29 Ekim 2016 Cumartesi

Kadın Hakları...

Günaydın dostlar…

Sokaklara dökülüp, “Ben hakkımı isterim.” diye günlerce yürüyüşler mi yapmışlar? Meydanlarda mitingler mi düzenlemişler. Ortam buldukları her yerde bu konuyu dile mi getirmişler? Örgütlenerek bu konuda çalışmalar mı yapmışlar? Yayın organlarında bu konuda makaleler mi yazmışlar? 
Bunlar gibi daha binlerce soru sorabiliriz. Ne yazık ki, bunların hiçbirini yapmamışlar. Hiç beklemedikleri ve talep etmedikleri bir anda, çok ileri görüşlü bir dünya lideri sayesinde, diğer ülkelerde kadınların yıllarca uğraşıp, didinip elde ettikleri hakları bir anda elde etmişler.


Birçok Avrupa ülkesinde bile, kadınlar seçme ve seçilme hakkını çok yakın bir geçmişte elde ettiler. Bundan 100 yıl önce, böyle bir adım atabilmek, nasıl bir cesaretin ve ileri görüşün ürünüdür? Her babayiğit böyle bir harcı karıştırıp da temel atamaz.

Hem binayı yapacaksın, hem de herkes ağzının içine bakarken, bir de cumhuriyet kurmaya kalkacaksın; senin alnından da, ellerinden de öpüyorum Mustafa Kemal Atatürk.

Uğruna savaş verilmediği için de, 100 yıl ilerisini görebilen muhteşem mavi gözlerin attığı adımlar, çok da takdir edilmemiş. Oy verme hakkını elde etmiş ama izinsiz yan komşuya gitme hakkını elde edememiş. Uçurumun büyüklüğüne bakın! Bir yandan ülkenin kaderi için, ülkeyi yönetecekler için oy verme hakkın var, diğer taraftan izinsiz bakkala gidemiyorsun.
Çaresiz ve fedakâr Anadolu kadını, bu iki kayanın arasına gerilmiş ipte, ne yana gideceğini bilemeden yoluna devam etmeye çalışmış. Bugün de durum halen çok farklı değil. Kanunlar hakları vermiş ama hakların devamı evlerde teslim edilmiş mi? Bugün, bu topraklarda yaşayan kaç kadın kocasına sormadan oy kullanabiliyordur sizce?
Konu ister oy kullanmak olsun, ister başka bir şey; kocasına, babasına, ağabeyine sormadan adım atamayan kadınlarımız, ne dünyanın birçok ülkesinden daha ileri bir seviyede haklarının olduğunun farkındalar, ne de böyle bir arzuları var.

İzdivaç programlarına çıkan birçok kadın, “Evleneceğim erkek bana nefes aldırmasın, her adımımı kontrol etsin.” diye yorumlar yapıyorlar. Bildikleri, gördükleri durum bu olduğu için, eşit sayılmak veya eşit muamele görmek gibi bir arzuları da yok.

İstememişler ama rüyalarında bile düşünemedikleri haklar verilmiş. İstemeden geldiği için de hiç kıymeti olmamış. Şimdi biri çıkıp da bana, hiç anlamadığım, hiç de talep etmediğim bir şeyler verse ben de ne yapacağımı bilemem.
Sünnet olduğum zaman bana birçok hediye gelmişti. Oyuncak arabalar, kutu oyunları şunlar, bunlar. Şu anda hiç hatırlamıyorum ama birileri de minicik bir defter getirip bana verip gitmişlerdi. Çok da bozulmuştum. Baktım deftere, sadece 3-5 sayfası var. Yazı yazmaya kalksan yazamazsın. Zaten içinde çok fazla yazı yazacak yer de yoktu. Üstüne üstlük sayfaların yarısı da yazılıydı.
Sonradan öğrendim ki, o bir banka defteriymiş ve bana gelen hediyeler arasında maliyeti en yüksek olanıymış. Ama banka işini hiç bilmediğim için, bir gram takdir etmemiştim. O minik defterin değerini çok sonra anladım. Meğerse o minik defter 1 torba plastik araba, 2 torba Kızma Birader oyunundan çok daha değerliymiş. Benim adıma bankaya o parayı koyan kişi, (o parayı kendi kazandığı için) o defterin değerini biliyordu ama beyni henüz çok fazla gelişmemiş olan Emin, konuyu anlayamadı.

Değerini anlayamadığın bir şeyi, kaybetme korkunda olmaz. Ne zamanki defterin değerini öğrenirsin, o zaman bir telaşa kapılırsın ama senin minik defterdeki para çoktan harcanmış olur.

Ey Anadolu Kadını, minik defterine sahip çık, o defter milyonların kanıyla, alın teriyle kazanılan paralarla oluştu. Bu gün bütün detaylarını anlamıyor olabilirsin ama bir gün kaybedersen çok üzülürsün.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Ekim 2016 Perşembe

Konservatuar Öğrencileri...

Günaydın dostlar…

Hafta sonu epeyce maç izledim. Maçlar bitince de, futbol yorum programlarını seyretmeyi hiç sevmediğim için, epeyce bir süre ses yarışmasına çıkan çocukları izledim.
Yarışmacıların birçoğunun konservatuar mezunu veya konservatuar talebesi olması beni çok şaşırttı. Konservatuar tahsili alan çocukların, pop müzik parçaları söyleyerek bu tip bir yarışma içinde olmalarını, boşa gitmiş bir tahsil olarak gördüm. Gönlüm, bu kadar özel bir tahsil almış çocukların daha özel, daha büyük işler yapmasını istiyor.


