30 Eylül 2014 Salı

Bizim Mahallenin Halleri

Günaydın Dostlar,

Dün sabah yürüyüş yapmak için evden çıktım ve daha yüz metre gitmeden köprünün üzerinden geçen bir hafriyat kamyonunun aşağıdaki araçların üstüne kocaman taşlar düşürmesini izledim. Trenlerin köprüden geçerken aşağıya taş düşürmesine alışmıştık ama kamyon olayını ilk defa gördüm. Kamyon bastı gitti, arabaları zarar gören insanlar da boş gözlerle arkasından baka kaldılar. Tesadüfen bu sefer insanların üzerine düşmedi, bir dahaki sefere de o olur.

Yokuştan aşağıya Suadiye ışıklara doğru inerken bir teyzenin sabunlu sularla yıkanmış mermer girişte ayağı kaydı düştü ama neyse bu seferlik bir şey olmadı. Mermeri yıkayan amca da hiç istifini bozmadan yıkamaya devam etti. Gidip kadıncağızla ilgilenmedi bile. Sonra bunlar "öküzcük" deyince bana kızıyorlar.
 
Öküzcük demişken daha elli metre gitmeden taksiye binmeye çalışan bir teyze gördüm. Kucağında bir bebek, yanında iki yaşlarında bir çocuk ve iki tane de bebek arabası vardı. Kadıncağız kucağındaki çocukla tek eliyle bebek arabalarını taksinin bagajına yerleştirmeye çalışıyor, taksiyi kullanan öküzcük de hiç istifini bozmadan şoför koltuğunda oturuyordu. Neyse daha sonra oradaki dükkanların birinden bir genç çocuk çıkıp yardım etti de kadıncağız taksiye binebildi.
Geldik dünyaca ünlü Bağdat Caddesi'ne. Sol şeritte gitmekte olan bir beton mikseri bir anda durdu ve geri geri gelmeye başladı. Başladı başlamasına da arkasında araçlar var. Bir de öküzcük gibi kornaya basıyor. İnsanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Meğerse geri geri gelip oradaki sokaklardan birine girecekmiş. Bu işi yapacaksan bile, bunun "bir anda durup geri geri gelmekten" daha iyi bir yolu olması gerektiğini düşünüyorum. Ne bileyim biri gelir yolu keser filan.

Şaşkınbakkal ışıklarda yayalara yeşil yandı ve insanlar karşıdan karşıya geçmeye başladı ama bir anda içinde üç tane öküzcük bulunan bir dağıtım kamyonu aralarına daldı. Kamyon kimseye vurmadı ama (Emin’de dahil olmak üzere) bir sürü bağrış çağrış oldu. Bizim öküzcük diyor ki “Bana da yeşil yandı.” Oradaki amcalardan biri, “Sana da yeşil yandı ama sen yayalar geçtikten sonra döneceksin.” dediğinde de “Ben hayatımda hiç böyle bir şey duymadım.” diye bağırıyor. Ölür müsün yoksa öldürür müsün?

Artık son üç yüz metreye girmiş durumdayım ama her an her şey olabilir. Nitekim uzaktan inşaatların birinde iple bağlanmış demir çubukların yukarıya doğru çekilmeye çalışıldığını gördüm. İki metre boyundaki çubukların uçlarına yakın bir yerden tek bir noktadan bağlandığını görünce "Eyvah bunlar düşecek." dedim. Aşağıda da bir tanesi vinç kaldırırken düşmesinler diye çubukları tutuyordu. Ne zaman ki adam çubukları bıraktı, hepsi birden düştü.
Son metreleri bitirip de eve girdiğimde yaşananları tekrar düşündüm. Ben kırk dakikalık bir yürüyüşte bu kadar şeye şahit olabiliyorsam kim bilir ülkenin çeşitli yerlerinde her gün kaç ayrı kaza oluyordur. Bu konuda dünya şampiyonu olmamız tesadüf değil. Emniyet tedbiri almaktaki tembelliğimizin, bu konudaki cimriliğimizin ve de canımızın bir kıymetinin olmamasının eseri.
Bu ülkede kaçacak yerin yok. Kamyon üstüne taş düşürmezse ıslak zeminde kayabilirsin, onu yırtsan geri geri gelen beton mikserinin altında kalabilirsin, hadi diyelim onu da yırttın, bu sefer de ışıkta kamyon çarpabilir veya doğru dürüst bağlanmamış demir çubuklar kafana düşebilir.

