantıda, yemekte veya bugünün şartlarına uygun olarak herhangi bir sosyal platformda aşk bir anda karşına çıkabilir. Hiç bilmediğin, görmediğin, konuşmadığın sadece sosyal platformlarda üç kelime yazdığın birine de aşık olabilirsin. Karşılıklı yazılacak olan tesadüfi iki cümle işi bitirebilir. Bir toplantıya gidersin, hiç beklemediğin biri yanına oturur ve bir anda aşk da katılır o toplantıya. Bir bakmışsın sen, o ve aşk üç kişi oluvermişsiniz.
Garip bir duygu ve sırıtma halidir. İnsan bir bahane olsa da sırıtsam diye bekler. En garibi de milletin bin türlü derdi ve konuşmak istediği konu varken sen hep onu konuşmak istersin. Konuyu başka yere çevirirler, sen yine dönüp, dolaşıp aşkı da yanına alıp onun konusuna gelirsin.

Ankara Emek Mahallesi'ndeki Hamdullah Suphi Tanrıöver İlk Okuluna giderken Muhittin de 73. Sokak'ta oturan sarışın minik kızla yolda tesadüfen karşılaşmak isterdi. Biz ilkokul öğrencisi iki tip kızın evinin önüne gider aşağıya inmesini beklerdik. Şimdiki devir olsa hiç göremezsin de o devirde "sokağa çıkıp oyun oynama" diye bir şey vardı da kız ara sıra aşağıya inerdi. Şimdi olsa sabaha kadar Candy Crush oynar yine inmez.
Kız aşağıya iner, arkadaşlarıyla oyun oynar sonra da evine giderdi. Bizim Muhittin de cesaretini toplayıp konuşamazdı ve biz her seferinde kös kös eve dönerdik. O zamanlarda tesadüfen rastlayabilmek bir dert, konuşabilmek ikinci bir dertti. Konuşabilseydi ne diyebilecekti onu da Allah bilir.

İnsanların bir türlü konuşamaması durumu, sekiz yaşında da on beş yaşında da on sekiz yaşında da her zaman vardı. Hatta mahalleden tanıdık bir kızı o bir türlü konuşulamayan kıza yollamak da çok geçerli bir yöntemdi. Kız gidip “Bizim sokaktan Muhittin seninle arkadaş olmak istiyor.” gibi bir şey derdi. Kız da “Neden seni yolluyor da kendi gelmiyor?” filan derse iş tamamdı. “Ben Muhittin filan tanımıyorum.” diye bir cevap verirse durum pek parlak değildi.

Saatlerce bir şeyleri tesadüf ettirmeye çalışıp sonra da bir şeyleri söyleyememeyi bütün hayatım boyunca etrafımda gördüm ama hiçbir zaman anlayamadım. “Gidip konuşsana.” derdim ama arkadaşlarım bir türlü cesaret edemezlerdi. Neden mi cesaret edemezlerdi? Çünkü konuşmadığın sürece her zaman bir umut var. İnsanları da yaşatan içlerindeki bu umutlar zaten. Konuşup da “Hayır.” cevabı alırsan bu sefer umut filan da kalmaz. “Hayır.” cevabı aldıktan sonra sonra gidip konuşmak sıfırdan gidip konuşmaktan daha zordur.

Ortaokulda da arkadaşımın Canan’a olan aşkı için her okul çıkışı cehennemin dibine kadar Canan’a rastlayabilmek için yürürdük. Güzel bir kızdı Canan ve büyük bir tesadüf neticesi karşılaşmışlardı. Diyelim ki rastladık, konuşabilecek misin? Konuşamayacak tabii. Canan şartları en zor olanıydı. Ona tesadüfen rastlamak da zordu, bir şeyler söyleyebilmek de. Ya hiç görmezdik ya da etrafında bir sürü insan olurdu. Canan'ı tek başına bir yerde görmek imkânsızdı. Takipçileri çoktu. O kadar insanın ortasında derdini anlatabilmek de hiç kolay bir iş değildir.

Liseyi bitirdiğimde ben halen on sekiz yaşında değildim ama maşallah bütün arkadaşlarımın arabaları vardı. Bir arkadaşımız tesadüfen okuldan dönen bir kıza rastlasın diye sürekli olarak arabaya binip kızın okul çıkışına giderdik. Genelde de tesadüfü denk getiremezdik veya da kız arabanın yanından geçer giderdi. Bizim arkadaşın yaşadığından haber var mıydı onu da bilmiyorum.
Tesadüfler ve denk getirilemeyen tesadüflerle geçen bir ömür. Aşk kapıyı çalar. Ne zaman nerede çalacağı da hiç belli olmaz. Düğünde de karşına çıkabilir, matemde de. Bir anda üç kişi oluverirsiniz ama misafir etmezseniz de küsüp gidebilir. Hassastır, alıngandır, kırılgandır. Sevilmediğini, önem verilmediğini hissederse anında bozulur ve gider.

Arkasından bakarsınız boş gözlerle. “Dün bu saatlerde diz dizeydik, göz gözeydik nereye gitti bu aşk?” diye arar durursunuz ama o gitmiştir artık.
Herkesin ilk aşkı, son aşkı, tek aşkı vardır. Hepsini bir arada yaşayıp “Sen benim ilk, tek ve son aşkımsın.” diyebildin mi kimseye?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

26 Nisan 2014 Cumartesi

Downtown Burdur'da İlk Gün

Günaydın Dostlar,

Bana ulaşan belgede “1 2 veya 3 Temmuz tarihlerinde Burdur’daki, 58, Topçu Tugayına teslim olunuz.” gibi bir şey yazıyordu. Şimdi çağırmışlar, gitmemek olmaz dedik ve haziran sonunda iş yerinden de iki buçuk aylık bedelsiz izin alarak düştük Ankara yollarına. Ayrıca da bedava değil, dünya kadar para verdik.