Aslında bu konu benim uzmanlık alanıma hiç girmiyor. Opera (veya konservatuarın başka bir bölümünde) okuyan bir çocuğun, okul bittikten sonra ne yapması gerektiğini de bilmiyorum ama mezuniyet sonrası hepsine bir iş imkânı olmadığı da kesin. Şu anda Türkiye’de aktif olarak çalışan kaç tane opera, bale var onu bile bilmiyorum.

Gördüğüm kadarıyla, ülkedeki konservatuar sayısı da çok artmış. Bu durum güzel bir gelişme olmakla beraber, günümüzün ekonomik ve politik gerçekleri ile çok da uyumlu bir parametre değil. Operanın, balenin, tiyatronun günden güne küçüldüğü bir ortamda, bütün bu konservatuarlardan mezun olan çocuklar ne yapacaklar?

Sorumun cevabını da ben vereyim. Ekonomik kaygılarla ve meşhur olma umuduyla televizyondaki yarışma programlarına saldıracaklar veya bulabildikleri yerlerde sahne almaya çalışacaklar. Elemelerde başarılı olamadıkları zaman da, sanatsal bir hayal kırıklığından ziyade ekonomik bir çöküş yaşıyorlar. Birçok aile umutlarını çocuklarının bir şekilde meşhur olup, bir yerlerde sahne almasına bağlamış. Çocuklardan çok aileler yıkılıyor.

Hani derler ya, “Çocukluğuna inmek lazım” diye; bende de bu konuda çocukluktan kalma bir takıntı var diye düşünüyorum. Bizim çocukluğumuzda, konservatuardan mezun olanlar, gidip de pop müzik şarkıları söylemezlerdi. Bu tür şarkıları müziğin daha basit bir formu olarak görürlerdi.

Konservatuarda okuyup da pop müzik şarkı söyleme işini başlatanlar Sertap Erener, Levent Yüksel gibi isimlerdir. Belki onlardan önce de bu işi yapanlar vardı ama benim aklıma gelen ilk örnekler Sezan Aksu çırakları dönemine denk geliyor.
“Sana ne kardeşim millet ne söylerse söyler.” dediğinizi duyar gibiyim. Çok da haklısınız. Sonuçta ülkede demokrasi var. Sanki operalarımızda herkese yetecek kadar iş var. İşin en acı tarafı da, bu topraklarda sanatı sanat için yapma şansının hemen hemen hiç olmaması. Sanat da diğer konular gibi genelde hep para için yapılıyor.
Benim bildiğim kadarıyla konservatuarlara girmek hiç de kolay bir iş değil. Doğuştan Allah vergisi bir kabiliyetin olması ve çok çalışman gerekiyor. Eminim girdikten sonra da çıkmak kolay değildir. Eski komşumun oğlunun bütün gece boyunca “aaaaaaa”, “oooooo” diye sesler çıkararak çalıştığını dün gibi hatırlarım.

Bu kadar çok kabiliyetin ve emeğin gerektiği bir ortamda, hedeflerin pop müzik yarışmaları, bar sahneleri veya türkü barlar olması, bana boşa gitmiş bir emek gibi geliyor. Amacın sadece sahneye çıkmaksa, her türlü tahsili yapıp, (sesin güzelse) yine sahneye çıkabilirsin. Tornet yapabilmek için roket mühendisliği okumanıza gerek yok diye düşünüyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Ekim 2016 Salı

Özel Değil Genel...

Günaydın dostlar…

“Her şeyi ben bilirim. Her konuda, her zaman benim dediğim olacak.” tavrı son yılların moda yöneticilik şekli oldu. Sandalyeden kalkıp da koltuğa oturunca,  koltuğun sıcaklığı ve derinin cazibesi insanları bambaşka bir ruh haline sürüklüyor.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, bir soru sorduğunuz zaman, kimse “Ben bilmiyorum.” demiyor. O kadar çok yönlü bir toplumuz ki, herkes her konuda, her şeyi biliyor. Sorduğunuz soruya da, karşınızdakinin sokakta duydukları ve inandıkları yönünde bir cevap alıyorsunuz.


İşin daha da ilginç yanı; okumayı ve araştırmayı hiç sevmeyen bir toplumun, her konuda bu kadar bilgili olmasıdır. Hepimizin o konu üzerinde uzman olan ya bir arkadaşı, ya da bir akrabası vardır ve “Bizim amcaoğlu dedi ki” diye lafa girmekten hiç çekinmeyiz.

Sabah yazılarıma gelen istatistiklerden biliyorum, benim yazılarımı görenlerin sadece %4’ü açıp okuyor. Anlayacağınız, yazıyı gören her 100 kişiden 96'sı, “Yahu bir bakayım, nasıl bir şey yazmış bu sabah.” diye merak bile etmiyor. Bu %4 oranı sadece benim yazılarım için geçerli değil, bu rakam ülkenin genel okuma averajı ile de paralel bir rakam.

Bu kadar okumayı sevmeyen bir millet; evlenme programlarının ve ıssız ada yarışmalarının genel kültürlerine kattığı halkalarla, bir anda her konunun uzmanı oluveriyor. Koltuğa bir kere oturdunuz mu, koltuğu bile, yapan ustasından daha iyi bilir bir hale geliyorsunuz.
Her şeyi bilen ve 18 senedir “Hep benim dediğim olacak.” tarzıyla yöneticilik yapanların başında da bizim Aziz amca geliyor. Hoşlanmadığı insanları stada bile sokmuyor. Kimse de çıkıp da, “Ne hakla sokmuyorsun, Fenerbahçe babanın kulübü mü?” diyemiyor. Halka açık bir şirkette çalışıyorsun ve tribünlere sokmadığın insanlar yüzünden şirketin gelir kaybı yaşamasına neden oluyorsun. Ne hakla?
İşin enteresan yanı, camia içindeki hiçbir kimse de ağzını açıp tek laf edemiyor. Geçici olarak deri koltuğa oturan insanlar, bir anda kendilerini koltuğun sahibi zannetmeye başlıyorlar. Dostlar, koltuk geçicidir. Çok fazla oturursan sıcak yaz günlerinde alerji yapar Allah korusun.

