29 Nisan 2016 Cuma

Bir İstanbul Masalı...

Günaydın dostlar…

Üç gün önce, Amerikan Konsolosluğu’na gidişimle ilgili bilgileri paylaşırken, oraya nasıl gidip geldiğimi de, başka bir sabah paylaşırım demiştim. Başka bir sabahı boş verin. Hazır konu tazeyken, bu konuyu da konuşup bitirelim.
Gerçek şu ki, Suadiye’den İstinye’ye gitmek, bu şehirde hiç de kolay bir iş değil. İstanbul’da yaşayan dostlarımız zaten bu konuyu çok iyi biliyorlar. Bu sabahki yazımızın amacı, bilhassa diğer şehirlerde yaşayan arkadaşlarımızın, dostlarımızın yarım günlüğüne de olsa bir İstanbul Masalı yaşamaları.


Daha önce de belirttiğim gibi, benim randevum saat 8.45’te idi. Saat 8.45’ten önce İstinye’de olmak için, saat 5.00’te yataktan kakmanız gerekiyor. Hazırlandın, çıktın; saat oldu 6.00. Benim, bir de kötü bir âdetim var; böyle bir yere, sakal tıraşı olmadan hayatta gitmem. Memur çocuğu olmanın etkileri herhalde…

İlk aşama, 500 metrelik bir yürüyüş yaparak Bağdat Caddesi’ne ulaşmak. Şansım yaver gitti, Cadde’ye varır varmaz, Kadıköy otobüsü geldi. Kadıköy otobüsüne bineceksin ama sonuna kadar gitmek yok. Söğütlüçeşme durağında inip, 250 metre kadar çamur içinde bir arsada yürüdükten sonra, metrobüse binmeniz gerekiyor.

Sabahın erken saatleri olduğu için metrobüste oturacak yer bulma şansınız çok yüksek ama oturamazsanız da üzülmeyin. Ayakta da kalsanız, 10 dakika içinde kendinizi Zincirlikuyu’da buluyorsunuz. Bu olayın bir de psikolojik boyutu var. Kilometrelerce uzamış, Boğaziçi Köprüsü kuyruğunun yanından gayet süratli bir şekilde geçmenin keyfi anlatılmaz, yaşanır. Benim gittiğim sabah kuyruğun ucu Fikirtepe’deydi.
Zincirlikuyu’ya varınca, “en azından karşıya geçtim” diye düşünerek kendinizi iyi hissetmeye başlıyorsunuz ama daha yolun yarısındasınız. Altgeçitten geçerek, metroya yürümeniz gerekiyor. Ben, bu altgeçidi çok fazla kullanıyorum ve yapılmış en iyi yatırımlardan biri olarak görüyorum. Her kim yaptıysa ve yaptırdıysa, Allah hepsinden razı olsun.
Altgeçitte, 500 metrelik kısa bir yürüyüşten sonra, metro durağına ulaştım. Bu aşamada yapılması gereken, metroya binerek İTÜ durağına gitmek olacaktır. Çok iyi hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam bu da 5 istasyonluk bir seyahat.

Benim orijinal planımda, bu aşamadan sonrasını taksi ile gitmek vardı fakat caddeye çıkar çıkmaz karşımda bir otobüs durdu. “Amerikan Konsolosluğu’na yakın bir yerlerden geçiyor musunuz?” diye hemen şoför amcaya sordum. Sokağın köşesinden geçtiğini öğrenince de hemen biniverdim.

Köşe de in, birazcık daha yürü ve karşında Amerikan Konsolosluğu. Ferhat, dağları delmiş. Cesareti varsa gelsin de Suadiye’den İstinye’ye gitsin. Saat 7.50. Demek oluyor ki; benim randevu saatime daha 55 dakika var.
Yolun karşısındaki kafelerde çay içmek de, bu sürecin bir parçası. Orada çay içmeyene, vize de vermiyorlar, pasaport da. Zaten başka bekleyebileceğiniz bir yer de yok. Kelimenin her anlamıyla tam bir dağ başından söz ediyoruz…
Sıkı güvenlik aramalarını geçip, içeri girdikten sonra benim işim yarım saat sürdü. İşi hallettik, dışarı çıktık ama şimdi aynı yolu geri gitmem gerekiyor.

Dönerken, gidişteki kadar şanslı değildim. Ne otobüs geldi, ne de taksi. Geçen taksilerin de hepsi dolu geçiyordu. Neyse, sonunda bir taksi geldi ve iki genç çocuktan daha atik davranarak (onlar uykulu gözlerle etrafa bakıyorlardı), attım kendimi taksinin içine.

Lafı uzatmayayım, yine aynı yolu takip ederek eve vardığımda saat 12.00 olmak üzereydi. Şimdi basit bir aritmetik yapalım. 6’da evden çıkıp, 12’de döndüğüme göre bu iş toplamda kaç saat sürmüştür? Doğru bildiniz, tam 6 saat. Yarım saatlik bir iş için harcanan, 6 saat.
Bu sabah konsolosluktan söz ettik ama Levent, Maslak civarındaki işleriniz için de durum çok farklı değil. Anadolu Yakası’nda yaşayan birinin o civarlarda 1 saatlik bir toplantıya gitmesi için; bizim sık sık yaptığımız gibi, en az 5-6 saat harcaması gerekiyor.

