29 Ağustos 2014 Cuma

Ceviz Yiyen Kargalar...

Günaydın dostlar...

Avrupa yakasındaki bir takım işlerimden dolayı, dün İstanbul’da binmediğim toplu taşıma aracı kalmadı. Bu metro sistemini biraz daha geliştirirlerse epeyce kullanışlı bir hale gelecek ama bu işler için çok geç kalındığı da bir gerçek. Bu gelişmelerin finansmanı, bundan sonra eskisi kadar kolay yapılabilir mi o da ayrı bir konu…

Öğlene doğru Kadıköy’e gitmek üzere otobüse bindim ve oturacak yer de bulunca ne yalan söyleyeyim mutlu da oldum. Bazen mutlu olmak bu kadar basit bir konudur. Bir durak sonra 65 yaşlarında şortlu, atletli ve kösele ayakkabılı ve çoraplı bir amca bindi ve langırt diye geldi benim yanıma oturdu. Kabahat bende diye düşünüyorum. Bir şekilde çekiyorum her halde.
 
Amca geldi gelmesine de, bir insan saat 11.45'de bu kadar mı sarımsak kokabilir? Otobüse binmeden evvel bu saatte bu adam ne yemiş olabilir? Sarımsaklı sandviç yedi herhalde, başka bir ihtimal yok.
Bir müddet sonra bizim sarımsak meraklısı amca kargalara taktı. Yeşilliğin üzerinde duran kargaları görünce, "biliyor musun bunları buraya belediye salıyor" dedi. Hoppala… Boş gözlerle baktım adamın suratına ama cevap bile vermedim. Tamam, her şeyden belediyeyi suçluyoruz ama onun da bir sınırı var. Bu konu, Üsküdar’da denizle karanın birleşmesinden farklı bir konu diye düşünüyorum.

Amca konuşmaya kararlı, ben de konuşmamaya. Keyfim yerinde oldu mu, her türlü lafı edip, her türlü espriyi yapabilirim ama canım istemedi mi de bir kelime bile konuşmam… Sarımsak meraklısı amca ile de ilk dakikadan itibaren yıldızımız barışmadı.

İki durak sonra amca yine döküldü. “Belediye bütün bu kargaları çuvallara doldurup götürüp Yunanistan’a bırakmalı” dedi. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Bizim yanımızda duran gençler gülmekten altlarına ettiler.

Çocuklara da eğlence çıktı ya, bir tanesi “amca öyle diyorsun da kargalar gidince onların yerine ne koyacaklar” diye adamı tahrik etti. Amca da “tabi ki keklik” diye cevap verdi. Amca öyle bir eda ile cevap veriyor ki, bakışlarında bunun cevabını zaten her kafası çalışan insan bilir iması var…

Çocuk, “Keklik mi?” deyince, “tabi ki keklik oğlum, olsa şimdi burada keklikler biti, pireyi, keneyi, akrebi hepsini yerdi” diye cevap verdi.  Sıcaktan zaten bunalmışım, yine boş boş baktım adama.
Amcanın derdi bitmiyor. Bir müddet sonrada, “bu çam ağaçları da yanlış” diye söylenmeye başladı. Bir bu eksikti. “ Çam ağacı dünyanın en çirkin ağacıdır, hiçbir işe de yaramaz” diye devam etti. Bence de gayet güzel. Amca ile ağaç zevklerimiz uymuyor.
Soran olmadı ama “buralara ceviz ağacı dikeceksin” gibi bir yorum geleceğini bütün otobüs bekliyordu. Çocuklardan biri, “Ceviz ağacı mı?” deyince, “tabi ki ceviz ağacı, Ukrayna’da bütün sokaklarda ceviz ağacı var” diye cevap verdi. Böylece de amcanın Ukrayna’da bulunduğunu öğrenmiş olduk.

“Senin keklikler yemesin sonra cevizleri” diye kafa buldu çocuğun biri. Amca da sinirli bir sesle “yemez onlar, o hain kargalar yer” diye bağırdı. Görülüyor ki amca ile kargalar arasında eski bir kan davası var ama amca otobüste yandaş toplayamadı.

Kavgalar ceviz yer mi veya Ukrayna’da gerçekten ceviz ağaçları var mı, iki konuda da hiçbir fikrim yok ama amcanın Ukrayna konusunda gayet mutlu olduğu kesin. Nasıl mutlu ayrıldıysa, ülkenin ağaçlarına bile bayılıyor.
Sevgili amcam bu şehirde Ukrayna’da ki kadar mutlu olamıyorsa, belediye kargaları kekliklerle değiştirmiyorsa ve ceviz ağaçları dikilmiyorsa neden vergi veriyor ki?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Eskiden Maçları 10-0 Kaybediyorduk...

Bu sabah aklımda futbol yok. Futboldan bıkmış, usanmış bir kişi olarak futbolla ilgili bir şeyde yazmak istemiyorum ama nedense açılış yolu futbola gitti. Bir takım düşünün ki yıllardır her maçını 10-0 kaybediyor, sonra tutup sizi takımın başına geçiriyorlar, sizde ilk sene bütün maçlarınızı 10-1 kaybediyorsunuz ve iyiye gidiyoruz diyorsunuz.

İkince sene maçları 10-2 kaybetmeye başlıyorsunuz ve doğru yoldayız diye çıkıp nutuklar atıyorsunuz. Anlamadığınız durum veya da anlayıp da anlamıyormuş gibi yaptığınız durum, sonuçta bütün maçları kaybetmiş olduğunuz.