İnsanlar korkunca ne oluyor? Kimse ağzını açmıyor, kimse fikir yürütmüyor, kimse öneri getirmiyor, kimse çalışacağım diye kıçını yırtmıyor ve bir boş vermişlik başlıyor. Fenerbahçe’nin şu anda yaşadığı sorun, bir “boş vermişlik” sendromudur. “Nasıl olsa onun dediği olacak, neden konuşayım da kötü olayım.” diye düşündüğünüz zaman, veriminiz düşer, işe karşı isteğiniz azalır. “Her şeyi ben bilirim.” yönetim şekli, konu ne olursa olsun müesseseleri eninde sonunda dibe vurdurur. Aynen Fenerbahçe örneğinde olduğu gibi saçma sapan parametrelerle oynar durursunuz. Koltuğa yapışmış olan ile ilgili ana sorunu çözemediğiniz için de, bir gram yol alamazsınız. İnsanlar gelir gider ama hiçbir şey değişmez.

Herkes pazar günü Fenerbahçe’nin kaybettiği 2 puandan söz ediyor ve “o oynasaydı, bu oynasaydı.” şeklinde yorumlar yapılıyor. Sorun bu değil ki. Sorun, yanlış yönetim şeklinin bütün camia üzerinde yarattığı, isteksizlik ve umutsuzluk. Çok şey beklenen erkek basketbol takımında da durum çok farklı değil. Dünyanın en iyi teknik adamlarından birinin takımın başında olmasına rağmen, bu sene takım çok isteksiz. Kulübün genel havası doğal olarak onlara da sirayet etti. Son yıllarda kulübün en başarılı dalı olan bayan voleybol takımında da, aynı düşüşü gözlemleyebilirsiniz. Onlarda da son iki yıldır çok ciddi bir düşüş var…

Dostlar bugün örneklerimizi (herkesin bildiği bir konu olduğu için) Fenerbahçe üzerinden verdik ama sorun Fenerbahçe’ye özel değil, sorun genel. Etrafınıza baktığınız zaman, aynı yönetim şeklinin birçok değişik platformda mevcut olduğunu göreceksiniz. Birçok ortamda herkes yöneticilerin ağzından çıkacak iki kelimeye bakıyor. İnsanlar sindirilmiş ve hiçbir şeyi umursamaz hale gelmişler. Herkes günü kurtarmak derdine düşmüş. Bu yol doğru bir yol değil.

Dünyanın en doğru, en başarılı adımını da atsanız, dünyanın en çalışkan insanı da olsanız; deri koltuktaki amca veya teyze ile iyi ilişkiler içinde değilseniz, hiçbir yere varamıyorsunuz. “Her şeyi ben bilirim.” tutumu, çeşitli platformlarda uzun vadeli zararlarını vermeye devam ediyor.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Ekim 2016 Pazar

Tüketici Güven Endeksi...

Günaydın dostlar…

Tüketici Güven Endeksi tüketicilerin kişisel mali durumları ve genel ekonomiye ilişkin mevcut durum değerlendirmeleri ve gelecek dönem beklentileri ile yakın gelecekteki harcama ve tasarruf eğilimlerinin ölçmeyi amaçlayan bir göstergedir. Bu indeks Türkiye İstatistik Kurumu ve Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası işbirliğiyle gerçekleştirilen Tüketici Eğilim Anketi'ne göre belirlenir. Tüketici Eğilim Anketi, bağımsız anket olarak aylık uygulanır. Anket sonuçları yaş ve cinsiyete göre ağırlıklandırılır.
Türkiye'de tüketici güven endeksi ilgili ayın son haftasında Türkiye İstatistik Kurumu tarafından Ulusal Veri Yayımlama Takvimine göre Tüketici Güven Endeksi Haber Bülteni ile açıklanmaktadır.


Endeksler Avrupa Birliği’nin kullandığı denge yöntemine göre hesaplanır.

Denge, toplam cevap verenlerin içerisinde pozitif ve negatif cevap verenlerin yüzdelerinin farkı alınarak hesaplanır ve bu farka 100 eklenerek her bir soru için ayrı yayılma endeksi oluşturulur. Daha sonra seçilen soruların yayılma endekslerinin aritmetik ortalaması alınarak genel endeks hesaplanır.

Endeks 0 ile 200 aralığında değer alır. Endeksin 100’den büyük olması tüketici güveninde iyimser durum, 100’den küçük olması tüketici güveninde kötümser durum olduğunu gösterir.
Mevcut durum değerlendirmeleri, beklentiler ve eğilimler aşağıdaki konu başlıkları kapsamında ölçülür.

Kişisel mali durum: Kişisel mali durum değerlendirilirken, tüketicinin geçen 12 aylık dönemde hanesine ait maddi durumu, gelecek 12 aylık dönemde hanesine ait maddi durumu ile ilgili beklentisi, hanesi için mali durum değerlendirmesi, gelecek 3 aylık dönemde borç kullanma ihtimali göz önünde bulundurulur.