Amerika’da yaşarken bedelli askerlik için müracaat etmiştim, sağ olsunlar onlar da bu tarihleri uygun görmüşlerdi. Yaş olmuş 31, neredeyse yolun yarısı. Okul, yüksek lisans filan derken ancak askere gidebilecek duruma gelebilmişiz.

İşi bilenler demişlerdi ki “1 Temmuz’da gidin, teslim olun yoksa pişman olursunuz.” Bunun nedenini sonra anladık. Herkes girdiği günden altmış gün sonra çıkıyor, o yüzden de bir gün sonra giren bir gün sonra çıkıyor. Biz ilk gün girenler çıkarken (tugayın %95’i) ertesi gün ve daha sonraki gün çıkacak olanlar inanılmaz bir moral çöküntüsü içindeydiler. Hepsi dokunsan ağlayacak durumdaydı. Bir de kalanlara çıkacakları ana kadar aralıksız boşalan koğuşları temizletmişler, o da üzerine herhalde tuz, biber olmuştur.
Sabahın çok erken saatlerinde Ankara’dan düştük yola ve saat 9:00 gibi Burdur’a vardık. Ankara’da saçımı kestirmiştim ama Burdur’da bir kademe daha kestirmek şarttı. Bu da bizden önce gidenlerin tavsiyesiydi. Burdur berber dükkanı dolu ama hepsinde bir kuyruk bir kuyruk. Allahtan iş iki dakikada bitiyor da kuyrukta beklemek çok uzun sürmedi. Berber alıyor eline makineyi ve koyundan yün çıkartır gibi bir saniyede kesiveriyor. Fiyatlar da beş yıldızlı otel kuaför fiyatı seviyesindeydi.

Saçlar da kesildikten sonra kendimi bir garip, bir havadar hissetmeye başladım. Sanki içime don giymeyi unutmuşum gibi garip bir his vardı. Artık hazırım, tugayın kapısına gidebilirim ama o da ne? Kapıya gitmeye pek gerek yok, çünkü içeri girme kuyruğunun ucu neredeyse berberin içine girmiş. Attım iki adım, girdim kuyruğa. Hava çok sıcak, dışarısı yanıyor ve binlerce insan kuyrukta bekliyor. Yeni havalı saç modelimle kuyruktayım ama burası Burdur'mu, Kreuzberg’mi belli değil. Herkes Almanca konuşuyor.

Çocukların çoğu kalabalık bir arkadaş grubuyla gelmiş.  Bütün mahalle, bütün köy, bütün kasaba şeklinde gelmişler. Armut gibi tek başına gelen bir tek ben varım. Aramızda da hepsiyle averaj en az on yaş fark var gibi duruyor. Kendi kendime "İşin şekli belli oldu, bu altmış günü çocuk yuvasında geçireceğiz." dedim. Aslında çok da yanlış düşünmemişim, daha sonraki günlerde beni manga başı yaptıklarında mangadaki yirmi iki çocuğun peşinde koştum durdum.

Sabah saat 10.30 gibi kuyruğa girmiştim, saat akşamın 17.30’u oldu ve halen kuyruktayım ama az kaldı. Gün boyunca da seyyar satıcıların biri gidip biri geliyor. “Bak ağabey bu lazım, içeride bulamazsın.” diyerek elli tane şey satmaya çalışıyorlar. Kuyruktakilerin de dolduruşları ile "asker defteri" denen küçük bir defter aldığımı hatırlıyorum. Mangadakilerin bilgilerini yazmak ve not tutmak için işe de yaramıştı.

Daha önce gidenlerden aldığımız bir tavsiyede “Oğlum giderken tuvalet kağıdı götürün.” tavsiyesiydi ama nizamiyede yapılan aramada tuvalet kağıtlarının hepsini aldılar. Bana dönüp bir de “Sen mühendis misin?” dedi. "Niye sordunuz?" dediğimde "Mühendisler tuvalet kağıtsız gelmiyor da." şeklinde bir cevap verdi. Millet tedbirli, istisnasız herkesin çantasında vardı ama kimse içeri sokamadı.
Saat 21,00 gibi kuyruğa girdikten on bir saat sonra içeri girebildim. Hani düşündüğünüz zaman çok da sorun olacak bir durum değil. Nasıl olsa altmış gün buradayız. İşin garip tarafı girdikten sonra "Şuraya git, buraya git." diyen de olmadı. İçeri girenler de her yöne doğru gidiyorlardı. Hani herkes bir tarafa doğru gitse ben de takılıp kıçlarına gideceğim ama öyle bir durum da yok. Tam etrafa bakınırken uzun dönem askerlerden bir tanesi yanıma geldi ve "Emin Evrankaya sen misin?" dedi. Bir yol bulma umuduyla "Benim kardeşim." diye cevap verdim.

Asker Giresunlu, hemşerim olduğu için beni karşılamaya ve ilk gece yol, iz göstermeye yollanmış. Aslında süper bir düşünce ama küçük bir sorun var zira ben Giresun ile ilgili pek bir şey bilmiyorum. İlk önce kayıt yaptıracağız, sonra da beraber yemek yiyeceğiz dedi.

Akşam 23.00’de "Kayıt da tamam, artık yemek yiyelim," dedi. Sağ olsun çocuk da kayıt işlemi sırasında filan hep benimle bekledi. Kuyrukta Giresun sohbeti yapmak istiyor ama ben de iş yok. Uzun bir yürüyüşten sonra kafeteryaya vardık ama orada da kuyruk var. "Sen en iyisi beni yatacağım yere götür, ben zaten kendimi aç filanda hissetmiyorum." dedim.