Ben mi yaşlandım yoksa metrekareye düşen öküzcükler mi arttı bilemiyorum ama bana bu işler iyice kötüye gidiyormuş gibi geliyor.

"Allah koruyor." diyorlar ya, bizi gerçekten de Allah koruyor. İş bize kalsa bitmişiz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

29 Eylül 2014 Pazartesi

Türk Gibi Başla Ama Türk Gibi Bitirme...

Günaydın dostlar...

Geçen gün beraber yemek yediğimiz Avrupalı dostlarımız, bu sözün Avrupa’da çok yaygın olarak kullanıldığını söylediler. Açıkçası, Avrupa’da epeyce zaman harcamış bir insan olarak ben bu sözü duyduğumu hatırlamıyorum. Duymuşsam da beni pek etkilememiş ve unutmuşum.

Bu tam olarak ne demek? Bu Türkler büyük bir şamata ile bir işe başlarlar ama iradeli insanlar olmadıkları için işin sonuna doğru cıvırlar ve işin sonunu getiremezler. Bu lafın tam tercümesi böyle oluyor. İşin garip tarafı bunu da işin sonunu ne kadar iyi getirebileceğimizi bilen Avrupalılar söylüyor.
 
O zaman insanın aklına şöyle bir düşünce geliyor. İşin sonunu iyi getirebilmemiz için tepemizin atması veya bir takım manevi duygularla dolduruşa gelmemiz mi gerekiyor? Tepemiz attı mı, canımız istedi mi yapamayacağımız şey yoktur ama canımızın istemesi ve gerçekten inanmamız gerekiyor.
Şu spor turnuvalarında filan elenen takımlar daha sonra aralarında beşincilik, altıncılık maçı oynarlar ya, mesela o tip işler hiç bize göre değildir. Biz hayatta öyle bir maça motive olamayız. İlk üçe giremedikse ha beşinci olmuşuz, ha altıncı olmuşuz; bizim için hiç fark etmez.

Avrupa’da böyle bir imajımız var mı yok mu bilmiyorum ama düşündüğünüz zaman ve de etrafınıza baktığınız zaman aslında bu düşünce çok da yanlış değil. Her işe büyük bir şevkle ve heyecanla başlarız ama bir müddet sonra heyecanımız kaçar. Çok maymun iştahlı bir yapımız var. Ben bu durumun her topraktan daha çok bu topraklarda geçerli olduğunu düşünüyorum. Eskiyi bırakıp yeni bir şeyler yapmak bu coğrafyada havalı bir iştir.

Yapacağım, edeceğim demeye gelince gerçekten üstümüze yoktur. Hele de rakı masalarında vermediğimiz söz kalmaz. Yeni yemek sözleri, yeni gezme sözleri, yapılacak iş sözleri her türlü söz verilir ama daha sonra o akşam verilen sözlerin %90’ı yerine getirilmez.

Takımlarımızın maçların sonunu getirememesinin arkasında da bu duygu yatıyor. Bazen heyecanımızı kaybediyoruz, bazen de zaman azalınca bitti zannediyoruz. Son 3-5 dakikada bize bir rahatlık çöküyor. Bizim takımlarımız kadar son dakikalarda maç kaybeden başka takım yok.

Rahat bir yanımızın olduğu kesin. Aman ben bu işi %100 seviyesinde yapmalıyım gibi bir duygumuz da yok. Genel olarak hırslı bir millet değiliz; zira hırs enerji gerektiriyor, uğraşmak gerektiriyor. %80-%90’lık performanslar bizim için her zaman yeterlidir.
İlk dakikadan son dakikaya kadar bir şeylere konsantre olup işin sonunu getirebilmek de Allah vergisi bir meziyet diye düşünüyorum. Ne yazık ki bu meziyetten bizde çok fazla yok. Biz gazla çalışan bir milletiz ve gazın yettiği yere kadar gideriz. Gazımızın bittiği noktada da hemen performansımız düşer.
Ben yaptığımız işin kaliteli olmamasını da buna bağlıyorum. Her şeyi işlevsel düşünürüz ve de her zaman sonuç odaklıyızdır. İşimizi görüyorsa bizim için yeterlidir, daha fazlasına gerek yok.
 
