17 Aralık 2018 Pazartesi

Burhan İçin

Günaydın Dostlar,

Gerçekten de Burhan’ı çok üzdünüz. Sizi bu kadar çok seven ve destekleyen bir insanı bu kadar üzmeye ne hakkınız var? Gönül verdiği renkleri 17. sırada görmek, hepimiz gibi sevgili Burhan’ı da kahrediyor.
 
Hastalığı iyice ilerlemişken, yan odaya gidecek hâli yokken son enerjisiyle gelip size destek vermedi mi? Hiç kimseyi incitmek istemeyen, melek gibi bir insanı çok üzüyorsunuz. Burhan çubuklu formayı çok seviyordu, halen de bir şey değişmedi.
Görmüyor, duymuyor zannetmeyin. Her şeyden haberi var. Ne ben ne de Burhan hayatımız boyunca 17. sırada bir takım görmemiştik. Fenerbahçe maçı olduğu zaman, minicik masasını kurup maçı izlemek en büyük keyiflerinden biriydi. Burhan, gerçek bir Fenerliydi; maç sonuçlarına göre sevgisi değişmeyenlerdendi.

Bizler Digütürk çocuğu değiliz; radyodan Ogün Altıparmakları, Ziya Şengülleri, Alpaslan Eratlıları dinleyerek büyümüş insanlarız.

Bu akşam Ersun Hoca ile birlikte Fener ilk maçına çıkacak. Her ne kadar ben Burhan kadar iyimser olmasam da ben de ufak tefek bir şeylerin değişmesini bekliyorum.
Ne bekliyorum? Tabii mucize beklemiyorum. Bir anda haftaların isteksiz, ruhsuz, motivasyonu düşük takımının (takım da olamadılar ama şimdilik “neyse” diyelim) gidip yerine bambaşka bir takımın sahaya çıkmasını beklemiyorum. Takımın çok yaşlı olduğunun da farkındayım. Tek beklediğim bir gram artmış mücadele ruhu, sadece bunu bekliyorum.

Burhan, her zamanki gibi çok iyi düşünüyor. Bambaşka bir Fenerbahçe izleyeceğimize ve çok farklı bir netice olacağına gönülden inanmış. Ersun Hoca’nın Erzurum maçı ile evinde başlıyor olmasının da ayrı bir şans olduğunu düşünüyor. Umarım haklı çıkarsın kardeşim.
Bu akşam ben de maçı izleyeceğim, Burhan da izleyecek. Kadehimi kaldırıp “Şerefe sevgili Burhan!” diyeceğim. Oralardan bir yerlerden bizi gördüğünü biliyorum. Fener de umarım bu akşam bizi mahcup etmez.

Bugün Ersun Hoca’nın doğum günü, aynı zamanda Burhan’ın da ebediyetteki doğum günü. Güzel bir oyun, hepimiz için çok güzel bir hediye olmaz mıydı? Futbol bu; maçlar kazanılır, maçlar kaybedilir. Yarım santim içeri giden bir top, oyunun bütün kaderini değiştirebilir ama mücadele etmek tamamen senin elinde. Bu akşam maç bittiğinde netice ne olursa olsun sevgili Burhan, “Çocuklar ellerinden gelen her şeyi yaptılar.” demek istiyor.

Beceriksiz yöneticilerin ve yılların yanlış yönetim şeklinin takımı bu hale getirdiğinin farkındayız ama artık önümüze bakmamız gerekiyor. Liyakat ortadan kalkarsa tecrübe sıfırlanırsa bilgiye önem verilmezse başarı da onunla beraber kol kola uçar gider.

Sevgili kardeşim Burhan, seni hiç unutmadık. Yıllar geçse de her zaman kalbimizin en müstesna köşelerinden birinde duruyorsun. Fener’in bu durumu hepimizi üzüyor ama korkma, biz çok büyük bir camiayız ve eninde sonunda toparlanacağız. Ne Ali Koç ne de Ersun Yanal sihirbaz değiller ki bir anda her şeyi değiştirebilsinler.
Bir gün yine Cadde’de şampiyonluk kutlamaları için gecenin geç saatlerinde Fener’i karşılayacağız. Bundan hiç şüphen olmasın güzel kardeşim.

Sen rahat uyu mekânın cennet olsun.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Aralık 2018 Cumartesi

Yün Don Sponsoru...

Günaydın dostlar…

“Her şeyi ben bilirim, her zaman her konuda hep benim dediğim olacak” düşünce şeklinin; “Yeter ki masalara benim adamlarım otursun” felsefesi ile birleşmesinden doğan neticeleri, bugün Fenerbahçe’nin içine düştüğü durumdan çok net bir şekilde takip edebiliyoruz.
Zavallı Ali Koç, bir gram ruhu kalmamış, maddi ve manevi olarak tükenmiş, gelecek yılları bile ipotek altına alınmış bir takım buldu elinde. Daha kazanılmayan paralar bile harcanmış.


Birçok şirkette ve ülkede de durum çok farklı değil. Eğer gerçekten de çok kurumsallaşmış bir şirket veya sistemleri çok güzel oturmuş bir ülke değilseniz; çoğu zaman iç halkaya dâhil olanlar, işi gerçekten de yapacak olanlara tercih edilirler. “İşler bir şekilde yürür, yeter ki dediğimi yapacak bir insan o masaya otursun” düşüncesi, günümüzde çok kullanılmaktadır.

O masaya oturmak için yeterli bilgisi, tecrübesi, yetkinlikleri, tahsili olmayan insanları, sadece “Bizim adamımız” diyerek bir yere oturtturmak, şirketlerin veya ülkelerin ileri gidebilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.

Bu durum ileri gitmiş ülkelerde de vardır ama geri kalmış ülkeler de çok daha yaygındır. İşler ilişkilerle halledilir.

Bombayı kucağında bulan, durumun beklediğinden de kötü olduğunu gören Ali Koç ne yaptı? “Ben bu işten anlamam” deyip, kendi kadar bile bu işi bilmeyen insanı futbol takımının başına getirdi. Zaten para yokken bir de bu amcaya milyonlarca Avro ödemeye başladılar.

Para yok. Stat gelirleri, yayın gelirleri bile daha kazanılmadan harcanmış, borçlar dağ gibi olmuş, sokağın ekonomisi ortada, böyle bir durumda parayı nereden bulacağız?
Para, aile şirketlerinden gelecek. Forma sponsorundan tutun da, şort sponsoruna kadar aile şirketlerinin sponsor etmediği şey kalmadı. Fenerbahçe Türkiye’nin en büyük sosyal toplum kuruluşlarından biridir ama şu anda küme düşmek üzere olduğunu da unutmayalım. Arada Ali amca olmasa, zaten araç kiralama işinin de durgun olduğu bir piyasada, neden gitsinler de Fener’e forma sponsoru olsunlar.