"Bu akşam herkes bir yerlerde yatacak sonraki günlerde size kalacağınız koğuşları bildirecekler." şeklinde bir açıklama yaptı. Dedim hiç sorun değil. Girdik Uçak Savar Taburunun koğuşuna. Boş yataklar vardı ve benim Giresunlu asker de "Sen burada yat." dedi. Saat 24.00’e geliyor ve içerinin yarısı uyuyor, yarısı ayakta. On sekiz aylık askerler rütbece senden üstün ve bizim gibi iki aylıklarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamayı seviyorlar.
Kalktı bir tane 18 aylık “sakın yatma ulan oraya ben senin komutanınım” dedi… Bizim hemşeri “yat oğlum yat, kafa buluyor senle” dedi ama öbürü öyle bir bastırıyor ki insan da bilemiyor ne yapacağını. Israrla “sakın yatma gebertirim” diyor. Sonra bir müddette “sakın yatma orası baş çavuşun yeri öldürür seni vallahi” muhabbeti devam etti…

Sonunda eğlenceleri bitti ve yatabildik. Saat olmuş 1:00, öylece üstümle yatağın üstüne yattım. Tam biraz gözüm dalıyormuş bir tanesi geldi uyandırdı. Dedi saat 2:00 oldu. Saati de sormamıştım ama yine de gelip bildirdi diye düşünürken, “kalk koğuş nöbeti tutacaksın” diye söylendi.
Kalktık nöbeti de tuttuk ve Burdur’da ki anılarla, arkadaşlıklarla, dolu 60 günün ilk günü böylece bitmiş oldu.. Duyduğuma göre artık Burdur’da ki birlik de piyade birliği olmuş. 58. Topçu Tugayı da bizler gibi anılarda kalmış.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

25 Nisan 2014 Cuma

Rukiye...

Günaydın dostlar...

Rukiye, 23 yıl önce güzel bir bahar sabahında açmış gözlerini dünyaya. Daha doğrusu hiç açamamış. Rukiye doğduğu günden beri hiç görmemiş. "Gözümün bir tanesinden çok hafif bir ışık görebiliyorum, buna da şükür" diyor.

Görmenin nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyor. Evet, hiç bilmiyor. "Hiç bilmediğim için de eksikliğini hissetmiyorum" diyor sevgili Rukiye.

Rukiye der ki “Görmek önemli değil, kalp gözüyle bakabilmek önemli”...
Kolay geçmemiş çocukluğu minik Rukiye’nin... Hazırlanmış küçük Rukiye, ailece düğüne gidecekler. “Sen körsün, düğünde ne işin var?" demiş ailesi. Okumak istiyor, kendini geliştirmek istiyor bu sevimli küçük kız. “Sen körsün, okuyup da ne halt edeceksin?” diyorlar. Küçük Rukiye çok üzülüyor ama içinden de hiç bir zaman diğer insanlardan bir eksik yanı olduğunu kabul etmiyor. "Muhakkak kendimi geliştireceğim, muhakkak hayallerime ulaşacağım" diye kendi kendine söz veriyor.

Bir şekilde okula yazılıp kendini geliştiriyor ve daha sonra da bakıyor ki bu aile ile bir yere varamayacak, yaşı büyüdüğünde başlıyor tek başına yaşamaya. Bir yandan kendini geliştiriyor, bir yandan da kendi başına yaşayabileceği düzeni kuruyor. Her gün, her insandan, her ortamdan, her şeyden bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Tek başına bütün işlerini hallediyor. Sabah çay demlemekten tutun da, çamaşır yıkamaya, ütü yapmaya, yemek yapmaya vs vs ... kadar her işini yapabiliyor. Cam bardağa ilk önce biraz çayın deminden koyuyor sonra da biraz su. Biliyor Rukiye ne kadar koyacağını, açık mı, koyu mu olduğunu. Kendiyle de çok barışık “Bir kaç kere elimi yaktığım da olmadı değil” diyerek gülüyor.

Kahvaltı bitince düşüyor sokaklara, otobüs durağına yürüyor. Evet, Rukiye bütün gün evde oturmuyor. Rukiye’nin bir işi var. Hergün otobüsle gidiyor, otobüsle dönüyor. Bizleri oturma odalarımızdan alan servis araçları gibi değil, bildiğimiz belediye otobüsü. Mor olanlarından bile değil, bildiğimiz güneşten kırmızısı solmuş belediye otobüsü. Çağrı merkezinde çalışıyor Rukiye. Ekrandaki yazıları sözlere çeviren bir program sayesinde işini halletmiş. Otobüsün her gidişini, her duruşunu, her dönüşünü tek tek biliyor. Artık o kadar iyi biliyor ki, hata yok, atlama yok, her gün doğru durakta iniyor. Sıfır hata... Biliyor Rukiye düzenin dışına çıkamayacağını, yanlışlıkla iki durak sonra inerse, hiç bilmediği bir macera ile baş başa kalacağını. O yüzden hiç hata yapmıyor. Cin gibi maşallah. Akşam, çıkış saatine göre hangi otobüse denk gelebileceğini de çok iyi biliyor. İş bu, her gün aynı saatte çıkamayabiliyorum diyor.

Rukiye de akşam dizileri seyrediyor, haberleri dinliyor. O da takip ediyor Ebe Niney'i, Şahika Hanım'ı, Fatmagül ablayı.

"Bütün bunları nasıl yapabiliyorsun?" diyenlere “Vallahi hayatta ne sorunları olan insanlar var, ben durumuma bin kere şükrediyorum” diye karşılık veriyor.
Var be Rukiye. Cidden hayatta çok büyük sorunları olan insanlar var. Bir de hiç bir sorunu olmadığı halde sürekli söylenen, kıçını kaldırmaktan aciz insanlar var.
Hepimizin, Rukiye’den öğreneceği çok şey var. Hayata bakış açısı ve olumlu yaklaşımlarıyla Rukiye’ye hayran olmamak elde değil ...

Rukiye bir dakikasını boşa harcamıyor, sürekli öğreniyor, sürekli kendini geliştiriyor. Bizlerin de bunu yapmaması için bir neden var mı?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

24 Nisan 2014 Perşembe

Sevgili Neşe Abla...

