30 Aralık 2015 Çarşamba

Sabah Yazıları...

Günaydın dostlar…

Her sabah olmasa da son iki yıldır sık sık bu satırlarda buluştuk. Bazen güldük, bazen ağladık ama son aylarda gülecek bir şeyler bulamaz olduk. Etrafımızda bu kadar kan ve gözyaşı varken gülecek bir şey bulmak, gerçekten de çok zor oluyor.
Hepimiz için, bu günlerin en özel konusu, umudumuzu kaybetmeden yaşamımıza devam etmektir. Yıkılan canların, patlayan bombalardan daha derin çukurlar açtığı bir ortamda, ne kadar zor da olsa umuda dört elle sarılmalıyız.

Hiç kimse unutmasın ki, yarın sabah yine güneş doğacak; Emin, yine yazılar yazacak.
Yılın son yazısını sabah yazılarıma ayırdım. 2 yıl boyunca yazılarıma gösterdiğiniz samimi ilgiden dolayı hepinize ayrı ayrı çok teşekkür ediyorum. Bu sene, geçen seneye oranla çok daha az yazı yazmış olmama rağmen, yazılarım toplamda çok daha fazla okundu. Bazen adını bile bilmediğiniz ülkelerde yazılarınızı okunduğunu görmek, gerçekten insanı çok mutlu ediyor.

Doğal olarak, yazılarım en çok Türkiye’de okunuyor. İkinci sırada Amerika Birleşik Devletleri var. Sağ olsunlar, Amerika’da yaşayan dostlarım yazılarımı ilgi ile takip ediyorlar. Üçüncü sıradaki Almanya benim için bir sürpriz. Evet, Almanya’da çok sevdiğim dostlarım var ama üçüncü sıraya yerleşecek kadar çok değiller. Dördüncü sırada Rusya, beşinci sırada da İngiltere var.
İki yıldır bu yazıları yazıyor olmama rağmen, halen bazı dostlarımız yazılarımıza nasıl erişecekleri konusunda tereddüt yaşıyorlar. Aslında çok da haksız da değiller, çünkü yazılar her yerde. Becerebildiğim kadar durumu özetlemeye çalışayım.



 
 
Yandaki resimde de gördüğünüz gibi, yazıların ilk olarak ortaya çıktığı yer; eminevrankaya.blogspot.com.tr adresindeki blog sayfası. Bütün yazılar başka hiçbir platforma gerek kalmadan buradan takip edilebilir. Hatta (sadece web sürümü için geçerli) yazının alt kısmındaki e-mail kutucuğuna e-mail adresinizi girerek, her yazı yazıldığında doğrudan size gelmesini sağlayabilirsiniz. Böylece de yazdı mı, yazmadı mı diye takip etmenize gerek kalmaz.







Bu blog ortamında yazılan yazılar otomatik olarak Facebook platformuna düşüyor. Facebook paylaşım sitesinde, blog sayfamızla adı aynı olan “Sabah Sabah Evrankaya” diye bir sayfamız var. Facebook ana sayfasındaki arama kutucuğuna Sabah Sabah Evrankaya yazıp ararsanız bu sayfaya ulaşabilirsiniz. Sayfaya ulaştığınızda üst kısımda yer alan “Beğen” kutucuğunu tıklayarak sayfadaki her türlü faaliyetten veya yeni sabah yazılarından haberdar olabilirsiniz. Daha önce bu işlemi yapmış olanlar lütfen bir daha yapmasınlar; yaptığınız takdirde “Beğen” işlemini geri almış oluyorsunuz. Bu sayfanın farkı, sabah yazıları dışında irili ufaklı başka paylaşımların da olmasıdır.






 
 
 
Yazılarımızın otomatik olarak düştüğü bir diğer ortam da Twitter ortamıdır. Beni takip eden veya etmeyen herkes, (yandaki resimde de görüldüğü gibi) yazılarımızın linklerini tıklayarak sabah yazılarına ulaşabilirler.
Hepsi olmasa bile, zaman zaman bazı yazılarımızı LinkedIn ortamında da paylaştığımız oluyor.

 
 
 
 
 
 
Yazılarımıza ulaşmanın bir diğer yolu da, arama motorlarında Sabah Sabah Evrankaya yazarak aramaktır. Bunu yaptığınızda yukarıda sözü geçen erişim ortamlarının hepsi ayrı ayrı sıralanmaktadır.








Sizlerin de bildiği gibi, ben bu yazıları hobi olarak, oyalanmaca olarak dostlarım okusun diye yazıyorum. Sabah bilgisayarın başına oturduğumda aklıma ne gelirse, o konuyu yazıyorum. Her şeyin doğal gelişeninin makbul olduğunu düşünen bir insan olarak yazılarımda da aynı felsefeyi uyguluyorum. Bu konuda hiçbir ticari beklentim yok. Sabah yazıları yazmanın bana olan en büyük yararı, çok kötü olan gramer bilgimi biraz geliştirmek oldu.

Doğal olarak, bir şeyler yazdığınız zaman, okunsun diye yazıyorsunuz. Bazen arkadaşlarım bana, “Yazılarını paylaşabilir miyiz?” diye soruyorlar. Bu tip bir soru sormanıza hiç gerek yok. Dediğim gibi, okunsun ve paylaşılsın diye yazıyorum. Hatta arkadaşlarınızı, dostlarınızı davet ederek Sabah Sabah Evrankaya sayfasının büyümesine yardımcı olursanız, ona da ayrıca mutlu oluruz.
Dostlar, yılı bitirdik. İlginiz için sizlere bir kere daha çok teşekkür ederim. İki yıldır yazılarımı bir tane bile sektirmeden okuyan arkadaşlarım var (Allah hepsine sabır versin). Gelecek yılda inşallah daha mutlu yazılarda buluşuncaya kadar, şimdilik hoşçakalın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


28 Aralık 2015 Pazartesi

Sadece Üç Gün...

