20 Aralık 2020 Pazar

Savaşçı

Günaydın Dostlar,

Kimse size savaşçı olmayı öğretemez. Ne okulu var ne de kursu. Bu konuda özel ders de alamazsınız. Doğuştan kumaşınız savaşçı değilse yapabileceğiniz çok fazla bir şey yok. Terslikler karşısında bazı insanların çok çabuk morali bozulurken savaşçılar sürekli konunun üzerine giderler.


Gördüğüm en büyük savaşçılardan bir tanesi sevgili babamdı. Hayat karşısına ne çıkarırsa çıkarsın, hiç söylenmeden konunun üzerine giderdi. Bir şey yapılacaksa hemen yapılmalı diye düşünürdü. “Ben henüz psikolojik olarak hazır değilim.” şeklindeki cümleleri hiç anlamazdı. Alzheimer ile savaştığı yıllar içinde de gereken her şeyi hiç düşünmeden, hiç korkmadan yaptırdı.

Hiçbir zaman yenilgiyi kabul etmeyen bir başka dostum da Sevgili Gülgün’dür. Her zaman bir yol olduğuna inanıp asla pes etmez. Bugüne kadar dâhil olup da kazanamadığı bir savaş hiç görmedim. Gülgün akıllıdır, pratiktir, çalışkandır ama hepsinden önemlisi savaşçıdır. Hem de iyi bir savaşçıdır.

Sürekli düşünür. Yaşanması muhtemel senaryolara karşı her zaman hazırlıklıdır. “Bu da nereden çıktı?” demez. Bununla ne yapacağının planını yapar. Aylar, yıllar hiç fark etmez. Savaşı son cepheye kadar kovalar.

Bakkala bile bakımsız gittiğini göremezsiniz. Her zaman hazırlıklıdır ve belli bir Gülgün havası vardır. Savaşlara da hazırlıksız gittiğini göremezsiniz. Yolun karşısına bile hazırlıksız geçmeyen bir insan, başka bir yere yataktan kalktığı gibi gider mi? Gitmez vallahi. İnanmak ve hazırlık yapmak kazanmanın en az yarısıdır. Bu iki özellik de sevgili Gülgün’de fazlasıyla vardır. Sonuçta her hangi birinden söz etmiyoruz, o bir savaşçı.

Sevgili Gülgün, “üşenmek” kelimesinin anlamını bile bilmez. Burada hemen size bir de sır vereyim, üşengeç insanları çok da sevmediğini düşünüyorum.

Hepimiz irili ufaklı bin türlü sorunla uğraşıyoruz. Savaşlar hayatımızın bir geçeği. Bazı insanlar savaşlarını başkalarının üzerine yıkar, diğerleri de Gülgün gibi kendine saklar. Kendi savaşını kendi kazanır. O kadar fazla lider ruhlu ki fabrika ayarları hemen çözüme odaklanıyor. Ne savaşlara girip ne cephelerden çıktığını çok yakınındakiler bile bilmez. Mızmızlanacak biri değil, o bir savaşçı. İnanmıyorsanız soyadına bakın.

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki hayat her sabah yeni bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Akşam cin gibi sapasağlam yatıyorsun; sabah kıçın, başın her tarafın ağrıyarak uyanıyorsun. Ben kendi kendime “Yağmur yağacak ya ondan herhalde.” diyorum. Belki de yaşın ilerlemesinden olabilir mi?

Her sabah kalkıp aynı şekilde motive olmak hiçbirimiz için çok kolay bir iş değil, savaşçı olmak gerekiyor. Cephede savaşan bir askerin “Ben bugün havamda değilim, hiç savaşacak hâlim yok.” dediğini düşünebiliyor musunuz? Ben de düşünemiyorum. Savaş devam ediyor ve onun bir günlük izin kullanma şansı yok. O bir savaşçı.

Bu insanların düştüğü hiç olmuyor mu? Tabii oluyor, onlar da robot değil sonuçta. Öyle günler oluyor ki “Savaşmaktan bıktım.” diye isyan ediyorlar. Huzurlu günler istiyorlar. Savaşların bittiği, barışın geldiği günler arzuluyorlar. Sonra da güneş ışıklarını tekrar göstermeye başladığında tekrar kalkıp tekrar savaşa gidiyorlar. Neden? Onlar bir savaşçı.

Gülgün bugün bir yaş daha büyüyecek. Tabii bir Yay burcu ne kadar büyüyebilirse. Bayram, seyran, doğum günü hiç fark etmez. Yine kalkacak, yine bana “günaydın” diyecek, yine savaşına devam edecek. Neden? Çünkü o çok iyi bir savaşçı.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 Aralık 2020 Çarşamba

Aşı Aşkı...

Günaydın dostlar…

İlkokul yıllarında aşı olmayı çok severdik. Sağlık ekiplerinin ne zaman okula gelip aşı yapacağı da bilinmediği için, sürekli aşı dedikodusu çıkardı. Aşı aşkımızın nedeni, ertesi günün tatil olmasıydı. Kocaman iğnelerle yapılan aşılar yumruk gibi kolunda sıkışıp kalırdı. Dokununca bile acırdı, hatta bazı öğrencilerin akşam ateşi çıkardı.

Düşünüyorum da, ne aşısı olduğumuzu bile bilmezdik. Geldikleri zaman “Ben aşı olmayacağım” deme şansımız da yoktu. Şimdiki gibi velilerden onay alma durumu da zaten hiç mümkün değildi.



Günümüzde de aşı ve tatil kavramları yan yana gidiyorlar ama bu seferki durum biraz farklı. Okullar aşı olduğumuz için değil, aşı olamadığımız için tatil.

Hepimizin bildiği gibi salgını sonlandırabilmek için çok yoğun aşı çalışmaları yapılıyor. Birçok firma yıllar sürecek çalışmaları birkaç ay içerisinde tamamlamaya çalışıyor. Muazzam bir süratle yol alıyorlar.

Süratle yol almaları çok güzel olsa da süratin felaket getirdiğini trafik kazalarında dünya lideri bir ülke olarak en iyi biz biliriz. Süratle hareket etmek zorunda olduğumuzu kabul etsek de, kazaları da unutmayalım.

Bugünün sürati yarının zincirleme kazalarına neden olursa ne yapacağız? Bugün ortaya çıkmayan bir yan etki bir iki yıl sonra insanları hasta etmeye veya öldürmeye başlarsa ne olacak? Binlerce kişi üzerinde denemeler yapılmış olsa da şu anda bunları söylemek için çok erken.

Aşı çalışmalarındaki gelişmeler hepimizi mutlu ediyor. Eski yıllardaki çalışmalara göre çok hızlı yol alıyoruz ama bu konudaki değerlendirmemizi de doğru yapmamız gerekiyor. En yakınımdaki dostlarımın bazıları da dâhil olmak üzere birçok insan aşı bulundu bu iş bitti havasına girdi.

Aşı hazır havası bir rahatlama getirdi. Dostlarım, size bir haberim var, ortalıkta aşı filan yok. Çok umut verici çalışmalar büyük bir süratle devam etse de şu ana kadar onay almış tek bir aşı yok. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) henüz hiçbir aşıya onay vermiş değil.

Dostlar, dünyanın aşı çalışması yapılan diğer ülkelerinde de durum çok farklı değil. Yerel veya global otoritelerden onay alabilmiş tek bir firma yok. Şu ana kadar duyduğumuz bütün güzel haberler de hep firmaların beyanları. Bu çalışmaların sonuçları henüz resmi makamlar tarafından doğrulanmadı. Daha dün, %92 koruma sağladığı söylen Rus aşısı olanlardan birçok insanın hasta olduğunu okuduk. Başka bir haberde de Çin aşısının çok da antikor oluşturmadığı yazıyordu. Artık neye inanacağımızı biz de şaşırdık.

Bu nedenledir ki; aşı geldi, salgın bitti artık rahatlayabiliriz ruh haline geçemeyiz. Bir gün o günler de gelecek ama o gün bugün değil. Ayrıca hasta olduktan sonra aşının çok da bir anlamı kalmadığını da unutmamalıyız.