Günaydın dostlar...

Biliyor musun (tabi ki biliyorsun) Neşe Abla, bu sabah sana bu mektubu yazayım mı, yazmayayım mı diye epeyce düşündüm. Kendi kendime “Zaten her gece konuşuyoruz ama yine de Neşe abla benden bu sabah bir mektup bekliyor mudur?” diye sordum.

Beklediğini hissediyorum. Bizim konuşmalarımız, dertleşmelerimiz ayrı ve bize özel ama 24 Nisan boşluğunun içimize dolduğu bu günde de oturup buraya başka bir şey yazmak gelmiyor içimden.
 
Bizi görüyorsun, Allah'a şükür iyiyiz. Seni çok özlüyoruz ama orada Özgür ile nasıl kucak, kucağa oturduğunuzu görünce mutlu oluyoruz. Tamam, ben Şaşkınbakkal’ın ortasında Neşe ablasız kaldım ama bencillik yapmak istemiyorum Özgür de seni çok özlemiş. Onun da seninle beraber olma hakkı var.
"İyi misin?" diye sormuyorum, çünkü iyi olduğunu biliyorum. Bir arada çok güzel görünüyorsunuz. Her zamanki asil, yakışıklı duruşuyla Cemal baba, güler yüzüyle Bedia anne,  iyi niyetli, samimi bakışlarıyla Muzaffer dede,  bakımlı halleri ve mükemmel ojeleriyle anneanne ve ortalarında Özgür ile beraber pırıl pırıl, zarif güzelliğiyle Neşe abla… Gerçekten muhteşem görünüyorsunuz.

Bir şey söyleyeceğim, ne zaman adın geçse, herkes "Güzel kadın" diye söze başlıyor. Burada konusu geçen sadece fiziksel güzellik değil. Onu zaten artık herkes iyi biliyor. Asıl söylenen ve benim de duydukça çok gurur duyduğum; senin iç güzelliğin, akıllılığın, zarifliğin, kaliten, insana verdiğin değer ve yorumların.

Benim sırdaşım, arkadaşım, ablam, yengem çok şeyimdin ama görüyorum ki, senle bir şeyler paylaşmak isteyen, senin fikirlerini merak eden bir tek ben değilmişim. Herkes seninle yaşadığı dakikaları yine yaşamak istiyor.

Evde hiçbir şey değişmedi, minik dayım, Neşe abla düzenini olduğu gibi devam ettiriyor. Karanfil ile ikisi o konuda çok başarılar. Bilmesen, Neşe abla 15 dakika evvel evi topladı da Migros’a gitti zannedersin. Balkon yıkanmadan kimse balkona çıkamıyor. Dayım “Daha sezon açılmadı” diyor. Saat 19.00'da yemek, 20.13’de kahve âdeti de aynen devam ediyor. Sana bir şey söyleyeyim mi, ne zaman oraya gitsem koridordan bir yerden çıkıp gelecekmişsin gibi geliyor.

Zaman zaman aksatsam da sabah yürüyüşlerimi yapıyorum. Seninle en son oturduğumuz yer olan Cafe Cadde’nin önünden geçerken kaldırımın kenarında beraberce oturduğumuz masaya bakmadan edemiyorum. Evimin dibinde olmasına rağmen ben o gün ilk defa Cafe Cadde’de oturmuştum. Ne kadar yorgundun o gün ama gözlerindeki bahar güneşi ışıltısı her zamanki gibi pırıl pırıldı.
Sana anlatacağım haberler ve yeni dedikodular var. Bu gece bir ara paylaşırım seninle. Yok yok o konu değil. Bu konuyu daha önce hiç konuşmadık. Ne diyeceğini merak ediyorum.
Tamam tamam kızma, bak ağlamıyorum artık. Kemdim de beklemiyordum ama sana iki satır mektup yazacağım diye ne kadar çok ağladım dimi. Düşünüyorum da 40 senelik beraberliğimizde muhtemelen sen beni hiç ağlarken görmemişsindir. Bunu da görmemiş ol.

Orada mutlu, huzurlu olduğunu görüp teselli buluyoruz ama işin gerçeği de şu ki, seni çok özlüyoruz. Dayım çaktırmamaya çalışıyor ama gözlerinin hep seni aradığı kesin. Sarı Puppy’de öyle. Ayşın, her zamanki gibi yine burada.

Ben mi? Ben de seni çok özlüyorum be Neşe abla…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

23 Nisan 2014 Çarşamba

Facebook Twitter'ı Kıskanıyor...

Dün akşam Facebook aradı beni. Sesinde bir kırgınlık, bir sitem vardı. Hafiften de küsmüş bana. Dedim ne oldu? Bu aralar Twitter hiç dilinden düşmüyor ama benim adım bile geçmiyor diyerek çok üzüldüğünü belirtti. Dedim, Facebook’cum olur mu, sen benim ilk göz ağrımsın, ben seni kimselere değişmem.

Aslında Facebook’a geç katılanlardan biriyim ben. Geç katıldım, çünkü ne işe yaradığını uzun bir süre anlamadım. Soruyordum arkadaşlara ne işe yarıyor diye, işte insanların ne yaptığını görüyorsun, mesaj yolluyorsun, aplikasyonlar var mesela arkadaşlarına rakı filan yolluyorsun diyorlardı. Tövbe, tövbe.
 