Günümüzde herkes gidip Serenay Sarıkaya’ları, Elçin Sangu’ları, Özge Özpirinçci’leri tercih ediyor. Kimse gidip de dizilerde 15. sırada oynayan veya en son başarısını 15 sene önce yakalamış birinin peşine düşmüyor. Sponsorluk işi moda işidir ve ömrü kısadır. Herkes bugünkü güzelliğin, bugünkü popülerliğin peşinde, 5-10 yıl önceki güzellik veya başarılar kimseyi alakadar etmiyor.

Ali Koç’un karşı karşıya kaldığı durum hiç mi görülmemiş bir durum? Hiç değil. Siz yıllarca çalışır didinir bir şeyleri yoluna sokarsınız, sonra da gelir meyveleri başkaları toplar. Bilhassa iş dünyasında dünyanın her yerinde karşımıza çok sık çıkan bir durumdur.

Tabi, bu durumun tersi de mevcuttur. Birileri yıllarca her şeyin içine eder, göreve geldiğinizde de her şeyi temizlemek, düzeltmek size kalır. Bizim Ali amca da işte tam böyle bir durumun içinde buldu kendini.
Bir spor kulübünü bizim gibi ülkelerde borsadaki her hangi bir şirket gibi yönetebilmek neredeyse imkânsızdır. Sadece finansal verilere bağlı kalamazsınız. Açlıktan ölseniz de taraftar sizden sportif başarı ister. Finansal gerçekleri bir noktaya kadar anlar, ondan sonrasını anlamaz.

Ne diyelim? Allah Fenerbahçe’mizin yanında olsun, şans getirsin; Ali amcayı yün don sponsoru aramak zorunda bırakmasın…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Kasım 2018 Pazar

Nilüfer...

Günaydın dostlar…

Her türlü müzik türünü dinlemeye meraklı olan ben, hayatım boyunca hiç Müslüm Gürses dinlememiştim. Müslüm Baba’nın varlığını biliyordum ama müziğini hiç merak etmemiştim. Sağda solda duyduğumda da bana hitap etmediğini düşünürdüm.
İbrahim Tatlıses dinlerim, Orhan Baba’yı dinlerim, Ferdi Tayfur dinlerim hatta Küçük Emrah’ı bile dinlerim ama Müslüm Baba ile hiç yollarımız kesişmemişti.


Müslüm Baba gerçekten de çok farklı bir karakter. O “ruh” dediğimiz konu var ya bizim Baba’da fazlasıyla var. Bu kadar çok takipçisi olmasının en büyük nedeni de şarkılarından insanların kalplerine yansıttığı o ruhtan kaynaklanıyor. Şarkı söylemek bir meziyettir ama o ruhu dinleyenlere geçirebilmek bambaşka bir doğallıktır.

Bu sabah Müslüm Baba sohbeti yapmamın tek nedeni, geçen hafta gittiğim Müslüm filmi. Film beni şaşırtmadı. Çok sıkıntılı bir hayattan gelip meşhur olduğunu biliyordum. Birçok başka sanatçının da yaşam öyküsü film yapılsa çok farklı olmayacağını düşünüyorum.

Ben iyi bir film izleyicisi değilim, sinemaya da pek gitmem; buna rağmen filmi beğendim. Tek beğenmediğim kısmı, Ege aksanıyla konuşan Müslüm Baba oldu. Bilhassa gençliğini oynayan çocuğu ve Müslüm’ün annesi rolündeki sanatçıyı çok beğendim. Özay Gönlüm filminin konuşmaları bu filme karışmış gibiydi.

İyi bir dizi izleyicisi olmasam da, filmlerdeki diğer oyuncuların çeşitli dizilerden geldiğini ben bile biliyorum. Meğerse Altın Koy’un şımarık çocuğu Mert’in de çocukluğu Urfa’da geçmiş.

Filmin ana teması sıkıntı üzerine kurulmuş. İzlerken her türlü sıkıntıyı ve zorluğu yaşıyorsunuz. Bir an önce soğuk havaya çıkıp ferahlamak istedim. 2 saat boyunca dert izlemekten içim karardı. Hayatın zorlukları, sıkıntıları altında bunalan kardeşlerimizin Allah yardımcısı olsun.
2 saat boyunca Müslüm Baba o kadar çok içki içti ki, neredeyse ben sarhoş oldum. İçki ben de susuzluk yaratıyor, sinemadan çıkınca bol bol su içtim. Rahmetli ne bulduysa içti. Perdenin bir köşesinde sürekli boş şişeler vardı.

Filmdeki amcanın konuşmasını beğenmediğim gibi, şarkı söylemesini de beğenmedim. Daha Müslüm bir ses bekliyordum. Hemen şunu da belirteyim sesini beğenmesem de oyunculuğunu çok beğendim. Belli ki Müslüm Baba defalarca izlenmiş, çalışılmış.
Olaya hiç hâkim olmadığım için ertesi gün epeyce bir araştırma yaptım. Youtube’de Baba’nın şarkılarını ve sohbetlerini dinledim. Dediğim gibi çok farlı bir insan, çok farklı bir ekol. O dönemin diğer arabesk söyleyenlerine de benzemiyor. Müslüm farklı bir yaşam şekli.
Bütün bu izlemelerden bana kalan da, Nilüfer. Nasıl bir şarkıdır o? Ben bu şarkıyı bugüne kadar neden hiç duymamışım. Geçen hafta sonundan beri evde, sokakta, arabada, her yerde dinliyorum. Çok farklı bir şarkıdan ve çok farklı bir ruh halinden söz ediyorum.

Söylemeye kalksanız söylenmiyor. Müslüm Baba gibi nefesinin biteceği yere kadar söyleyip, her an devrilecekmiş gibi bir ruh hali gerekiyor. Normal bir yaklaşımla bu şarkı söylenemez. Söylense de Nilüfer olmaz. Dinlemeyen bütün dostlarıma bu şarkıyı tavsiye ediyorum. Hiç duymadınızsa siz de benim gibi çok şey kaçırmışsınız demektir.