Aşılar günün birinde onaylanacak ve yaygın bir şekilde kullanılamaya başlanacak. Muhtemelen eczanelerde de satılacak ama şu anda bilemediğimiz konu, bunun ne zaman olabileceğidir. Bu aşılar aylar sonra mı bize gelir, yıllar sonra mı gelir hiç fikrimiz yok. Benim şahsi görüşüm, aşılar onaylandıktan sonra bize gelmesinin uzun sürebileceği yönünde. Amcalar bağlantılar yapıyor olsa da, dünyada sekiz milyara yakın insan olduğunu ve bu ülkelerin bir kısmının çok zengin olduğunu unutmayalım.

Haberlerde duyduklarımız doğruysa ülkeler daha şimdiden milyarlarca doz aşı için sözleşmeler imzalamışlar. Avrupa Birliği’nin nüfusunun beş misli kadar miktarda alım yaptığı ve şimdiden bedelini ödediği söyleniyor. Ekonomik sıkıntılar da düşünüldüğünde hangi ülkenin ne kadar aşı tedarik edeceği çok belli değil.

Yarın aşı olacağız havasına girmeyelim, rahatlamayalım. Daha önümüzde uzun bir yol var. Aşılardan bir tanesi yarın onaylansa bile büyük miktarlarda kullanıma açılması çok uzun sürecek. “Yarın onaylansa” demişken, ben böyle bir aşıyı bu aşamada olmam. Artısını, eksisini görebilmek için henüz çok erken. Biraz diğer ülkeler olsunlar da biz de görelim ne olup bittiğini.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Kasım 2020 Salı

Kötü Olmak...

Günaydın dostlar…

Bir konunun tamamını incelemeyi çok sevmiyoruz. Bazen de işimize gelmiyor. Sadece iyi parametrelerini gündeme getirerek içine atlamaya bayılıyoruz. Ne kadar iyi niyetli ve çalışkan olsak da, konunun içinde bulunduğu yaşam şekli ve piyasa gerçekleri bizi yolumuzdan saptırabilir.

Netflix alışkanlığım olmadığı için sevgili Gülgün bana çok sitem ediyor. Bugüne kadar bir tane bile Netflix dizisi veya belgeseli izlememiş olmamı anlamakta güçlük çekiyor. İşin gerçeği şu ki ben hiçbir türlü dizi veya film izlemiyorum.



Bugünlerde, bir tek, çok sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Bir Zamanlar Çukurova dizisini izliyorum. Geçen hafta Hünkâr Hanım’ın diziden ayrılışını üç saat boyunca takip ettim. İzliyorum dediğime de bakmayın, “Denk gelirsem bakıyorum” demek daha doğru olur. Saatlerce hiç kanallarla oynamadan bir dizi izleyebilmek benim fabrika ayarlarıma çok uygun bir durum değil.

Tamam; itiraf ediyorum, bir de yine sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine denk geldiğim zamanlarda “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini izlemiştim. Fatmagül de birkaç yıl sürmüştü diye hatırlıyorum. En çok aklımda kalan da Ebe Nine’ydi. Her iki dizide de çok başarılı oyuncular var.

Sevgili Gülgün, sana güzel bir haberim var. Baştan sona kadar bir diziyi izledim ve bitirdim. Hem de çok uzun bir diziyi. Dizi kaç bölüm bilmiyorum ama bence en az 62 milyon bölümdür diye tahmin ediyorum. Benim için çok güzel ama bitmek bilmeyen bir dizi oldu. İstesem bakabilirdim ama son sezonun kaç bölüm olduğuna bilerek bakmadım. Bu artık son bölüm diye bildiğiniz zaman, o bölümde her şeyin biteceğini baştan biliyorsunuz. Hele de son bölümleri uzatmışlar da uzatmışlar. Bakmışlar ki çok para geliyor, para ineğini sağmaya devam etmişler.

Bende Netflix yok. Ondan bundan otlandığım için benim diziyi bitirmem tam bir yıl sürdü. Başkaları izlerken ben de izledim. Dizinin adı Breaking Bad. Dizi 2008’de çekilmiş olduğuna göre, her zamanki gibi yine en sona ben kalmışımdır. Hatta bu diziyi bana yıllar önce Amerika’ya gittiğimde sevgili Bahadır da önermişti. Hiç böyle bir kültürüm olmadığı için, konuyu bile anlamamıştım.

Halen izlememiş olan dostlarıma çok tavsiye ediyorum. Ben bile beğendimse sizler bayılırsınız. Seyretmeyenlerin işini bozmamak, heyecanını kaçırmamak için çok fazla konuya girmiyorum ama şartların her detayını düşünmemiz gerektiğini bir kez daha vurgulayabilirim.

Bu tip normal hayatın içinden çıkmış filmleri veya dizileri sevsem de, gerçeklerle çok alakalı olmayan şeyler beni aşıyor. O aslında yirmi yıl sonrasına gitti, sonra da beş yıl öncesine geldi gibi konulara giremiyorum. Benim izleyeceğim şeyler bugünün normal insanlarına ait olmalı.

Breaking Bad aynen böyle bir dizi. Bu nedenledir ki beş sezon sürmüş bir diziyi sonuna kadar izleyebildim. İnsanların özel güçleri filan olduğu zaman hemen soğuyorum. Herkes gibi yaşayıp herkes gibi gülüp ağlamalılar.

Bundan sonra bir dizi daha izler miyim? Muhtemelen bir gün yine izlerim ama o gün bugün değil. İlk önce izlediklerimi sindirmem gerekiyor. Beş yıl boyunca o kadar çok şey yaşandı ki, adamlar akraba gibi oldular.

Ben çok meraklı olmasam da bu platformları takip eden çok büyük bir arkadaş kitlemin olduğunu biliyorum. Film izlemeyi sevenler için çok güzel bir site. Film izleme yönü güçlü olmayan bizler de Fener’in maçlarını izleyip kahrolmaya devam ederiz. Tabii bu salgın ortamında o işin de nereye kadar gidebileceğini yaşayıp göreceğiz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

12 Kasım 2020 Perşembe

Her An Her Yerdeler...

Günaydın dostlar…

Hiç sokağın bir tanesine dönüp de karşıdan ters yönden deli gibi gelen bir motosiklet gördünüz mü? Her halde görmeyenimiz yoktur. Bilhassa akşam olduğunda her an her yerdeler.

Aylardır, yıllardır bu işin artık çok tehlikeli boyutlara geldiğinden söz ediyorum. Karanlık bir gecede köşeyi dönerken bir de bakıyorsunuz ki son anda kaldırımla aranıza bir motosikletli girmiş. Görmeseniz sıkışıp kalacak orada.



“Yol nasıl olsa tek yön” diyerek adım atmak da yok, her an gecenin karanlığını yırtarak son hız bir motosiklet gelebilir. Her an her ortamda motosikletlere dikkat etmeye çalışırken şimdi bir de karşımıza çeşitli kanatlı türleri çıkmaya başladı.

Ekmek parası için koşturan çocuklar maalesef deliler gibi gidiyorlar. Yolların ne tersi var ne de düzü. Yollar böyle de kaldırımlar farklı mı? Maalesef onlar daha da beter. Kaldırımlar da motosiklet yolu.

Ama az ama çok motor kazası yaşamayan kalmadı. Son saniye de önlenen kazaları da hiç saymıyorum. Bir gün önce “Bu iş çok can yakacak” diye konuşmuşken, ertesi gün kırk yıllık arkadaşımızın, dostumuzun babasının motosiklet çarpması sonucunda hayatını kaybettiği haberi geldi. Aynı şekilde üç yıl kadar önce bir dostumuzu daha kaybetmiştik.

Evinin karşısındaki dükkâna bile geçmeyi başaramadı. Kaldırımdan adımını atar atmaz hızla gelen bir motor onu bizden aldı götürdü. Mekânı cennet olsun. Bu işlere bir çözüm bulunmazsa daha kimleri kaybederiz Allah bilir.