Genel ekonomi: Tüketicinin geçen 12 aylık dönemde Türkiye’nin genel ekonomik durumuna ilişkin değerlendirmesi, gelecek 12 aylık dönemde Türkiye’nin genel ekonomik durumuna ilişkin beklentisi, Türkiye’de gelecek 12 aylık dönemde işsiz sayısı değerlendirmesi, mevcut dönemin dayanıklı tüketim malları satın almak için uygunluğuna ilişkin düşüncesi, mevcut dönemin tasarruf etmek için uygunluğuna ilişkin düşüncesi, geçen 12 aylık dönemde tüketici fiyatlarının değişimine ilişkin düşüncesi, gelecek 12 aylık dönemde tüketici fiyatlarının değişimine ilişkin beklentisi, gelecek 12 aylık dönemde ücretlerin değişimine ilişkin beklentisi göz önünde bulundurulur.

Harcama ve tasarruf eğilimleri: Tüketicinin, gelecek 3 aylık dönemde yarı-dayanıklı tüketim mallarına yönelik harcama yapma düşüncesi, gelecek 12 aylık dönemde dayanıklı tüketim mallarına yönelik harcama yapma düşüncesi, gelecek 12 aylık dönemde otomobil satın alma ihtimali, gelecek 12 aylık dönemde konut satın alma veya inşa ettirme ihtimali ve gelecek 12 aylık dönemde konut tamiratı için para harcama ihtimali, gelecek 12 aylık dönem içerisinde tasarruf etme ihtimali.

 Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Ekim 2016 Cumartesi

Farklı Bir Yaşam

Günaydın Dostlar,

Bazı hayatlar ve yaşam şekilleri diğerlerinden çok farklıdır. Örnek olarak çok fazla gitmemiş olmama rağmen, her zaman sirk çalışanlarının bambaşka bir hayatları olduğunu düşünmüşümdür. Sirkte çalışmak bir meslek değil bir yaşam şeklidir.
Sirk hayatında başarılı olabilmek için o hayatın içine doğmanın şart olduğunu düşünüyorum. Muhakkak ki istisnalar vardır ama eminim ki sonradan bu hayata dâhil olup da başarılı olanların sayısı yok denecek kadar azdır.


Sirklerdeki hayvanların nasıl eğitildiği konusunu bu sabahlık bir kenara bırakalım. O konu başka bir sabahın yazısı ama hepimizin bildiği gibi sirkler sürekli bir arada olmayı gerektiren farklı bir yaşam şeklidir. O sistemin içinde yaşarlar, yatarlar, kalkarlar ve çalışırlar. Hem de çok çalışırlar. Siz hiç saat 5.00 olduğunda evine giden sirk cambazı gördünüz mü? Sirk yıldızlarının birçoğu da karavan yaşamının içine doğmuş, kendinden öncekileri görerek ve onlarla çalışarak yıldız olmuş kişilerdir. Bu yıldızları normal okullarda yetiştiremezsiniz. Havada uçmayı öğretsen bile sirk yaşamının ruhunu kalplerine sokamazsınız.

Sirk yaşamı toplam bir pakettir. Fiziksel zorluklarıyla, koloni yaşamıyla, yollarda geçen bir ömürle verilen bir yaşama savaşı. Az da olsa ölüm tehlikesi bile vardır. İşin hem ticari yönünü hem de gösteri yönünü iyi idare edebilmeyi gerektirir. Her akşam binerce insanı bir çadırın içinde toplayıp onlara memnun kalabilecekleri bir gösteri sunabilmek her babayiğidin harcı değildir.

Benzer bir durumun futbolcular için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Üniversiteye giderek futbolcu olamazsın. Evet, Allah vergisi bir kabiliyetin olması gerekiyor ama tek başına bu da yeterli değil. Küçük yaşlardan beri bu ortamın içinde büyüye büyüye yıldız oluyorlar.

Ben koltuğumda yün donumu giymiş otururken onlar kısa şortla, buz gibi bir yağmur altında yerlere düşüp kalkıyorlar. Buz gibi su birikintilerinin içine düşüyorlar. Dizlerinden kan akarken, kafalarında beş dikiş varken futbol oynamaya çalışıyorlar. Yıllarca bu hayata alışmışlar. Küçüklükten beri çamurlu suların içine düşüp, sonra yeniden kalkıp koşmanın bu hayatın bir parçası olduğunu öğrenmişler.

Kamplara girip günlerce ailenden uzak kalmak veya deplasman seyahatlerine gitmek birçoğumuzun hiç bilemeyeceği bir hayattır. Herkes uyumaya hazırlanırken, soğuk bir cuma akşamında çoluğu çocuğu bırakıp, kampa gitmek kolay bir duygu değildir. Çocuklar okul gezisine gitse insanlar askere gider gibi uğurluyorlar.
Bu gibi çocukluktan başlayan ve o oluşumun içine doğmak gerektiren konulardan en önemlisinin de askerlik olduğunu düşünüyorum. Bazı çocuklar asker olmak için doğmuştur ve askerliğin gerektirdiği ruh halini, azmi ve cesareti içlerinde barındırırlar. Asker Üniversitesinden mezun olarak asker olunamayacağı görüşündeyim. Evet, askerlik de bir meslektir ama bambaşka bir ruh hali ve yaşam tarzıdır.

Askerlik derken benim gibi kısa dönem askerlik yapmış insanları kastetmiyorum. Bu işi gerçekten yapan ve askerliği yaşayan insanlar için söylüyorum. Kışlasıyla, eğitimiyle, lojmanlarıyla, yaşam tarzıyla, tayinleriyle, ast üst ilişkileriyle, orduevleriyle; askerlik bambaşka bir yaşam tarzıdır.