Günaydın dostlar…

Bunlar yılın en zevkli günleridir. Sadece 3 günlük bir haftadan söz ediyoruz. Birçok şirket perşembe gününü zaten tatil etti. Etmeyenlerde de öğleden sonra katılımcı sayısı yavaş yavaş azalmaya başlar.
Öğle yemeğinden sonra, “Ben gidebilir miyim?” talepleri gelmeye başlar. Hemen belirteyim; bütün yöneticilik hayatım boyunca, ne Amerika’da, ne de Türkiye’de bu tip taleplerin hiçbirini geri çevirmedim. Yılın son 3-4 saatinde insanları işyerinde tutma manyaklığında olan yöneticilerden hiç olmadım.


Yılın son haftası çok güzel bir haftadır. Hele bir de şirket hedeflerini tutturduysa, son hafta tadından yenmez. Hedeflerini tutturamadığı halde son haftayı büyük bir şenlik havasında geçiren şirketler de görmüşlüğüm vardır. Bu tutumun nedeni, yeni yıla mutlu gitme arzusu mudur yoksa vurdumduymazlık mıdır bilmiyorum ama sanki doğru bir tutum gibi gözüküyor.

Benim CCI’da çalıştığım süre içinde, şirketin hedeflerini tutturamadığı gibi bir durum hiç yaşanmadığı için bizim binada son hafta her zaman çok güzel geçerdi. 17.30’dan sonra binada kalıp birkaç tane puro içmişliğimiz bile vardır. Puro olunca doğal olarak yanında viski de olması gerekiyor. Doğru söylüyorsunuz, bir de çikolata olması şart.

Çok uluslu şirketlerde son hafta demek; yabancı yöneticilerin binada olmama haftası demektir. Portekizli futbolcular gibi hepsi evine gider. Giden sadece üst düzey yöneticiler mi? Tabi ki, hayır. Böyle bir haftada binanın yarısı izinli olur.

Aynı durum sizin iş yaptığınız diğer şirketler için de geçerli olduğu için, şirket dışından da pek bir şey gelmez. Avrupa ve Amerika zaten çoktan defteri kapatmıştır. Bu gibi haftalarda zavallı muhasebe bölümünden başla kimse çalışmaz. Artık yılın özetini yapıp, son dedikoduların üzerinden bir kere daha geçme zamanıdır.

Durumu en ilginç olan da satış bölümüdür. Yıllık hedefini tutturmuş olan satıcılar, son haftada hiçbir şey satmamak için çok ince bir yolda itina ile yürürler. Hedefini tutturamamış olanlar da, nereye ne yığabilirim çabası içinde olurlar.
Dedim ya; çok güzel bir haftadır. Ne çok fazla e-mail gelir, ne de telefon. Binanın içinde garip bir huzur vardır. Bütün yıl boyunca didiştiğiniz insanlara bile gidip sarılmak istersiniz. Herkes birer minik Pollyanna olmuştur.

Böyle bir ortamda, doğal olarak öğlen yemeklerinin süresi de uzar. Her zaman 20 dakika içinde çiğnemeden yuttuğunuz yemekleri, son hafta da daha bir keyifli yersiniz. Güler yüzlü yemek masası sohbetleri sürer gider. Hatta bazı günler sohbet o kadar güzeldir ki, yemek masasındakilerin bir tanesinin odasında, Türk Kahvesi sohbetleri olarak devam eder. Espriler saatte 500 kilometrelik bir hızla havada uçuşurlar.

Son haftada kimse kimseye yöneticilik taslamaz. Yöneticiler yavaş yavaş yılsonu ikramiyelerini hesap etmeye başladıkları için, keyifleri gayet yerindedir. Yıl bitmiş, hedefler tutmuş artık ikramiye zamanıdır.

Son günlerin bir başka özelliği de, bölümlerin kaynaşma günleri olmalarıdır. Sabah kahvaltıları düzenlenir, bazı bölümler beraberce yemeklere giderler, bazıları da göbek atmaya giderler. Birçok şirkette bütün çalışanların katılımıyla yılbaşı yemekleri de yapılır.
Herkes gibi, Emin de yılsonu günlerini çok severdi. Huzurlu, güler yüzlü, sakin ortam; hepimize bütün yıl boyunca yaşadıklarımızı unuttururdu.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Aralık 2015 Pazar

1 Ocak 1977...

Günaydın dostlar…

Ahmet Hakan, geçen gün Yıldız Savaşları filmleri hakkında yazmış olduğu yazısında, “Ben bu filmlerin hiçbirini izlemedim” yazmıştı. Sizlere belki birazcık tuhaf gelebilir ama ben de bu filmlerin hiç birini izlemedim.  
 
İşin garip yanı, hiç de merak etmiyorum. Yanılmıyorsam 8 tane film oldu ama bir tanesini bile merak etmedim. Dünyada milyarlarca kere izlenmiş filmleri, insan merak edip gidip en azından bir tanesini izlemez mi? Adı Emin ise izlemez. Hemen bir konuyu daha belirteyim; bu filmlerin isimlerini bile bilmiyorum. Hepsinin adı, Yıldızlar Savaşı’mıdır yoksa başka bir şey midir onu bile bilmiyorum.
Aslında yazıma başlarken, “Bir tanesini izledim” diyecektim ama sonradan düşündüm de, benim izlediğim film Star Wars serisine dâhil değildi. 1977 yılında “Close Encounters Of The Third Kind” (Üçüncü Türden Yakın İlişkiler) diye başka bir film daha yapılmıştı, ben de onu izlemiştim.

Sevgili arkadaşlarımın ısrarları sayesinde, bu filmi Londra’da, Piccadilly Circus’ta çok güzel bir sinemada izlemiştik. Filmin konusunu hiç hatırlamıyorum ama salonun değişik noktalarından gelen sesleri ve müzikleri çok iyi hatırlıyorum.