Simdi diyebilirsiniz ki; neden baştan taksiye binip gitmedin. Yollar ve köprüler o kadar kalabalık ki, daha çabuk gitmek mümkün olmazdı. Muhtemelen de daha uzun sürerdi.
Bir İstanbul Masalı, dediğime bakmayın, aslında bu gerçek bir İstanbul hikâyesi. İstanbullunun yollarda tükenen hayatının, yarım günlük bir yansıması. Hepimizin; 1 saat için, 6 saat harcamamız gerektiğini bildiği bir yaşam şekli…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

26 Nisan 2016 Salı

Telefon İstemiyorum...

Günaydın dostlar…

Dostlar; yazının başlığına aldanmayın, telefonu istemeyen ben değilim; Amerikan Konsolosluğu.
Ne yazık ki, terör ve kötü niyetli insanlar bugün hayatımızın bir gerçeği ve yaşanan her terör olayı hayatımızın biraz daha zorlaşmasına neden oluyor. Önlemler arttırıldıkça, yaşam kalitemiz düşüyor.


Çok güzel bir Ankara seyahatinin hemen ardından, sabahın köründe Amerikan Konsolosluğu’ndan randevu almak çok akıllıca bir iş değilmiş ama almış bulundum bir kere. Ankara’ya gitmek mi daha zor oldu yoksa İstinye’ye mi, bu konuyu başka bir sabaha bırakarak telefon konusuna değinmek istiyorum.

Konsolosluk, cuma günü, şunları getirin, bunları getirin diye bir liste yollamıştı. Ben de bu listeleri çok ciddiye alan bir insan olduğum için, (bir eksik kalmasın diye) listeyi iki kere okumuştum.

İstenenler tamam da, bir de e-mail de yazmış oldukları, “telefon istemiyoruz” lafı dikkatimi çekmişti. Binaya telefon sokmayacaklarını biliyordum ama hiç istemediklerini tahmin edememiştim.
“Telefonunu arabanda bırak da gel” diyorlar ama işin garip tarafı arabanı götürmeni de istemiyorlar. Gelen e-mail de, “burada araba park edecek yer yok, arabasız gelseniz çok iyi olur” yazıyor.


Arabanı getirme, telefonunu getirme, onu getirme, bunu getirme; Allah bilir çok yakında yün don giymeyi de yasaklayacaklar. Telefonu getirmeyeyim ama bu iş için yarım günümü sokaklarda harcayacağım, ya daha sonra lazım olursa ne yapacağım?
Burası İstanbul; gideceğin yere ya çok erken gidebilirsin, ya da çok geç. Bu şehirde zamanında bir yere gitmek gibi bir şansınız yok. Geç kalmayı sevmeyen bir insan olarak ben de erkenden İstinye’deki Amerikan Kalesine vardım. Yok yok yanlış yazmadım, orası konsolosluk değil; kale gibi inşa edilmiş ve de kale gibi korunan bir yer.

Randevu saatinize göre, gruplar halinde, ciddi bir güvenlik aramasından geçerek içeri girebiliyorsunuz. İçeri girerken de telefonunuzu sokamıyorsunuz. Sokamadığınız gibi girişteki güvenlikte de bırakamıyorsunuz. Güzel de, telefonu ne yapacağız? Allah korusun, insanın aklına bin türlü ihtimal geliyor.
Hemen üzülmeyin, güzel ülkemin güzel insanları iki dakikada çareyi bulmuşlar. Konsolosluğun karşısındaki çay bahçeleri, emanetçi hizmeti vermeye başlamışlar. Bizim insanımızın yaratıcılığına hayranım. Sistem çok güzel işliyor. Telefonunuzu veya diğer elektronik eşyalarınızı çay bahçesine bırakıyorsunuz, çıkınca da elinizdeki kartla telefonunuzu geri alıp gidiyorsunuz. Amerika’da veya Avrupa’da her hangi bir kafenin veya restoranın, sokağın şartlarını değerlendirerek böyle bir hizmet vermeye başladığını düşünebiliyor musunuz?

Onların aklına böyle bir fikir gelmez. Fikri siz verseniz bile; o zaman da “bizim faaliyet konumuza uygun bir iş değil” gibi filan bir şey söylerler. Yaratıcı ol kardeşim, boş ver faaliyet konusunu filan.

Konsolosluğun yerini bilen dostlarımızın da bileceği gibi o civarlarda pek bir şey yok. İki üç tane salaş kafe ve fotoğrafçıdan başka hiçbir şey yok. Böyle bir hizmet vermeseler, telefonunuzu bırakabileceğiniz hiçbir yer yok. Tek ihtimal, yukarıda ima etmeye çalıştığım seçenek olabilir ama onu da kimseye tavsiye etmiyoruz.

Telefonu bırakamayınca, içeri giremeyeceksiniz, içeri giremeyince de randevu saatiniz yanacak. Sonra tekrar internetten randevu al, tekrar 15 gün bekle ve yarım gününü harcayarak tekrar İstinye’ye git.
Dostlar; uzun lafın kısası, Amerikan Konsolosluğu’na giderken yanınızda hiçbir şey götürmeyin. Yün don giyerseniz de, kimseye söylemeyin…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Nisan 2016 Çarşamba

Teröre Karşı Omuz Omuza...