Bizi saf zanneden Kemal amcada her seçimde oylarını %1 arttırarak, yine oylarımızı arttırdık başarılıyız konuşmalarını yapmaya devam ediyor. Sonuçta maçı 10-0’mı veya 10-1’mi kaybettiğin hiç önemli değil. Amca ya bu durumu anlamıyor ya da anlamamış gibi yapmak işine geliyor.
Kemal amca bak şimdi sana gizli bir bilgi vereceğim. İnsanlar çok bayıldıklarından değil, alternatifsizlikten size oy veriyorlar. Beş senede bir %1 artan oy oranınız sizin etkili söylemlerinizden veya insanların ileriye yönelik size olan güveninden dolayı artmıyor. Bir daha söyleyeyim, oylarınız alternatifsizlikten artıyor.

İstemeye, istemeye oy veren o kadar çok insan var ki aklınız durur. Son seçimden sonrada, hiçbir şey değişmezse ben artık gidip oy vermeyeceğim diyenlerin sayısı da çok arttı, haberiniz ola.

Kabul etmek lazım ki seçimler kazanılır veya kaybedilir ama bir partinin bir duruşu, bir felsefesi olur. Her seçime de oy toplamaya yönelik parti politikalarına ve yapısına uymayan devşirme adaylarla da çıkılmaz ki. Her yelpazeden her türlü adamı aday gösterdiniz. AK Parti diye bir parti zaten var. Küçük AKP’mi olmaya çalışıyorsunuz ne yapıyorsunuz biz anlayamadık.
Ecevit şapkasını taktık, mavi gömleği de giydik ama küçük bir sorun var, yıl 1970 değil. Artık 2000’li yılların şartlarına ve koşullarına göre hareket etmeyi düşünüyor musunuz yoksa o tarihlerde annesi bile doğmamış çocuklara Karaoğlan masalları anlatmaya devam mı edeceğiz? Sevgili Suat Yalaz hayatta mı, değil mi bilmiyorum ama o bile Karaoğlan anlatmaktan vazgeçti artık.

Her partinin yaşayan bir kültürü, bir görüşü, bir duruşu ve geçmişiyle ters düşmeyecek planları olması gerekir. Değişen yıllara ayak uydurmak demek, bütün geçmişini, ilkelerini unutup çakma adaylara yönelmek değildir. Yerel seçimlerde de, genel seçimlerde de, cumhurbaşkanlığı seçiminde de parti ilkelerine ve görüşüne hiç uymayan insanlar seçmenlerin önüne atıldı.

Demin yukarıda da sözünü ettiğim alternatifsizlik durumu olmasa CHP barajı bile geçemez. İstemeye istemeye oy verenlerin sayısı çok fazla. Nitekim son seçimde de, istemeye istemeye oy verenler, isteye isteye sandığa gitmediler.

Kemal amca, oyları %1 arttırdık, iyi yoldayız konuşmalarından vazgeç. İnan kimse inanmıyor bu konuşmalara. Benim matematiğim iyidir. Bir hesap yaptım, her sene oyları %1 arttırarak 55 sene sonra filan iktidar olabiliyorsunuz. Biliyorum CHP’de ki politikacılar için 55 yıl (hepsi daha uzun sürelerden beri orada olduğu için) kısa bir süre ama bu ülke ve bizler için çok uzun bir süre.
Sözlerimi bitirmeden önce bir de Amerika’dan örnek vermek istiyorum. Amerika’da ne oluyor biliyor musunuz? Seçimi kaybeden aday bırak ortalara çıkıp “kazandık” nutukları atmayı, bir daha ortalarda bile görünmüyor. Demek ki bu halk beni istemedi deyip köşesine çekiliyor.

Darısı bizim 6 tane seçim kaybedip halen “iyi gidiyoruz” demeyi başarabilen adaylarımızın başına…
Bu arada Muharrem amcanın resimlerini buldum diye kimse onu destekliyorum zannetmesin, onu da istemiyorum...

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Benim Halen Umudum Var...

Günaydın dostlar...

Ferdi baba “huzurum kalmadı” diyor ama ben onu eskiden hep “umudum kalmadı” diyor zannederdim. Belki de çok farklı değil ama huzurunuz kaçsa da, umut her zaman vardır. Oranı yüksek olabilir veya çok az olabilir ama umut her zaman vardır.

Düşündüğünüz zaman, biz aslında hiçbir şeyi bilmiyoruz, hep umut ediyoruz. Yola çıkarken, gideceğimiz yere muhakkak varacağımızı düşünüyoruz ama aslında bilmiyoruz, sadece umut ediyoruz. “Ağabey saat 3’te caddede buluşalım” derken, bütün yaptığımız saat 3’te orada olmayı umut etmektir.
Yola çıkmak demişken son günlerin favori konusu yüksek hızlı trenimizden bahsetmeden olmaz. Pendik – Ankara 4 saat. Pendik’e vardıktan sonra oradan Mecidiyeköy’e gitmek 4,5 saat ama o ayrı bir konu. Nedir 4 saat? Varış süresi değildir. 4 saatte varma umududur. Trenlere meraklı bir insan olarak en kısa zamanda ben de bu treni deneyip bu umudu taşımak istiyorum. Umarım kıçı, başı kopmadan Ankara’ya varır da, umudumu boşa çıkarmaz.
Umut hayatımızın her aşamasında yerini alır. Kalp bu, gider sever birini. Hiç bilmediği, görmediği insanı da sevebilir. Peki, o insan da seni sever mi? Bilemezsin, sadece umut edebilirsin. Seni, o insana kalbini açtıran, onun da seni seveceği umududur. Kimse oturup da, "O beni sevmese de fark etmez, ben onu seveceğim" hissiyle yola çıkmaz.