Yıldızlar Savaşı filmi yapıldığında ben İngiltere’de yaşıyordum. 1977 yılında ilk defa bu film çıktı, daha sonra da Üçüncü Türden Yakın İlişkiler. Şimdiki yarım asırlık halim bu filmleri hiç merak etmiyor ama görülüyor ki, 17 yaşındaki halim de hiç merak etmemiş. Genç çocuksun, kaldır kıçını da git seyret.
Bütün dostlarım, benim sinemaya gitmeyi çok da sevmediğimi bilirler. Lise yıllarında, annemin film merakı yüzünden gitmediğim film kalmamıştı. Yıldızlar Savaşı’nın bir filmini bile görmemiş olabilirim ama Malkoçoğlu serisinin tamamını seyrettim.

Bir de tabi rahmetli Bülent’le beraber New York’tan getirtip izlediğimiz Kemal Sunal filmleri vardı. Bekçiler Kralı’ndan tutun da, Kapıcılar Kralı’na kadar hepsini izledik. Hatta defalarca izledik.

Şimdi sizlere aynı soruyu ben soruyorum; “Ne dersiniz dostlar, bu filmleri izlememekle çok mu şey kaybettim? Sadece bir tanesini izleyecek olsam, hangisini izlemeliyim? Birincisini görmeden, üçüncüsünü izlersem, çok mu saçma olur?”

Bu konunun sadece filmlerle kalmayıp, bilgisayar oyunlarına kadar yayıldığını da biliyorum. Bir ara her yerde bu konu ile ilgili bir şeyler vardı.
Belki de hepsinden vazgeçip şu anda sinemalarda oynamakta olanı izlemeliyim. Bazı dostlarım da, “Sen, Star Wars’u boş ver, Nadide Hayat filmine git” diyorlar. En azından bizim toprakların ürünüdür, onu daha iyi anlarım ama o filmin de insanın içini sıkacağı gibi bir his var içimde. Etrafımızda zaten bu kadar sıkıntı varken, gidip bir de ekstra sıkıntı satın alamayacağım…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Aralık 2015 Çarşamba

Önceliklerin Belirlenmesi...

Günaydın dostlar…

Bir şeyler yapmaya karar verdiğiniz zaman (her yere yetecek kadar paranız olmadığı için) önce en acil olanlarından başlarsınız.
Örnek olarak: Yeni bir yol yapacaksanız, ilk önce gider trafiği en yoğun olan, ihtiyacın en çok olduğu yolu yenilersiniz. Bu nedenledir ki, ilk önce Ankara – İstanbul yolu yapılmıştır. Önceliklerin belirlenmesi ve yatırımların buna göre yapılması doğru bir yaklaşımdır. Yapmış olduğunuz bir otobandan yılda 100 araç geçiyorsa, bu çok doğru bir yatırım olmayabilir.


Aynı durum futbol stadyumları için de geçerlidir. Allah var, son yıllarda ülkemizde çok güzel stadyumlar yapıldı. Birçok eski stat yıkılarak yerine dünya standartlarında modern statlar yapıldı. Öncelik belirleme çalışmaları eminim bu statlar için de yapılmıştır.

Hemen şunu da belirteyim; bu statların beton kısımları iyi hoş ama asıl futbolun oynanacağı çim alanların hepsi birbirinden kötü. Ne de olsa beton uzmanlık alanımız, çim işini beceremiyoruz.

Yapılan çalışmalar neticesinde, Türkiye’de en acil stadyum ihtiyacının Kayseri’de olduğuna karar verilmiş ve 2009 yılının Mart ayında yeni Kayseri stadı hizmete açılmış. “Neden Kayseri?” diye bana sormayın, amcaların bir bildiği vardır herhalde.

İkinci en büyük ihtiyaç neredeymiş? Evet, doğru tahmin ettiniz, o da Rize’deymiş. Kayseri stadının açılışından 5 ay sonra da yeni Rize Şehir Stadyumu hizmete açılmış.

Sıra da hangi şehir var diye merak ettiniz değil mi? Sizi daha fazla meraklandırmayayım. Kayseri ve Rize stadyumlarından sonra 5 Mayıs 2010 tarihinde Urfa stadı açılmış. Güneydoğu’da en acil ihtiyaç Urfa’daydı herhalde.
Urfa Stadı’nın açıldığı dönemlerde; Galatasaray, amcalara gidip “Biz bu stadı yapamıyoruz” demiş ve sevgili devletimiz el vermek zorunda kalmış. Devletin de desteğiyle, ite kaka da olsa 15 Ocak 2011 tarihinde Galatasaray stadında ilk maç oynanmış. Güzel de bir stat oldu, hepimize hayırlı olsun. İyi bir Fenerli olarak bir gün bu statta bir Avrupa Kupası maçı seyretmek istiyorum.

Galatasaray stadı araya sıkıştırıldıktan sonra, sıra gelmiş Mersin’e. Mersin stadı da 23 Mart 2014 tarihinde halkımızın hizmetine açılmış. Yanılmıyorsam bu stat Akdeniz Oyunları için yapıldı, böylece de Mersin bir stat kazanmış oldu. Bir ara çimi kumda futbol oynuyor gibiydi ama şimdi ne durumda bilmiyorum.

Mersin’i de açtık, sıra geldi İstanbul Büyükşehir Belediye’sinin stadını yenilemeye. Allaha şükür, 2014 yılının Temmuz ayında bu iş de tamamlanmış. Hemen arkasından da 7 aşamada tamamlanan Kasımpaşa stadyumu tamamlanmış.