Muhterem Nur’dan bahsetmeden Müslüm Baba yazısı olmaz. Hayatının ikinci döneminde Muhterem Nur’un Müslüm Baba’ya çok şey kattığı kesin. Her ne kadar gerçek Müslümcüler bu değişimi çok sevmese de, kadıncağızın çok olumlu etkileri olmuş.
Senaryodaki bütün sıkıntılara rağmen, ben filmi hiç sıkılmadan seyrettim. Yarım asırlık yaşamımda yüzlerce defa bu konuya benzer filmler izlemiş olmama rağmen, yaşam öyküsünü ilgi ile takip ettim. Film sinemada oynadı ama yurdun her köşesinde, her gün yüzlerce Müslüm filmlerinin çekildiğini de unutmamız lazım.

Unutmayalım ki, herkesin bir Limoncu Ali’si yok.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Ekim 2018 Pazar

Tanrı İstemezse...

Günaydın dostlar…

Bu sözler Sezen Aksu tarafından mı yazılmıştır bilmiyorum ama tanrı istemezse gerçekten de yaprak düşmez. Kabul ediyorum, rahmetli Müslüm Baba da çok güzel söylüyordu. Ondan dinlemenin de başka bir tadı var.
Allah bize akıl vermiş ve “Aklını kullan” demiş. Neden yapmış bunu? Doğru ile yanlışı ayır, rüzgârın yönünü doğru anla, iyi bir insan ol diye yapmış. “Her şeyden önce de iyi niyetli ol” demiş.


Sen aklını kullanma, hiçbir şey yapma, en ufak bir tedbir alma her şeyi Yaradan’a bırak, böyle bir dünya yok arkadaşlar. O zaman bizlere akıl vermesine gerek yoktu. Sen elinden geleni yap, gerisini Allah'a bırak…

Bunlar tamam da, gene de şarkıda da belirtildiği gibi, tanrı istemezse hiçbir şey olmaz. Ne yaprak düşer, ne de insan düşer. Tarihinde kasırga yaşamamış bir denizde kasırgalar oluşmaya başlıyorsa kesinlikle tanrı istediği içindir. İnsanların aklını kullanmayıp doğanın içine etmesinin de payı var mıdır? Kesinlikle…

Gariptir rüzgârlar; kasırgaları da sana getirebilir; o hep beklediğin, olabileceğine bile inanmadığın kızı da.

Rüzgâr getirir ama tanrı istemezse, dünyanın en güzel ve özel kızı karşına çıkmaz. O bir hediyedir ve Allah istediği için karşına çıkmıştır. Rüzgâra onu verip de sana yollayan tanrıdır. Durup dururken 7 milyar kişinin yaşadığı bir ortamda senin karşına çıkıyor olabilmesi için g….den bal akıyor olması gerekir. O kadar ballıysan git ırmağa gir de balık takılsın.

Tanrı istedi, kızı karşına çıkardı. Sen ne yaptın? Kıymetini bilmedin, rüzgârlara uydun ve öküzcük tavırlarınla kaçırdın kızı. “Ben öküzcüğün tekiyim, kötü rüzgârlara uydum” der miyiz? Tabii demeyiz, “Tanrı istemedi” veya “Kader böyleymiş” gibi bin çeşit arabesk laf hemen imdadımıza yetişir. İşin komik tarafı; bırakın başkalarını, bu duruma kendimiz de inanırız.
Tanrı istemediği için, Fenerbahçe de bir tane bile maç kazanamıyor. Rastgele vurulmuş, orta mı, şut mu olduğu belli olmayan bir top gidiyor doksana takılıyor. Tekrar düşündüm de; bunun nedeni tanrının istememesi değil. Yukarıda da bahsettiğim gibi aklını kullanamayan, rüzgârın estiği yöne göre hareket eden insanların 24 yıl boyunca “Her şeyi ben bilirim”, “Hep benim dediğim olacak” diyen adamı başkan seçmeleri. Böyle bir yönetim tarzının bir organizasyonu nasıl maddi ve manevi olarak dibe vurdurduğunu hep beraber canlı olarak izledik.

Ne demiş tanrı? Aklını kullan, aklını…

Bu sene kış sert geçecek diyorlar. Kış bir yerlerde sert geçerse, Eskişehir’de iki kat sert geçer. Kışın soğuk olması tanrının istemesidir, yün donlarını hazırlayıp tedbir almak sana verilen akılın neticesidir. Unutma, yün donsuz Eskişehir rüzgârlarına dayanamazsın.

Sen derslerini yapma (benim gibi), sokakta oynayan rüzgâra uy, sınavlara çalışma sonra da “Allah’ım bildiğim yerlerden gelsin” diye dua et. Sınav başarısız geçip, ayıptır söylemesi girince de “Tanrı istemedi” diye herkesi inandırmaya çalış. Senin tembelliğinin bir eseri olabilir mi?
Tanrı ister; bugün böyle konuşanlar üç ay sonra başka türlü konuşurlar ve bir anda sokağın akışı değişir. Ne oldu ya? Herkesin hafızası bir anda yerine mi geldi? Tanrı böyle bir şey istemez. Kim ister? Onu da bu işin uzmanı dostlarıma bırakıyorum.

Sen dik durmazsan, çabalamazsan, her esen rüzgârla gidersen, iyi bir şeyler yapmazsan, çok çalışmazsan; şans da sana yardım etmez. Şans her zaman iyi olanın yanındadır. Elinden geleni yap, sonra da işini önce Allah’a sonra da rüzgârlara bırak.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Eylül 2018 Cuma

Ruhunu Kaybetmek...

Günaydın dostlar…

Hepimiz karşımıza çıkan problemlerin nedenlerini bir yerlerde arar dururuz ama asıl sorunun ruhumuzu kaybetmek olduğunu bir türlü kabul etmek istemeyiz.
Dostlarım bilirler, ben ruhunu kaybetmiş restorana bile gitmek istemem. Gidilecek yerin ucuz veya pahalı olması çok önemli değildir, yeter ki ruhu olsun. Hem ruhu olup, hem de denizin dibinde olursa tadından yenmez.


Aslında kız seni terk etmemiştir, 50 çeşit bahane bulmaya da gerek yok, ilişki ruhunu kaybetmiştir. Çalan müzik aynı, balıkta da sorun yok; kaybolan şey sizin ilişkinin ruhu. Ruh varsa 300 km gidersin, ruh yoksa 3 km gitmek zor gelir. Ruh varsa 7 saat yetmez, ruh yoksa 7 dakika geçmez.

Öyle de zordur ki bu ruh işi; elle tutamazsın, gözle göremezsin, davet edemezsin, zorla getiremezsin bu iş kendiliğinden oluşur. Bazen de hiç haber vermeden çeker gider. 