Sokağa bakıyorsunuz kimseler yok. Tam dönerken veya adımınızı atarken bir anda bir motosiklet çıkıveriyor karşınıza. Bilmiyorum ama bu arkadaşlar muhtemelen sefer başına ücret alıyorlar ve deliler gibi gidip mümkün olduğu kadar çok sefer yapmaya çalışıyorlar.

İş hayatı zor, güncel şartlar zor kimse artık yemek yapmakla uğraşmak istemiyor. Akşam oldu mu sokaklar motosiklet pistine dönüyor. Tabii bunlara bir de evlere süpermarket servisi yapan firmaları eklemek lazım. Salgın öncesi çok ilgi görmeyen firmalar (doğal olarak) bu günlerde çok popüler oldular. Birçok kişi kalabalık ortamlara girmek istemediği için evlere servis çok değer kazandı.

Ne zaman akşam dışarı çıksam her zaman motosikletlerin yapacağı kuralsızlıklara karşı hazır olmaya çalışıyorum. Sola döneceğimi anlasın diye sola sinyal veriyorum ama onun buna rağmen sol taraftan beni geçmeye çalışacağını da biliyorum. Sinyal verdim diye dönseniz, gelip size çarpacak. Ondan sonra; ona da yazık, size de.

Motosikletlerin hiçbir trafik kuralına uymasına gerek yoktur diye bir kanun çıktı da bizim mi haberimiz olmadı. Her an yeni bir şeyler çıkıyor, belki bir gece de böyle bir şey çıkmıştır. Ne yayalar, ne da araçlar bu kadar rahat her yöne hareket edemiyorlar. En serbest dolaşan motosikletler.

Şerit aralarına girmeler, araçlarla kaldırım/duvar arasına sıkışmalar, olmadık yerlerde araçları geçmeler, ters yöne büyük bir rahatlıkla girmeler, kaldırımda deli gibi gitmeler gibi durumlara maalesef çok sık tanık oluyoruz. Işıksız, kasksız gidenlerden de hiç bahsetmiyorum.

Son sözüm de ekmek parası kazanmaya çalışan kardeşlerime: Gençler ben de gençliğim de çok motosiklet kullandım. Hiçbir zaman motorum olmadı ama yarım saati 5 liradan kiralardık. Bizim zamanımızda evlere dağıtım işleri olmasa da sokaklarda epeyce motor ve mobilet vardı. Her zaman dikkatli olmaya çalışırdık. Sizler bu şekilde hareket ederek en başta kendi hayatınızı tehlikeye atıyorsunuz, sonra da bizlerin hayatını. Hiç olmaması gereken kazalar neticesinde sevdiklerimizi kaybediyoruz. Beş dakikalığına evinden çıkan bir insan, bir daha evine dönemiyor. Motosiklet kullanmak, sizin işiniz. Her iş gibi o da azami derecede önem gerektirir. Bazı işyerlerinin sizlere baskı yaptığını da biliyorum ama bırakın yarım dakika geç olsun. Gittiğiniz mesafelerde en fazla yarım dakika fark eder.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Kasım 2020 Pazar

Hayallerim Çalındı...

Günaydın dostlar…

Hayallerim çalındı. Bir baktım bütün hayallerim gitmiş. Ufak tefek birkaç hayal dışında hepsini götürmüşler. İşin komik tarafı; hayal depomu bir gecede boşaltmadılar.  Yavaş yavaş hepsi gitti.

Şu anda hayallerimin nerede olduğu ile ilgili hiçbir fikrim yok. Daha doğrusu fikrim var da bilgim yok. Bir yerlerde görürseniz lütfen acilen bana haber verin. Belki son anda halen birkaç tanesini kurtarabilirim.


Tabii ben hayallerimin çalındığını düşünüyorum ama belki de kendileri gittiler. Artık bu mahallede bu hayallerin yaşama umudunun olmadığını görüp beni terk etmiş de olabilirler. Haklısınız, işin içinde biraz nankörlük de var. Yıllarca baktım büyüttüm, hava biraz kararınca hepsi hemen beni terk ettiler. Çalan her şarkıda onları hatırlıyorum, eski güzel günlerimiz gözümün önünden bir film şeridi gibi geçiyor.

En önemlisi de, çocuklarımın benden daha iyi bir dünyada yaşaması gibi bir hayalim vardı. Duyduğuma göre ortadan ilk kaybolan da bu hayalim olmuş. Görgü tanıklarının ifadesine göre hırsızıyla gönüllü olarak gitmiş. Sevgili hayalim, bu adamın hırsız olduğunu görüyorsun da ne diye kıçına takılıp gidiyorsun?

İnsanlar uğraştı, didindi büyük fedakârlıklarla çocuklarını okuttu; süreç bu aşamada kaldı. Çocukların da, büyüklerinde iyi bir işe sahip olmaları yönündeki bütün hayalleri gitti. Hepimiz eş dostun çabasıyla ortaya çıkabilecek minicik iş imkânlarının peşine düştük.

Hiç tanımadığım çocuklar çeşitli sosyal platformlardan sürekli olarak bana özgeçmişlerini yolluyorlar. “Çocuklar ben çoktan emekli oldum” dediğimde de, “Olsun sizin çevreniz vardır, çok sıkıntılı durumdayız” diyorlar. Büyük bir gayretle ülkenin en güzel üniversitelerini bitirmişler, okul biter bitmez de hayalleri çalınmış. Bir yandan iş arayan, bir yandan da hayallerini arayan çocuklarımızın Allah yardımcısı olsun.

Hayaller gitti, küçücük umutlar kaldı. “Yine de biz iyi düşünelim iyi olsun” lafları çok arttı. Çocuklar için düşündüğümüz hayaller gitti de kendim için düşündüklerim kaldı mı? Ne yazık ki onlar da gitti.

Yıllarca çalıştık emekli olduk, belki bir yerleri gezeriz diye birçok plan yapıyorduk. Bugünün şartlarında bu planlar da yarım kaldı. Bu şartlarda Avrupa’ya filan gidebilmek için ev kredisi kadar borç almak gerekiyor. Gezme planlarımız da değişecek. Avrupa’yı, Amerika’yı, Uzak Doğu’yu unutun. Bizim gündemimizde artık Orta Asya ve Orta Afrika var.

Her şeyin bir de artı parametresi olduğunu da unutmamak lazım. Yurtdışına çok fazla gidemeyeceğimize göre, güzel yurdumuzu daha detaylı gezme şansımız olacak. Mardin ve Urfa planlarım halen geçerli. Bekir’in beni balıkçıya götürmesi planımda da bir değişiklik yok. Takarız maskelerimizi, giyeriz yün donlarımızı gideriz.

Sene başındaki hedeflerimde de yazdığım gibi dünyanın her hangi bir yerinde önemli bir tenis turnuvası izlemek istiyordum. Bir günlük bir ziyaret değil, bütün bir hafta boyunca turnuvayı başından sonuna kadar izleyecektim. Salgın marifetiyle bu hayalim de gerçekleşmedi. Salgın bitene kadar da hiçbir yerde para kalmadı. Bu kurlarla en fazla bahçede oynayan çocukları izleyebilirim.

Model trenciler bile sıkıntıda. Birbirlerinin eski trenlerini, raylarını hayatta etmeyecek fiyatlarla değiş tokuş yaparak günü kurtarmaya çalışıyorlar. Model trenciliğin Türkiye’de bittiği, bu fiyatlarla artık Avrupa’dan bir şeyler almanın artık çok da mümkün olmadığı konusunda herkes mutabık.

Yelpaze o kadar geniş ki, tarımdan tutun da, hobilere kadar her türlü hayalimiz çalındı. Bizler çocukken “Türkiye tarım konusunda kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biridir” derdik. Rahmetli babam bile “Yurtdışına satamazsak bile oturur yeriz” derdi. Bizim çocuklarımız bunu söyleyebilecekler mi?