O da seni düşünüyor mudur acaba? Kim bilir. Belki düşünüyordur, belki de umurunda bile değilsindir. Belki de seni çoktan unutmuştur ama bunu kabullenmek içindeki umudu öldürmektir. Yapamazsın, içindeki umut fışkırmasa da, kombi alevi kadar yanmaya devam etsin istersin. Minik alev söndüğü gün; bütün oda, bütün ev, her yer kapkaranlık olur. Meğerse o minicik alevmiş her yeri aydınlatan.

Umut her şeydir. Umudun olmadığı yerde ışıklar söner, ortamı soğuk ve karanlık bulutlar kaplar. Hayatta umudunu kaybetmekten daha kötü bir şey yoktur. Zavallı insanları radikal işlere sürükleyen de kalplerindeki biten umutlardır.

Umut olmasa, averaj yılda bir seçim kaybeden Kemal amcam halen seçimlere girer mi? Bir dakika bu kötü bir örnek oldu. Doğru söylüyorsunuz, bence de bu sayılmaz. Onlar politikacı, koltuk sevdası filan oralarda başka parametreler var…

Kalplerimizdeki umuttur bizi bu takımların peşinden koşturan, hayatımızın en önemli parçası haline getiren. Her sene şampiyon olma umuduyla başlarız sezona. Bizim gibi fakir ülkelerin futboldan sonraki ikinci gerçeği de televizyon dizileridir. Ebe nine uçurumdan düşer ve iki dakika sonra dizi yaz tatiline girer. Şimdi 3 ay boyunca bekle dur "Acaba ebe nine yırtacak mı?" diye. Kimseye söylemesek de, bütün yaz boyu "yırtar inşallah" diye umut ederiz.
Her zaman söylediğimiz gibi, insanları yaşatan kalplerindeki umutlardır. Konu ne olursa olsun içimizde bir umut taşırız. Yeni bir iş bulma umudu, okulu bitirme umudu, para kazanma umudu, hepsi birer umuttur. Burada ihtimali en az olan umut da, piyango kazanma umududur. O minicik umut, insanlara yıllarca bilet aldırır.
Umutlarınızı iyi saklayın ama hemen elinizin altında, kolay erişilebilir bir yerde olmalarında da yarar var. O gün geldiğinde umut deposundan hemen çıkartabilmeniz lazım.

Beyninizin minicik bir kısmında umutlarınız her zaman hazır beklesin. Umutlar ne çok yakın, ne çok uzak ama hepsi oralarda bir yerlerde…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

22 Ağustos 2014 Cuma

Tümgeneral Süleyman Tulgan...

Günaydın dostlar...

Sevgili Süleyman Tulgan’ın hikâyesi 1915 yılında Bursa’da başlar. 1935 yılında topçu okulundan asteğmen olarak mezun olan Tulgan, 1937 yılında hava sınıfına geçmiştir. 1937 – 1939 yılları arasında Eskişehir Hava Okulu'nda okumuştur. Eskişehir’den mezun olduktan sonra Kütahya’ya atanmış, daha sonra da Merzifon’a intikal etmiştir.


1948 yılında girdiği Hava Harp Akademisi’nden 1950 yılında mezun olmuş ve Hava Kuvvetleri Harekât Şubesine atanmıştır. 1951 yılında Bursa’daki 5’inci Hava Üssüne, 1952 yılında 9’uncu Hava Üs 193’üncü Filo Komutanlığına ve ardından 6’ncı Hava Üssüne Filo Komutanı olarak atanmıştır.

1953 yılında 66’ncı Uçuş Grup Komutanlığı’nda, 1954-1956 yılları arasında Napoli Airsouth Karargâhında Eğitim. ve Harekat Subaylığında görev yapmış, yurda dönüşte Hava Kuvvetleri Harekât Şubesi ve Harekât Gurup Başkanlığı’na, 1958 yılında 1’inci Hava Üs Komutanlığı’na atanmıştır.

1958 yılında tuğgeneralliğe terfi etmiş ve üs komutanlığı görevine devam etmiştir. 1960 yılında tümgeneralliğe terfi ederek Eskişehir 1’inci Hava Kuvveti Komutanlığı’na atanmıştır. 01 Haziran 1961 tarihinde Hava Kuvvetleri Komutan Vekilliği'ne atanmış ve 19 Haziran 1961 tarihinde emekliye ayrılmıştır.
Emekliye ayrılan Süleyman komutan, gider Fen Fakültesine girer ve matematik bölümünü çok başarılı bir şekilde bitirir. Benimle yollarının kesişmesinin nedeni de verdiği bu karardan ötürüdür. Süleyman hoca (her ne kadar sevmeyen öğrenciler de olsa) Yenişehir Koleji'nin efsane matematik öğretmenidir. Belki de o dönemin ülkedeki en büyük matematik öğretmeni.
Her derste karşımıza çakı gibi önlüğüyle kravatıyla çıkan bu adamın bir dönem 19 gün Hava Kuvvetleri Komutanlığı yaptığı bile konuşulurdu. Muazzam bir askeri geçmişi ve sert ve disiplinli bir mizacı olmasına rağmen sabırla bizle uğraşırdı.