2014 yılının sonuna doğru, çok güzel yepyeni bir stat daha hizmete açılmış. Yok yok İzmir değil, Konya stadı.
Son olarak da bu sabah bu konuya girmemize neden olan Bursa stadı açıldı. Ne zaman mı? 2 gün önce. Bursa’ya da çok güzel bir stat yapıldı. Büyük bir futbol şehri olan Bursa’ya ve orada yaşayan kardeşlerimize hayırlı uğurlu olsun.

Geçen gün Ankara’ya giderken gördüm, bir stat da Sakarya’ya yapılıyor. Şu anda Sakarya Spor kaçıncı kümede bilmiyorum ama demek ki ihtiyaç acilmiş.
“Eskişehir gibi bir futbol cennetinde stat yokken, Sakarya’da neren çıktı?” demeyin. Yazımın başında da belirttiğim gibi, bu yatırımlar ihtiyaçlara göre belirleniyor. İhtiyaç olsaydı İzmir, Eskişehir, Adana gibi şehirlere de statlar yapılırdı.

Şu anda inşaatı devam eden daha birçok stat var ama ben ne aşamada olduklarını çok da bilmiyorum. Yanılmıyorsam; Antalya Stadı da bitmek üzere ve 2016’da açılacak.
Gördüğünüz gibi, öncelikleri iyi hesap etmek gerekiyor. Ülkemizin daha nice statlara sahip olmasını diliyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Aralık 2015 Salı

Arabalı Vapur Seferleri...

Günaydın dostlar…

Bir tane köprü yaptık ya, hemen bütün arabalı vapur seferlerini kaldırdık.
Bu sabahki konumuz değil ama o zamanlarda da, Boğaziçi köprüsünün çok büyük yapıldığı konusunda yapılmadık yaygara kalmamıştı. Birçok uzman amca, 3 şeritli bir köprüye gerek olmadığını, 2 şeridin yeterli olacağını savunuyorlardı. Bir metre ileriyi görememek diye buna denir.


Yaşı tutan dostlarımız hatırlayacaklardır; köprüden önce karşıdan karşıya arabalı vapur ile geçilirdi. Üsküdar ve Kabataş meydanları buna göre tanzim edilmişti ve uzun araç kuyrukları oluşurdu. Atatürk Havaalanı’na bile gidecek olsanız, arabalı vapur ile karşıya geçmeniz gerekiyordu. Be nedenle de benim gibi Anadolu çocukları, Ataköy tarafını pek bilmezdi.

Köprü çok büyük yapıldı ve gelecek 500 yıl için yeterli ya, tuttular bütün arabalı vapur seferlerini iptal ettiler. Köprünün mevkiinden dolayı Kabataş – Üsküdar seferlerinin iptal edilmesi mantıklı olabilir ama Paşabahçe – İstinye seferlerini neden iptal ettiniz?

Bu düzenleme ile Beykoz’dan Sarıyer’e gitmek isteyen insanlar, hiç gerek yokken Beylerbeyine kadar gelmek zorunda kaldılar. Hem köprü trafiğini arttırdın, hem de gereksiz yere insanların daha fazla seyahat etmesine neden olarak şehir içi trafiğini arttırdın. Nüfusu roket gibi büyüyen bir şehirde, bir tane köprü yaptın diye her şeyi iptal etmenin anlamı neydi?

Paşabahçe’deki arabalı vapurlar, Körfez geçişi için Topçular – Eskihisar hattına kaydırılmış. Her şeye para buluyoruz da, 3-5 tane arabalı vapur alacak parayı mı bulamadık? Paşabahçe hattı kesinlikle yeniden açılmalıdır. Kaç köprü yaparsanız yapın; bu hattın büyük bir hizmet göreceği ve de şehir içi trafiğe de katkısı olacağı kesindir.

Hatta bunun gibi çeşitli noktalarda bir iki arabalı vapur hattı daha olmalı. Şimdi de tünel yaptık diye, Sirkeci – Harem seferlerini kaldırırlar. Tünel iyi güzel ama arabalı vapur hatları da kalmalı. İstanbul’da herkese yetecek kadar trafik var.
Adına ne derseniz deyin; ister feribot deyin, ister arabalı vapur. Bu çeşit hatlar dünyanın birçok yerinde çok başarılı bir şekilde kullanılıyor. 13 sene sonra bitmesi planlanan 3 katlı tüneller, şunlar bunlar bugünkü yaramıza merhem olmuyorlar.
Çok geniş düşünerek, şehir içi trafiğe de katkısı olacak yeni hatlar açmalıyız. Örnek olarak; Kartal – Avcılar veya Bostancı – Yenikapı gibi hatlar olmalı. Böylece araçlar tüneli, köprüyü kullanmaya gerek kalmadan, gereksiz yere şehir içi trafiğini arttırmadan; Kadıköy tarafından Bakırköy tarafına geçebilmeliler. Bostancı’dan binip Yenikapı, Ataköy veya Avcılar’da inebileceğim bir hat olsa, ben her o tarafa gittiğimde kullanırım.

Ayrıca arabalı vapurların insanları dinlendiren bir yanı da var. Trafik stresi yaşamadan, çayını içerek, martılara simit yedirerek karşıya geçiveriyorsun. Hatta istersen, adalara el bile sallayabilirsin.

Bu gibi hatlar için bir çalışma yapılmalı ve acilen işletmeye açılmalı. Köprüler, tüneller iyi güzel ama bu şehirde halen arabalı vapurlara ihtiyaç var. Daha süratli, daha güzel arabalı vapurlar alınarak, acilen hizmete sunulmalıdır…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Aralık 2015 Pazartesi

Alex'in Koşanı...

Günaydın dostlar…

Diego Ribas.
Geçen sene Fenerbahçe’nin yapmış olduğu tek transfer. Bu transfer yapılırken de aynen şu şekilde pazarlanmıştı; “Alex’in koşanını alıyoruz”. Bu cümle ne anlama geliyor? Diego amca, Alex’in yaptığı her işi yapacak, üstüne bir de ondan daha fazla koşacak.