Futbol takımları, sürekli olarak “Küçülmemiz gerekiyor” diyor ya, bizim de artık bugünün koşullarında küçülmemiz, minicik hayaller kurmamız gerekiyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

3 Kasım 2020 Salı

Kurtarma Ekipleri...

Günaydın dostlar…

Hepsi en yakın akrabamız oldu. Günlerdir kalbimiz Rıza Bey Apartmanı’nda, Doğanlar Apartmanı’nda, Barış Sitesi’nde ve diğer apartmanlarda atıyor. Minik Elif dün sabah hepimize umut oldu. Onu kurtaran ağabeylerden bir tanesinin parmağını sımsıkı tutmuş halini görüp de ağlamayan, gözleri dolmayan var mı?

Rıza Bey Apartmanı’nda saatlerce İnci’ye destek olan UMKE personeli sevgili Edanur ablanın emekleri nasıl ödenir? İnci’yi hiç bırakmadı. İyileştiğinde keman dinleme sözü bile aldı. Çıktığında da, “İnci’yi almadan oradan çıkmayacaktım” dedi. Söylemesine gerek bile yoktu, biz bunu zaten görebiliyorduk. Allah’a şükürler olsun ki sözünü yerine getirebildi, İnci’yi almadan çıkmadı.



Günay’ı hiç yalnız bırakmayan ağabey, sen de diğerleri gibi bir kahramansın. Enkaz altından gönderdiği çekimleri hepimiz gördük. Günay’a ilk ulaşıldığı andaki minicik açıklık, ekiplerin inanılmaz çalışması neticesinde bir umut tüneline dönüştü. O ortamda çekimler yapan, mesajlar yollayabilen çok akıllı ve bilinçli bir çocuk da kurtarma ekiplerimizin tarifsiz çalışmaları sonunda enkazdan çıkarıldı.

Mucizeler yaratan kurtarma ekiplerinin bulduğu, “Ben kedi sesi çıkarayım siz içeri köpek yollayın beni bulsun” diyen Buse’nin o konuşması hep kulaklarımda. Unutmak mümkün değil. Kendini biraz topladığında da “Ben kurtuldum ama annem gitti “ dediğinde beni bitirdi. Birçok mucizede üzüntüyü de, sevinci de yan yana yaşadık.

Her detaya, her canlıya önem veren ekipler Yılmaz Erbek Apartmanı’ndan Umut adlı kediyi de çıkardılar. Rıza Bey Apartmanı’nda İnci’yi kurtardılar çok mutlu olduk ama İnci’nin köpeğini de unutmadılar. Hiç umutlarını kaybetmediler, her detayla çok sıkı bir şekilde uğraştılar. “İğneyle kuyu kazmak” tabiri var ya, gerçekten de öyle oldu.

Barış Sitesi’nde bir kediyi bulmak için iki defa üst katlara çıktılar ama bir türlü bulamadılar. “Bu kadar işin arasında defalarca kedi peşine mi düşeceğiz?” hiç demediler. Bir umut olsa bir kere daha da giderler.

Depremden yedi saat sonra küçük Gizem de kurtarıldı. Çok hafif bir şekilde yaralanmıştı ama mutlu olamıyordu. Köpeği Ares halen enkazın altındaydı. Enkazın başından ayrılmak istemiyordu. Ağabeylerin, ablaların muhakkak köpeğini bulacaklarına çok inanıyordu. Duaları kabul oldu, bizim kahraman ekipler Ares’i de kurtardılar.

Bir parantez de CNN muhabirlerine açmak istiyorum. Arama kurtarma ekibi olmasalar da ilk saatlerden itibaren canla başla çalıştılar. Onlar da büyük bir özveriyle çok uzun saatler çalıştılar. Sevgili Sema ve Mücahit de büyük çaba gösterdiler ama benim gözümün önünde muhabir Ceylan’ın koşturmaları var. Her enkazdan kurtulanla defalarca duygu patlaması yaşadı. Kendini kaybedip bağırmaya başlıyordu. “Elif çıktı, Elif çıktı” diye bağırmalarını duymayan var mı? Her kaybettiğimizle çok üzüldü. Muhabir de olsa bu işleri yaşamak kolay değil. Her anı içinde birebir yaşadı. Görevini inanılmaz güzel yaptı, hem de yürekten yaptı.

Bütün bu hikâyeleri kahraman arama kurtarma ekipleri sayesinde yaşadık. Hiçbirinin ismini bile bilmiyoruz. AFAD deyip yürüyoruz. Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı olduğunu kaçımız biliyoruz. İtiraf edeyim, UMKE’nin ne demek olduğunu ben de bilmiyordum. Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi demekmiş. AKUT, Kızılay, itfaiye ekipleri, sosyal toplum kuruluşları ve diğerleri hepsi inanılmaz çalıştılar. ,

“Hiç uyuyabildiniz mi?” diye soruyorlar. “Böyle bir ortamda inanın bir gram uykum yok” diye cevap veriyorlar. Gerçekten de öyle. Bazen canları pahasına bu enkazın içine girerek gösterdikleri çabalar hiç unutulmayacak.

Büyük amcalardan bir tanesi, arama kurtarma ekiplerinin sayısının arttırılacağından bahsetti. İyi güzel de, varmak istediğimiz nokta bu değil ki. Bu insanlar birer kahraman ama sürekli işi onlara bırakamayız. Ekiplerin sayısını değil, sağlam binaların sayısını arttırsak daha iyi olmaz mı?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 Kasım 2020 Pazartesi

Bugün Öğrendim...

Günaydın dostlar…

Depremlerden sonra televizyon programlarında yorum yapan profesör amcalardan bir tanesi, “İzmir’in sahil kesiminin toprak yapısı bina yapmaya çok uygun değildir, hele Bayraklı hiç uygun değildir” dedi. Daha sonra birçok başka amca da bu görüşü tekrarladı.

Bu bilgiyi bugün mü öğrendik? Durum böyleydi de bu binaları neden yaptık? Sorunun cevabının çok net olduğunu bilsek de yine de insanın içinden “Başka yer mi kalmamıştı?” demek geliyor. Sonuçta; kumdan kaleler yapmıyoruz, gerçek insanlar oturuyor bu binaların içinde.


“Toprak yapısı alüvyondur, kum gibi çok kötü bir topraktır” deniliyor. Bunu bile bile insanlar gidip oralara bina yapıyorlar. Onlar yapıyorlar; birileri de onaylıyor, af çıkartıyor. Bornova ve Bayraklı’da bu tip binlerce bina olduğu konuşuluyor.

Bugüne kadar bu durumu bilmiyorduk, bugün öğrendik. Madem öğrendik şimdi ne yapacağız? Bu binaları yıkacak mıyız, güçlendirme çalışması mı yapacağız? Gerçi yıkılan iki binada da güçlendirme çalışması yapılmış, o da ayrı bir konu.

Yıkılan bu binaların ve boşu boşuna yitip giden canların bizler için son uyarı olduğunu düşünüyorum. Allah Baba “Her şeyi bana bırakın” dememiş. Akıl vermiş ki kullanalım diye. Hayvanlar bile nerenin güvenli olup olmadığını çok iyi araştırıyorlar. Yavrularını saklayabilecek bir mağara bulduğu zaman metrekaresine bakmıyor. Güvenli mi, her hangi bir yönden bir tehlike gelir mi, üstüme yıkılır mı gibi konuları süzmeye çalışıyor.

Bizim ülkemizde; kaç kişi binanın statik hesaplarını, mimari planını, inceleyerek ev alıyor? “Mutfağı da büyükmüş, çok fazla da dolabı varmış” diyerek karar veriyoruz. Binanın yapıldığı zemini zaten hiç konuşmayalım.

İstanbul’da ve diğer şehirlerimizde büyük depremler olacağı kesin. Hatta İzmir’de bile. Bir fay kırıldı ama İzmir ve çevresinde büyük depremler yaratabilecek birçok fay hattı var. İki gün sonra bunlardan bir tanesi daha kırıldığında yine Doğanlar Apartmanı’nda yaşadığımız görüntüleri yaşayacağız.