Allah korusun, çalıştığımız iş ortamında bir arkadaşımızı kaybetsek haftalarca kendimize gelemiyoruz. Kimsenin canı iş yapmak istemiyor. Ama askerlik öylemi?  Bugün arkadaşını kaybeden kahraman er, yarın yine savaşmaya gidiyor. Üç ay hastanede yatıyor, iyileşir iyileşmez yine görevinin başına dönüyor. Her an bir yerlerde ölümün onu da bulabileceğini, şehit olabileceğini bile bile gidiyor.
İşin gerçeği, bu konuyu düşünmüyor bile. Çocukluk günlerinden beri aldığı eğitimin etkisiyle sadece verilen emirleri yerine getirmeyi, bu toprakları korumayı düşünüyor. Böyle görmüş, böyle alışmış. Kardan döşekte yatıp fırtınadan yorganı örtmeye alışmış. Etrafındaki büyüklerinden de böyle görmüş.

Naçizane görüşüm, vatanı korumak için gözünü kırpmadan canını verecek insanlar; başka bir meslek grubunu yetiştirmek için kullanılan bir anlayışla yetiştirilemezler. Üniversitede okutarak sirkçi de yetiştiremezsin, futbolcu da, asker de. Bazı meslekler, küçük yaşlarda edinilen becerilerin, yetkinliklerin ortak bir havuz içerisinde yoğrulmasıyla ortaya çıkarlar.
Sözünü ettiğimiz her üç konuda da asıl tema senden önce aynı yollardan geçmiş insanlarla bir arada yaşamış olmaktır. Bütün ömrü futbol sahalarında geçen çocukların veya bütün ömrü askeri okullarda ve kışlalarda geçen insanların başına Emin’i getirmekle, aynı yolları yürümüş birinin getirilmesi arasında dağlar kadar fark vardır.

Unutmayın, karşınızdakinin ayakkabılarını giymeden; onun neler hissettiğini bilemezsiniz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Ekim 2016 Salı

Ortopedi Profesörü

Günaydın Dostlar,

Arkadaşlarım az yürüdüğümü düşünüyorlar. Ben de biraz daha uzun yürümek istiyorum ama belimdeki kaymalar daha uzun mesafelere müsaade etmiyorlar. Benim 4,0 km gibi bir istiap haddim var, onun üzerine çıktığım zaman araçta sorunlar başlıyor.
Aslında ortopedi profesörü amca bu kadar yürümemi de istemiyor. Hatta hiç yürümemi istemiyor. Karatay teyzem de yirmi dakikadan fazlasına hiç gerek yok diyor. İşime geldiği için ben de amcalarımı, teyzelerimi dinlemeyi tercih ediyorum. Düşündüm de benim akrabalar da gittikçe artıyor.


Ortopedist amca bütün sorunun iki ayak üzerinde yürümekten kaynaklandığını düşünüyor. En son gittiğimde uzun süre bana boş boş baktı ve “Biliyor musunuz bütün bu sorunlar, insanların iki ayak üzerinde yürümeye başlamasından sonra oluşmaya başlamıştır.” dedi.

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Sanki iki ayak üzerinde yürüme olayının sorumlusu benim. Birileri üç trilyon yıl önce bu işe karar vermiş, amcam da hesabını benden soruyor. Şaşkınlığımı ve salaklığımı tam da üstümden atamamışken “Peki, nasıl yürümeliyiz?” diye bir soru sordum.

“Bütün diğer hayvanlar gibi bizim de dört ayak üzerinde yürümemiz gerekiyor.” şeklinde bir cevap geldi. Ne diyeceğimi bilemiyorum ama her şeyin fazlasının zararlı olduğu gibi tahsilin de fazlası bazı insanlar için zararlı olabiliyor.

“Ama kimse öyle yürümüyor ki.” diyebildim. Amcam da sinirli bir tavırla, “Zaten bütün sorunlar da ondan kaynaklanıyor. İki ayak üzerinde yürüme bel kısmına çok büyük bir baskı yapıyor.” dedi. Aslında daha bir sürü şey daha da söyledi ama şu anda bir kısmını yazamıyorum, bir kısmını da hatırlamıyorum.

Hatırladığım tek bir konu, amcanın bana dönüp “İsteseler ayılar da iki ayak üzerinde yürüyebilirler ama yürüyorlar mı?” diye sorması oldu. Kardeşim o ayıların tercihi. Ayrıca, onların camiada herkes öyle yürüyor. Bizim mahallede ayılar gibi yürüyen kimse yok Allah’a şükür.
Basit bir bel ağrısı diye gittik, adam bana “Bundan sonra emekleyerek yürü.” şeklinde bir tedavi önerdi. “Bak amcacığım bu senin söylediğinin bilimsel olarak bir açıklaması olabilir ama pratikte çok da mümkün görünmüyor, bu işin oluru nedir?” diye sorduğumda. “Ben de biliyorum olmayacağını.” şeklinde sert bir cevap verdi. Adama bak ya sanki sokaklarda ayılar gibi yürüme fikri benden çıktı.

Belime baskı yapacak her türlü aktiviteden uzak durmamı, ağır taşımamı, uzun mesafeli yürüyüşler veya koşular yapmamamı önerdi. Birkaç tane de bu işe yaralı olacak egzersizler tavsiye etti. Lafı hiç uzatmadan çıktım oradan. Adam emeklemeden başladı, ağır taşımamayla bitirdi. Pazarlık biraz daha uzarsa işin sonu nereye gider acaba diye çok korktum.