Biz de, “Vay anasına” demiştik.
Hemen belirteyim; söyledikleri yalan değil, sadece birazcık eksik. Gerçekten de adam Alex’ten daha fazla koşuyor. Hatta genelde de takımın en çok koşanı oluyor. Unuttukları bir diğer konu da, Diego’nun Alex’ten çok daha fazla defansa yardım ediyor olması.

Hatta bazı insanlar, “Alex’ten daha yakışıklı” diyorlar ama işin o kısmını bilemeyeceğim. O konuyu sizlerin takdirine bırakıyorum.
Bu mudur işin özeti? Tabi ki değil. Diğer eksiklerimiz de var.
En başta adam Alex’in gol atamayanı. Son vuruş becerisi hiç yok. 2 yıldır burada, 2 tane gol attı. Bu konuda bu amcayı Alex’le mukayese etmek, Alex’e yapılmış en büyük hakaret olur.

Bir diğer özelliği de araya pas atamayışı. Bu konuda da kabiliyeti hiç yok. 10 numaralı formayı giyen bir adamda olması gereken en büyük özellik, diğer oyuncuları gol pozisyonlarına sokacak paslar atıyor olabilmesidir. Alex, gol paslarını öyle güzel atardı ki, topla buluşan oyuncu tek adımda gol pozisyonuna girerdi. Bırakın gollük pas atmayı, bu amca hiçbir türlü pas atamıyor.

Futbol sadece fiziksel bir oyun değil. Oyunu okuyabilmek de çok önemli bir konu. Oyun içinde doğru zamanda, doğru yere koşabilme konusunun doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inanıyorum. Bu konuda da Alex ile bizim Diego amca arasında dağlar kadar fark var. Bu amcayı hiçbir zaman doğru yerde göremiyoruz. Genelde düğümlerin içine girerek yok olup gidiyor.
Her temasta yere düşmesi de ayrı bir konu. Ya yere sağlam basamıyor, ya da zaten düşmeye yatkın bir yapısı var. Güzel kardeşim, biraz ayakta kalmayı dene. Yerlere yatarak futbol oynamak çok zor oluyor.
Bizim ligimiz sert bir ligmiş ve Diego’ya çok fazla faul yapılıyormuş. Adamın neden oynayamadığına dair yapılan en komik yorum da bu olsa gerek. Sanki Alex centilmenler liginde oynuyordu.

Listemiz çok uzun. Amcanın şut çekme becerisi de yok. Ne zaman kaleye bir şut çekse, top Yoğurtçu Parkı’na gidiyor. 2 yıl oldu, henüz kalenin yakınından giden bir şutunu görmedik.

Yalan değil, adam Alex’in koşanı ama aynı zamanda Alex’in birçok başka işi yapamayanı. Transfer zamanı nedense bu ikinci cümle arada kaynamış gitmiş.
Alex’i pek ortalarda görmezdik. Bir gece hayatı filan yoktu, bunu da pek görmüyoruz. Böyle bir ortak yanları daha var. Ne yapayım, amca Alex’e hiç benzemeyince, ben de ortak bir şeyler bulmaya çalışıyorum…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Aralık 2015 Pazar

Her Şey Zamanında Güzel...

Günaydın dostlar…

“Artık her mevsimde her meyve ve sebze bulunuyor” cümlesini duymaktan fazlasıyla bıktık. Bulunuyor ama gerçekten de bulunuyor mu? Yoksa domates görüntülü bir şeyler mi yiyoruz? Bu sabah yediğim domatesler, bana “Acaba bulunmasa daha mı iyi?” sorusunu sordurttu.
Belki biz yaşlandık, belki de zaman değişti ama her meyveyi sebzeyi zamanında yemek ve o zamanın gelmesini beklemek sanki daha güzeldi gibi geliyor bana. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi dedemlerin İstanbul Beylerbeyi’ndeki bahçesinde her türlü meyve ve sebze yetişirdi.


O bahçeden yetişen domates, salatalık ve yeşilbiberle yapılan çoban salatasının tadına doyum olmazdı. Çoban salatası güzeldi ama o yıllardaki en büyük derdimiz meyvelerdi. Yaz başında babamın bir türlü bizi İstanbul’a götürmemesinden dolayı kiraz mevsimini her sene kaçırırdık. O kadar yıl Beylerbeyi’ne gittik geldik ama bir kere bile kirazları ağacın üzerinde göremedik. Kirazın değişik bir görünüşü olduğu için, ağacın üzerinde nasıl durduğunu çok merak ediyorduk.

Ne diyor adamcağız? “İncirler olana kadar kalsaydın bari” diyor fakat incirler olana kadar biz de hiç kalamadık. Okulların başlayacak olması nedeniyle eylül başında Ankara’ya dönünce, incirleri de ağacın üzerinde hiç göremedik.

İncirleri göremedik ama hemen incir ağacının yanında duran mor erik biz gitmeden meyvelerini verirdi. Tırmanmak için de çok uygun bir ağaç olduğu için, ben sık sık üstüne tırmanırdım.

Bir türlü yakalayamadığımız ağaçlardan bir tanesi de dut ağacıydı. Ne zaman meyve verirdi, bir türlü anlayamamıştık. Hatta kendi aramızda, “Bu uyuz dut ağacı bence meyve vermiyor” diye yorumlar da yapardık.