Günaydın dostlar…

Bizim Aziz amca, bir anda kendini tugay komutanı gibi hissetmeye başladı. Bıraksanız oyuncularını da yanına alıp Suriye’deki terör örgütlerine saldıracak.
Bu ülkede 35 yıldır terör var. Ne oldu da birdenbire Aziz Amca, terörün ülkenin en büyük sorunu olduğundan filan bahsetmeye başladı? Bu ülkede terör geçen sene başlamadı ki.

Doğrudur. Terör, Türkiye’nin en büyük sorunudur ama Aziz amcanın çabaları başarısızlıkların üzerini örtemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Zaten başarılarını sorduğunuz zaman da, hemen yaptıkları statları, çalışma tesislerini, villaları anlatmaya başlıyorlar. Biz spor kulübü zannediyorduk ama görülüyor ki, Fenerbahçe’nin ana faaliyet konusu inşaat ve taahhüt işleri.
 
Yıllarca müzmin ikinciliklere ve yarıfinallere mahkûm edilmiş bir takımın, çeyrek asırdır başında olan bir insan terör konusunu bir numaraya koyup, önüne gelen futbol yorumcusuna saldırmayı bir çıkış yolu olarak görüyorsa; demek ki başka da söyleyebileceği çok fazla bir şey yok.
Aklına gelen herkese saldırdı. Ne Şansal Büyüka kaldı, ne de Serhat Ulueren. Bugün ne oldu? Hepsi tek tek cevap verdi. Aziz amca amacına ulaştı. Bu didişme, hem kaçan şampiyonluğu unutturdu, hem de gelecek 5-6 hafta için yeni bir gündem yarattı. Ondan sonra da transfer dedikoduları başlar, bu seneyi de böylece yırtmış oluruz. Aziz amca da aptal değil, baktı ki bu taktik çok güzel işliyor, o da kullanmaya başladı.

İyi bir Fenerbahçeli olarak, üzülerek söylüyorum ki; Aziz Yıldırım’ın başkanlık süreci, genelde çok başarısız bir süreçtir. Bu süreç içinde rakip takımlar şampiyonluk rekoru kırdılar. Genelde, her sene ikinci olacak takım sezon başından belli. Kim şampiyon olursa olsun, Fenerbahçe hep ikinci oluyor. Rakamları bilmiyorum ama belki de ligi en çok ikinci bitiren takım Fenerbahçe’dir.

Hele bunu bir de harcanan para ile orantılarsanız, durum iyice korkunç bir hal alıyor. Büyük paralar ödenip de bir gram fayda alınamayan futbolcuların haddi hesabı yok. Daniel Güiza’dan, Milos Krasic’e, Mehmet Topuz’dan, Van Persie’ye kadar çok büyük bir yelpazeden söz ediyoruz.
Dünkü basın toplantısın da amca diyor ki, “Basket takımı Avrupa şampiyonu olsa ne olur, olmasa ne olur”. Doğru haklısın; bu takım zaten beton döksünler diye kuruldu. Hiçbir şey fark etmeyecekse, bu fakir ülkenin paralarını niye ziyan ettik. Neden şampiyonluk için uğraşan bir takım yarattık? Şampiyonlukları filan boş verin, en önemli konumuz terör demeye getiriyor. Aziz amca, sen içişleri bakanı mısın?

Ne yazık ki, bu amcalardan son zamanlarda ülkemizde çok fazla var. Her hangi bir koltuğa oturdukları zaman, o koltuğun yetki ve etki alanındaki toprakları, kendi babalarının çiftliği zannediyorlar. “Çiftlik benim, istediğim gibi yönetirim” laflarını çok fazla duyar olduk.

Ne Bahçelisi, ne de Bahçesizi, koltuğa yapıştılar mı, bir daha kalkamıyorlar. “Kafamı kızdırmayın 10 sene daha gitmem” diyor. Bu, ne kadar gereksiz ve saçma sapan bir cümledir. Herkes yapacağı icraatları ortaya dökerek başkan olmaya çalışır, bizimkiler de “sinirlendirmeyin gitmem” diyerek saltanatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Bütün bu amcalara son bir sözüm var. İnanmayacaksınız ama bütün bu sizin zannettiğiniz spor kulüpleri veya partiler veya şirketler veya derneklerin; hiçbiri sizin değil. Bilmiyorum bu sizlerde şok etkisi yarattı mı ama gerçekten hiçbiri sizin değil.
Siz, etrafınızdakilerin sizlere mal sahibiymişsiniz gibi davranmalarına kanmayın. Gerçekten hiçbiri sizin değil. Gün olur devran döner. Koskoca Kanuni’ye kalmamış bu dünya, sizlere de kalmaz.

Ömür denilen şey kısa bir yolculuktur, tren bir anda istasyona giriverir…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

19 Nisan 2016 Salı

Bazıları Oynar Bazıları Seyreder...