Özet olarak bende birazcık disk kayması varmış ama şansımı zorlamazsam ilerlemezmiş. O yüzden de Fener gol attığında kendimi havalara atmaktan vazgeçtim. Durun bir dakika ya yanlış yazdım, Fener zaten gol atmıyor ki.

Ben, Karatay teyzemin de söylediği gibi egzersizin de fazlasının zararlı olduğu görüşündeyim. Teyzem, fazla egzersizin (süreci tamamlayabilmek için) insanın üzerinde ekstra bir stres yarattığı görüşünde. Ayrıca birçok doktor da benim yaptığım gibi kısa yürüyüşlerin haftada bir kere 15 km yürümekten daha yararlı olduğu görüşünde. Bu, doktor amcaların görüşü; ben masumum.
4,0 km’lik minik yürüyüşlerim bana yetiyor. Bazen denize bakıyorum, bazen inşaatlara, bazen de sokaktaki insanlara. Simitçinin selamı, çiçekçinin günaydını, eczacının el sallaması da benim için olayın başka bir güzel kısmı. Hadi ben şimdi 4,0 km’lik yürüyüşümü yapmaya gidiyorum. Kim bilir belki bir gün bir yerlerde yollarda karşılaşırız.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Ekim 2016 Pazar

Kabahatin Yarısı Bizim...

Günaydın dostlar…

Bütün söylediklerinize katılıyorum. Bu ülkenin büyük şehirlerinde (başta İstanbul olmak üzere) yollar, köprüler, park alanları, tüneller, kaldırımlar hepsi yetersiz. Ne yazık ki bu büyüklükteki şehirlerin yükünü kaldıracak bir altyapımız yok.
Altyapımız olmadığı gibi, kullanışlı toplu taşıma sistemlerimiz de yok. Birbirine doğru dürüst bağlanmayan, bölük pörçük birkaç hafif raylı sistemden başka hemen hemen hiçbir şeyimiz yok.


Bütün bunları alt alta sıraladığınız zaman da, ortaya içinden çıkılmaz bir trafik düğümü çıkıyor. Bu gerçekleri kimse inkâr edemez ama yine de bizler biraz daha sorumlu davranmayı becerebilsek, trafik akışına büyük katkı sağlayabiliriz diye düşünüyorum.

Her geçen gün daha da kötüye giden, “aracımızı sağ şeride park etme” alışkanlığımızdan vazgeçerek bu duruma büyük bir katkı sağlayabiliriz. Minibüs Yolu gibi çok işlek bir yolda, gönül rahatlığı ile aracını sağ şeride park edenleri büyük bir şaşkınlıkla izliyorum. Bu nasıl bir rahatlıktır? Bu nasıl bir umursamazlıktır? İki şerit açık olduğu zaman dahi yetmeyen bir yolu, siz tutup tek şeride indiriyorsunuz. Ondan sonra geç geçebilirsen.

Minibüs yolunu örnek verdim ama diğer bütün caddelerde de durum çok farklı değil. Bağdat Caddesi’nden defalarca arabası çekilip götürülmüş insanlar tanıyorum ama yine de ısrarla sağ şeride park etmeye devam ediyorlar. Üstelik cezalar da çok yüksek. Cezası, çekme bedeli, park bedeli filan derken rakam çok yüksek meblağlara ulaşıyor. Sözde 3 şerit olan Bağdat Caddesi’nde genelde 1,5 şerit kullanabiliyorsunuz.

Kavşakları tıkama alışkanlığımızdan neden vazgeçemediğimizi de anlayamıyorum. Aslında çok basit bir iş diye düşünüyorum. Önüne bakacaksın, trafiğin durduğunu ve ileriye doğru gittiğin takdirde diğer yönden gelen yolu tıkayacağını gördüğün an, ileriye gitmeyeceksin. Bunu neden yapamıyoruz? Hiç gereksiz yere başka bir yol için de tıkanıklık yarattığımızı anlamıyor muyuz yoksa umurumuzda mı değil? Amerika’da, bu şekilde kavşakları tıkamanın çok ciddi cezası var.

Bu gibi büyük şehirlerde, trafiğin akışını durduracak veya yavaşlatacak her türlü eylemden uzak durmalıyız. Bütün trafiği birbirine katıp, defalarca şerit değiştiren insanların bütün o yaptıkları riskli hareketlere rağmen, benden sadece 2 araba önde olduklarına defalarca şahit olmuşumdur. Unutmayın, ister fabrika ortamı olsun, ister trafik ortamı hiç fark etmez; değişkenliklerin artması akışı bozar, verimliliği azaltır. Aynı felsefe diğer ilişkiler için de geçerlidir. Yoğun trafikte 50 kere şerit değiştirmeden gitmek çok mu zor? Yan şeritteki araçların önüne doğru çıkış yaptığınız her an, trafiğin akışında bir yavaşlama noktası yaratıyorsunuz.
Herkes mümkün olduğu kadar kendi şeridinden gitmeye çalışsa, trafik akışına katkısı olacağı kesin. Sık sık şerit değiştirenler dışında, bir de hiçbir şeritten vazgeçmek istemeyen arkadaşlar var. Bunlar, sanki dünyanın en normal işiymiş gibi çizgiyi ortalayarak gidenler. Arkadaş açıkgöz ya, bu şekilde giderek hangi şeritte daha avantajlı bir durum ortaya çıkarsa, o şeridi kullanacak. Avantajlı süreç bittiği zaman da, hemen yine şerit çizgisini ortalamaya devam edecek.
Akışı yavaşlatıp, herkesi zorda bırakan bir diğer durum da, sağa döneceğini bile bile, yolun köküne kadar sol şeritten gidip sonra oraları birbirine katarak sağa dönme hastalığıdır. Ben, bunu, bir türlü belli parametreleri yakalayamamış olmamıza bağlıyorum. Japonya’da görmüştüm; amcam ileriden sağa döneceğini biliyorsa, önünde 500 tane de araç olsa hemen sağ şeride geçiyordu. Neden? Diğer insanların haklarına tecavüz etmeyi, düzeni bozmayı sevmiyorlar da ondan…