Bizim orada olduğumuz dönemde, elma ağaçlarının üzerinde elmalar olurdu ama onlar için de, “Elmalar daha olmadı sakın koparmayın” muhabbeti olurdu. Anlayacağınız; bir sürü meyve vardı ama biz birçoğunun zamanına denk gelemezdik.
“Yaz gelse de yeşil erik yesek” diye beklemenin de ayrı bir tadı vardı. Şubat ayında yenilen erikten aynı tadı alamıyorum. Ya erikler bir başka, ya da ben… Kışın mandalina yemeyi de çok severdik. Aklımda mandalina ve soğuk hava beraberce yer etmişler. Antalya’da, ağustos ayında açık büfelerde mandalina görünce, Merih’ten gelmiş bir şeye bakar gibi bakıyorum.

“Her şey zamanında güzel” felsefesi sadece meyveler için değil hayatımızın diğer bütün parametreleri için de geçerli. Zamanında yaşanmayan senaryolar yapay oluyor. Aynı benim bu sabahki domatesler gibi tat vermiyorlar.
Konumuz ne olursa olsun; ister aşk meşk, ister tahsil hayatı, ister iş hayatı. Her şeyin doğal gelişeni ve zamanında yaşananı güzeldir. Ben şimdi ilkokula gitmeye kalksam, ağustos ayındaki mandalina gibi sırıtırım. 
Babam, “Bizim çocukluğumuzda Giresun’da muz yoktu, sadece öyle bir meyve olduğunu biliyorduk” demişti. Benim çocukluğumda da ananas yoktu. Biz de öyle bir şeyin olduğunu sadece okuduklarımızdan ve izlediklerimizden biliyorduk. Allahtan bu durumdan dolayı hiçbirimizde kalıcı bir hasar oluşmadı.

Emin der ki; Her şey olmalı ama zamanında olmalı. Zamanında olmayan şeylerin tadı tuzu olmuyor. Benim için, yılbaşına yeşil erik yiyerek girmek; başını bilmediğin bir kitabın ortasından okumaya başlamak gibi bir his…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Aralık 2015 Perşembe

Burhan Kaptan

Günaydın Dostlar,

Evet, o bir kaptandı; dünyayı da elli kere dolaşmıştı ama bu konuda son derece mütevazı bir yapıya sahipti. Bu konuda dedim ama hangi konuda değildi ki?
Sokaklarını bile ezbere bildiği bir şehirden veya bir adadan söz edildiği zaman, hiçbir zaman “Ben oraya çok gittim, içini dışını bilirim.” gibi bir cümle kurmazdı. Sanki ilk defa duyuyormuşçasına bir efendilikle karşısındakini dinlerdi.


Başkası olsa çeşit çeşit ukalalık yapardı ama o yapmaz. Onun adı Burhan Kaptan. İnsanların azıcık bilip çok konuştuğu topraklarda Burhan, her zaman çok bilip az konuşmayı tercih edenlerdendi. O çok özel, çok efendi bir insandı ve karşısındakinin kalbini kırmamak için çok dikkatli ve az konuşurdu. Genellikle mesajını sevgiyle bakan gözlerinden alırdınız.

Yapılan bir iyiliği hiçbir zaman unutmayan ve “nankörlük” kelimesinin anlamını bile bilmeyen bir yapısı vardı. Burhan’ın olduğu ortamlarda kediler bile nankörlük yapmaya çekinirlerdi.

Dostlar, bu dünyadan bir Burhan Kaptan geçti. Tam 365 gün önce, soğuk bir kış sabahında gemisine binip uzaklara gitti. Hem de henüz vakit erkenken gitti. Burhan Kaptan’ın son gülüşü, son el sallayışı, son zarif bakışı o gün limanda ayrıldığımızdan beri kalbimin en müstesna köşelerinden birinde duruyor. Sevgili Burhan, Neşe abladan sonra ayrılışıyla beni en çok etkileyen insanlardan biridir.

Canının derdindeyken kalkıp beni hastanede ziyarete gelmesi, çok az kalmış enerjisinin çok büyük bir kısmını o ziyaret için harcaması; her gün karşımıza çıkmayacak bir insanlık örneğidir. Bir insan başka bir insana nasıl değer verir konusunda bilgi sahibi olmak istiyorsanız o zaman bakınız Burhan Erbilek.

Yakınları, “Hadi git bize kahve bul.” diye tutturduğunda olmadık ortamlarda kahve arayan, Burhan’ın kocaman yüreğidir. “Burada kahveyi nereden bulayım?” demektense Brezilya’ya gidip kahveyi alıp gelmeyi tercih eder.

Hayatı boyunca hiç kimseye yük olmayı sevmeyen Burhancık, aynen yaşadığı gibi sessizce demir aldı limandan. Daha önceki seferlerinden bir farkı yoktu. Aldı kendini, gitti uzaklara. Bu seferki seferin tek farkı ayrılıkların biraz daha uzun sürecek olması.

Kusursuz muydu Burhan Kaptan? Tabii ki değildi. Her fâni gibi onun da kusurları vardı. O harika bir insandı ama bence en büyük kusuru her zaman ikinci planda kalmayı sevmesiydi. Öne çıkmayı sevmeyen yapısı, en yakınındaki insanların averaj üstü becerikliliği ile harmanlanınca tam da sevgili Burhan’ın istediği ortam ortaya çıkmıştı. Büyük dünyayı gezmişti ama rıhtıma yanaşınca da her zaman kendi küçük dünyası içinde kalmayı tercih etmişti. “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini en iyi sindirmiş olan arkadaşlarımızdan bir tanesiydi.
Sevgili Burhan; çok yakışan beyaz saçların, güzel gözlerin, iyi niyetli bakışların, hepsi ama hepsi her zaman gözümüzün önündeler. Sen kocaman kalbini aldın, denizlere açıldın ama biz rıhtımda halen seninleyiz.

Van Persie’nin formsuzluğunun çok canını sıktığını biliyorum ama sen dert etme güzel kardeşim. Takım yavaş yavaş toparlanıyor. 2023 gibi muhteşem top oynamaya başlayacağız.
Rahat uyu, ışıklar içinde uyu, mekânın cennetin en güzel köşesi olsun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

13 Aralık 2015 Pazar

Bugün Benim Doğum Günüm...