Günaydın Dostlar,

Bu dünyada iki ayrı grup olduğunu düşünürüm. Bir oynayanlar grubu vardır, bir de oynayanları seyredenler. Bizler seyredenler grubundan oluyoruz. Hatta bırakın bizleri bu coğrafyadaki herkes seyredenler grubuna dâhil. Ortadoğu’nun tamamı da dâhil olmak üzere, bizler fabrika ayarlarımız seyretmeye ayarlanmış olarak doğuyoruz. Orijinal ayarlar bu şekilde olduğu için de sonradan onları değiştirmek çok zor oluyor.
Konumuz ne olursa olsun, biz her zaman uzaktan izliyoruz. Adamlar televizyon üretiyor, biz o televizyonlarda sabahlara kadar dizi seyrediyoruz. İşin yaratıcılık, bilgi ve çok çalışma gerektiren kısmını onlar yapıyor, aylaklık ve boş boş oturma kısmı da bize kalıyor.



Sabahlara kadar izleyerek, yapımcısını Türkiye’nin en zengin adamlarından biri yaptığımız, yarışma programlarında da durum çok farklı değil. Adamlar üretiyor, biz de para vererek benzer bir yarışmayı bu ülkede yapma hakkını satın alıyoruz. İşyerinde oynayan onlar, parasını verip seyreden bizler.
Sabah yürüyüşleri sırasında, duvarlarda gördüğüm bir ilan dikkatimi çekti. Çocuklar için Uzakdoğu’dan gelmiş bir şovdan bahsediyordu. Düşündüm kendi kendime de bu yaşa geldim bir tane bile bu tip yerli bir şov görmedim. Yine onlar oynuyor,  biz seyrediyoruz. Onlar çalışıyor, didiniyor, yaratıyor; biz parasını verip seyrediyoruz. Ne de olsa yapımızda bir ağalık vardır.

Basketbol ve voleybol takımlarımız Avrupa’da final oynuyor diye böbürleniyoruz ama baktığınız zaman takımların çoğu yabancı oyuncularla dolu. Anadolu çocuklarının oyunda kalma süresi %10'u geçmez. Oyunun tamamının %90’ını yabancılar oynuyor. Teknik kadroların bile hepsi yabancı. Adamlar oynuyor, biz parasını verip seyrediyoruz.

Tabii futbolda da durum çok farklı değil. Yabancılar oynuyor biz seyrediyoruz. Yabancı olmayanlar da %90 Avrupa’da doğmuştur. Aynı çocuk Türkiye’de doğunca olmuyor, Almanya’da doğunca oluyor. Neden? Çünkü orası oynayan topraklar, burası seyreden topraklar.

Oynama kabiliyetimiz yok ama seyretme konusunda çok başarılıyız. Bazen tek tük oynayan birileri çıktığı zaman onlar da gidip Amerika’da, Avrupa’da oynuyorlar. Dün akşam, gazete manşetlerinde bir şeyler oynayan başarılı bir doktora öğrencisi ile ilgili bir haber gördüm ama iki satır okuyunca onun da bu çalışmalarını Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde yaptığını öğrendim. Neden? Çünkü orası oynayan topraklar.
Havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama ne yazık ki bu topraklar oynamaya hiç uygun değil. Yapabileceğin tek şey düğünlerde göbek atmak olabilir. 5000 yıldır göbek atmaktan başka bir milim ileri gidemedik. Siz hiç buralarda yaşayan bir kişinin bir şeyler icat edip de bütün dünyaya sattığını duydunuz mu?

Turizm sezonunun yavaş yavaş açılıyor olması Türkiye’nin yine bir animatör cennetine dönüşeceğini müjdeliyor. Ruslar, Ukraynalılar oynuyor, biz parasını verip seyrediyoruz. Turistik tesislerde sahnede görebileceğiniz tek yerli ekip folklor ekibidir. Genelde ya göbek atarız ya da en fazla folklor oynarız. Beş metreden düşen kızı kucağında tutanlardan bizim ülkede yetişmiyor.

Kentsel dönüşüm kapsamında etrafımız inşaatlarla doldu. Bizim sokakta tahmin edebileceğiniz her türlü makine var. Yıkanı var, deleni var, yükleyeni var, parçalayanı var, her çeşidi var. Kim üretmiş bu makinaları? Tabii oynayanlar. Biz ne yapıyoruz? Onların ürettiği makinaların kamyonlara taş, toprak yüklemesini seyrediyoruz. Hatta bu iş için para vermeniz bile gerekmiyor.

En başarılı olduğumuz konulardan biri de trenlere bakmaktır. Hepinizin bildiği gibi trenleri izlemeyi ben de çok severim. Şarabını yudumlarken, gara girip çıkan trenleri izlemenin bambaşka bir keyfi vardır. Adam trenleri üretir, biz seyrederiz.
Adamların aya inişini izleriz ama dönüp de bir arpa boyu yol alamayız. 100 yılda, Muş’un yokuş yollarından Ankara’nın bağlarına kadar gelebildik.

Seyreden milletler, her zaman paralarını oynayanlara vermek zorundalardır. Adam yapar, sen izlersin, bittiğinde de adamı zengin edersin. Ürettiğin 130 milyon ton patates de adamın yaptığı köprünün bir ayağının bile parasını karşılamaz. Sen neden yapamıyorsun? Çünkü o çalışırken sen yarışmadan bu hafta kimin gönderileceğinin dedikodusunu yapıyordun.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Nisan 2016 Pazartesi

Çok Yazıkmış...