Ben arkadaşlarıma mesajlarımı e-mail ile yazarım Facebook’a filan gerek yok diye 2 sene kadar girmedim Facebook’a. Sonunda sevgili kardeşim Tayfun, Giresun yollarında beni girmek için ikna etti ve girdim meşhur sosyal paylaşım sitesi Facebook’a. Sosyal paylaşım sitesi. Kim bulduysa bu lafı iyi bulmuş. Malum Facebook’un ilk günden beri hayatımıza getirdiği artılar inkar edilemez.  Facebook olmasaydı Ankara’dan çıktığımdan beri görüşemediğim bazı arkadaşlarımı, Amerika dönüşü irtibatım kopan bazı arkadaşlarımı filan kolay kolay bulamazdım. Bu yöndeki katkısı gerçekten çok büyük oldu.
En büyük katkısı da, kim hangi dakikada, ne halt etmiş onu da takip edebilmemiz. Bu kadar iyi takip edebilmek için o insanların evinde yaşamak gerekir. Böylece de telefon edip ne halt ediyorsunuz demeye gerek kalmadan günlük yaşamlarını zaten birebir izleme şansı buluyorsun. Hatta sen de yazabiliyorsun. “Oslo’da mısınız çok güzel görünüyorsunuz” filan gibi resimlere yorumlarda yapabiliyorsun.  Onların gezip, yürüyüp, yiyip, içmelerine senin mutlu olman, insanların da hoşlarına gidiyor. Buda güzel bir şey. Bir kısmı da “zıkkımın dibini yiyin” veya “cehennemin dibine gidin” diyordur ama onları boş verin.

Zaman, zaman toplantılar, yemekler, partiler oluyor ve onları da gitmediyseniz bile gitmiş gibi takip edip yaşayabiliyorsunuz. Yazılan yorumlara, konulan resimlere, linklenen şarkılara kendinizce yorumlarda getiriyorsunuz. Hımmm şimdi bu böyle yazmakla ne demek istemiş “ulan benimi kastetti acaba” diye düşünüyorsunuz. Bu şarkıyı post etmiş, biz bu şarkıyı 13 ay önce beraber dinlerdik acaba benim için mi post etti filan diye aklınızdan geçiyor.

Bunların hepsi iyi güzel de, bazen de resimlerin altına kim olduğu yazıldığında, “geri zekalı ne yazmış babam görecek, o görecek, bu görecek” durumları oluyor. İnsanlar ismi nasıl sileceğini şaşırıyor.
 
Başta da söylediğim gibi insanlarda bir birlerine hadi arkadaş olalım talepleri yolluyor. Bu tanıdık da olabiliyor veya tanımadık ta, ya da tanıdığın tanıdığı da olabiliyor. Böyle bir yılışma platformunu başka nerede bulacaktınız.

İnsanlardan böyle bir talep gelmesi normalde, zaman, zamanda taştan, kumdan, odundan arkadaşlık talepleri geliyor.  “Murat Emlak sizle arkadaş olmak istiyor”. Bu ne ulan? Bazen de “bizim manav sizle arkadaş olmak istiyor” gibi talepler geliyor. Ne ulan bunlar? Ben geri zekalı mıyım dükkanla, evle, apartmanla, fabrikayla, bahçeyle arkadaş olayım. Ayrıca diyelim ki arkadaş olduk. Ne arkadaşlığı yapacağız? Sohbet mi edeceğiz, Candy Cruh’da birbirimize rakip mi olacağız, beraber yola çıkıp seyahatlere mi gideceğiz, kocaman bardaklardan kırmızı şarap mı içeceğiz veya rakı balık mı yapacağız?

Birde birileri, başka insanların adına giriyorlar Facebook’a. Ondan sonra “Can Yücel sizinle arkadaş olmak istiyor” gibi talepler geliyor. Diyorum kendi kendime “I hope not ulan” … Cidden istiyorsa sıçtık resmen…
Can Baba der ki “olmuyorsa zorlamayacaksın” …. Sen de, adam binayla, bahçeyle, işyeriyle arkadaş olmak istemiyorsa zorlamayacaksın…

22 Nisan 2014 Salı

Deniz Seki Adında Bir Kadın...

Deniz Seki, şarkı söyler, söz yazar, beste yapar kısacası komple bir müzisyendir.

Bu kadının 6 yıldır gündemden düşmemesinin nedeni müzisyen olması mıdır? Keşke öyle olsa da, hepimiz müziğini konuşsak. Ne yazık ki neden bu değil. Gündemde kalmasının nedeni, yaptığı hatalar. Kendi de kabul ediyor zaten. “Ben çok hata yaptım” diyor.
Nedir hatası? Yanlış insanlarla arkadaş olmaktan tutunda, alkol bağımlılığına kadar birçok hatası var ama bugün gündemde olan hatası, uyuşturucu kullanmak ve temin etmek. En azından benim anladığım bu. Ben, hukuk profesörü değilim, sigara içmeyi bile beceremeyen bir insan olarak uyuşturucu işinden de hiç anlamam ama anlaşılıyor ki bu ülkede uyuşturucu kullanmak da, temin etmek de suç.


Zaman, zaman televizyonlarda birçok ünlü ismin bu nedenle gözaltına alındığını filan duyuyoruz. Birçoğu da, daha sonra serbest bırakılıyor. Herkes serbest bırakılırken Deniz Seki neden 8 ay cezaevinde yattı ve şimdi de 26 ay daha yatması isteniyor. Çünkü Deniz Seki sadece kullanmakla değil, işin ticaretini yapmakla da suçlanıyor.

Sen bu zıkkımı kullanırken, evine arkadaşların da gelirse ve onlara da verirsen “alın sizde kullanın” diye, bu durum işin ticaretini yapma kapsamına giriyor. Bunu yaptığın zamanda, doğru anlıyorsam köşe başında uyuşturucu satan insandan veya bu işin kaçakçılığını yapan insandan pek bir farkın kalmıyor. Hepiniz “bu işin ticaretini yapıyor” durumunda oluyorsunuz. Asıl büyük cezası olanda bu “ticaretini yapma” işi.