Günaydın dostlar…

Her ne kadar bazı arkadaşlar “Doğum Günü” kelimesinin bitişik yazılması gerektiğini düşünse de, ben ayrı yazılması gerektiğini düşünenlerdenim. Daha dün iki cümleyi bir araya getiremezken, bir de Türkçe gramer kuralları hakkında ukalalık yapmaya başladım.
Bugün benim doğum günüm. Dün akşam sevgili sıra arkadaşım Saruhan’ın aramasıyla başlayan kutlamalar bu sabah da yoğun bir şekilde devam etti. Her platformdan yüzlerce mesaj geldi, sağ olun, var olun. Hemen şunu da belirteyim; Saruhan, günleri şaşırmış filan değil. “Bir gün önceden arayarak sıra arkadaşımın doğum gününü ilk ben kutlamak istedim” dedi. Bilecik’in yüksek ve soğuk tepelerinden bana sımsıcak mesajlar gönderdi.


“Yaş gününü kutlayan herkese zaten bu tip mesajlar geliyor, ne yapalım yani? Diye düşünebilirsiniz ama ben gelen bütün bu minik yazıları bir başka gözle, bir başka kalple okuyorum.

Gelen bütün yazılarda sanki bana özgü gerçek bir samimiyet ve iyi dilekler varmış gibi hissediyorum. Her dakika bir arada olduğum dostlarımdan tutun da, yıllardır görmediğim dostlarıma kadar her mesajı büyük bir sevgiyle ve mutlulukla okuyorum. Bazen de, mesaj sahibiyle yaşadığımız güzel günler aklıma geliyor.

“İnsan karşısındakini de kendisi gibi bilirmiş” demişler. Gerçekten de çok doğru bir söz. Ben mesajları büyük bir sevgi ile okuduğum için, karşımdakilerin de aynı sevgi yoğunluğu ile o mesajları yazdığını düşünüyorum. Kim bilir belki de öyle hissetmek istediğim için, öyle düşünüyorumdur.


Bütün mesajlarınıza tek tek cevap verebilmeyi çok isterdim ama inanın bu mümkün değil. Bir sene onu yapmaya kalktım ve altından kalkamadım. Ankara Bahçelievler’de 13 Aralık Pazar günü soğuk bir kış sabahında başlayan yolculuk, yol boyunca dostları biriktire biriktire bugüne kadar geldi. Etrafımda bu kadar çok sevdiğim dostlarım, kardeşlerim olduğu sürece, ben bu yolda daha çok yol alırım. Yola girenler olur, çıkanlar olur ama büyük bir grupla yolun sonunu muhakkak görürüz.
Yine bir 13 Aralık Pazar günü, soğuk bir kış sabahında iyi ki varsınız, iyi ki benim dostumsunuz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Aralık 2015 Çarşamba

Arım Balım Peteğim...

Günaydın dostlar…

50 yaşına geldi ama 50 milim büyümedi. Çocuk ruhundan bir gram bir şey kaybetmeyen, her yönüyle çok farklı, kendine münhasır bir insandan söz ediyoruz.
Çocukluğunun yanında, azıcık çatlak olduğunu savunanlar olsa da; aslında gerçek durum hiç de öyle değildir. Onun çatlak görünüşü iyi bir “Yay” olmasından gelir. Yay burçları farklıdır, değişiktir ve diğer burçlarla mukayese edildiğinde çatlak görünümlüdür. Petek de burcunun bütün özelliklerini taşıyan iyi bir Yay burcudur.


Alçak gönüllüdür Petek. İnanılmaz derecede yardımsever olduğunu da çok az kişi bilir. Bir akşam Aylin okuldan eve gelip de, “Okuldan proje verdiler, bir huzur evine gidip orada kalanlarla röportaj yapmam gerekiyor” dediğinde, tam olarak ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ertesi sabah işyerinde konuyu anlatırken “Ben götürürüm” diye ortaya atılması, beni büyük bir çaresizlikten kurtarmıştı.

Daha sonraki günlerde zaten sık sık huzurevlerine gidip ziyaretler yaptığını, yardım ettiğini öğrenmiştim. Petek’in akıllara zarar bir yardım etme boyutu vardır. Maddi ve manevi olarak kendi boyutlarının çok üzerinde yardımlara kalkışır. Parası kalmasa bile, cebindeki en son kalan parayı gözünü kırpmadan karşısındaki insana verebilen çok özel bir insandan söz ediyoruz. Her zaman karşısındakinin ondan daha çok ihtiyacı olduğunu düşünür.

Petek, çok çalıştı, çok da para kazandı ama taşıdığı kocaman kalbi yüzünden hiçbir zaman “paralı” bir insan olamadı. Tabii burada Yay burcu olmasının etkisini de unutmayalım. Her Yay burcu insan gibi, Petek de gezmeyi, yemeyi, içmeyi, seyahat etmeyi çok sever.

En zor işlerden biri de Petek’e telefon edebilmektir. Aradığınızda Nepal’de de olabilir, Afrika’da gergedan avında da. Kim bilir belki de Peru’da İnkaların peşindedir. Sabah ofiste görmüş olmanız hiçbir şey ifade etmez. Öğleden sonra Güney Kutbu’nda ayı balığı yakalama turlarına katılmış olabilir.

Yay burcu demişken; her zaman eğlenceli, her zaman gözleri gülen bir insandan bahsediyoruz. Her ortama büyük bir başarı ile uyum sağlar. Samimiyeti, iyi niyeti, sıcak yaklaşımları ve eşsiz yardımseverliği onu her daim aranan ve sevilen bir insan haline getirmiştir.
İşe yeni başlamış pazarlamacılar gibi hep beraber masasının etrafını sarmadığınız müddetçe sorun yoktur. Her Yay burcu gibi o da çok fazla sıkboğaz edilmeye gelemez.