Bunlar gibi daha birçok konuyu sıralayabiliriz. Yaptığımız en ters işlerden bir tanesi de ters yöne girmek. Bu konuda da bir şeyler yazmak istedim ama bu işi yapan sürücüler için söyleyecek bir şey bulamadım. Ne diyeyim, Allah kimseyi doğru yoldan ayırmasın.

Dünyanın birçok büyük şehrinde trafik sorunu hayatın kaçınılamaz bir parçası. Örnek olarak; şimdiki durumu nasıl bilmiyorum ama benim gittiğim zamanlarda, Moskova’da trafik hiç yürümüyordu. Trafik yürümüyordu ama gayet kullanışlı bir metroları vardı. Bizim gibi yolların rezilliğine muhtaç değillerdi.
Bilhassa İstanbul’daki dostlarıma sesleniyorum. Trafik akışını yavaşlatacak işlerden uzak durarak, bir gram da olsa bu duruma katkı sağlayabiliriz. 50 kere şerit değiştirerek çok büyük bir avantaj sağlamanız mümkün değil. Nedir bu acelemiz? Bilmesek; herkes bir an önce iş yerine varıp, arı gibi çalışmak istiyor zannederiz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Ekim 2016 Perşembe

Elektrikli Motosiklet...

Günaydın dostlar…

Son zamanlarda elektrikli motosikletlerin sayısı çok arttı. İstanbul trafiği için çok güzel bir çözüm olmakla beraber, sivrisinekler gibi her yöne uçuşmaları yüzünden çok fazla sorun yaratmaya başladılar.
Hangisinin sayısı daha fazla bilmiyorum ama bu araçların sivrisineklerden tek farkı, çok sessiz çalışıyor olmaları. Siz kendi halinizde kaldırımda yürürken bir anda dibinizde bitiveriyorlar. Bilmiyorum nasıl oldu ama bir yerlerde, bir toplantıda bütün elektrikli motosikletlerin kaldırımları kullanması hakkında bir karar alınmış herhalde.


Arkanızdan, sessizce bir anda o kadar hızlı bir şeyin geleceğini beklemediğiniz için de çok fazla kaza oluyor. Sabah yürüyüşlerim sırasında defalarca ufak tefek kazalar gördüm. Bu motosikletleri kullananların çarpmadıkları şey kalmadı. Yaşlı veya genç hiçbir ayrım yapmadan önlerine gelen her şeye çarpıyorlar. Bebek arabasından tutun da, çay taşıyan amcaya kadar her şeye çarptılar.

Dostlar, tahmin edemeyeceğiniz kadar çok kazaya sebebiyet veriyorlar. Yollarda yürürken, defalarca “Ben yarın sabah bu konuyu yazayım.” dedim ama ertesi sabah bilgisayar başına oturduğumda konu hiç aklıma gelmedi.

Bu sabah aklıma gelmesinin nedeni de, dün sabah bu tip bir öküzcüğün son hız benim yanımdan geçerek, caddedeki dükkânların birinden çıkan bir amcaya çarpması oldu. Kendi kendime, “Yuh; kaldırımda ne kadar da hızlı gidiyor.” dememe kalmadan olanca hızıyla amcama çarptı. 70 yaşlarındaki sevgili amcam bir anda kendini yerde buldu. Motosikleti kullanan çocuk da yarım yamalak kendisini yerde buldu.
Çarpışmanın şiddetinden ben amcanın çok zarar gördüğünü düşündüm ama yanına ulaştığımızda (Allah’a şükür) çok da bir şey olmadığını gördük. Bizim zarif amca gerçekten çok ucuz yırttı. Elindeki torbaları etrafa dağıldı, pantolonu yırtıldı, eli birazcık kesildi, kolunda ve dirseklerinde kanamalar vardı ama yaşananları gördüğümüz için, “Yine de ucuz atlattı.” diyoruz.
Amcamı kaldırmaya ve hasar tespit çalışmaları yapmaya çalışırken, benim kolumu tuttu ve gözlerimin içine bakarak, “Beyefendi memleket, memleket olmaktan çıktı.” dedi. Gözlerinin içindeki duyguyu anlatmam mümkün değil. O gözlerden istediğiniz her anlamı çıkarabilirdiniz. Ben, biraz yorgunluk, biraz hüzün, biraz umutsuzluk, biraz da çaresizlik gördüm. Sanki acıyan, kanayan dizi değil de, kalbiydi…

Bu olay sabah saat 10.30 civarı gerçekleşti. Düşünün ki, kahvaltınızı etmişiniz ve mağazalar açıldığında bir işinizi halletmek için sokağa çıkmışsınız. Daha 15 dakika geçmeden etrafta sivrisinekler gibi uçuşan motosikletler yüzünden başınıza gelmedik kalmıyor. Neden bana içini döktü onu da bilmiyorum ama herhalde kendi yaşına en yakın beni gördü.