Bunun geri kalmışlıkla da bir alakası olduğuna inanmıyorum. Ülkenin geliri bir anda kişi başı 25,000 dolara yükselse, sizce bu durum değişir mi? Hiç zannetmiyorum…

Yapabileceğimizden daha iyisini yapmak veya gerekli olandan daha fazlasını yapmak çabası bizim mayamızda yok. "Günü kurtarmak" bizim için iyi bir hedeftir. Biz genel olarak tembel bir millet miyiz? Bence değiliz ama içimizde bu tip hırslar, bu tip duygular yok. Hele hele estetik duygumuz hiç yok.

Artık günümüzde bir şeyler yapmak yetmiyor. Hem bir şeyler yapacaksın hem de kalitenle, servisinle fark yaratacaksın.
Her zaman söylüyorum, herkes her gün 5 minik iyileştirme yapsa sene sonunda epeyce kaliteli bir yol almış oluruz.

Aslında düşündüğünüz zaman uzak diyarlarda bizim hakkımızda böyle bir laf dolaşması hiç de hoş bir şey değil… Bütün dünyaya sonuna kadar gidebileceğimizi ve ilerleyen zamanla beraber çaptan düşmeyeceğimizi göstermemiz lazım.
Gününüz güzel geçsin ve çıktığınız yolun muhakkak sonunu görün…

26 Eylül 2014 Cuma

OKS Anneleri...

Günaydın dostlar. Pırıl, pırıl bir cuma sabahında yürüyüşe çıkmadan önce 2 satır dertleşelim istedim. Dün akşam evde oturdum ve epeyce bir televizyon seyrettim. Doğal olarak Avrupa şampiyonu olacak diye kurulan Fenerbahçe basketbol takımının CSKA karşısında aciz durumlara düşüp 20 sayı fark yemesini de izlemek zorunda kaldım.

Sadece Fenerbahçe olsa yine sorun olmazdı. Dünya şampiyonasında ilk üçe girecek denilen bayan voleybol takımımızın Bulgaristan’a yenildiğini de gördüm ama bu sabahki konumuz bunların hiç biri değil.
 
Dikkatimi çeken akşamları televizyonda ne kadar çok oturum ve tartışma programı olduğu. Hemen hemen her kanalda bir tane var. Herkes almış karşısına 3 yandaş, 2 karşı görüşlü misafir, tartışıyorlar da tartışıyorlar. Öyle hemen bitiyor filanda zannetmeyin. Bu programların hepsi birbirinden uzun sürüyor. Bitmek bilmiyor. Sonuçta ne mi oluyor? Hiçbir şey. Bu programlardaki bağrış çağırışlar zaten gergin ve kutuplaşmış olan ortamı biraz daha germekten başka bir işe yaramıyor.
Bu programlara katılan birçok tanıdık isim de var. Şöyle bir bakınca, “bu amca ne zaman bu konunun uzmanı oldu da çıkmış burada bu konuyu tartışıyor” demekten de kendinizi alamıyorsunuz.

Teyzemin biri çıkmış, “bu millet yıllardır Kemal Sunal filmleri seyrediyor, bu insanlardan ne bekliyorsunuz ki” diyor. Vallahi siz Kemal Sunal filmlerine kurban olun. Onlar hiç olmazsa o devir için bir kendini bulma ortamlarıydı. Halleri, tavırları birçok insana yakın geliyor ve onlar için bir umut ışığı oluyordu.

Bu devirde “OKS Anneleri” seyrediyoruz.
Anneler demişken yine dün gördüm, bir de “Haftanın Annesi” diye bir program var. İçeriği hakkında hiçbir fikrim yok ama ne program yapacağımızı şaşırdığımız da çok net belli oluyor. Çocuğunu her gün sırtında okula taşıyan kadın mıdır haftanın, ayın, yılın annesi, yoksa televizyon yarışma programında formata göre hareket etmeye çalışanlar mıdır?
Bu kadar program arasında Uğur Dündar’ın halk arenası programını da kaçırmadım ama bu sefer kini beğendim desem yalan olur. Birincisi hep aynı 13 konuk döne döne programa çıkıyorlar, ikincisi de dünkü program tamamen bir partinin reklamı gibiydi. İstanbul, İzmir ve Eskişehir’den başka hiçbir yerde de program yapamıyor. Bu illerdeki izleyicilerde onun veya konuklarının ne söyleyeceğini zaten biliyorlar. Bence programları biraz daha geniş bir coğrafyaya yayması gerekiyor.