Günaydın dostlar…
Yazık filan değil. Aslında bu işi çok güzel özetleyen bir atasözümüz da var ama sabah sabah bu tip örnekler vererek tepki çekmek istemiyorum. Nedir bu sabahki konumuz? Çok büyük paralar alarak beceremeyeceğin bir işe kalkışmak.

Paraları alırken güzel, şov yaparken güzel, omuzlarda taşınırken güzel, İstanbul’un en güzel semtlerinde otururken güzel ama beceriksizlik tavan yaptığında hiçbir türlü tepki almayacaksın. Böyle bir dünya yok. Varsa söyleyin de hep beraber gidelim.

Dün akşamki Fenerbahçe maçını seyredenlerin de gördüğü gibi, beceriksiz dünya yıldızlarımız büyük tepki aldılar. Yuh sesleri bütün maç boyunca sürdü gitti. Bu olaydan en çok nasibini alanlar da en pahalı olanlardı. Yani, Van Persie, Nani ve Diago.
Seyircinin sabrı taştı. Kimse unutmasın ki bu seyirci bu statta Alex’i bile yuhaladı. Yıllarca bu takıma inanılmaz başarılar kazandırmış olan Alex, 2-3 maç kötü oynadı diye yuhalandı. Böyledir bu toprakların seyircisi. Geldiğinde seni omuzlarda taşır, kendini kral gibi hissetmeni sağlar, oynamadığın zaman da bir anda seni listenin en alt sırasına indirir…

Futbol bu, çok iyi oynayıp yenilebilirsin de ama seyirci o ruhu, o çabayı göremiyor. Herkesi deli eden ve kâğıt üzerinde de olsa dünya yıldızı olan oyuncuları yuhalamaya iten gerçek, bu isteksizlik ve enerjisizlik durumudur.

Yuhalandılar da ne oldu? Bu duruma daha fazla dayanamayan Van Persie’nin eşi tribünlerde ağlamaya başladı. Bence ağlayacağına, “Hey Persie biraz çalışsana kıçını kaldıracak halin yok, ayağının altından geçen topa vuramıyorsun” diye onu uyarsa daha yararlı olurdu. Hele ki yaşı geçmiş eski yıldızların, belki de herkesten daha çok çalışması gerekiyor. Sen istesen de vücut isteklerine senin istediğin şekilde karşılık vermiyor.
İşin ilginç yanı, teyze ağlayınca, bizim duygusal basınımız hemen bunu manşet yapmaya başladı. Bayılırız mağdurun yanında olmaya. Mağdur edebiyatı, bu toraklarda olduğu kadar başka hiçbir yerde iş yapmaz. Bir anda, Van Persie’nin tuvalete gidecek hali olmadığından kimse bahsetmez oldu. Yazıkmış da, bilmem neymiş de…

Futbolcuları boş verin, kendi dünyamızdan düşünelim. Kamyon dolusu para alarak bir yerlerde işe girsek ve beklenen işi yapamasak, sizce bize ne yaparlar? Hepimiz bir yerlerde çalışıyoruz ve çalışma hayatımız boyunca duymadığımız eleştiri, söylenmedik laf kalmıyor. Bizler 3 kuruşluk maaşımızla bütün bunları sineye çekebiliyorsak, Persie amca ve ailesi de çuvalla para alırken bu eleştirilere katlanabilirler diye düşünüyorum.

Dün akşam bir arkadaşım, “işyerinde amirinin veya başkalarının sana ağır bir şeyler söylemesiyle, bütün bir stadın hep bir ağızdan seni yuhalaması aynı şey değil” diye bir yorum yaptı.

Kesinlikle katılıyorum ama inanın bizlerin aldığı parayla Van Persie’nin aldığı para da aynı şey değil. Hem de hiç değil…
Doğanın kanunu böyle yazılmış. Sana çok artı getiren bir şeyin, her zaman çok eksi getirme riski de vardır. Hepimiz, “aldığım parayı hak edebilmek için elimden gelen her şeyi yaptım” diyebilmeliyiz. Bunu diyebiliyorsan, akşam da yastığına sarılıp bebek gibi uyursun…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Nisan 2016 Cumartesi

Çok Önemli Bir Grup...

Günaydın dostlar…

Eski işyerimde çalıştığım dönemlerde, Konya Şeker bizim en büyük tedarikçilerimizden bir tanesiydi. Bu nedenle de yılda bir-iki kere Konya seyahati yapardık. Güzel dostluklar kurmuştuk ve her gittiğimizde, Konya’da da, Çumra’da da çok güzel vakit geçirirdik.
Gidiyorduk gitmesine ama o yıllarda Konya’ya gitmek şimdiki kadar kolay değildi. Günde bir tane uçak vardı, o da sabah 9.00 gibi gider, bir saat kadar sonra da geri dönerdi. Bir saat içinde bütün işlerimizi halledemeyeceğimize göre, her gittiğimizde bir akşam Konya’da kalmak zorunda kalırdık. Ayrıca, bu uçuş da Atatürk Havalimanı’ndandı, henüz Sabiha Gökçen uçuşları başlamamıştı.


Bu durumdan da hiç şikâyetçi değildik zira oradaki dostlarımızla güzel yemekler yer, kocaman bardaklardan şaraplar içerdik.