Biraz da korkardık vallahi. "Anladınız mı çocuklar?" diye sorduğunda, anladık hocam derdik ama adamcağız yüzlerimizden anlamadığımızı anladığı için, “Bok anladınız” diye cevap verirdi. Sonra tekrar anlatır, tekrar anlatırdı. “Bu hızla bunun konuları bitirmesi mümkün değil” diye dedikodu yapardık ama son satıra kadar da her şeyi bitirirdi.

Derslerde sık sık hayat üzerine, çalışmak, öğrenmek üzerine nasihat eder ve her zaman, “Bu türevler, limitler unutulacak ama sözler hep aklınızda kalacak" derdi. Çok haklısın hocam, bütün hepsi aklımda. Hocam sana bir şey daha söylemek istiyorum, "Öyle bir öğretmişsin ki türevleri de unutmadım".

Süleyman hocanın sözlüğünde “vazgeçmek” diye bir kelime yoktu. Bütün yazılılardan bir almış arkadaşların yanına gider, "Niye çalışmıyorsunuz?" diye onlarla uğraşırdı. Bir gün bir tanesi, “Hocam ben zaten ölmüşüm” deyince çok sinirlendi ve “O senin dediğin Türkan Şoray filmi, gerçek hayatta öyle bir şey yok” diye söylendi durdu. Şartlar ne olursa olsun her zaman şartların düzeltilmesi için uğraşılması gerektiğine inanırdı. "Her zaman bir mi alıyorsun, o zaman iki almaya uğraş” derdi.
Diyeceksiniz ki, "Ha bir almış, ha iki almış ne fark eder?" Birinde bir vazgeçme durumu varken, öbüründe iki almak için uğraşmak var. Süleyman Hoca için bu çok önemliydi. Yayıp oturmak yok, her zaman çabalayacaksın. Dersi dinlemeyip yaymış oturanlarla da, “oh maşallah yoğurtlu kebap yemişiz, gözümüzü açamıyoruz” diye uğraşırdı. Bir şeyler söylemek veya senle uğraşmak için başına geldi mi de, kolay kolay başından gitmezdi. "Allah’ım gitse artık" diye beklerdik. Bazen de lafını bitirir, tahtaya doğru gider, sonra bir anda ok gibi geri dönüp, koşar adımlarla başına gelip söylenmeye devam ederdi. O anlarda sınıfta çıt çıkmazdı. Bana da bulaşmasın diye millet nefes almazdı.
Yeni gelen öğrencilerin gülmesine de çok bozulurdu. Yanlarına gidip, “Sen gülemezsin, çünkü seni tanımıyorum” diye bağırırdı. “Tanımadığım için neye güldüğünü bilemem, bana mı gülüyorsun diye alınırım sonra” derdi. “Birbirimizi tanıyınca hep beraber güleceğiz ama sen şu anda gülemezsin” deyip olaya son noktayı koyardı.
Süleyman hoca bütün yıl boyunca her salı günü yazılı yapardı. Bir hafta cebirden, bir hafta da geometriden yazılı olurduk. Öğlen yemeğinden önceki saatte yazılıyı yapar, bir saat sonra, öğleden sonraki ilk derste de kâğıtları okumuş olurdu.
İlkokul hocam Melahat Bengi bütün beden, müzik, resim derslerinde matematik yaparak iyi bir başlangıç yapmamızı sağlamıştı. Ortaokuldaki matematik hocam sevgili Perihan Aydemir de çok iyi bir hocaydı ama Süleyman hocamın yeri benim için bambaşkadır.

Bütün okullardaki, bütün öğretmenlerimizin üzerimizde çok büyük emekleri var, hepsinin ellerinden öpüyorum ama Süleyman hoca olmasa, bizi cebir ve geometride bu kadar güçlü yetiştirmese, benden hayatta bir halt olmazdı. Hakkını hiçbir zaman ödeyemem.
Sevgili Süleyman Hocam 24 Ağustos 2005 tarihinde hayata gözlerini yummuştur. Emeklerini hiçbir zaman unutamayız, mekânın cennet olsun sevgili matematik öğretmenim…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Yamukların Dünyası

Günaydın Dostlar,

Karelerle yamukların çekişmesi tek taraflı adaletsiz bir rekabettir. Zavallı kareler her şey doğru düzgün olsun, açılarımın toplamı her zaman 360 derece olsun, her bir açım dik açı olsun diye uğraşırken yamuklar bu gibi konulara hiç takılmazlar. Onların derdi açıların kaç derece olduğu veya açıların toplamı değil, sağlayacakları şahsi menfaatleridir. Bana bir yararı olsun da şekli, açısı ne olursa olsun ruh hali yamuklar arasında çok yaygındır.

Bizler kabul etsek de etmesek de bu dünya yamukların dünyasıdır. Adlarından da belli olduğu gibi yamuklar her türlü sakat işe ve politik tavra meyillidirler ama kareler bunu beceremezler. Her ne kadar geometrik olarak yamuk sayılsalar da sokağın gerçeği öyle değildir. Karelerden hayatta bir şey olmaz. Bir tarafını yırtsa en fazla dikdörtgen olur, bu da gidebileceği en son noktadır.