Bir de tabi sevgili Annemin de çok severek izlediği tonla dizi var ama dün akşam onlara bakacak vakit kalmadı. Göremedim ama eminim ben doğduğumdan beri televizyonda olan “arka sıradakiler” ve “arka sokaklar” dizileri halen oynuyordur. Bunlar yıllardır televizyonda olduğuna göre demek ki yıllardır birileri bunları izliyor.

Az daha unutuyordum, bir de “O ses Türkiye Çocuklar” diye bir program var. O programı da sevmedim. Birazcık seyrettim ve bana doğal gelmedi. Programın yapısında ve akışında samimi olmayan bir şey var.

Bugün Cuma. Şimdi bu akşamdan başlayarak, Pazartesi gecesi de dahil olmak üzere, ortamı germe sırası futbol yorumcularında. Hafta 7 gün ve bu 7 günün 4 akşamında futbol yorum programı var.

Üzülerek söylemeliyim ki hiçbir kanalda kültüre, sanata, yönelik bir program yok. Sanata en çok yakınlaşacağınız yer Kral TV. İnsanlar ellerindeki, avuçlarında ki paraları kolayca kaybedebilsin diye bütün gün at yarışı gösteren bir kanal bile var.
Bizler izlediğimiz müddetçe de, bu saçma sapan programlar yayında kalmaya devam edecek. Rating uğruna yapılmayan program kalmamış…

Emin’in tavsiyesi televizyon izlemeyi biraz azaltıp, kitap okumayı biraz arttırmamız yönündedir. İnanın 24 saat kitap okusanız bitmeyecek kadar çok güzel kitaplar var…  Ben sürekli okuyorum ama okunacak kitaplar listemde hiç azalmıyor.
Cuma günü hepinize hayırlı olsun…

25 Eylül 2014 Perşembe

Sulu Kar Yağıyor...

Trakya’nın yüksek kesimlerine kar yağacak diye bir haber okudum. Eylül ayında Trakya’da bir yerlere kar yağacaksa helal olsun vallahi. Burada pek kar yağacakmış gibi bir izlenim yok.

Kar haberleri CCI’a ilk başladığım günlerde karlı bir sabahta nasıl havaalanına gitmiştim onu hatırlattı bana.
 
CCI’da ilk aylarımdı ve bir yere seyahate gitmem gerekiyordu. O zamanlar henüz Sabiha Gökçen açık olmadığı için her yere Atatürk Havalimanından gidiyorduk. İşin komik tarafı o sabah nereye gidiyordum onu da hiç ama hiç hatırlamıyorum. Belki de yurtdışına gidiyordum.
Üzerimde de takım elbise vardı. Bu da demek oluyor ki, iner inmez takım elbiseli olmam gereken bir yere gidiyordum. Havaalanından doğrudan toplantıya filan gidecektim herhalde. Belki de Mersin’e gidiyordum. Mutlu’nun bana yüz vermediği Mersin seyahati vardı ya, belki de bu seyahat o seyahatti.

Bir gün önce kar yağmaya başladı ve gün boyu yağdı. Hatta bütün gece de devam etti. Uçak ta ertesi sabah 6:30 gibi filan bir saatteydi. Kar da yağıyor ben saat 4:00 gibi evden çıkmaya karar verdim. Verdim vermesine de her şeyi bilen eş, dost, akrabalarımız, bu havada araba ile gidilmez sen en iyisi taksi ile git diye beni kandırdılar. Ben de ne bileyim Michigan’ın minik bir şehrinden gelmiş garip bir Anadolu çocuğu olarak inandım. İstanbulluların bir bildiği vardır her halde diye düşündüm.

Sabahın 4’ünde taksi geldi çıktık yola. Yollar bomboş ve şiddetli biçimde sulu kar yağıyor. Adamcağız Bağdat Caddesinden gitti ve Fenerbahçe stadının oradan çevre yoluna çıktı. Sulu kar yağıyor ama yollarda pek bir şey yok.