Sadece yirmi binanın çökmesiyle neler yaşandığını gördük. Bir de binlerce, on binlerce binanın çöktüğünü düşünün. Kim kime yardıma gidecek? Televizyon kameraları çöken binalara yardım ekiplerinden daha önce geldi. Öğrendik ki, bu gibi durumlarda en azından yolları açık bırakmalıyız.

Vatandaşlar iyi niyetle ellerinden geleni yapmaya çalıştılar ama bu şekilde davranarak birçok tehlikeli duruma da yol açabilirlerdi. Birçok artçı depremin olduğu bir ortamda yüzlerce insanın enkazın üstüne çıkmasının ne kadar riskli bir durum olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Her şeye para bulan devletimiz bir türlü bu evleri güçlendirecek veya yeniden yapacak parayı bulamıyor. Bunun kolay bir iş olmadığının, yıllarca süreceğinin farkındayım. En riskli binalar tespit edilerek, her sene bütçeye bu işler için belli bir miktar para konmalı. Üçüncü Lig takımlarına stat yapmaktan daha önemli bir konu olduğunu düşünüyorum.

Bu konuya çok uzak olmakla beraber, toprağın da bir beton taşıma kapasitesi olabileceğini düşünüyorum. Çok cahilce atıyorsam konunun uzmanlarından özür dilerim. Belki de yıkılan riskli binaların yerleri boş kalmalı. İdare ortaya çıkıp, “Buranın toprak yapısı artık bir binayı daha kaldıracak durumda değil” demeli.

İnşaat aşamasındaki denetimlerin doğru dürüst yapılmadığını görüyoruz ama görülüyor ki, apartmanlarda yaşam başladıktan sonra da bir takım denetimler gerekiyor. Adam kolon mu kesmiş, apartmanı mı büyütmüş, yangın merdivenini kilere mi çevirmiş hiçbir şey belli değil.

“Şiddetli yağmur yağacak vatandaşlarımız her türlü önlemi alsın” gibi lafları pek sevmem. Zavallı vatandaş ne önlem alacak? Yüz yıldır yapılmayan yağmur suyu deşarj sistemlerini mi kuracak? Alt geçitlerin, evlerin, işyerlerinin pasajların, bahçelerin, parkların suyla dolmasını nasıl önleyecek? Diğer afetlerde de durum çok farklı değil. Hele de deprem için kendini bilinçlendirmekten başka yapabileceği hiçbir şey yok.

Şunu kabul edelim ki, insanlar parasız. Oturdukları yerleri güçlendirecek paraları yok. Kesinlikle devletin bu işe el atması gerekiyor. Bir şeyler yapılsa da, çok yetersiz.

Uzun lafın kısası: Takdir-i ilahinin arkasına sığınamayız. İşin gerçeği şudur ki, 97 yıldır bu ülkeyi yönetenler şehirlerimizi depreme hazırlayamadılar. Artık makûs talihimizi değiştirip; zayıf zemin, zayıf bina, zayıf kurtulma şansı sarmalından kurtulmamız gerekiyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Ekim 2020 Çarşamba

Çok Eski...

Günaydın dostlar…

Evinize servis çağırmakla hiç uğraşmayın. Geldikleri zaman size (genellikle) söyleyecekleri iki tane sözleri var. “Bu makine çok eski” ya da “Bunu tamir etmeye çalışmak yenisini almaktan daha pahalıya mal olur”.

Bu aletlerin veya ekipmanların belli bir ömürleri olduğunun farkında olmakla beraber, her geçen gün servisçilerin gözündeki ömürlerinin azaldığını düşünüyorum. Yirmi sene dayanan buzdolaplarından vazgeçtik ama en az on yıl bizimle beraber yaşamalı.


Sürekli tüketmeye ve yenilemeye dayalı ekonomi, süratle dünyanın nimetlerinin yok olmasına neden oluyor. Sonuçta bunların üretildiği malzemeler sınırsız değil. Her birinden dünyada belli miktarlarda var ve yenilenmeleri binlerce yıl alıyor.

Arkadaşlarım “Hurdaya atılan her şey geri dönüştürülüyor” diyor ama ben o kadar emin değilim. Nedir bunun oranı? En fazla %30-%40 seviyesindedir.

“Kaç yıllık bu çamaşır makinesi ağabey?” diye sorduğunda, yedi yıllık dedim. Bana öyle bir baktı ki, gözlerinde “Bir de bu kadar yıldan sonra sen bunu tamir ettirmeye mi çalışıyorsun?” bakışı vardı. Bir yerlerde bu arkadaşlara bakışlarıyla insanları kötü hissettirme konusunda kurs verildiğini düşünüyorum. Ben de mi katılsam acaba? Bana öyle baktıklarında ben de aynı şekilde onlara bakarım.

Bir başka arkadaş da başka bir konuda daha değişik bir öneriyle geldi. Konunun özeti şu: Sen yenisini al, ben bu makinayı bir müddet idare edecek şekilde kendi evimde 750 TL’ye tamir edip sana getireyim, sen de bunu internette 1.500 TL’ye sat. Böylelikle ikimiz de 750 TL kazanmış oluyoruz.

Demek istiyor ki, bu makinadan bir cacık olmaz ama istersen ben bunu başkalarına kazıklayabileceğin hale getirebilirim. Allah çarpar vallahi. Tabii üstüne bir de bana yeni makine girmiş olacak.

Eskiyi çöpe attırma konusunda en gelişmiş olan birim de yazıcı üreticileri. Bu sektörde yazıcının bozulmasına bile gerek yok. Mürekkep kartuşlarını ortadan yok ederek seni yeni bir yazıcı almaya mecbur ediyorlar. Başka marka kartuş bulup takarsan da yazıcı hemen homurdanmaya başlıyor. Elli tane laf söylüyor.

Hiçbir sorunu olmayan yazıcımı neden çöpe atayım? Çünkü o da yedi senelik. Amcalar diyor ki, “Siz alalı yedi sene olmuş ama o yazıcı piyasaya çıkalı on bir yıl olmuş”. Burada söylemek istediğini tercüme edeyim. “Biz artık bu saatten sonra o yazıcının hiçbir zıkkımını sana temin etmek zorunda değiliz” diyor. Öyle bir bakıyorlar ki, zannedersin en son İbrahim Müteferrika kullandı yazıcıyı.

Yazıcı da gitti. Hem de hiçbir suçu günahı yokken. Ne yapacağız? Yeni kartuşlara uyumlu yeni yazıcı alacağız. Bana yedi yıldır çok iyi hizmet eden, hiçbir sorun çıkarmayan yazıcımdan ayrılmak zorundayım.

“Beni neden çöpe atıyorsun, ben sana ne yaptım?” diye sorduğunda ne diyeceğim? Gözlerinin içine bakamayarak kaçamak cevaplar vermek zorunda kalacağım. Çöpe atmaya kıyamadığım için, muhtemelen evin bir yerinde saklayıp toz toplayarak buruk gözlerle bana bakmasını izleyeceğim.

Büyük bir kıskançlıkla yeni yazıcıya bakacak. Haklı olarak “Onun yaptığı her şeyi ben de yapıyordum ama suyumu vermediler” diyecek. “Ölmeden mezara koymak” denilen şey bu olsa gerek. O ölmedi, onu biz öldürdük.

Üzülme be kardeşim; senin hiçbir kabahatin yok, kabahat bizler de. Bugünkü kazancımız için yarını yok etmeye bayılırız. Umarım sen de, diğer bütün zamansız öldürdüklerimiz de bizi affedersiniz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Ekim 2020 Pazar

Plakçı...

Günaydın dostlar…

“Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sordukları zaman cevabım çok netti: Plakçı olmak istiyordum. Küçüklük yıllarımı hep bu hayalle yaşadım. Doğal olarak bu konuyu benden başka bilen de yoktu.

Babama “Ben plakçı olmak istiyorum” dediğimi düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. O plakları ne yapardı, onu da düşünmek istemiyorum. Babamın da epeyce klasik müzik plağı olmasına rağmen, plakçılık fikrini açmak riskli bir hareketti.