İlişkilerin, arkadaşlıkların, takımların, şirketlerin, grupların, milletlerin hepsinin ruha ihtiyacı vardır. Ruhunu kaybeden milletler kendilerini her türlü tehlikeye açık bırakmışlar demektir.
Mücadele ruhunu kaybetmiş bir ordunun savaşabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Fenerbahçe’de de durum çok farklı değil. Herkes teknik adamı, oyuncuları, oyun dizilişini, şunu, bunu konuşuyor; kimse asıl yok olan şeyin ruh kaybı olduğunu söyleyemiyor. Bugün Fenerbahçe’nin de diğer birçok takımın da en büyük sorunu mücadele ruhlarını kaybetmiş olmalarıdır. Mücadele arzusu yok olunca da takım olmaktan uzaklaşırsınız, oyuncular arasındaki mesafe açılır. Hangi mesafe? Her ikisi de. Oyun bir anda 70 metrede oynanmaya başlanır ama ondan daha da önemlisi takım arkadaşlarının arasındaki mesafe açılır. Neden? Hep beraber mücadele etme ruhları kalmadığı için.

Bugün birçok şirkette de durum çok farklı değil. Genellikle insanların üzerinde nedenini çok da bilmedikleri bir mutsuzluk var. İşyerlerimiz, bölümlerimiz takım olmayı başaramıyorlar. Mesafe aynı Fenerbahçe’de olduğu gibi açılmış durumda. Hep beraber mücadele edebilme ruhlarını kaybettikleri için takım olamıyorlar. Ülkemiz de, dünya da sıkıntılı günlerden geçiyor. Herkesin herkesten uzaklaştığı zamanlarda, mücadele ruhu şemsiyesi altında birleşip, takım olmayı başarabilen şirketler daha başarılı olacaklardır. Diğerleri günlük işlerini yapıp, “Yarını da yarın düşünürüz” deyip evlerine gidecekler.
Ailelerimiz için de ruh kaybı çok önemli bir konudur. Sizce aynı ruhu taşıyan aile bireylerinden kurulu ve aynı mücadele ruhunu taşıyan aileler mi bu devirde daha başarılı olurlar yoksa aile fertleri birbirlerini yiyen aileler mi?  Mücadele ruhumuz ya hiç yok, ya da yanlış yönlere odaklanmış durumda.
Konu ister futbol takımı olsun, ister başka bir birim; bir kere ruh kayboldu mu tekrar bulabilmek çok zordur. Satın alamayacağın için, davet edemeyeceğin için geri gelmesi yıllar alır.

“Zor görmeden bir yerlere ulaşılmıyor” temalı birçok atasözümüz var. Burada sözü geçen durum da çok farklı değil. “Mücadele ruhun olacak kardeşim” diyor.

Şartlar her gün biraz daha zorlaşıyor. Dünyanın nimetleri azalıyor ve bir gün herkese yetmemeye başlayacak. Önümüzdeki yıllar; çarşıda, pazarda, sokakta, işyerinde, alımda, satımda, hayatın her parametresinde mücadele edebilen, mücadele ruhu taşıyanların olacak.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Eylül 2018 Pazar

Ordu...

Günaydın dostlar…

Son 2-3 gündür hem ziyaret hem ticaret kapsamında Ordu – Giresun arasında gittik geldik. Sevgili kardeşimiz Mahir sayesinde akşamları da Perşembe yaptık. Karadeniz’in hırçın dalgalarının dibinde çok güzel yemekler yedik, sohbet ettik. İtiraf ediyorum, azıcık da dedikodu yaptık.
Açıkçası ticaret parametresinde sokağın durumu çok iç açıcı değil ama ziyaret kısmında her şey çok güzeldi. En başta Ordu’yu çok beğendim. Bir Giresunlu olarak bizim şehrimizin çok gerilerde kalmış olması beni çok üzdü. 3-4 yıl kadar önce Giresun’a gelmiştim ama Ordu’yu görmeyeli çok uzun yıllar olmuştu. Hemşerilerim bana kızmasınlar ama Ordu güzel bir tatil yöresi gibi bir şehre dönüşürken, biz halen dağınık bir Anadolu şehri görünümümüzü korumuşuz.


Babamın doğduğu, sülalemizin yarısının yattığı toprakları daha güzel bir duruma getirmemiz gerekiyor. Bizim çocukluğumuzda böyle bir fark yoktu. Yıllar içinde Ordu çok yol alırken Giresun olduğu gibi kalmış.

Ordu’nun bazı bölgeleri Eskişehir’i anımsatıyor, bazı bölgeleri de İzmir’in ilçelerini. Bizim otelimiz kumsala 50 metre uzaklıktaydı ve zamanımız olsa denize bile girmek mümkündü. Eskişehir kadar çok eğlence mekânı var mı bilmiyorum ama Ordu’da da her bütçeye göre imkân var.

Üniversite şehre bambaşka bir boyut kazandırmış. Sahil Yolu’nu sahilden geçirtmeyen tek il oldukları için de sahilin bütün güzelliğini muhafaza etmeyi başarmışlar. Çok mücadele ettiler ama şehrin güzelliğini korumayı da başardılar. Çevre yolları da yok zammetmeyin. Çevre yolunun bitmesine de az kalmış. Demek ki, sahili mahvetmeden de bu yolu yapmak mümkünmüş.
Bütün sahil yürüme yolları ve parklarla dolu. Çok güzel belirlenmiş bisiklet yolları da mevcut. Kaldırımın diğer tarafında da aklınıza gelebilecek her türlü restoran ve kafe yerini almış.
Bu kadar çok restoranın olduğu bir ortamda Karadeniz pidesi yemeden olmazdı. Kaçarken, göçerken bir öğlende onu da araya sıkıştırmayı başardık. Kocaman pide yağ gibi gitti vallahi. Tabi ki deniz kenarında bir mekânda…

Ordu – Giresun Havaalanı’nın bu bölgeye çok şey kattığı da çok net olarak görülüyor. Havaalanı’nın şehre çok yakın olması ve giriş, çıkışın çok kolay olması kullanımı kolaylaştırıyor. Sayısını bilmiyorum ama gün içinde epeyce de uçuş var. Deniz doldurularak yapılan minik havaalanı güzel olmuş.

Sahilde çok güzel bir de futbol stadyumu var. Sahilin göbeğindeki çok değerli ve güzel alanlara böyle bir stat yapmanın mantığını ben anlayamadım. Doğru dürüst futbol takımı bile olmayan bir şehre çok modern bir futbol stadı yapılması bu ülkenin öncelikleri arasında mıydı, onu da bilemedim. Bu konuyu işin uzmanlarına bırakıp Ordu’ya dönüyorum.
Biz vakit bulup çıkamadık ama Boztepe’ye insanları çıkaran teleferik de şehre ayrı bir güzellik katmış, baktığınız zaman sırıtmıyor. Boztepe’den aşağıya atlayıp kanatlarıyla kumsala inenler de merkeze bir tatil beldesi havası veriyor. Deniz temiz, kilometrelerce uzayıp giden kumsalların birçok noktasından denize girebilirsiniz.