Konya’ya ilk gitmeye başladığımız yılların bir tanesinde, yine planlanmış bir akşam yemeği vardı ama ben kendimi çok yorgun hissettiğim için otele bırakılmak istedim. Çumra’ya git gel, bütün gün çok sıcak bir fabrika ortamında dolaş derken, epeyce yorulmuştum.

Sağ olsunlar, saat 17.30 gibi İstanbul Yolu’nun 20. Kilometresindeki otele getirip bıraktılar. Otelde ciddi boyutta bir tenhalık vardı ama resepsiyondaki çocuk, “Bu akşam oteldeki tek müşterimiz sizsiniz” dediğinde epeyce bir şok olmuştum. Otuz katlı otelde bir tek Emin.
Odama çıktıktan bir saat kadar sonra geri aşağıya inip yiyecek bir şeyler bulmak istedim ama her yer kapalıydı. Giriş katında sağ tarafta bir bar vardı ama o da kapalıydı. Kapısındaki rezil bir kâğıdın üzerine yazılmış ilan dikkatimi çekti. Kâğıdın üzerinde çok kötü bir el yazısı ile saat 21.30’da çok önemli bir grubun sahne alacağı yazıyordu.
Üstelik bu grup benim en çok sevdiğim gruplardan bir tanesidir. Bu yazıyı yazarken, sabahın bu saatinde bile dinliyorum. Yazıyı gördüm ama benden başka müşterisi olmayan bir otelde gerçekten bu grubun çıkma ihtimalinin sıfır olduğunu düşündüm. Kendi kendime, “İsmi taklit eden çakma mahalli bir grup herhalde” diye düşündüm.

Yemek arayışım sürerken, kapıdaki genç arkadaş bana yan taraftaki alışveriş merkezine gitmemi, orada yemek bulabileceğimi söyledi. İşin garip tarafı orada da tek müşteri bendim. Bütün dükkânlar açıktı ama koridorlarda yürürken kendi ayak seslerimi duyuyordum. “Kimdir bu dışarıda yürüyen?” diye, çalışanlar dükkânlardan dışarı çıkıp bana bakıyorlardı.

Uzun lafın kısası, bomboş kocaman bir alanda kendi başıma çok güzel bir etli ekmek yedikten sonra tekrar otele döndüm.
Dönünce de tekrar bizim sağ taraftaki bara baktım ama kapı halen kilitliydi. Saat olmuş 20.00, “Saat 21.30’da çok önemli bir grup” diyorlar ama halen bir gram hayat belirtisi yok. “Zaten sakat bir işti, tek müşterinin olduğu bir otelde müzik grubunun ne işi var” diye düşünerek, çıktım tekrar odama.

Yatağın üstünde iki saat kadar yattıktan sonra, (bir yay burcu olarak) bir anda şeytan dürttü. Kalkıp, giyinip tekrar bizim bara indim. Bir de ne göreyim, içerisi tıklım tıklım, oturacak tek bir yer bile yok ve gerçekten de sözü edilen grup sahnede. Biri bana, iki saat içinde bu bar dolacak deseydi, olmayacağını düşünerek çok yüksek bir rakama iddiaya bile girebilirdim. Ne demişler? Kimse dış görünüşe aldanmasın. Her zaman, “Yarın ne olacağı belli olmaz” derim ama Konya’da iki saat sonra ne olacağı belli olmadı.

Binanın en yaşlısı (hatta bütün mahallenin) ve otelin tek müşterisi olarak, bana hemen barda oturacak bir yer buldular. İçki içerek, güzel müzik dinleyerek tek başıma hayatımın en güzel gecelerinden bir tanesini geçirdim. Haklısınız, bu bar bir anda nasıl doldu diye merak ediyorsunuz. Barı dolduranlar, yolun öbür tarafındaki üniversiteden gelen pırıl pırıl gençlerdi. Nasıl saygılı, nasıl iyi niyetli bir grup vardı anlatamam. Ülkenin dört bir yanından gelmiş gençlerle çok güzel sohbet ettik.

Ayıptır söylemesi, içki içmenin de dibine vurduk. Alkol tüketiminde Konya’nın neden her zaman ilk sıralarda olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Gariptir bu hayat. Benim yemek yiyecek hâlim yok diye odana gidersin, sonra da sabahın 3.00’üne kadar çok önemli bir grubun konserinde azarsın. Muhtemelen bir daha hiçbir zaman görmeyeceğim, görsem de tanıyamayacağım gençlerle, hayatımın en güzel gecelerinden birini geçirdim…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


14 Nisan 2016 Perşembe

Başarı

Günaydın Dostlar,

Etrafımdaki herkes büyük bir yarış içinde. Çocuklarını yüksekokullara ve daha sonra gelecek olan iş hayatına hazırlayabilmek için zavallı annelerin, babaların yapmadıkları kalmıyor. Maddi, manevi bütün imkânlarını ortaya döküyorlar.
Kimimiz bu uğurda iki ev parası harcıyoruz, kimimiz de oradan buradan kısıp gerekirse aynı ayakkabıyı on sene giyerek çocukları okula yolluyoruz. Herkes inanılmaz ve acımasız bir yarışın içinde.

Yarışanlar kim? Bir numarada anneler var. Kesinlikle bu yoldaki en hırslı kişiler anneler. Çocuklar daha yolun başına gelmeden anneler yolun yarısına koşuyorlar. Babalar da hırslı ama annelerin hırsı ile mukayese bile kabul etmez. Doğru tahmin ettiniz, en az hırslı olan da çocuklar.
 