Tam Fikirtepe’nin oralarda basmış giderken bir anda birikmiş suların içine girdi. O hızla suya girince da arabanın önünü 3 kere filan bariyerlere çarptı ve araba sabahın köründe, şiddetli yağmur altında, 15-20 cm kadar suyun içinde sol şeritte kaldı.

Taksiyi kullanan çocuk çıkardı ayakkabılarını indi arabadan. O indi de ben maymun gibi, takım elbiselerle kaldım arabanın içinde. Bir yandan da araçlar geliyor hah diyorum şimdi bunlardan bir tanesi çıkacak üstümüze.
Bir an kararsızlık içinde kaldım. Takım elbiselerle suya girsem bir türlü, girmesem bir türlü. Ayrıca da inince de gidebileceğin bir yer yok. Şiddetli yağan yağmurun ortasına ineceğim. İnmesem bir aracın gelip çarpması an meselesi. Taksinin önü hurdaya dönmüş kıpırdaması mümkün değil.

Tam bu arada taksiyi kullanan çocuk geldi arka kapıyı açtı ve “ağabey ben nasıl olsa suya girdim, sen girme gel ben seni kucağımda indireyim” dedi… İşin komik tarafı minicik de bir şey. Bir an düşündüm sabahın 4’ünde, çevre yolunun ortasında, takım elbiselerle, taksicinin kucağında bir Emin…

“Yok oğlum, gerek yok, ben inerim” dedim ama nasıl ve nereye ineceğim hakkında da hiçbir fikrim yok. Ben inme hazırlıklarındayken tesadüfen aynı duraktan bir taksi yolun kenarında durdu. İçi de ful dolu.

“Ben şimdi seni indiririm ağabey” deyip koca koca taşları suyun içine yolun ortasına attı. (Sonra o taşları oradan kim temizledi Allah bilir) Ben de kapıyı açıp yarım yamalak ta olsa taşlara basarak yolun sağ kıyısına kadar gitmeyi başardım ama tabi ki bütün ayakkabılarımın içine su doldu. (En sevmediğim his)
İndik inmesine de şakır, şakır sulu kar yağıyor ve korkunç da rüzgar var. Duraktan yeni bir taksi çağırdılar ama o gelene kadar Emin buzdan adam olur.

Bizi görüp duran taksinin arkasında bir adam ve 2 çocuk oturuyor, önde de başka bir adam oturuyor. Ben arkayı dörtledim, kaza yapan taksici de bir şekilde öne sıkıştı ve biz gayet kaynaşmış bir şekilde yeni taksiyi bekledik.
15 dakika sonra yeni taksi geldi Emin kaynaştığı dostlarından ayrılıp, bir kere daha havaalanına doğru yola çıktı.

Taksinin arkasında sırılsıklam, ayakkabılarım su dolu, donuma kadar ıslanmış bir vaziyette otururken kendi kendime “tam olarak ne oldu burada” diye düşünmeye başladım…
Taksi, yağmur, yol, su birikintisi, kaza, kucak… Bunların hepsi rüya mıydı, kabus muydu neydi ben anlayamadım.

Tek anladığım şey, bir daha kar yağarken havaalanına taksiyle gitmemek oldu. Sanki karlı havada taksici benden daha iyi araba kullanacak…
Herkes çıktığı yolun kazasız belasız sonunu görsün. Kalın sağlıcakla…

24 Eylül 2014 Çarşamba

Satınalmacının Yalnız Dünyası

Günaydın Dostlar,

Evet, doğru okudunuz; yalnızdır satınalmacı.
Bütün o etrafındaki kalabalığa ve işine müdahale etmeye çalışan insanlara rağmen curcunanın ortasında tek başınadır. Hele de bu topraklarda hiçbir zaman layık olduğu değeri göremez. Her şirket kendisini “satış şirketi” olarak konumlandırdığı ve de sürekli bu duyguyu çalışanlarının beynine işlediği için herkes masanın öbür tarafını, satınalmacının yaptığı işi çok basit görür. İçlerinde her zaman “Ah masanın öbür tarafında bir ben olsam!” duygusu vardır.