Böyle bir arzumun olmasının en büyük nedeni de, Kızılay’daki Cemil Plak Evi’ydi. Hem Cemil ağabeyi çok seviyordum, hem de dükkânını çok beğeniyordum. Camdan bir oda içinde aynı anda birçok kasetin doldurulması, ortama uzay üssü görüntüsü veriyordu.

Ben de en son ekipmanları alarak kendi uzay üssü görüntümü yaratacaktım. Tabii bu aşamada kaset doldurma (daha doğrusu doldurtma) işini anlatmam gerekiyor. Gençler, bizim müzik listelerimiz sanal ortamlarda değil, kasetlerdeydi.

Bir kâğıda sevdiğiniz şarkıları yazar, sonra listenizi plakçıya götürerek kasetinize kaydetmesini isterdiniz. Plakçılar da tek tek listelerdeki şarkıları kasetinize yüklerlerdi. Çok yaygın bir süreçti ve her plakçı bunu yapardı.

Genelde de aynı gün geri almak mümkün değildi. Plakçının yoğunluğun göre iki üç gün sürebiliyordu. Cemil ağabeyde üç günden önce alman hiç mümkün değildi. Bu işler için plaklar defalarca kullanılırdı. Bu durumdan dolayı biraz eskimiş plaklarda indirim alabilmek de mümkündü. Bu konuda huysuz bir tip olduğum için, bu şekilde kullanılmış bir plak hiç almadım. Alabilirsem hiç açılmamışını alırım, alamazsam da sağlık olsun.

Genç arkadaşlar gözünüzde canlandırmaya çalışın. Bir müzik listesi yapmak istiyorsunuz ve listeniz günler sonra hazır oluyor. Tabii bir de şöyle bir durum da vardı, plakçılarda genelde istediğiniz her şarkının plağı olmazdı. O zaman da plakçı onun yerine kafasına göre bir şeyler kaydederdi. Bu da genellikle insanların sevmeyeceği bir şey olurdu. Plakçılar sevilmeyecek şarkıları seçmek konusunda çok başarılıydılar.

Allah var, ben bu işi hiç yapmadım. En başta iş çok normal bir iş değil, ikincisi de kasetten çıkan sesleri hiçbir zaman sevmedim. Bu şekilde kaset doldurma işi kim bilir kaç kanuna, kaç yönetmeliğe aykırıydı. Ben her zaman plaktan dinlemeyi tercih ederdim. Yıllar içinde diğer formatlar çıktı ama ben her zaman plaklarımı da dinlemeye devam ettim. Sevgili Akif bu paragrafı senin için yazdım.

İmkânlarımız kısıtlı da olsa hep plak dinledik. Haftalarca para biriktirip Cemil ağabeyden gıcır gıcır bir plak alabilmek büyük bir zevkti. Dönemin bütün albümlerini getirirdi. Hem de birkaç tane değil. Çok yüksek miktarlarda getirdiği albümler de olurdu.

Cemil Plak Evi’nden sonra en çok alışveriş yapmaktan keyif aldığım yer, İngiltere’de yaşadığım yıllarda Oxford Street’deki HMV Mağazası’ydı. Aradığınız her türlü plağı bulabilirdiniz. Fiyatları da korkunç uygundu. Zaman içinde Amerika’da da birçok plak aldım ama aynı keyfi aldığım söylenemez. Belki de büyüdük ve önceliklerimiz değişti.

Bu arada hemen şunu da belirteyim, kasetlerden çok iyi ses çıkmaması tek sorunumuz değildi. Zaman içinde bozulurlardı. Kopma sorunlarından tutun da bollaşma sorunlarına kadar her şeyi yaşardık.

Plakçı olamadım. Plak satıcısı olamayınca büyü bir hızla plak alıcısı oldum. Zaten bu devirde de klasik anlamda plakçı diyebileceğimiz çok az dükkân kaldı. Onların da çoğu gerçekten bu işe gönül vermiş insanlar. Her ne kadar plaklar geri gelmiş olsa da yine de plak satarak para kazanmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. Bu dükkânların çoğu hem alıyor, hem de satıyor.

Bizler için plakların manevi değeri de çok büyüktür. Onlara çocuğun gibi bakman gerekir. İyi bakmazsan ince ince söylenmeye başlarlar. Hepimiz plaklarımızı koruduk, baktık, büyüttük, her dertleri ile ilgilendik ve sonunda bu günlere getirdik.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

25 Eylül 2020 Cuma

Güzellik Arttıkça Kasıntı da Artar...

Günaydın dostlar…

Çok sevdiğim bir arkadaşımla sohbet ederken, “Güzellikleri arttıkça kadınların kasıntıları da artıyor” dedi. Buyurun buradan yakın. Böyle bir cümlenin çıkmasına neden olan yaşanmışlıkları bilmiyorum ama bu konuda oldukça doluydu.

Güzellik kavramının kişiden kişiye büyük değişiklikler gösterdiğini düşündüğümüzde, biraz fazla geniş bir cümle oldu. Sonuçta senin beynindeki bir düşünceden, kalbindeki bir histen bahsediyoruz.


Gerçekten de böyle bir doğru orantı var mıdır? Bence yok. Senin kafandaki güzel, güzel olmayan ve kasıntı gruplarının birçok ortak kesişme noktası vardır. Sizin gözünüzde güzel olmadığını düşündüğünüz ama çok kasıntı olanlar insanlar yok mudur? Bence çoktur. Bazı insanlar güzelleştikçe kasılıyorlar diye bunu bütün gruba yayamayız.

Ayıca bu devirde güzellik konusunda da mertlik bozuldu. Olmak istediğin resmi getir, seni aynen resimdeki gibi yapsınlar. Aynısı olmasa bile çok benzetiyorlar.

Bu gibi konuları dar alanlardaki kısa paslara indirgemeye çalışmak tehlikeli işlerdir. Bir tanesi de çıkar “Erkeklerin yakışıklılıkları arttıkça kibirleri artıyor” der. Her grubun içinde her türlü insan olabilir.

Çok güzel oldukları halde kasılmanın ilk harfini bile bilmeyen birçok insan tanıyorum. Hatta bunların bir kısmı çok güzel olduklarının farkında bile değiller. Zaten insanın kendini beğenmesi, takdir etmesi güzel bir şeydir ama bırakın sizden önce etrafınızdakiler takdir etsin. Benim gözümde, tabana yayılmamış bir beğeninin çok da bir anlamı yok.

Ayrıca böyle bir konuyu sadece güzellik filtresine de sokamayız. Bu durum her konu için geçerli. İnsanlar zenginleştikçe kasıntıları artıyor mu? Bence artanı da var, artmayanı da. Tabii bir de azıcık artanlar var. Hem çok zengin, hem de çok güzel olanlar için ayrı bir grup açmak lazım.

Para çok önemli bir konu olmakla beraber dost alamıyor. Alsa alsa kısa süreli yalakalıklar alabiliyor. Para bitince de yalakalıklar da bitiyor. Bırakın bitmesini hatta tanımamaklar devreye giriyor. İşin komik tarafı, para geri gelirse bir anda gidenler de geri gelmeye başlıyor.

Böyle bir konunun en çok gündeme geldiği bir başka platform da mevkiler. Daha büyük bir masaya oturunca insanların karakterleri değişiyor mu? Bu konu bence güzellikten biraz daha önde gidiyor. Çok güzel olduğu için kasılandan ziyade, masası büyüdüğü için gereğinden fazla kasılan çok fazla insan var. Hüner; hem masanı büyütüp, hem de hiçbir şey olmamış gibi arkadaş kalabilmekte.

Bu bağlamda çok konuşulan konulardan bir tanesi de, şöhretli insanlar. Şöhret kasıntıyı, kibri arttırıyor mu? Artan bir kesim olmakla beraber, o kadar çok hiç etkilenmeyen insan var ki, doğal davranışlı şöhretli insanları herkes çok takdir ediyor.