Tabi ki öküzcüklerden bahsederken, etraftaki dükkânlardan koşuşup amcamla ilgilenen iyiliksever insanları da unutmamamız lazım. Hepsinden Allah razı olsun. Bu gibi durumlarda bizim ülkede ilk ne yapılır? Evet, doğru bildiniz; hemen koştu bir tanesi bir bardak su getirdi. Su her derde devadır. İnsanı bir tazeler, yeniden başlatır.

Bütün bu yaşananlara, elindeki çift kaşarlı tostu müşteriye yetiştirmeye çalışan çocuk ne dedi? Aslında soracaktık ama biz amcayı kaldıralım filan derken, bizim motorcu çekmiş gitmiş.

Bence bizim amcaya da en çok bu durum koydu. Son hız yaşlıca bir adama çarpıyorsun, sonra da ne olduğunu bile görmeye çalışmadan toz olup gidiyorsun. Kim bilir, belki de etrafta toplananlardan dayak yerim diye korkmuştur.
Arkadaşlar, böyle bir şehirde motosiklet çok iyi bir fikir ama üzülerek söylemek istiyorum ki, kaldırımlar sizler için değil. Sokakların, caddelerin durumunu hepimiz biliyoruz ama sizin motosiklet kullanmanız gereken yerler oralar. Son hız kaldırımlarda oraya, buraya giderek bu işi çözemezsiniz.

Motosiklet kullanan herkes araçların onlara dikkat etmediğinden, her an tehlike altında olduklarından şikâyet ediyor. Şimdi soruyorum. Yayalar için ayrılmış olan bölgelerde motosiklet kullanarak sizler de yayaların canını tehlikeye atmıyor musunuz?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

3 Ekim 2016 Pazartesi

Talebe Dayalı Üretim

Günaydın Dostlar,

Yaşadığımız dünyada her gün bir şeyler değişiyor. Sabahleyin son model diye aldığınız cep telefonunuz akşama doğru eski model oluveriyor. Eskiden kocaman binaların içine sığdırmaya çalıştığınız bilgisayar hafızasını şimdi minicik bir telefonun veya bilgisayarın içine sığdırabiliyorsunuz.
Bütün bu süreç içinde en az değişim sağlayan yerler üretim alanlarımız. Baktığınız zaman elli yıl önceki görüntülerinden çok da fazla değişen bir şey olmamış. Toplu üretim devriminden beri, ilerleyen teknoloji diğer alanlara girdiği ölçüde üretim alanlarımıza girememiş.




Tabii yıllar geçtikçe hatlar hızlanmış, bir takım otomatik ekipmanlar ve robotlar alınmış ama bu gelişmeler çok sınırlı kalmış. Programlandıkları zaman çok çeşitli işleri arka arkaya yapabilen robotlar henüz üretim ortamındaki yerlerini alamamışlar.

Yıllardır hiç değişmeyen üretim alanlarımızı teknoloji ile buluşturmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Günümüzün önde gelen firmalarının yavaş yavaş üretim alanına kaymasının nedeninin de bu tür bir düşünceden kaynaklandığını düşünüyorum. Dünya çapında bir yazılım firması birkaç gün sonra arka bahçesinde elektronik aletler üretmeye başlarsa bu duruma hiç şaşırmamamız gerekiyor.

Tek bir işi yapabilen robotlar artık çok enteresan değil. Çok çeşitli işleri arka arkaya yapabilen robotlar, bizler için talebe dayalı üretim yapabilmenin önünü açacaklardır. Bir üründen binlerce üretip haftalarca ambarlarda depolama günleri çok yakın bir zamanda tarih olacak. Teknolojiye ayak uydurup, talebe dayalı envanter tutup talebe dayalı üretim yapabilen firmalar yol alacaklar.

Günümüz, küçük farklılıklar yaratma günüdür. Üretimi herkes yapabiliyor ama farklılığı yaratmak yol aldırıyor. Yolda ilerlerken her vardığımız kavşak başında bizi bekleyen yenilikleri araştırıp en kısa zamanda yolculuğumuza dâhil etmenin yollarını bulmalıyız. Hiçbir değişiklik yapmadan yola devam edenler, çağa ayak uyduramayanlar; yolun sonundaki çağa uygun köprülerden, tünellerden geçerken zorlanabilirler. Kim bilir belki de hiç geçemezler.

3-D yazıcıların ne kadar çok yol aldığını hepimiz biliyoruz. Bilhassa plastik alanında çok uzun bir yol aldılar. Metal ve diğer konulardaki gelişmeler de çok geride değil. Arkaya doğru dönüp omuzunuzun üzerinden bakarsanız onların da hemen arkanızda olduğunu görebilirsiniz. Teknoloji büyük bir süratle geliyor. Ondan kaçmak yerine günlük işlerimizde nasıl yararlanabileceğimizin, nasıl daha iyi müşteri hizmeti verebileceğimizin yollarını aramalıyız.

Değişime ayak uyduramayanlar, çok yüksek miktarlarda üretim yapıp stoklamak derdindeyken; farklılığı yaratanlar, müşteriye özel üretim yapabilenler çoktan satışı bitirirler.

Müşteriye özel ürünleri toplu üretim hızında ve toplu üretim maliyetinde üretip sevk etmeyi başarabilen firmalar, yakın gelecekte çok fazla yol alacaklar. Yeni teknolojiler sayesinde toplu üretimler azalıp bölgesel ve talebe dayalı üretimler artacak. Dünyanın çevresini beş kere turlayarak mal sevk etmenize de gerek kalmayacak. Önündeki altmış saati göremeyen insanlar, nasıl altmış günlük sipariş versinler?
Gün fark yaratma günü, gün alışkanlıkların dışına çıkma günü.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…