İlk satırlarımda da belirttiğim gibi Mahir’in orada olması bizim gezimize başka bir boyut kattı. Hem onunla zaman geçirerek mutlu olduk, hem de bize Karadeniz misafirperverliğinin bütün örneklerini gösterdi.

Bildiğiniz gibi çoban salatası konusu benim için önemli bir konudur. Topaloğlu’ndaki, yakınlardan toplanmış domateslerle yapılmış çoban salatasının ve muhteşem etlerin tadını Mahir olmasaydı hiç bilemezdik. Bu tip mekânlara ancak bilen biri sizi götürürse gidersiniz yoksa sokaktan geçerken görüp de sapacağınız yerler değil. Herkesin gittiği yerlere her zaman gidebilirsiniz, önemli olan herkesin gitmediği ruhu olan yerlere gidebilmek.

Başta Mahir olmak üzere, uğradığımız her yerde bizi samimi yaklaşımlarıyla ağırlayan bütün dost ve arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum...
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

26 Ağustos 2018 Pazar

Örnek Olmak...

Günaydın dostlar…

Çok uzun bir tatili geride bıraktık ve son güne geldik. Ben de bu tatili Eskişehir, İstanbul ve Ankara’ya dağılmış olarak geçirdiğim için çok fazla seyahat ettim ve çok fazla araba kullandım.
Her 9 günlük tatilde olduğu gibi yollar inanılmaz kalabalıktı, mola alanlarının birçoğunda bir çay almak bile çok zordu ama bunların hepsinden önemlisi her yer çok pisti. Maşallah yine her yeri çöplüğe çevirmeyi başardık. Bayramın son günü Gerede’de uğradığım mekân pislik rekoru kırmak üzereydi.


Hemen şunu da belirteyim; bu mekânın düzensizliğinden, temizliğinden ziyade bizlerin her şeyi yerlere atmasından, tuvaletlerin canına okumamızdan, araç park sahasını büyük bir çöp tenekesi zannetmemizden kaynaklanıyordu. Allah var, işletmenin sahipleri de etrafı temizleyelim diye yırtınmıyorlardı. Belki de “İyice içine etsinler de, en son herkes gittikten sonra temizleriz” diye karar aldılar. Temizlesen de 2-3 saat sonra aynı hale gelecek.

Yol kenarları, piknik alanları, otoparklar, sahiller, kumsallar her yer ama her yer pislik içindeydi. Bu tatilde içimizdeki çöp canavarı uyandı, her yeri çöplüğe çevirdik. İşin en ilginç yanı da bu pisliğin içinde oturup piknik yapmaktan, denize girmekten, yemek yemekten bir gram rahatsız olmamamız.

Yollarda çok fazla gurbetçi kardeşimiz vardı. Beni üzen en büyük noktalardan biri de bu kardeşlerimizin davranışları oldu. Biz Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımızdan orada yapamadıklarını burada yapmalarını değil, düzene, temizliğe, kurallara önem veren ülkelerde yaşayan insanlar olarak yurda geldiklerinde hepimize örnek olmalarını bekliyoruz.

Sapanca Otoyolu’nda Almanya plakalı beyaz bir Mercedes’in camından yolun ortasına atılan yarı dolu patates cipsi torbası öyle canımı sıktı ki, bu amcalara hiç yakıştıramadım. Bu amcalar muhtemelen Almanya’da doğmuş büyümüşlerdir, böyle öğrenmedikleri de kesin; peki bu ülkeye gelince bu davranışlar nedendir? Yazık değil mi bu ülkeye? Çöplük mü burası?

Trafikten bezince yol kenarındaki çimlere veya su kenarlarına çadır kuran vatandaşlarımızın durumları da bir başka konuydu. Anlıyorum 25-30 saattir yollarda hayattan bezdiniz ama yine de trafikte yaşanan sıkıntılar çadır kurduğumuz alanları rezalet bir biçimde bırakıp gitmek için bir neden olamaz. O çadırları kurmak için harcadığımız enerjinin çok daha azıyla etrafa yaydığımız çöplerimizi de toplayabiliriz.
Hepimizin bu durumdan mutsuz olması gerekiyor. Ellerine torba alıp etrafı temizlemeye çalışan birkaç insanın çabasıyla bir yere varamayız. Dinimizden başlayarak, medeni yaşam kurallarına kadar her şey bize temiz ve tertipli olmayı öğütlüyor. Hiçbir yerde “Gittiğiniz yerlerin canına okuyun, pislik içinde bırakın” şeklinde bir yazı veya bir kural göremezsiniz.
Pislik içinde, çöp tenekesi gibi bir ortamda denize girmenin, yemek yemenin, kamp yapmanın hepimizi rahatsız etmesi gerekiyor. Rahatsız olmuyorsak sorun bizdedir. Belediyeler ellerinden geleni yapıyorlar ama “herkes kapısının önünü temizlerse bütün şehir temiz olur” yaşam şeklini oturtamazsak sadece idarenin çabalarıyla bir yere varamayız.

Geçmiş yıllarda bir Avrupalı çiftin yerlere sigara attığını görüp büyük münakaşa etmiştik. “Sen ülkende sigaranı yerlere atıyor musun?” diye sorduğumuzda da; “Adam bana “Burası Türkiye” demişti. Biz kendi ülkemizi çöplüğe çevirirsek, gelir elin oğlu da hemen adapte olur. Kimsenin sigarasını yere atmadığı bir ortamımız olsa gelip o da atamaz.