Arkadaşlıkla, dostlukla diğer parametreleri ayırabilmeyi çok fazla beceremiyoruz. Bir insan arkadaşımızsa onun yaptığı her şeyi normal görmeye çalışıyoruz. Hatta ondan virüs bile gelmeyeceğine inanıp sosyal medyada yanak yanağa resimler yayınlıyoruz. “Arkadaşımdır ama kasıntının tekidir” diyebilmeyi başarabilmek lazım.

Konuyu özetlemeye çalışırsak; güzellikle, parayla, makamla, şöhretle kasıntı artmaz. Bu tamamen insanın iç dünyası ile ilgili bir konudur. Dünyanın en önemli masasında oturup dünyanın en mütevazı, en iyi niyetli insanı olabilirsiniz.

Bütün bu konuları yazarken gözümün önüne birçok isim geliyor. O kadar güzel insanlar var ki; dışları ayrı güzel, içleri ayrı güzel. Sizin de merak ettiğiniz insanlar varsa bana yazın, kısa bir dedikodudan sonra bir gruba oturturuz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Eylül 2020 Salı

Bolu Dağı Aşkı...

Günaydın dostlar…

İki tane yay burcu aynı arabaya biner de yola çıkarsa, muhakkak bir delilik yaparlar. Bizde de durum çok farklı değildi. Minik kuşumla en son yaptığımız Ankara yolculuğunu hiç TEM’e çıkmadan yapmaya karar verdik. Neden mi? Bakalım yıllardır geçmediğimiz yollar, yerleşim merkezleri ne durumda diye görmek istedik.

Acelemiz olmadığı için ve de etrafı göre göre gitmek istediğimiz için hiçbir yerde hızlı gitmedik. Yavaş gitmemize rağmen yol sadece yarım saat daha uzun sürdü. Bilhassa Bolu Ankara arasında hemen hemen hiç trafik yoktu.


Hemen belirteyim, yol çok güzel. Beş saat boyunca hep yeşillikler içinde gittik. TEM’de görmeye alışık olduğumuz kahverengi tonlarına hiçbir yerde rastlamadık.

Şu anda bu yoldaki tek sorun Kahraman Kazan ile Ankara arasındaki yol çalışmaları. Yolun yüzeyi çok bozuk ama süratle yapılıyor. Kızılcahamam’dan sonra da az da olsa bir takım bozuk satıhlar mevcut.

Çok nostaljik bir seyahat oldu. Yol boyunca çocukluğumuzdaki bütün gün süren yolculukları düşündüm. Tek şeritli yolda oluşan geçilmesi mümkün olmayan konvoyları düşündüm. Tabii yol artık çok farklı. Baştan sona kadar iki şeritli yollar yapılmış.

Hepimizin bildiği gibi bu seyahatin en önemli kısmı Bolu Dağı geçişidir. Karlarıyla, buzlarıyla, sisleriyle Bolu Dağı başlı başına bir maceradır. Eşsiz manzarasını da unutmayalım. Bakacak’tan aşağılara doğru bakmayanımız var mı? Yol çok boş olduğu için süratle geçince Bolu Dağı’ndan pek bir şey anlamadık. Aylin bile “Bolu Dağı bu kadar mı?” diye sordu. Boşken gerçekten bu kadarcık. Elli tane kamyonun arkasında çıkmaya çalışırken çok daha uzun.

Bolu Dağı’nın zorluklarını hepimiz biliyoruz ama Varan Tesisleri’nde domates çorbası içmeden oradan geçilir miydi? Bence seyahatin en güzel kısmıydı. Sabaha karşı saat 3.00’te dışarısı buz gibiyken, çamlar kar ile kaplıyken içilen çorbanın tadı hiçbir yerde yoktur. Bolu Dağı’nda çorba içmeden yolculuk edenleri Ankara’ya gitmiş bile saymamak lazım.

Gece yolculuğunun tek adresi Varan Tesisleri olmakla beraber, benim için öğlen yemeklerinin tek adresi de Koru Motel’di. Ben hiçbir zaman et lokantalarında durmadım. Hemen belirteyim; Varan Tesisleri halen kapalı (her ne kadar Varan yavaş yavaş seyahatlere başlamış olsa da), Koru Motel açık gibi duruyor ama etrafta hiç kimse yoktu. Durumunu pek anlayamadık.

Koru’nun arkasındaki ormanlık, daha doğrusu (adı üstünde) koruluk alan halen çok güzel görünüyor. Daha bol zamanımız olsa, orada yine eski günlerdeki gibi minik bir yürüyüş yapmak isterdim. Abant Kavşağı’nın bomboş hali insana bir garip geliyor.

Abant Kavşağı boş da Kaynaşlı hareketli mi? Ne yazık ki oranın da eski halinden eser yok. Yol boyunca birçok kapanmış işletme gördük. Çok sayı da kapanmış restoran ve benzin istasyonu var.

Eski Ankara yolu diyoruz ama aslında bu yol da çok eski değil. Bunun da eskisi vardı. Çocukluğumuzda o yoldan da çok gittik geldik. O günlerde seyahat süresince en az üç mola verilirdi. Kocaeli’ne gelmeden önce muhakkak bir çay molamız vardı. Biz öğlen yemeklerini genellikle Sapanca yakınında bir restoranda yerdik. Son mola da Kızılcahamam civarında bir yerde verilirdi. Zor ama güzel günlerdi. Bu şekilde seyahat etmeyi çok severdik.

Biz bu seyahatten çok keyif aldık. Yol üstünde ne bulup bulamayacağımızı bilemediğimiz için de yanımıza sandviçlerimizi de aldık. Bir yandan da salgın da devam ettiği için çok da durmak istemedik. Bolu Dağı başlangıcındaki Berceste halen duruyor. Aldıkları önlemler de güzel görünüyordu. Aynı durum TEM yolundakiler için de geçerli.

Bu şekilde Ankara’ya gitmek isteyen dostlarımıza kesinlikle tavsiye ederiz. Yolda çok fazla radar olduğu konusunda da uyarımızı yapalım. Basıp gitmek istiyorsanız bu yol çok uygun değil. Bizim gibi acelesi olmayanlar tercih edebilir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Ağustos 2020 Perşembe

Masraf...

Günaydın dostlar…

Doğal olarak hayatımızın her parametresi etkilendi. Eğitimden ekonomiye, spordan ticarete kadar hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Maddi ve manevi olarak büyük kayıplarımız var. Dünya genelinde 800 binden fazla insan hayatını kaybetti. Bizde de rakam 6 bini geçti. Milyonlarca insan işini kaybetti, ya da çalıştırdıkları ticarethanelerin gelirleri azaldı.
Gelir kaybı çok büyük olmakla beraber, bu virüs bir de üstüne hepimize masraf çıkardı. Her gün maske, eldiven, dezenfektan, önlük, siperlik, kolonya gibi birçok şey tüketiyoruz. İlk aşamada çok göze batmasa da alt alta yazdığınızda bunlar da bir sürü para tutuyor. Zaten sıkıntıda olan bütçeler, bir de bu masraflarla uğraşıyorlar.


Elimizden geldiği kadar hepimiz bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Kulaklarımız acımasın diye plastik maske aparatları bile aldık. Alıyoruz almasına da bunlar gerçekten işe yarıyor mu?

Her gün kullandığımız maskeler ve önlükler İngiltere’den geri döndü. “Bunlar virüsü önlemiyor” dediler. Üstelik bunu yaptıkları dönemde maske bulmak için ölüyorlardı.

Fransa’ya yolladığımız dezenfektanlar da virüsü öldürmedikleri gerekçesiyle geri döndü. Daha bunun gibi birçok örnek sayabiliriz.
Dün akşam da bizim profesör amcalardan biri, “Maskenin içine üfleyin şişmiyorsa işe yaramıyordur” dedi. Her kafadan bir ses çıkıyor. Neyin işe yarayıp yaramadığı konusunda kaybolup gittik. Bir sürü para harcıyoruz, belki de hiçbir işe yaramıyorlar. Hele de malzemeden çalmaya meraklı coğrafyalarda bu iş büyük bir soruna dönüşüyor.
İşe yarayan malzemeyi biz bilemiyorsak kim bilecek? Tabii bakanlıklardaki amcalar bilecek. Tam olarak Sağlık Bakanlığı’nın konusu mudur yoksa başkasının mıdır bilmiyorum ama birilerinin ilgilenmesi gerekiyor.