Yamukların gidebileceği noktaların sonu yoktur. Menfaatleri gerektiriyorsa beşgen bile olabilirler. Biri çıkıp da “Senin iç açılarının toplamı 370 derece.” derse ona da hiç itiraz etmezler, sen yeter ki karşılığındaki menfaatten bahset. Kafaları hep bu yönde çalıştığı için her ilişkiye de bu niyetle yaklaşırlar. Her samimiyetlerinin arkasında “acaba bundan ne yarar sağlayabilirim” beklentisi vardır. Kim bilir, belki boş laf ederken hiç sulamadan nasıl hıyar yetiştirileceğini öğrenirler.

Satın alınamayan, dik duran, ilkeleri olan, dürüst kareler her zaman dik açıyla durmak zorunda hissederler kendilerini. Doğuştan kare olarak doğmuşlardır. Kareler aralıksız çalışırken yamuklar birbirlerinin arkasından onların bu hallerine bakıp gülerler.

İşyerinde, sokakta, okulda, sporda, politikada, diplomaside yamuklar her zaman karelerin önüne geçerler. Bunun en büyük nedenlerinden biri de kareler sorumlu insanlar oldukları için ellerindeki işleri bitirmeye çalışırken yamuklar çeşitli kulis ortamlarında işi bitirmiştir bile.

Bugünün dünyasında nedir geçerli olan? İyi bir şeyler yapmak olmadığı kesin. Geçerli olan, iyi bir şeyler yaptığına insanları inandırmaktır. Bu konuyu da en iyi bizler biliyoruz diye düşünüyorum. Kareler de duruşları ile bugünkü pazarın baş belalarıdır. Yamuk tam işi ayarlamışken çıkar bir kare, bütün planlarını bozar.

Kendilerini eksik hisseden ve her zaman karelere karşı başarısız olacaklarını bilen yamuklar, sürekli çeşitli ortamlarda karelere karşı kulis yaparlar. Çalışkanlıkta, tecrübede, iş bitiricilikte, tahsilde karelerle başa çıkamayacaklarını bildikleri için her zaman yamuk yollara başvururlar. Bilgisi, becerisi, tecrübesi medeni bir tartışmaya müsaade etmeyen insanların işi hemen saldırganlığa, küfürlere dökmesi gibi bir durumdur bu. Günümüz dünyasında genelde bu çabalarında başarılı da olurlar.

Kimse zannetmesin ki yamukları eleştiriyorum. Yamuklar, çalışmaktan başka bir şey bilmeyen karelerin yarattığı eserlerdir. Yamukların karelerden bir şey öğrenme arzuları yoktur, onların zaten yolları bellidir ama karelerin yamuklardan öğreneceği çok şey vardır.

Kareler, yamukların insanlarla nasıl samimi olduğunu uzaktan izlemekle yetinirler. Onlar da dedikodu yaparlar. “Bak şu yalakanın yaptıklarına.” filan gibi sözlerle kendilerini rahatlatmaya çalışırlar ama bir sonbahar sabahında o yalaka başlarına amir oluverir. Muhtemelen o günden itibaren de hitap şeklini değiştirmen gerekir.

Bugün artık kare olmanın modası geçti, yamuk olmak da doğru bir iş değil, acaba herkesin hedefi paralel kenar mı olsa yazıyordum ki bir an ne zırvaladığımı fark ettim.

Haklısınız, paralelkenar hiç olmaz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Ann Arbor'da Bir Pazar Sabahı...

Günaydın dostlar...

Güneşli, soğuk ve sessiz bir pazar sabahının sakinliğini; gelmeye başlayan karavanların, kamyonetlerin, ciplerin düzenli sessizliği yavaş yavaş bozmaya başlar. Bugün önemli bir gündür, bugün Michigan Üniversitesi'nin futbol (Amerikan futbolu) takımının maçı vardır.  

Ann Arbor bir futbol şehridir ve her maçta o koskocaman 106,000 kişilik stat bir tek boş koltuk kalmayacak şekilde dolar. Biletler oldukça pahalıdır ve de birçoğu zaten kombine olarak satılmıştır. Mevsim şartları, havanın soğukluğu hiçbir şeyi değiştirmez, her maçta bütün biletler satılır.
 
Eminim şu anda bilet almaya kalksanız bir sene sonrasına filan bilet bulabilirsiniz. Ann Arbor 100,000 nüfuslu bir üniversite şehridir. Durum böyleyken bu kadar büyük bir stat nasıl oluyor da tıklım tıklım doluyor? Doluyor çünkü sadece Ann Arbor’dan değil Michigan eyaletinin her yerinden insanlar geliyor.
Ben size söyleyeyim, 106,000 seyirci geliyorsa en az 50,000 de araba geliyordur. Bunların da çoğu karavan veya benzeri tipi araçlardır. Nereye park eder bu kadar araç? Bizde olsa her yer felç olur ama orada park yerleri önceden belli. Stadyumun öyle çok da büyük bir parkı yoktu ama etraftaki hangi okulların, hangi işyerlerinin parklarının kullanılacağı hepsi önceden belliydi.