Akademik yönü güçlü olan çocuklar okul hayatında başarılı oluyorlar. Hele bir de hem çalışkan hem de zeki iseler onları kimse durduramıyor. En iyi okullardan en iyi derecelerle mezun oluyorlar.
Çocuk okulu bitirdikten sonra iş yine anne babaya düşüyor. Okullara yatırdığınız parayı bin yıl içinde geri alabilmeniz için çocuğu bir yerlerde işe sokmanız gerekiyor. Bunu nasıl başaracaksınız? Türkiye’deki diğer bütün konularda olduğu gibi tabii ilişkileriniz sayesinde. Ahmet amcaya rica edeceksiniz, Ayşe teyzenin tanıdığına soracaksınız ki çocuk bir yere girebilsin.

Bu korkunç yarışın içindeki çocukların çalışmak ve testlere hazırlanmak dışında başka hiçbir şey için vakitleri kalmıyor. En büyük ilişkiler okul yıllarında başlar ve seni bütün iş hayatın boyunca taşır. Hele de bizim ülkemizde bu parametrenin önemi çok büyüktür ama gelin görün ki bizim zavallı, testlere programlanmış çocukların arkadaşla filan uğraşacak zamanları kalmıyor. Bilgisayar oyunları oynamayı arkadaşlarla vakit geçirmekten daha çok sever bir hale geldiler.

“Ben odaklı” ve fabrika ayarları şahsi başarıya ayarlanmış olan çocuklar, iş hayatına başladıkları zaman muazzam bir bocalama geçiriyorlar. Birileri bu çocukların karşısına çıkıyor ve takım olmaktan filan söz etmeye başlıyor. Çocuk şokta. Ne takımı kardeşim? “Ben birinci olmaya geldim buraya, bana değer katmayacak hiçbir işin de içinde olmam.” diye söylenmeye başlıyor.

Okul yıllarında ilişkilerini geliştiremeyen apartman çocukları, her türlü ilerleyişin ilişkiler sayesinde yürüdüğü iş ortamında bocalayıp kalıyorlar. Dünyanın en iyi işini de yapsa kendi dünyasında yaşadığı ve de ilişkiler halkasına dâhil olamadığı için hiçbir yere varamıyor. Kendi varamadığı gibi her akşam beraber takılan insanların sürekli olarak yarış arabası gibi yanından geçip gittiğini görüyor.

Sen istediğin kadar “Ben ondan çok daha başarılıyım.” diye kıçını yırt. Sen çalışırken diğerleri rakı masalarında işleri bitirdiler bile. Sen, bütün gün çalışarak sağladığın bin gramlık başarıyı kimselere anlatamazken diğerleri yemek masasında bir gramlık başarılarını arka arkaya beş kez anlatıyorlar. Bütün okul süreci boyunca çok başarılı olmuş olan çocuk bir darbe daha yiyor. Millet ilişkilerini geliştirirken o bir tane daha soru çözmüş ama günümüzün iş hayatında bir işe yaramıyor.
İş hayatında, düzgün iş yapmak çok önemlidir ama başarılarını çeşitli ortamlarda anlatabilmek, sunabilmek yaptığın işten çok daha önemli bir parametredir.

Anadolu takımlarında gol kralı olduktan sonra Fenerbahçe’ye gelip sıradan bir oyuncu olmanın psikolojisini kaldıramayan futbolcular gibi ortada kalıyorlar.
Sevgili Muhtar Kent’in “Bugün iş hayatındaki başarının %70’i ilişkilerden geçer.” dediği söylenir. Doğru mu bilmiyorum ama söylememişse bile bu düşünce çok doğru bir tespittir.
“Ben kendi işimi yaparım, eşek gibi de çalışırım, müdür olurum.” Güzel diyorsun da sevgili kardeşim, senin bu yaklaşımla ilerleme şansın %15’den fazla değil. İç ilişkiler halkasına dâhil olmadığın için ilerleme konusu gündeme geldiğinde senin adın bile geçmez.

Bizim çocukluğumuzda “Çok düzgün bir insan, evinden işine gider, akşam da iş çıkışı hemen evine döner.” gibi bir tarif vardı. Genelde erkekler için kullanılan bu tarif iyi bir şeydi. Mazbut aile babası imajı o devirlerde para ederdi.

Üzülerek söylüyorum ki bu devirde beş para etmez. Herkes toplanmış yemek yerken sen evinde oturuyorsan müdür de her akşam bir arada olanlardan biri olur, sen de evinde oturmaya devam edersin.
İlişkilerin Amerika’da da iş hayatında büyük rolü vardır ama bu topraklarda hemen hemen bütün işler ilişkilerle dönüyor. Okullar çocukları akademik olarak hazırlıyor ama değişen pazar şartlarında ilişkiler için de bir şeyler yapmalılar. Şehir hayatının getirdiği bireyselleşmeler, çocukları başarının elektronik bir oyunda beş gol atmak olduğunu düşünmeye itiyor. Bütün hayatını elinde tabletlerle geçiren çocuk da iş hayatına girer girmez ilk golünü yiyor.