Beceriklidir, akıllıdır, iş bitiricidir ama tek beceremediği iş; içki içmektir. Gerçi son yıllarda o konuda da epeyce yol almış. Görüyorsunuz çok çalışınca oluyor, azmin elinden hiçbir şey kurtulamıyor.

Az daha en büyük özelliğini söylemeyi unutuyordum. Petek de benim gibi Giresunludur. Karadeniz’in hırçın dalgalarının özelliklerini de en az benim kadar iyi taşır. Çok da üstüne giderseniz, petekten çıkarmaya çalıştığınız balın içinden bir anda arı da çıkabilir. Masum görünüşlü, iyi niyetli gözlere aldanmayın, şansınızı zorlamayın, arıyı ortaya çıkartmayın.

Petek, benim 25 yıldır hayatımda olan iş arkadaşlarımdan biridir. Yıllardır bir arada çalışmadığımız halde diğer bütün arkadaşlarımızla olduğu gibi onunla da bağlantımız hiç kopmadı.
İş arkadaşımdır, hemşerimdir ama ondan daha da önemlisi, Petek kara gün dostudur. Ne zaman bir ihtiyacınız olsa minik bir Giresun fındık faresi gibi Petek oradadır. Bir şey söylemenize bile gerek yoktur. İhtiyaç duyulan konuyu hemencecik kendisine yük edinir.

Annen seni doğurarak çok hayırlı bir iş yapmış. İyi ki varsın, iyi ki doğmuşsun, iyi ki bizlerin hayatındasın. Doğum günün kutlu olsun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Aralık 2015 Cuma

Şaşkınbakkal Köprüsü...

Günaydın dostlar…

Yorgun argın eve gelirken, bir anda kendinizi bir trafik düğümünün içinde bulduğunuz ve altınıza kaçırmaya ramak kalan noktaya Şaşkınbakkal Köprüsü denir. Kim bilir kaç kişi bu köprü yüzünden altına yapmıştır?
 
Her zaman olduğu gibi, burada da sorunun nedeni öküzcükler. Hiçbir uyarıyı dikkate almadan, köprünün altında kamyonuyla beraber sıkışıp kalarak insanların altlarına kaçırmasına neden olan kişileri kısaca "öküzcük" diye tanımlıyoruz.
Şaşkınbakkal’ın birçok artısı vardır. Evden adımınızı attığınızda 5-10 dakika yürüyerek her ihtiyacınıza ulaşabilirsiniz ama bir de herkesin bildiği başa bela bir demiryolu köprüsü vardır. Ne zaman kimin köprünün altında sıkışacağı hiç belli olmaz. Şunu da belirtmek isterim ki, “köprünün altına kamyon sıkışması durumu” öyle kırk yılda bir kere olan bir durum değildir. Aynı gün içinde oraya 3 değişik kamyonun sıkıştığını çok iyi hatırlıyorum.
Gündüzleri de oluyor ama genellikle bu durum hava karardıktan sonra ortaya çıkıyor. Köprüden öce konulmuş olan rezil bir uyarı levhası, hava karardıktan sonra iyice görünmez hale geldiği için; insanlar da köprünün altında sıkışıp kalıyorlar. Sıkışan kamyon bazen lastiklerindeki havayı azaltarak oradan kurtulabiliyor ama bazen de kurtulması saatler sürebiliyor. İşin kötü yanı, orada sıkıştığınız zaman, önünüz, arkanız, sağınız, solunuz her yanınız düğüm olduğu için, hiçbir yöne doğru kaçamıyorsunuz.
Şimdi siz, “Sabah sabah neden Şaşkınbakkal köprüsüne taktı bu?” diye merak ediyorsunuzdur. Taktım, çünkü dün akşam da benzeri bir olay yaşandı. Trafik Bağdat Caddesinde bile felç oldu. Korna sesleri saatlerce bitmedi. Zaten genellikle de öyle oluyor. Burası tıkandı mı, etraftaki bütün yollar felç oluyor.

Aynı durum Avrupa’da, Amerika’da olsa köprüden önce oraya 70 çeşit uyarı koyarlar. Birçok ışıklı uyarı da dâhil olmak üzere her türlü önlemlerini alırlar. Bu nedenle de öküzcüklere çok kızamıyorum. Orada standartların altında bir geçit olduğunu akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar. Fazla bir uyarı da olmayınca köprünün altında sıkışıp kalıyorlar.

Köprüden önce boktan bir levhada köprünün yüksekliği yazıyor. İnsanlar bunu göremiyor diye düşünüyorum ama görseler bile bir işe yarar mı ondan da hiç emin değilim. Eminim %90’ı kullandıkları aracın yüksekliğinin ne kadar olduğunu bilmiyordur.

Şaşkınbakkal Köprüsü, bu civarda yaşayanlar için bir sabır testidir. Normal zamanda bile altından 2 aracın zar zor geçtiği bir köprünün, bir de kaza nedeniyle sıkıştığını düşünün. Bu gibi durumlarda uzakta evinizi görürsünüz ama bir türlü ulaşamazsınız.

Seneler içinde bu köprünün altında binlerce araç sıkıştı ama ne bir önlem alındı, ne de bu konuda bir çalışma yapıldı. Sıkışan araç oradan çıkarıldıktan sonra (her konuda olduğu gibi) konu da unutulup gidiyor.
Bu civarda yaşayanların muhakkak başına gelmiştir ama Şaşkınbakkal Köprüsü’nün altında sıkışmak bir gün herkesin başına gelecektir. Sizlere uyarım; bu köprüye yaklaşmadan önce, yeteri kadar benzininiz olduğundan ve sisteminizde yeteri kadar yer olduğundan emin olun…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…