Benim evim stadyumun dibindeydi ve evimin hemen yanındaki okulun oldukça geniş park alanı karavan parkı için kullanılan alanlardan biriydi. Maçlar genelde 13.00’de başlardı ama karavanlar 10.00 gibi gelmeye başlardı. Herkes, tentesini açar, mangalını hazırlar, sandalyelerini hazırlar ve birasını da eline alıp ufaktan maç öncesi sohbetlerine başlardı. Burası onlar için 2 haftada bir buluştukları bir yerdi. Ayrılmış yerler olmamasına rağmen hemen hemen hepsi her geldiklerinde aynı yere park ederlerdi.  Resimde de gördüğünüz gibi bu tip birçok alan oluşurdu. Adamlar eğlenceye geliyorlar, bizim gibi son yılların kan davasını çözümlemeye gelmiyorlar.

Bu hafta bu okulun bahçesine park eden birileri, gelecek hafta gidip de başka bir yere park etmez. Her seferinde buraya gelirler. Biz olsak park etmediğimiz yer kalmaz. Bir trafik yoğunluğu oluşmakla beraber, çok erkenden gelmeye başladıkları için öyle korkunç kuyruklarda oluşmuyordu.
En ilginç konu da neydi biliyor musunuz? Bu muhteşem stat yılda sadece 7 kere kullanılıyor. Bazen belki bir de konser filan oluyor ama hepsi bu kadar. Babam Ann Arbor’a geldiğinde ona stadı gezdirmiştim ama yılda sadece 7 kere kullanıldığını duyunca çok şaşırmıştı. "Bu kadar yatırım sadece 7 maç için mi?" diye sorduğunda, ben de "Bunlar zengin ne yapayım" demiştim.

Michigan Üniversitesi’nin futbol takımı bu statta genelde pak maç kaybetmez. Maç bittiğinde insanlar mutludur ve parklardaki mangal partileri 2-3 saat daha devam eder. Bu durum da dağılım esnasında çok süper birikimler olmasını önler. Onların bir de enteresan bir uygulaması var. Maçtan sonra stat çevresinden otobana doğru giden bütün yolları bir müddet için tek yön yapıyorlar. Yolları ve bağlantıları ona göre ayarlamışlar. Benim gibi stada çok yakın bir eviniz varsa, maç bitiminde bir yarım saat kadar eve gitmek mümkün olmuyordu. Herkes bu durumu bilir ona göre tedbirini alırdı. Daha öncede söylediğim gibi 365 günde 7 kere yaşanıyor bu durum.
İnsanlar gelir, pikniklerini yapar, arkadaşlarıyla vakit geçirir, maçını seyreder, mutlu mesut evine döner. Bu kadar yıl stadyumun dibinde oturdum bir tane bile taşkınlık veya kavga görmedim. Ayrıca orada taraftar uygulaması filan da yok. Biletini alan geliyor. Biletlerin çok büyük bir kısmı zaten ev sahibi takımın taraftarları tarafından kombine olarak alındığı için, maçlara bilet bulmak çok da kolay bir iş değil.

Ann Arbor’da futbol seyretmek bir ayrıcalıktır. Bambaşka bir dünyadır. Bir gün için hayat durur, herkes futbol maçına konsantre olur. Bu statta epeyce maç seyretmiş biri olarak kendimi şanslı sayıyorum.
Umarım bizim de pikniğe gider gibi maça gideceğimiz günler çok uzakta değildir. Her konuyu bir gerginlik ortamı haline getirmek zorunda değiliz.

Paranla eğlen, paranla gerginlik satın alma…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

17 Ağustos 2014 Pazar

İstemiyorum...

Evet kardeşim, doğru duydunuz hiçbirinizi istemiyorum…

İster içimdeki yılların bıkkınlığı deyin, ister son yılların beceriksizliği deyin hiç fark etmez sonuçta hiçbirinizi bu partinin başında görmek istemiyorum.
 
Kemal Kılıçdaroğlu amca, senin iyi bir insan olduğuna kalpten inanıyorum ama bu projeyi yönetemiyorsun. Politika denilen bu çok parametreli proje sana birkaç boy büyük geliyor ve yürütemeyip onu bir ejderhaya çeviriyorsun. Ejderhanın ağzından çıkan alevler de her seferinde seni yakıyor… Sonuç mu? İstemiyorum…
Deniz Baykal amca seni de istemiyorum. Neredeyse ben doğduğumdan beri sen varsın. Yaptığın hizmetler için çok teşekkür ederim ama yıllardır orada bulunan arkadaş grubunu da alıp artık bir gitsen diyorum…

Metin Feyzioğlu kardeşim çok güzel bir çıkış yaptın ama daha yolun 2. Kilometresine gelmeden, her şeyi ben bilirim tavırlarınla ve tribünlere oynama çabalarınla yakaladığın her şeyi kaybettin. İlk başlarda belki demiştim ama artık senide istemiyorum…

Muharrem İnce amcam da mahalleli tavırlarıyla hepimize sempatik geliyor ama onu da istemiyorum. Neden mi? Sanki dar alanda kısa paslar yapıyor gibi geliyor da ondan. Tam olarak adını koyamasam da, yaptığı konuşmaları dinleyip, esprilerine gülsem de, yine de bir şeyler eksik…