Bir şeyler yapan insan cezasını çekmeli, bu çok net ama herkesin elini vicdanına koyması lazım. Bir arkadaşı evine geldi diye, sokakta ki adamla aynı kefeye konmak adil midir değil midir herkes kendi içinde bunu bir tartsın.
Deniz Seki, kamu vicdanında, klarnetçiyi ayarttığı için zaten suçlu. Ona karşı genel, yerleşmiş bir gıcıklık zaten var. Onun üzerine bir de bu durum çıkınca iyice dibe çöktü. Bizim toplumda kimse çıkıp ta “klarnetçi sen ne halt ediyordun kardeşim” demez. Bu işler Deniz Seki’nin suçudur her zaman.


Deniz Seki, 8 ay cezaevinde mahkeme gününü bekledi ve ilk duruşmada da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Davası devam ediyor ve şu anda Anayasa Mahkemesi’ne kadar gitmiş durumda. Yüce mahkemenin kararına göre ya 26 ay daha cezaevinde kalacak, ya da yeniden yargılanacak. Yeri yurdu belli olan Deniz Seki, bu 8 aylık süreyi ille de tutuklu beklemek zorunda mıydı? Bu konuda herkes tutuksuz yargılanırken onun günahı neydi? Günahı, klarnet sesine meraklı olması olabilir mi?

Benim vicdanımda Deniz Seki suçludur ve cezasını çekmiştir. 8 ay cezaevinde kalmak kolay bir iş değil. Nice suçları işleyen insanların sokaklarda gezdiği bir ortamda, Deniz Seki’den başka günah keçisi yapacak insan kalmadı mı? Allah kimseyi oralara düşürmesin, doğru yoldan ayırtmasın. Değil 8 ay, 8 saat geçmez. Cezalar orantılı olmalı ve kamu vicdanını sarsmamalı. Bir de bildiğin bir ortama tekrar gitme düşüncesi kim bilir ne kadar ağırdır, onu bir tek yaşayan bilir.

6 yıl geçmiş. Yaşananların maddi, manevi yükünü ancak üzerinden atabilmiş. Herkes Deniz Seki kilo vermiş diyor. Kilo vermedi, sonunda sıkıntılarının, dertlerinin, hatalarının, ağırlığını üzerinden attı. Hata yaptığını biliyor ve kabul ediyor. Hayatını rayına oturtabilmek için büyük çaba harcıyor. Yüzüne kapanan kapıları, iptal edilen konserleri hepsini unutmuş, sıfırdan başlamak için kendine yeniden bir yol çizmiş. Bırakın da bu kadın yoluna gitsin artık.
Kimse unutmasın. Hepimiz insanız ve hepimiz birçok hata yapıyoruz. Önemli olan, bu hatalardan ders çıkarabilmek ve aynı hataları tekrar yapmamaktır. Hayatını yeniden bir düzene sokmaya çalışan insanlara yardımcı olmak, hepimiz için bir insanlık borcudur.

Affedilmek bir gün hepimize lazım olabilir.

21 Nisan 2014 Pazartesi

İnsanoğlu Akıllı Olacak

Günaydın Dostlar,

Dün akşam oynanan Beşiktaş – Fenerbahçe maçının son dakikalarında Beşiktaşlı Danny’nin yaptığı bir yanlış hareket sonucunda Fenerbahçe, rakip ceza sahasına çok yakın bir noktadan bir serbest vuruş kazandı.  

Ne Danny ne olduğunu anladı ne de diğer futbolcular. Hatta seyirciler de bir şey anlamadı. Anlaşılan o ki kimse bu işin karşılığında bir serbest vuruş olacağını bilmiyormuş. Fenerbahçeli Caner de büyük bir centilmenlik örneği göstererek topu bilerek auta attı ve bir anda en sevimsizler listesinin ilk sırasındayken Türkiye’nin en sevdiği futbolcular listesinde bir numaraya oturdu.
 
Dün akşam ve bu sabah bütün yazarlar Caner diyor başka bir şey demiyor. Ayrıca Caner dün akşam “auta atma kararını ben kendim verdim” gibi de bir yorum yapınca “vay büyüksün Caner” yaygaraları ikiye katlandı. Etliye, sütlüye karışmayan, tehlikeli bir ortam olduğunda da, bütün takımını ortada bırakarak herkesten önce soyunma odasına kaçan Ersun Hocada bu işi doğruladı ve “vallahi kararı ben vermedim dedi”.
Doğru dürüst vursaydı gol olur muydu bilemeyiz, onun cevabını bir tek Allah bilir ama çok iyi bir noktada, Caner’in vuruş açısına da çok uygun olan iyi bir serbest vuruş olduğu da kesin.

Duyduğuma göre Beşiktaş teknik direktörü Biliç’de dün akşamdan beri iki saatte bir Caner’i arayıp tebrik ediyormuş. Buraya kadar her şey çok güzel aferin sana centilmen Caner…

Şimdi duygusallığımız bittiyse birazda gerçeklere dönelim.
Sen oraya futbol oynamaya mı çıktın, ülkenin en centilmen adamı ödülünü alamaya mı? Futbol zaten bir hatalar oyunu. Birileri bir takım hatalar yapacak ki, sende oyunu kazanacaksın. En son Alpay centilmenlik ödülü almaya kalktığında neler olduğunu hiç kimse unutmadı.

Her ne kadar dün akşam buralarda birazcık erken kutlamalar yapılmış olsa da, Fenerbahçe henüz şampiyon oldu mu? Cevabını ben vereyim. Olmadı. Ne lazım olması için? Kalan dört maçında en az 1 puan alması lazım. Bu bir puanı alır mı? Alır. Yüzde yüz garantisi var mı? Yok, hem de hiç yok.
İlk maçı kiminle İstanbul’da Rizespor ile. Rizespor küme düşmemek için canını dişine takmış mücadele ediyor. Zor olsa da Kadıköy’de Feneri yenebilir mi? Yenebilir. Hele de Fener’in son 3 maçtır kıçını kaldırmadığını, tamamen bir “bu iş bitti” rehavetine kapıldığını düşünürsek kesinlikle olmayacak bir iş değil.