Masanın bu tarafına oturacaklar, çatır çatır pazarlık yapacaklar ve bütün şirkete bu işin nasıl yapılması gerektiğini gösterecekler. Satınalmacılar şirketlerin üvey çocuklarıdır. Finansa bağlıdırlar ama finansçı değillerdir, tedarik zincirine bağlı olanları vardır ama orası da onların tam yeri değildir. Şimdi yeni yeni birçok şirket satınalma bölümünü doğrudan genel müdüre veya CEO’ya bağlamaya başladı ki bence de en doğrusu budur. Dip çizgiyi en çok etkileyen bölümlerin başında gelen satınalmanın diğer bölümlerin etkisinden uzaklaşmış olması şart diye düşünüyorum.

Ne yazık ki bizim ülkemizde satınalma deyince akla pazarlık gelir. Artık çağdaş dünyada pazarlık diye bir şey kalmadığını kimse anlamaz veya anlamak istemez. Birçok şirkette de satınalma pazarlıkları patronların hobisi gibidir. Hani dünyaca ünlü müzisyenler, bazen gidip de olmadık bir barda sahneye çıkıp ruh hallerini düzeltirler ya satınalma pazarlıkları da patronlar için öyle bir duygudur.

Bizim işimiz pazarlık değil “procurement”dır ama şirketlerin %90’ında satınalmacının onu bile yapmasına müsaade etmezler. Patronlar, üst düzey yöneticiler, herkes işin içindedir. Firmalar da bunu bilir ve satınalmacı ile yaptığı pazarlık bitince patrona da bir şeyler vermesi gerektiğinin bilincinde olduğu için ona da %3-%5 bir pay ayırır. Daha sonra da zavallı satınalmacı kardeşim, “Bak nasıl %5 daha indirttim.” laflarına maruz kalır.

Bizim ülkemizde satınalma bölümünde görev yapanların genelde iş seviyeleri de düşüktür. Her ne kadar durum on beş yirmi yıl öncesi kadar kötü olmasa da etrafa baktığınız zaman en düşük seviyelerin ve maaşların bu bölümün çalışanlarına verildiğini görürsünüz. Bakarsınız etrafınıza, ne yaptığını ve ne sorumluluk taşıdığını anlayamadığınız insanlar sizden daha çok maaş alıyorlardır. Çünkü satınalamcının kollayanı, koruyanı yoktur. Bazı firmalar bu konuda çok yol aldı ama daha gidecek çok uzun bir yolumuz var.

Tabii Avrupa, Amerika, Uzak Doğu gibi gelişmiş coğrafyalarda bu iş hiç de böyle değil. Onlar satınalmanın etkisini ve önemini çok iyi kavramış milletler olarak iş ortamında da gerekli düzenlemeleri yapmışlar. Örnek olarak birçok şirkette CFO ve CPO’nun iş seviyeleri genelde aynı seviyededir.
Bizim kaderimiz veya kadersizliğimiz, herkesin bizim yaptığımız işle ilgili söyleyecek bir sözünün olmasıdır. Örnek olarak kimse gidip de muhasebe bölümüne “Bırak da bu defterleri ben tutayım.” demez ama maşallah bu topraklarda doğan herkes doğuştan satınalmacıdır. Satınalma deyince akla salı pazarındaki limon pazarlığı gelir.
Özel bir iştir, ayrıcalıklı bir iştir ama her türlü yoruma da açık bir iştir. Plansız, programsız işletmelerin acil ihtiyaçlarını bin türlü stres altında karşılayan satınalmacılar genelde takdir de görmezler. Zaten görevi icabı yapması gereken şeyler diye bakılır.

Peki, biz ne yapacağız? İşler böyle diye küsüp oturalım mı veya başka bir bölüme mi geçelim? Kesinlikle hayır. Her zaman söylediğim gibi bu çok özel ve ayrıcalığı olan bir iştir. Şimdi diyeceksiniz ki “Öyle diyorsun da biz o ayrıcalığı hissetmiyoruz.” Arkadaşlar görev yine bize düşüyor. Şirket içinde bölümümüzü pazarlamak da bizim görevimiz. İç müşterilerle, üst düzey yöneticilerle, çevremizle iyi ilişkiler içinde olarak her fırsatta, her ortamda bölümümüzü ve yaptıklarımızı anlatmamız lazım.