Mustafa Sarıgül, istemiyorum…

Emine Ülker Tarhan, nam-ı değer Rapunzelimiz. Kağıt üzerinde de, kürsüye çıktığında da güzel duran başkan adayımız. Sık sık Facebook’a resim koyarak her an, her yerde, her zorlukta yanımızda olan sevgili Emine Ablamız. Başkan olursa üzülmem ama canı gönülden istiyor muyum? Vallahi Allah var istemiyorum. Her türlü parametreye hakim olarak, her cephede savaş vererek partiyi doğru yola götürebileceğini hissetmiyorum. Hislerin günlük yaşamımızda çok önemli bir yeri vardır ve benim hislerim olmaz diyor.
Süheyl Batum. Süheyl Uygur’un ne kadar şansı varsa Batum amcamın da o kadar şansı var. Kusura bakmayın ama hiç olacak iş değil.
Gürsel Tekin amcamı da istemiyorum. Pozisyon kavgası çıktığı dönemlerde ikinci bir Gürsel amca ortaya çıkıyor gibi geliyor bana. Sonra sakinleşiyor ve tekrar böyle bir ortam bekliyor. İnsanlarla olan samimiyeti de yıllara göre değişiyor gibi geliyor bana. Diyeceksiniz ki kimin değişmiyor ki? Sizde haklısınız ama yine de istemiyorum.

Bilmiyorum net olarak açıklayabildim mi ama kısır söylemlerden, icraattan uzak yaklaşımlardan ve muhalefet tembelliğine alışmış insanlardan bıktım galiba. Birçok konuda olduğu gibi buraya da taze kan lazım.

Dünya değişiyor, şartlar değişiyor, iklimler bile değişiyor ama bu parti halen 100 yıllık usullerle, parti düşüncesine, imajına ve ilkelerine uymayan çakma adaylarla yola devam etmeye çalışıyor.
Değişen zamana ayak uyduramazsanız ve ilkelerinizi değişen zamanlara yansıtamazsanız, zaman sizi değiştirir…

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir Takım Garip Kaprisler...

Değişik bir milletizdir biz, neye ne zaman tepki göstereceğimiz, kapris yapacağımız hiç belli olmaz. Ben değişik düşünüyorum ve her şeyi sizden daha iyi biliyorum hislerimiz bizleri en basit konuları bile çok komplike hale getirmeye yönlendirir. Ben yapmadım, ben katılmadım gibi sözlerde zaman zaman arkadaş ortamlarında havalı olmamızı sağlayabilir.

Dün akşam insanlarımızın cahil olduğuna yönelik birçok yorum gördüm ama seçim sonuçlarının ülkenin eğitim seviyesiyle doğrudan ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bizim ülkemizde kutuplaştırıcı duygular ve menfaatler her zaman diğer parametrelerin önünde olmuştur ve dünde farklı bir şey yaşanmadı. Siz hiç merak etmeyin, o cahil sandığınız insanlar aslında cin gibidir ve de menfaatlerini gayet iyi korurlar.
 
Bizim içimizde “ben artık çok büyük oldum” hastalığı vardır. Biraz okuyan, biraz eli para tutan insanlar her şeyin iyisini ben biliyorum zannederler. Örnek olarak her millet NBA’de oynayan basketbolcularını her zaman sorunsuz bir şekilde milli takımlarında oynatırken biz bir türlü iki tanesini bir araya getiremedik. Neden mi? Çünkü artık onlar çok büyük her türlü şeyi biliyorlar ve her türlü kaprisi yapmaya hakları var.
Bizim millet doğuştan Allah vergisi 3 meziyetle doğar. Herkesin içinde bir siyaset profesörü,  bir futbol hakemi, bir de teknik adam vardır. Bu konulardan acayip anlarız. Sor bir soru bu konuların bir tanesinde, kimse bilmiyorum demez. Hemen sana en doğru cevabı verirler.

Bu gibi durumlar geri kalmış ülkelerin kaderi herhalde. Amerika’da kimse ne siyasetten anlar, ne de futbol hakemliğinden. Adamın hayatı rahat, başka öncelikleri, hedefleri var. Her gün siyasetçileri mi takip edecek. Bir Amerikalının televizyonun karşısına oturup haftada 130 kere siyasi parti liderlerini dinlediğini düşünemiyorum bile.

Dünkü seçimde katılım oranının %74 olduğu söyleniyor. Ben Amerika’da bu oranın hiçbir zaman %50’den fazla olduğunu düşünmüyorum. Bildiğimden değil, sadece gördüklerime dayanarak tahmin ediyorum. İşler yolunda olunca kimse bu kadar politikanın içine girmiyor hatta seçime bile gitmiyor. Biz hepimiz doğuştan politikacı olduğumuz ve de her işin içinde olduğumuz için %74 katılım hakkında söylemediğimizi bırakmadık.
İleri gitmiş ülkelerde %50 işi görüyor ama bizim gibi fakir ve geri kalmış ülkelerde biz her zaman %90 bekliyoruz. Bizim ülkemizin gerçekleri yüksek katılımı zorunlu kılıyor. Ben Avrupa Birliği ülkelerinde de seçimlerde çok yüksek katılım olduğunu hiç tahmin etmiyorum. Amerika’da seçimler Pazar günü bile yapılmazdı. Hafta arası bir günde çalışanlar 1 saat filan gider oylarını atar gelirlerdi.

Sonuçta seçimler bitti ve ülkenin artık yeni bir Cumhurbaşkanı var. Vatana millete hayırlı olsun. 14 partinin desteklediği adayı geçerek cumhurbaşkanı oldu. Bu küçümsenecek bir durum değil. Üzerine Demirtaş’ı da koysanız yine yetmiyor.

Bükemediğin eli öpeceksin diye boşuna söylememişler. 15 tane parti bir aday kadar oy alamıyorsa konu kapanmıştır ve artık dağılma zamanıdır. Seçim kampanyaları eşit imkanlarla yürümedi gibi sözler doğru olmakla beraber 15 partiye karşı 1 parti durumunun da çok eşit olduğu söylenemez.