İkinci maç deplasmanda Akhisar ile ve Akhisar evinde çok iyi oynayan ve de kolay, kolay yenilmeyen bir takım. Kaybetme ihtimali var mı? Hem de çok yüksek.

Üçüncü maç kimle? İstanbul’da Karabük Spor ile. Fenerbahçe’ye ters gelen, ne deplasmanda ne de evinde hiçbir zaman yenemediği bir takım. Kadıköy’de maçı kazanabilir mi? Kazanabilir, zaten her zaman da kazanıyor.

Son maç Kayseri’de Kayseri Spor ile. O maçın Kayseri için düşmekten kurtulma maçı olduğunu düşünebiliyor musunuz? Öyle bir ortamda, Fener için maçı kazanmak hemen, hemen imkansız olur.
Diyeceksiniz ki sende amma kötü senaryo çizdin kardeşim. Doğru, ama henüz hiçbir şey bitmiş değil ve Fener işi bıraktı, iyi oynamıyor. Fener’i bütün yıl boyuna taşıyan Kuyt, Sow, Emenike üçlüsü dün akşamki maçta olduğu gibi hiçbir şey oynamıyorlar, hepsi çok formsuz. Eski Caner ve Gökhan’dan eser yok. Küçük dev adam sabahları Pasiflora içmeyi unutuyor ve maç başlar başlamaz saldıracak yer arıyor. Salih ve Alper, rüzgar biraz sert eserse ayakta duramıyorlar. Volkan, garip mimikler yapacağım derken her an gol yiyebilir. Her an kırmızı kart görmeye müsait en az 7-8 tane oyuncusu var.

Centilmenlik, güzel bir şey. Hepimiz alkışladık ama madalyonun öbür yüzünü, gerçekleri de unutmamak lazım. Hemen duygusallaşıp bütün öbür parametreleri unutuyoruz. Sonuçta bir Futbolcu 25 milyonluk bir camia için bir karar verebilmeli mi?
Unutmayın konu ne olursa olsun her şey, bittiği zaman biter. Bitişe yaklaşmış olmak, bitti demek değil. Kararı sizlere bırakıyorum. Emin’in görüşü, insanoğlu her ihtimali düşünecek ve akıllı olacak yönünde.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

Bana Güvenme

Günaydın Dostlar,

Hepinizin bildiği gibi dünyada, uluslararası kabul görmüş Standard & Poor’s, Moody’s ve Fitch gibi derecelendirme kuruluşları var.  

Bu derecelendirme kuruluşları ne iş yapar? Bunlar; ülkelere, şirketlere filan not veriyorlar. Senin notun A, seninki B diyorlar. Bunu yaparken de sadece ekonomik parametreleri değil, politik yapı, geçmiş siyasi eğilimler, geleceğe yönelik analizler gibi birçok veriyi inceliyorlar.


Verilen notlar gerçeği yansıtıyor mu, yansıtmıyor mu, politik mi vs. gibi konular başka bir sabahın konusu olsa da şöylede bir gerçek var ki bütün dünya bu notlara değer veriyor ve bundan sonra da değer verecek gibi görünüyor.
Peki, biz kendi derecelendirme kuruluşumuzu kursak ne olur? Kurabiliriz  ama uluslararası piyasalarda karşılık bulmaz. Dış dünya ile hiç ilişkin olmayacaksa kendi kurduğun kuruluşa göre istediğini yapabilirsin.

Bu notlar ne işe mi yarıyor? Hemen söyleyeyim. Bu notlar bir nevi senin ne kadar güvenilir olduğunu gösteriyor. Birilerine kredi verecekleri zaman veya bir yere yatırım yaparken finansal kuruluşlar ve yatırımcılar bu notlara önem veriyorlar. Tabii tek parametre bunlar değil ama bunlar da değerlendirmenin içine alınan, senin aldığın krediden o krediyi nasıl bir faizle alacağına kadar her şeyi etkileyen önemli veriler.

Günlük hayatımızda da durum hiç farklı değil, hepimiz birer derecelendirme kuruluşuyuz. Herkesi ve her şeyi sürekli derecelendiriyoruz. Biz de kafamızda notlar veriyoruz ama tek farkımız bu kuruluşlar gibi verdiğimiz notları açıklamıyoruz. Kim bilir belki bizlerin de bu notları açıklaması iyi olabilir. Biz de bu şahıs güvenilir bir insandır notu A, bu güvenilmezdir notu D diyoruz.

Aslında kimsenin böyle bir talebi yok, biz bunu kendimiz yapıyoruz. Günlük, anlık “Ağabey bana güvenebilirsin.” muhabbeti dışında, kimse bize gelip de “Bana bir ömür boyu güvenebilirsin.” veya “Bana on üç yıl boyunca güvenebilirsin.” demiyor. Tamamen kendimiz böyle bir karar veriyoruz. Bunu yaparken de aynı derecelendirme kuruluşları gibi yaşanmışlara ve yaşanacaklara bakıyoruz.


Adamın böyle bir talebi yok, onu oraya sen oturtuyorsun, sonra da güvenini sarsınca bozuluyorsun. Her parametrede güvenilir olduğunu varsayan sensin. Genelde de bu konuda bizi yanıltan, kişiler oluyor. Şeylerde böyle bir sorun hiç olmuyor. Altın akmaz, kokmaz, paslanmaz, bozulmaz vs. iyi bir malzemedir diye altına güveniyorsun; alıyorsun,  kullanıyorsun, saklıyorsun ve hiçbir zaman seni yanıltmıyor. Bilmem kime ömrümün sonuna kadar güvenirim diyorsun ama bilmem kim bahara doğru sana bir şeyleri geçiriveriyor.