Bu iş hiçbirimize yakışmıyor. Yaşadığımız, gezdiğimiz, oturduğumuz alanları çöplüğe çevirmeyelim. Etrafımıza duyacağımız saygı, kendimize duyacağımız saygıdır. Kendisine saygısı olan insanlar pislik içinde, çöplük gibi bir ortamda yaşamayı kabul etmemeliler.
Dediğim gibi, hiçbirimize yakışmıyor, hele hele Avrupa’da doğmuş büyümüş kardeşlerimize hiç yakışmıyor. Dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan her vatandaşımızın oralardan bir şeyler öğrenip ülkemize değer katmak gibi bir görevi var…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Ağustos 2018 Salı

Dağları Delmek

Günaydın Dostlar,

Sevdiği kıza ulaşmak için Amasya’da dağları deldiği söylenen arkadaşın öyküsünü hepiniz duymuşsunuzdur. “Asil olmayana kız verilmez.” demişler ve bizim amcaya çıkartmadıkları zorluk kalmamış.
Bu hikâye gerçekten bu şekilde yaşanmış mıdır bilmiyorum ama ne zaman Tuzla'dan veya Gebze'den akşam trafiğinde eve dönüyor olsam benim aklıma geliyor. Eskişehir’den iki saatte Gebze’ye gelip oradan da iki saatte eve gittiğim günleri de unutmadım.. Her seferinde kendi kendime “Adam dağları delmiş, bir başkası da çölleri geçmiş, sen de alt tarafı Gebze’den/Tuzla'dan İstanbul’a gideceksin.” diyorum.


“Amasya’ya su getiremezsen, kızı sana vermeyiz.” demişler, bizim âşık da delmiş de delmiş. Aslında “delmiş” dedim ama biraz sanki dağın etrafından dolaşmış gibi de bir görüntü var. Ankara Yüksek Hızlı Treni gibi bizim amcanın kanallar da dağların içinden geçmek yerine etrafından dolaşıyor. Hadi o zaman teknoloji yoktu; simdi ayarlıyorsun makinayı, neredeyse tüneli kendi başına yapıyor.

Bildiğim kadarıyla çok da bitirememiş ama elinden geleni yapmış. İranlı dostlarım bu öykünün kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Bence kime ait olduğundan ziyade, bu amcanın böyle bir işi göze alabilmesi olayın püf noktası.

İşte aşk tam da böyle bir şeydir; dağları da delersin, Gebze – İstanbul trafiğini de aşarsın. “Hangisi daha zor?” diye sormayın zira düşüncelerim trafiğin yoğunluğuna göre değişiyor. Bazen “Adamlar dağları delmiş, çölleri aşmış ben de otuz kilometrelik bir yolu gidebilirim” diye söyleniyorum; bazen de “Dağları delmek kolay, yiyorsa gelsin de cuma trafiğinde Gebze’den İstanbul’a gitsin” diyorum.

Benim tahminim bizim amcayı bir cuma akşamında Gebze Kavşağı’nda bıraksak ne yapacağını bilemez. Kimse arabasına almaz, toplu taşımaya binemez, ne yana yürüyeceğini bile bilemez. “Aşkın bu tarafta” diye bir yönlendirme levhası da olmayacağına göre orada öylece kalır. Amasya’nın boş alanlarında dağları delmek kolay, becerebiliyorsan gel de İstanbul’da tünel kaz. On beş cm kazmadan gelip götürürler vallahi.

Gebze, Tuzla tarafında yaşayan birinin şehrin başka bir ucunda yaşayan bir kıza âşık olduğunu düşünebiliyor musunuz? Yürümez o ilişki vallahi. Bu devirde, insanlar sevdiği için karşı kaldırıma gitmeye üşenirken; İstanbul’da şehrin bir ucundan diğer ucuna gitmek için deli gibi âşık olmak gerekir.
Deli gibi seviyorsan, manyak âşıksan gözün ne mesafeleri görür, ne de trafiği. Açarsın müzik listeni, sana onu hatırlatan bütün şarkıları dinleye dinleye gidersin. El âlem Amasya’nın dağlarında Spotify olmadan dağları delmiş, “Vermediler” şarkısını kendi kendine mırıldanmak zorunda kalmışsa, biz de “Bambaşka” dinleyerek İstanbul’un öbür ucuna ulaşabiliriz.
Aslında düşündüğünüz zaman; konu dağları delmek, çölleri geçmek veya trafiği aşmak değil; bunları yapabilecek kadar karşındakini isteyebilmek. Deli cesaretin varsa hepsini yapabilirsin. Tabii elmanın öbür yarısında da dağları delmeyi hak edebilecek birilerinin olması gerekiyor. “Bu devirde artık böyle insanlar” yok demeyin. Allah baba kaşınıza öyle birini çıkarır ki, bırakın dağları delmeyi, üç şeritli gidiş geliş yol yaparsınız.

Yüce rabbim herkesin karşısına Gebze trafiğini aşmak isteyecek kadar güzel ve özel insanlar çıkartsın.
 
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Temmuz 2018 Pazar

Bülent Acar...

Günaydın dostlar…

Benden 3 yaş küçüktü. Bana da her zaman “ağabey” der, her zaman da gerçekten ağabeyiymişim gibi saygı gösterirdi. Babası da babama “ağabey” derdi. Bütün beraberliğimiz boyunca da bir gün bile saygısında, sevgisinde kusur etmedi. Nedenini bilmiyorum ama bu aralar sevgili kardeşim Bülent çok sık aklıma geliyor.
Aynen benim gibi o da bilgisayar okumak için gelmişti Amerika’ya.  Michigan’ın -30 derecelere varan soğuk havasında, gece gündüz beraberce uğraşıp durduk. Allah var, Bülent benden daha çalışkan bir öğrenciydi. Genelde bütün vaktini çalışarak geçirirdi. Ne zaman evine gitsem, çok sigara dumanlı bir ortamda sürekli çalışırdı.


Bilgisayar okumaya karar verdik ama ortada bilgisayar yok. Mevcut tek bilgisayar okulda 500 m2 bir odada duruyor. Allah bilir hafızası da benim şimdiki cep telefonumdan daha küçüktü. Bilgisayar tek olunca da sayılı sayıdaki terminallere günler öncesinden randevu almak gerekiyordu. Gece yarısından sonra genelde biz hep terminal odasında olurduk.

Sevgili Bülent ile güzel bir düzenimiz vardı. Gece yarısı çok fazla mekân açık olmazdı. Nadir açık olan yerlerden bir tanesi de (sadece arabaya servis) Burger King’ti. Genelde Bülent Burger King’ten whopperları alıp, benim eve Late Night With David Letterman seyretmeye gelirdi. O zamanlar gece kuşu gibiydik zira David Letterman’ın şovu gece 1.00 de başlayıp, 2.30’da biterdi. David Letterman, Türkiye de dâhil olmak üzere bugün dünyanın her yerinde yapılmaya çalışılan geç saatteki şovların atasıdır.