Diyeceksiniz ki, oy vermeyenler ne olacak? Onlar oy verdi. Şu veya bu nedenle sandığa gitmeyerek onlar tercihlerini yaptılar. Ben oy vermedim ki diyerek kimse taşıdığı sorumluluktan kaçamaz. Oy vermeyen tatilcilere söylemediğimizi bırakmadık ama İstanbul’da olup da oy vermeye gitmeyen dünya kadar insan var.
Tatilci ve boykotçu konusunu gereğinden fazla da abartmamak lazım. Gönüllerin adayı olmayan ve de kimsenin tanımadığı bir kişi iyi bile oy aldı.

Dün geceden beri herkes, her konuda söylenebilecek her şeyi söyledi. Bugün yeni bir gün yeni bir yol. Bakalım bu yeni yol bizi nereye götürecek. Ne demişler, gün doğmadan neler doğar.
Bekleyelim görelim, yolumuza devam edelim, en önemlisi de akıllanalım…

1 Ağustos 2014 Cuma

Allah Kimseyi Bilgisayarından Ayırmasın...

CCI’da çalıştığım günlerde sabahın köründe çocuğun biri geldi “bilgisayarını değiştireceğim, yenisini vereceğim” dedi. Yeni bir bilgisayar hiç de fena olmaz, dedim “Allah razı olsun”... Dedim “iyi güzelde bu iş ne kadar sürer?” Dedi “bir buçuk saat kadar sürüyor”. Dedim “harika”.

Bir müddet sonra aradılar ve “hazır bilgisayarını almışken seni Outlook’a da geçireceğiz” dediler... “Güzel olur ama o ne kadar sürer” deyince 1,5 saat de o sürer dediler. Matematiğimde iyi ya hemen başladım hesap yapmaya. Ulan dedim 1,5 + 1,5 = 3 saat eder hadi bilemedin 3,5 saat eder. “Tamam, değiştirin ulan” dedim.  Zaten sabahleyin benimde toplantılarım filan var idare ederiz diye düşündüm.
 
Öğlen oldu yemek yedik, kahvemizi de içtik ama bilgisayardan haber yok... Kendi kendime dedim sabah sabah adamın biri geldi bilgisayarını değiştireceğim dedi bende verdim bilgisayarı aldı gitti. Allah bilir adam aldı bilgisayarı kaçtı. Ne sordum ne ettim... Tanımam etmem kendi ellerimle verdim gitti. Bir de akıllı geçinirim... Kimdi bu adam... Allah bilir bizim poğaçacı amcanın arkadaşıdır. Belki de sokaktan geçen biriydi sabah sabah binada benden başka kimse olmadığı için, geldi benim bilgisayarı aldı gitti.
Madem dedim bilgisayarsız kaldım canımda sıkıldı dedim bunları da biraz huzursuz edeyim. Açtım telefonu “Filiz Hanim dedim biri geldi bilgisayarımı aldı yok oldu gitti.

“Kimdi” dedi.  Dedim “bilmiyorum”, “galiba poğaça işindeler”...

“Ben bir pesine düseyim” dedi. Filiz hanım öğleden sonra 3:00 gibi bilgisayarın izini buldu ve “saat 4.00 te getireceklermiş” dedi. Aldı beni bir heyecan. Saat daha 3:00. Nasıl geçecek bu bir saat? Daha tamı tamına 60 dakika var.

Neyse heyecan içinde gözüm kapıda poğaçacının akrabasını bekliyorum ama saat 4:00 oldu ne gelen var ne giden. Akrabalarına küsüp de 35 sene sonra televizyon programlarında barışanlar gibi gözüm kapıda kalbim küt küt atıyor bekliyorum. Kapı açıldığında acaba poğaçacının akrabası elinde bilgisayarımla içeri girecek mi?

Boş gözlerle kapıya baktım durdum ama gelmedi. Saat 4.00 oldu, 4:30 oldu, 5:00 oldu poğaçacıdan eser yok. Umutlarım iyice azaldı artık. Mesai bitti gözlerim koridorlarda bilgisayarımı aradı ama nafile, ne gelen var ne giden... Koridorlar sessiz koridorlar karanlık... Herkes şen şakrak evine giderken ben dolu gözlerle bos koridorlara bakıyorum... (bu arada da kendi kendime geri zekalı Emin keşke güvenmeseydin adama diyorum)
Umutsuz çaresiz gözlerimde yaşlar evin yolunu tuttum... Tahmin edeceğiniz gibi akşam hiç uyuyamadım. Ne zaman gözümü kapatsam gözümün önüne hep bilgisayarım geldi Gecenin karanlığı bitmek bilmedi...
Sabah bir umutla erkenden geldim ama gelen giden yok, saat erken ve poğaçacı uyuyor.

IT departmanındaki sevgili kardeşlerimin hepsi bilgisayarın peşine düştü ve tabi ki de Filiz Hanim. İnanmayacaksınız ama saat 10:30 gibi bilgisayarım geldi.

O ani hiç unutmayacağım, gözlerimde sevinç gözyaşları bir müddet öylece kalmışım. Kendimi toparladığımda bilgisayarla göz göze gelemiyordum ama kısa bir süre sonra yine alıştık birbirimize.
Allah kimseyi bilgisayarından ayırmasın....