Sevgili çocuklar, bu sabahki yazım size. Akademik başarı şart, yabancı lisan öğrenmek şart ama bunlara paralel olarak ilişkileri çok iyi yönetmek de şart. Otuz yaşından sonra ilişkilerinizi büyütemezsiniz. En uzun ilişkiler okul ilişkileridir. Hemen belirteyim, bu yaz ben liseden mezun olalı tam kırk sene geçmiş olacak ama ben halen lise arkadaşlarımla büyük bir sevgi ile görüşüyorum.
Bunu yazarken de “Gidin ona buna yılışın.” demek istemiyorum. Düzgün, seviyeli, akıllı ilişkilerden söz ediyorum. Bir gün bir iş yerine girdiğinizde hiç beklemediğiniz bir anda okul arkadaşınızın karşınıza çıkması kadar güzel bir şey yoktur. Ortak bir geçmişiniz olan insanlarla her zaman daha rahat konuşursunuz.

Gençler, unutmayın diye bir daha tekrar ediyorum. Bugün iş hayatındaki başarının en az %70’i ilişkilere endekslidir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 Nisan 2016 Cumartesi

Yarın

Günaydın Dostlar,

Yarın ne olacağının hiç belli olmayacağını artık hepimiz çok iyi öğrendik. Anlayamadığımız konu yarının ne zaman olduğu konusudur. Yarın, hiç bitmeyen uzun yılların sonundaki ışık mıdır yoksa jet hızıyla geçen zamanın arkasında bıraktığı toz duman bulutu mudur?
Kim bilir belki de gözünde bile canlandıramadığın sürecin bir gün sonrasıdır. Çok uzun bir boşluktan sonra gelen tek bir gün, senin için yarındır. Yaz güneşinin Anadolu’nun soğuk gecesine bağlandığı tek bir gün. Yarın; geçmişin derinliklerinden çıkarılıp bugüne bağlanan tek bir gün, tek bir sabah olabilir mi?


Saatlerin gece yarısını geçmesi yarını getirmez. Güneş’in ertesi sabah yeniden doğması da yarını getirmez. Yarın belki dündür, belki de kırk yıl öncesinde bir zamandadır. Yaşadıklarımızı ve yaşayacaklarımızı güneşin doğup batmasına göre bir sıralamaya sokmaya kalkışırsak çok yanılırız. Senin kalbindeki sıralama ile Saatli Maarif Takvimi'nin sıralaması birbirine uymaz.

Biz bilmesek de yarının güneşi yıllar önce doğmuş olabilir. “Güneş battı.” yorumu da bizim kendi kendimizi inandırma çabalarımızdan başka bir şey değildir. Aslında batan bir şey yoktur. Sen gözlerini kapatıp karanlıklara yürürsen suçu güneşe atmaya çalışmak vicdanını rahatlatmaktan başka bir işe yaramaz.

İnan ki senin terk ettiğin topraklarda güneş yarınlarda her zamanki parlaklığı ile parlıyor. Ne olup bittiğini bilmeden, hiçbir şey hatırlamadan geceye yürüyen sensin. Gökyüzünde parlayan yıldızları görme hevesi seni karanlıklara itti. Evinin üstünde güzel gözleriyle sana bakan, sımsıcak ellerini sana uzatmış güneşi göremez oldun.

Geçmişe geri dönmek için otobüse binemezsin. Hele uçak hiç olmaz ama kocaman beyaz bir güvercin, seni geçmişin yarınlarına götürebilir. Ellerini bıraktığın zaman, bir anda kendini geçmişin eskimeyen resimlerinin sıcacık çerçevesinin içinde buluverirsin. Sanki geçmiş hiç yaşanmamış, yıllar su gibi akıp gitmemiş ve geçen zaman hep bugünmüş.

Yarını konuşmanın en güzel yanı bugünden başlamasıdır. Kalbini dinleyip, beyninden süzüp kararını doğru vermen gerekir. Kocaman kadehin içindeki kırmızı şarap bugün müdür yoksa yarın mıdır? Yanlış düşünüyorsan, aslında bugünse sonra bugünü yaşayamadığın için yarın çok pişman olursun. Yaşananlar gösterdi ki yarının bugünün devamı olması gerekmiyor.
Tahta duvarlardan yankılanan eskilerin rock parçalarının sessiz gürültüsü aslında dünlerde değil de bugünlerde yarın için yapılmıştır. Dünler için yapılmış olsaydı bugün hayatımızın bir parçası olur muydu?

Sen fark etmeyebilirsin ama bugünün karanlığında belki de yarın çoktan olmuştur. Sen bugünün yarın olduğunu anlayamadığın için yarını yaşayamadan bir anda kendini bir sonraki günde bulabilirsin. Geçmişin unutulmuş anıları ile bugünün gerçekleri el ele tutuşup sessizce yarının merdivenlerinden çıkıp giderler.

Garip bir histir bu. Sanki geçen günler hiç yaşanmamış, kaybolup giden yıllar bugün yaşayacağın yarınların habercisiymiş gibi gelir insana. Yarının tarifini doğru aldığını zanneden insanlar, hayatın çıkmaz sokaklarında uğraşıp dururlar. Ne içindir çabaları? Tabii yarının başladığı o noktaya ve o dakikaya dönebilmek içindir.

Bugünün kıymetini bil; yarın belki hiç gelmez, belki de bugün yaşanmıştır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…