Şov bitince de istikâmet bilgisayar odası. Allah ne verdiyse otururduk. Hava aydınlana kadar oturup, birkaç saat sonra derse gittiğimiz de olurdu. Nasıl başarırmışız ben de bilmiyorum gençtik herhalde…
 Hep ders çalışmak da olmaz, zaman zaman diğer arkadaşlarla bir araya gelip sabaha kadar King oynadığımız geceler de yok değildi. Çok paramız da yoktu ama yine de viskinin iyisini içmeye çalışırdık. Zavallı Bülent hep sıkıntıdaydı. Ya bir elle çıkar, ya da çıkamazdı. Hiçbir zaman çok rahat bir oyun oynadığını hatırlamıyorum. Çok uğraştık, çok çalıştık, yazdığımız programları yerlere serip dizlerimizin üzerinde çok süründük ama çok da eğlendik.
Sonunda bilgisayar işi bitti, “Hadi MBA yapalım” dedik. Şımardık bir kere, artık kim tutar bizi. Bilgisayarda iyiydik ama MBA’de süperdik. Hiç mütevazı olamayacağım. Öyle bir senelik MBA’lerden de zannetmeyin, tam 78 kredi aldık. Normal üniversite zaten 128 kredi. Neredeyse bir üniversite daha okuduk. Master programına başlamadan önce işletme fakültesinde bir sürü ders almak zorunda kaldık.

MBA zevkliydi. Artık full-time çalışma hayatına da başladığım için paramız da vardı.

MBA programının bilgisayara yakın felsefede ve işleyişte olan derslerinden sürekli 100 alıyorduk. İş hukuku dersinde Bülent’in yaptığı bilgisayar kaynaklı çalışmanın çok benzerini ben de yapmıştım. Bulduğumuz her ortamda bilgisayara sığınıyorduk. İkimiz de 100 almıştık ama profesör üzerine “Çok teknik bir konu çok da bir şey anlamadım” yazmıştı. O devirde bilgisayarlar çok yeni olduğu için, bilgisayarlara yönelik çok fazla kanun maddesi de yoktu dünyada.
Bülent, sık sık bana çeşitli konularda fikir sorar, söylediklerime de değer verirdi. Uygular, uygulamaz o ayrı bir konu ama akıllı bir süzgeçten geçirirdi. Tecrübeye saygısı vardı.
Çalışkandı ama her ortama da uyardı. Bildiğiniz gibi ben dansöz gibi göbek atan erkekleri çok sevmem ama Bülent’e yakışıyordu. Çok da güzel oynardı…

Soğukla boğuştuk, karlarla boğuştuk, olmayan bilgisayarlarda sıra kapmak için boğuştuk, çok sık maddi sıkıntılarla boğuştuk ama sonunda üniversite de bitti, yüksek lisans da bitti. Ben Amerika’da çalışmaya devam ederken, Bülent Ankara’ya dönüp baba işinde çalışmaya başladı.
Ankara’ya döndükten kısa bir sonra da Gölbaşı yakınlarında bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Şaka gibiydi. Yıllarca her dakika bir arada olduğum, kardeşim dediğim insan artık yoktu. İnanması güçtü ama hayatın gerçeği de buydu.

8-9 sene okulları bitirmek için uğraşıp, okullar bittikten sonra 8 sene yaşayamamıştı. Onun da son noktası karanlık bir göcede Konya Yolu’ndaymış. Bir anda onu bizden aldı, götürdü.
Bu kazanın üzerinden belki 20 yıldan fazla zaman geçti. Sevgili Bülent şimdi Karşıyaka’da istirahat ediyor. Babamı zaten çok severdi, yine birbirlerine çok yakınlar. Artık Erdoğan amca da yok. Hepsinin mekânı cennet olsun.

Sevgili Bülent, aradan bu kadar yıl geçti ama ne kalbimdeki yerin değişti, ne de Burger King tiryakiliğim… Her zaman da böyle olacak.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Temmuz 2018 Salı

Yağmur Yağdı Toprak Kaydı...

Günaydın dostlar…

“Yağmur yağdı, toprak kaydı” deniliyor. Aslında işin doğrusu öyle de denilmiyor. “Yağmur yağdı, toprak boşaldı, tren devrildi, insanlar öldü” deniliyor. Yaşamını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yarılılara da acil şifalar diliyorum. Yine önlenebilecek bir kaza yüzünden birçok insanımızı kaybettik. Mekânları cennet olsun.
Trakya’nın göbeğinde yağmur yağdı, toprak boşaldı. Bu işlerin uzmanı olmamakla beraber, doğru bir şekilde hesap edilip yapılsaydı; toprak da boşalmazdı, taş da boşalmazdı diye düşünüyorum. Rayların ortada kalmış hali son derece ürkütücüydü.


Demiryolu yapmak karayolu yapmaya benzemiyor. Bambaşka ince hesapları var. Altından geçireceğiniz her türlü çalışmanın çok iyi hesap edilmesi gerekiyor. Minicik bir su borusu bile geçirmeye kalksanız 50 çeşit izin almanız gerekiyor.

Demiryolu yapmanın çok pahalı olmasının en büyük nedenlerinden biri de altyapı çalışmalarıdır. Marmaray çalışmalarını izlerken, her gördüğümde “İnşallah bu köprüleri 3 trenin aynı anda üzerinde olma ihtimalini düşünerek yapıyorlardır” diyorum. Yapılan köprülerin dış görünüşleri sağlam ama iç dünyalarını Allah bilir.

Her zaman söylediğim gibi, Avrupa’da toprak boşalmaz, tren de devrilmez. Adamlar o tip çalışmaları her türlü ihtimali hesap ederek yaparlar. Almanya’da sürekli yağmur yağıyor ama gelip de demiryolunun altındaki toprağı boşaltmıyor. Bu gibi kazalar her zaman bizim gibi hesabını kitabını iyi yapmayan, masrafları minimumda tutmaya çalışan geri kalmış ülkelerde oluyor. Bir kere yap, masraftan kaçınma ama sağlam yap. Aynı şeyi 2 kere, 3 kere yapmak hem maddi anlamda, hem de manevi anlamda çok daha pahalıya mâl oluyor. Giden canlar geri gelmiyor.

Demiryolunun havada kalmış halini gördükten sonra, insan ister istemez “Acaba demiryollarımızın başka kaç noktasında bu tip altından toprak boşalma ihtimali olan yer vardır?” diye düşünmeden edemiyor. Çorlu’daki, toprağın akıp gitmesini önleyemeyen alt yapıdan kesin ülkenin başka yerlerinde de vardır. Umarım yoktur ama hislerim bana olabilme ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyor. Böyle bir kazadan sonra yapılması gereken, bütün demiryolu güzergâhlarının tekrar gözden geçirilmesidir ama yapılacağı konusunda çok umutlu değilim.