Bir onay mekanizması getirilmeli. İmalathaneler ve ürünler denetlenip onaylanmalı. Ben de Sağlık Bakanlığı onay amblemini ambalajın üzerinde görünce güvenle alabilmeliyim. Sucuk üretenlerin bile maske üretmeye başladığı bir ortamda bu işin başka yolu yoktur.

Onaylı, onaysız malzemeler olmalı. Vatandaş yine de gidip onaysızını alacaksa, artık o kendi tercihidir.
Lise yıllarında üç yıl kimya okumuş herkes dezenfektan üretmeye başladı. Sonuçta bunların hepsi kimyasal maddeler. Bir kısmı alerji yapıyor, bir kısmı kaşıntı yapıyor, öksürük yapanı bile var. Virüsü öldüreceğiz derken kendimize zarar veriyoruz.

Tabii bir de bizim virüs iyice ölsün diye çok sıkma alışkanlığımız var. Belki de önerilen miktarın üç mislini sıkıyoruz. Bu da hem bütçeye, hem de bize zarar veriyor.

Bu tip kanunlar, yönetmelikler çok yazılır ama genelde uygulaması çok zordur. Bunları kim takip edecek? Onay aldığı şekilde üretip üretmediğini nereden bileceğiz? Sürekli olarak piyasadan numuneler toplayıp analizlerini yapacağız. Onay aldığı şekilde üretmeyene çok ağır cezalar verilecek. Bu basit bir konu değil, halkın hayatıyla oynanıyor.

Adam milyonlarca liralık malzeme satıyor, gidip birkaç bin liralık ceza kesiyoruz. Bu şekildeki bir uygulamanın caydırıcı olması mümkün değil.
Küçükler bilmez ama uzun yıllar önce Türkiye’de bir yıl şeker sıkıntısı olmuştu. Önüne gelen herkes şeker ithal ediyordu. Gömlek üreticisi firma gelip de “Ağabey elimizde şeker var ister misin?” dediğinde şeker işinin iyice kontrolden çıktığını anlamıştım.

Şu anda da durum çok farklı değil. Herkes Korona pazarından pay kapmak için her şeyi üretmeye başladı. Birilerinin bu işi kontrol altına alıp tüketicileri koruması gerekiyor.
Eski günlerdeki gibi evimize gelenlere kolonya tutmayı ihmal etmeyelim, sağlıkçılarımıza her ortamda destek olalım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Ağustos 2020 Cuma

Küçüktüm Bilmiyordum...

Günaydın dostlar…

Ankara’nın nüfusunun İstanbul’dan az olması küçüklüğümde beni çok rahatsız ederdi. Her yaz İstanbul’a geldiğimizde İstanbullu arkadaşlarım bu konuda benle dalga geçerlerdi. İçimden “İnşallah seneye yakalarız” diye dua ederdim.
Maalesef dualarım kabul olmadı. Bırakın aranın kapanmasını, giderek daha da açıldı. Her sene İstanbullu çocuklara laf anlatmaya çalışmaktan anam ağladı.


Dedim ya, küçüktüm bilmiyordum. İyi ki de yakalayamamış. Şu anda 16 milyonluk bir Ankara’nın olduğunu düşünebiliyor musunuz? Gözümün önünde bile canlandıramadım. O kadar nüfusa rağmen muhtemelen Ankapark yine de iş yapamazdı.

Bir diğer arzum da, şehirlerde yüksek binalar yapılmasıydı. Ne ileri zekâlı hedeflermiş bunlar. Düşününce, şehirlerin bu hale gelmesinden kendimi sorumlu hissettim. Allah Baba bu hedefimde bana yardımcı oldu, her yerin yüksek beton binalarla dolmasını sağladı. Camdan bakınca kendi kendime “Hiç söylenme, 55 yıl önce en büyük arzundu” diyorum. Küçüktüm bilmiyordum, bilseydim piyangodan para çıkmasını filan isterdim.

Ankara’daki Gima binası yapıldığında çok mutlu olmuştum. Bir de Türkiye’nin en yüksek binası olduğunu öğrendiğimdeki keyfi anlatamam. Sonunda bizde de artık İstanbul’dan daha büyük bir şey vardı. Hatta adı da “Gökdelen” olarak tarihteki yerini aldı. En büyük buluşma yeriydi. Kim bilir ne aşklar başlamış, bitmiştir Gökdelen’in gölgesinde.

Küçüklerin garip hedefleri oluyor. Geç saatlere kadar oturmayı da çok istiyordum. O saate kadar oturup ne yapacaktım acaba? Kesinlikle, “Büyükler oturuyorsa bu iyi bir şeydir” diye düşünmüşümdür. Gerçi rahmetli babam genelde erken yatardı; bu arzum, muhtemelen dayımdan kaynaklanıyordu. Bu yılların çoğunda televizyon bile yoktu. Geç saatlere kadar ders çalışma ihtimalimin de sıfır olduğunu düşünürsek, ne yapacağımı gerçekten ben de çok merak ediyorum.

Büyüyünce ne oldu? En geç saat 10.00’da yatar oldum. Hatta 9.30’da yattığım bile vardır. Hudsons’da çalıştığım günlerden kalma erken kalkma alışkanlığım, o günlerden beri devam ediyor. İlkokulda da hep sabahçı olmuşumdur. Günün ortasında okula gitmek hiç bana göre bir şey değil. Küçüktüm, geç saatlere kadar oturmayı matah bir şey zannediyordum. Yat uyu kardeşim, yastığın seni özlemiştir.
Büyümek demişken, her çocuk gibi benim de en büyük dileklerimden biri, bir an önce büyümekti. O kadar kalpten istemişim ki, çabucak büyüdüm. Bir anda bu günlere geldik. Büyüdüm de büyüdüm. 18 yaşına geldiğimde istediğim her şeyi yapabileceğimi düşünürken, 180 yaşında bile istediğim her şeyi yapamayacağımı öğrendim. Anlamını bile bilmediğim kelimeler, büyüdükçe hayatımın önemli parçaları oldular. Gittiğim her yere de benimle geliyorlar. Küçüktüm bilmiyordum.

“Küçüklüğüne inmek lazım” derler ya, bence benim büyüme arzum da daha altı yaşına basmamışken okula başlamış olmaktan kaynaklanıyor. Sınıftaki herkesin benden büyük olması, bende bir an önce büyüme arzusu oluşturdu diye düşünüyorum. Büyüme konusu önemli bir hedefti benim için. Allah’tan büyük gösteriyordum da bu konu çok bir sorun olmuyordu. Ne yapalım, küçüktüm bilmiyordum.

Birçok arkadaşımda olan, “Bir büyüsem de sigara içsem” arzusu bende hiç olmadı. Hayatımda bir kere bile içime sigara çekmedim. Tamam, itiraf ediyorum, bir kere denedim ama boğuluyordum. Yay burcu olarak denemeden olmazdı.

Ankara’dan İstanbul’a kadar oyuncak trenimi kurmak gibi bir hedefim de vardı ama onu bu sabah bir kenara bırakalım. Aslında epeyce de düşünmüştüm. Güzergâh belliydi, sadece altyapı çalışmaları kalmıştı. Çoğunlukla mevcut demiryoluna paralel gidecekti. Anlayacağınız, proje aşamasında hedefim yarım kaldı.
Yıllar geçtikçe hedeflerimiz nasıl da değişiyor. Artık sakin şehirler, yeşil alanlar, sorunsuz yaşlar, sağlıklı günler peşindeyiz. Anı yaşamak gerekiyor; bugün çok önemli gördüğün bir konu, yarın hiçbir şey ifade etmiyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…