Bazı arkadaşlar kuruluşların doğru derecelendirme yapmadığı görüşünde. Bizde yapmıyoruz. Amerika’da yaşarken elimizin biraz para tutmaya başladığı dönemlerde, doktorlar kadar olmasa da bizden de üç kuruş, beş kuruş borç isteyen öğrenciler oluyordu. Bir gün, kafamda gayet düşük bir not verdiğim bir çocuğa hayatta geri getirmeyeceğini düşünerek bir borç verdim ve o parayı gitmiş saydım. Çocukcağızı çok da fazla tanımıyordum ama işi hallolsun diye yardım ettim. Tam söz verdiği günde çocuğun parayı getirip vermesi “Al o düşük notunu …..” der gibiydi. Öyle düşündüğüm için çok kötü hissetmiştim kendimi.

Doğrudur ara sıra yanılıyoruz ama genelde geçmiş ve gelecek verileri üzerine verdiğimiz güven notları bizi yanıltmıyor. Bu parayı verirsem kesin geri getirmez diyorsun, o da zaten getirmiyor. Beklenen bir davranış insanı şaşırtmıyor. Ne zaman ki beklenmeyen bir davranışla karşılaşıyorsun, dağlara karlar filan yağıyor, o zaman bir müddet şapşallaşıyorsun.
“Bunu senden hiç beklemezdim.” gibi cümleler kuruyorsun. Niye beklemiyorsun kardeşim? Bu dünyada beklenmeyeni bekleyeceksin. Notu kendin verdin. Kimse gelip de sana güvenilirlik konusunda benim notum A demedi.  Sen notu yanlış verdinse adamın kabahati ne?
Herkes, her şey ve her durum için bir değerlendirme yapıyoruz. Burada unutmamız gereken şey, güven uzun vadeli bir iştir. Sınavdan bir akşam önce çalışarak ertesi gün A alamazsınız. Bugüne kadar hep A alarak gidiyorsanız da alacağınız bir tane C averajınızı BB yapmaz, bir anda hepsini C'ye indirir.

Garip bir şeydir güven. Satın alamazsın, cebinde taşıyamazsın, eski soruları bulamazsın, kopya çekemezsin, en fazla bir müddet güvenilirmiş gibi insanların sana yanlış not vermesini sağlayabilirsin. Değişik de bir hesap ediliş şekli vardır. Güvenin derecelendirmesinde her zaman alınan en son not geçerlidir. Geriye dönüp de ama geçen sene ben hep A alıyordum, diyemezsiniz.

Notunuzu düşürmeyin, sonra averajı yükseltmek çok zor olur.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...


19 Nisan 2014 Cumartesi

Jülide Özçelik

Günaydın Dostlar,

Çiçek Pasajı'nda dostlarla çok güzel bir gece geçirdikten sonra, sağ olsunlar arkadaşlar beni evime kadar bıraktılar. Yolda gelirken radyoda çalan müzik dikkatimi çekti. Rakıyı da güzel içmiş olduğumuz için söyleyenin kim olduğunu üç kere filan sordum.


Söyleyen Jülide Özçelik...

Müjdat Gezen Sanat Merkezinin Hafif Batı Müziği Bölümü'nden 1998 yılında mezun olmuş bir sanatçı. Bizim melodilerimizi kullanarak yaptığı Türkçe sözlü caz çalışması bu kadar mı güzel olur? Yol boyunca dinlemeye doyamadım. Kendi kendime de “Ulan inşallah bu kafa ile ismini unutmam da yarın gidip alırım.” deyip durdum.

Türkçe sözlü caz albümleri konusunda geçmişte Sevgili Özdemir Erdoğan’ın ve birçok diğer sanatçının çok başarılı çalışmaları olmuştu. Bence bu konuda Jülide Özçelik hepsini geride bırakmış. Su gibi akan bir ses insanı dinlendiriyor ve dinledikçe daha çok dinlemek istiyorsunuz.
Eminim ki Bayan Özçelik’i çok iyi tanıyan ve takip eden birçok kişi vardır. O yüzden ben hiç ukalalık yapmayıp naçizane bilmeyenler için çok tavsiye ettiğimi belirteyim. Ben de ismini unutmadım ve hemen ertesi gün gittim, CD’lerini aldım. Aldığım andan beri de dinliyorum.
Görünüşe bakılırsa Jazz İstanbul Volume I ve Jazz İstanbul Volume II adlarında iki adet CD’si var. (Başka da varsa ben göremedim) Her iki CD de birbirinden güzel; Jülide Özçelik’in duru, net, pürüzsüz sesi insanı başka dünyalara götürüyor.

Türkiye’de insanlar pek caz dinlemez. "Sıkıcı ve zenginlerin dinlediği bir müzik" diye bir etiketi vardır caz müziğinin. Hemen belirtmek isterim ki bu caz bildiğiniz caz değil. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen caz parçalarından da değil. Bu caz, “Türkü Caz”. Yıllardır bu konuda uğraş veren sanatçılar ellerinden geleni yaptılar ama Jülide Özçelik almış caz bayrağını başka bir seviyeye taşımış. Bu ülkede caz dinlenmesi ve sevilmesi konusunda büyük bir adım atmış.

Ben hiçbir enstrüman çalamam. Plak çalmayı bile zar zor beceriyorum ama her zaman büyük bir müzik arşivi olan, iyi bir dinleyici olduğumu düşünürüm. Her türlü müziği dinleyen bir insan olarak bugüne kadar Jülide Özçelik’i keşfetmemiş olmam benim adıma bir kayıp olmuş. Neyse, zararın neresinden dönersen kardır.

Bu sabah kendimi biraz küçük Hıncal gibi hissettim ama bu kadar güzel bir çalışmayı da hiç dinlememiş olanlar olabilir düşüncesiyle kendime saklayamazdım. Belki de hepiniz biliyordunuz, hiç dinlememiş olan bendim. Kendi kategorisinde (Türkçe sözlü, Türkçe özlü caz) çok başarılı bir sanatçı.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...