Bir de hızlı trenimiz var. Unutmayın ki, geçmişte sadece treni hızlı sürerek hızlı tren yapabileceğimizi bile düşünmüştük. Raylar uygun olmayınca, hızlı sürdüğünüz zaman benim oyuncak tren bile raydan çıkıyor. Her yerde olmasa bile, birçok yerde saatte 250 km hız yapan bir trenin altyapısında da toprak boşalmasına aday bölgeler var mıdır acaba? “Kesinlikte yoktur” diyebilmeyi çok isterdim ama maalesef diyemiyorum.
Çok daha hızlı giden bir trenin havada kalmış raylarla karşılaşması durumunda neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Allah hepimizi daha beterinden korusun.
Mevsimler sertleşti, doğal afetler arttı. Hiç görülmemiş yoğunlukta yağmurlar da yağabiliyor, kuraklık da olabiliyor. “Hiç bu kadar çok yağmur yağmamıştı” şeklinde cümleler artık bir işe yaramıyor. Demek ki hesap kitap şeklimizi değiştirmememiz gerekiyor. “Görülmemiş yağmur yağdı, aktı gitti”, “Görülmemiş kar yağdı, çöktü” şeklindeki cümlelerden bıktık artık.

Altyapı yetersizliği bizim ülkemizin yüz yıllık sorunudur. Bu konuya yapılan yatırımlar çok net bir şekilde politik kazançlara dönüşmediği için, hükümetler her zaman gözle görülen, çabucak kazanca dönüşebilecek yatırımlara yönelmişlerdir. Ara sıra yaşanan bu tip kazalara da “Allah’ın takdiri” der, yolumuza devam ederiz. 

Soma’da yüzlerce insanımızı kaybettik. Binlerce ailenin hayatı perişan oldu. O günden bu güne kadar madenlerde ne değişti? Bütün madenler gözden geçirilerek daha sağlam olmalarını sağlayacak çalışmalar yapıldığını ben hiç duymadım. Belki ufak tefek bir şeyler yapılmıştır ama kapsamlı bir çalışma hiç yapılmadı. Neden mi? Ne böyle bir paramız var, ne de böyle bir arzumuz var da ondan.
Her zaman “Allah korusun” diyoruz ama bir yandan da bu tip kazaların bir gün, bir yerde yine olacağını da biliyoruz.

Çöken çatılardan, yıkılan köprülerden, kamyon çarpan üst geçitlerden, uçan tabelalardan, akan topraklardan, denizle karayı birleştiren sellerden, taşan nehirlerden, düşen çığlardan Allah baba hepimizi korusun. Görülüyor ki, biz kendimizi koruyacak tedbirleri alamıyoruz, altyapıyı yapamıyoruz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Haziran 2018 Cumartesi

Hediye

Günaydın Dostlar,

“Hediye” deyince doğal olarak hepimizin aklına özel günlerde verilen armağanlar geliyor. Benim bu sabahki konum, hediye paketleri içinde bize verilen armağanlar değil. Allah'ın hediye olarak karşımıza çıkarttığı insanlar.
Hediye paketleri güzel ama diğerleri daha özeldir. En güzeli ve en özeli karşınıza çıktığı zaman da kesinlikle bir hediyedir. Böyle bir armağan da insana son gününe kadar yeter.


Hayat tesadüflerden ibarettir. Buna katılmamak mümkün değil ama bazı tesadüfler o kadar özel ve güzeldir ki Allah tarafından sizin karşınıza çıkarılmışlardır. Böyle bir durumda da artık onlar tesadüf olmaktan çıkmıştır, onlar birer hediyedir.

Ben bu hediyelerin yaşadığınız doğru hayat karşılığında karşınıza çıktığına inanıyorum. Yaşam süreniz boyunca çok güzel işler yapmışsınız, çok sevilmişsiniz, çok iyi niyetli ve doğru olmuşsunuz, çok yardımsever ve kötü gün dostu olmaya çalışmışsınız; Allah da bu özel hediyeyi karşınıza çıkartmış.

Bazen yeni doğan bir çocuk, bazen de hiç olmadık bir ortamda karşınıza çıkan bir melek. Hediye her şekilde karşınıza çıkabilir. Minicik bir kedi yavrusu bile bütün hayatınızın akışını değiştirebilir.

İçi güzel, dışı güzel bu meleklerden dünya üzerinde çok az sayıda var. Binlerce olsaydı zaten herkesin karşısına çıkardı. Önemli olan böyle bir hediye sana verildiğinde ambalajından tutun da içindeki pırlantaya kadar kıymetini bilebilmen.

Minicik bir çocuk doğar. Herhangi bir doğum değildir, o bir hediyedir. Hayat boyu senin arkadaşın, dostun, sırdaşın, desteğin olsun diye sana verilmiş bir hediyedir. Sen bilmeyebilirsin ama yüce rabbim onu sana ömrünün geri kalanını düşünerek hediye olarak vermiştir.
Sen kendi kendine hediye veremezsin. Nasıl ki doğum gününde kendi kendine hediye veremiyorsan bu hediyeyi de sen veremezsin. Hatta kimse veremez. Onu hak ettiğin düşünülüyorsa o zaten doğal olarak senin karşına çıkacaktır.

En önemli konu, böyle bir hediye senin karşına çıktığında onun bir hediye olduğunu anlayabilmek. Hediye beklemez, anında anlayıp hediyeyi kabul etmen gerekir. Yaşamın normal bir parçasıymış gibi davranırsan hediyeyi senin karşına çıkaranı gücendirirsin.
Adı üstünde, o bir hediye. Sana kız arkadaş olsun veya erkek arkadaş olsun diye karşına çıkmadı. Allah onu senin karşına çıkardı, üzerine de şöyle bir not iliştirdi; “Bundan daha iyisi ve özeli yok, en güzelini ve özelini senin karşına çıkarttım.” O değeri anlayamazsan, o değeri ölçemezsen hediyeye de yazık etmiş olursun.
Yazımın başında da belirttiğim gibi karşınıza bir hediye çıkması Milli Piyango’dan en büyük ikramiyenin çıkmasından daha düşük bir ihtimaldir. Böyle bir durumla karşılaşıncaya kadar da böyle bir şeyin olamayacağına inanırsınız.

Onun bir hediye olduğuna inanıyorsanız o kadar güzel saklayın ki ne rüzgâr, ne güneş ne yağmur ne de kar ona zarar veremesin. “Şans kapıyı yedi kere çalar.” diyorlar ama hediye karşınıza milyarda bir kere çıkar.

Unutma kendi hediyeni yaratamazsın, hediye karşına çıkarsa kendi hikayeni yazarsın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…