Zaten herkes, her şeyi biliyor diye düşünmeyin; inanın kimse bir şey bilmiyor. Hele de konu satınalmaysa herkes bir şekilde hallediliyor, zannediyor. İş yerlerinde iyi iş yapmak çok önemlidir, yaptığın işi anlatabilmek daha önemlidir.
Bir dahaki paylaşımımızda buluşuncaya kadar sağlıcakla kalın ve en büyük hedefimizin işimizi kaliteli yapmak olduğunu hiç unutmayın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

 

Garip Bir Kronoloji...

Günaydın dostlar...

Gerçekten de garip bir kronoloji.

Demin dikkatimi çekti ben Facebook’a gireli tam 7 yıl olmuş. Facebook ile ilk tanışmam, sevgili kardeşim Tayfun’un ısrarları sonunda 2007 yılının Ekim ayında olmuştu. O günden bugüne kadar da birçok şey yaşanmış.
Bu da demek oluyor ki, ben 7 yıldır insanların yarısı yenmiş yemeklerinin resimlerini görüyorum. Gerçekten de zaman çok çabuk geçmiş. Doğu Karadeniz yollarında, Gece Yolcuları’nın müziği eşliğinde keyifli bir seyahat yaparken, dönüşte Facebook’a gireceğime dair Tayfun’a söz vermiştim. Giresun’da denize karşı rakı içtiğimiz akşamlar tam 7 yıl geride kalmış.


Aslında Facebook’a girip ne yapacağımı da çok da anlamamıştım ama yine de herkes girdiğine göre bir bildikleri vardır herhalde diye düşündüm. Facebook’a asıl çağ atlatan, akıllı telefonlardan check in yapabilme ve resim çekip anında ekleyebilme olayıdır.

İstanbul’a geldiğime Facebook’a girecektim ve de ilk arkadaşım Tayfun olacaktı, öyle anlaşmıştık ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Benim girmemle beraber başka bir arkadaşımızdan arkadaşlık talebi geldi ve ben de ne olduğumu anlayamadan kabul ettim. Daha saniyesinde bir arkadaşım oldu ve maalesef Tayfun ikinci arkadaşım oldu. Tayfun da şaşırdı. "Bu da kim?" demeye başladı. Vallahi ben de bilmiyorum nasıl oldu ama bir anda arkadaş oluverdik.

Facebook’un sevmediğim tarafları da var ama genelde artıları eksilerinden daha fazla. Facebook olmasaydı birçok arkadaşımla buluşamaz, birçok kişiyle hiç tanışamazdım. Liseden hemen sonra yurt dışına gidip, 18 sene sonra döndüğüm için birçok arkadaşımla, dostumla irtibatım kopmuştu ama Facebook sayesinde birçoğu ile tekrardan buluşma imkânımız oldu.

Anlayacağınız Facebook’un katkıları inkâr edilemez. Şimdi olsa o kadar büyük sorun olmazdı ama bizim zamanımızda gittin mi buralardan kopuyordun. Telefon bile 1,5 günde bağlanıyordu. Fenerbahçe’nin maçlarının sonuçlarını, gelen gazetelerden 12-15 gün sonra öğreniyorduk.

Garip bir sıralama dedim ama bir nevi bir hatıra defteri gibi bir şey. Sizin her akşam deftere bir şeyler yazmanıza gerek yok; o sizin adınıza iyiyi de, kötüyü de bünyesinde saklıyor. O hiç unutamadığınız gece de orada saklı, hiç hatırlamak istemediğiniz gün de. Acılar, tatlılar her şey sıraya dizilmiş.
Hiç sevmediğiniz insan da orada, bir türlü unutamadığınız insan da Facebook’ta. Ya o ortaokuldaki sevgiliniz? Bu platform olmasa onu bir daha nasıl görecektiniz. Ne kadar tipsiz bir insanla evlendiğini nereden bilecektiniz?

Her zaman “Hayatta yarın ne olacağı belli olmaz.” derim ama Facebook’ta bir saniye sonra ne olacağı belli olmaz. En ummadığınız, keyfinizin çok da yerinde olmadığı bir akşamda, hayatınızın bütün akışını değiştirecek olan o mesaj geliverir. Bir anda ruh haliniz de değişir hayatınız da.
İnsanlar genel de güzel şeyleri, yemeleri, içmeleri paylaşıyorlar ama hayat her zaman güllük gülistanlık da değil. Geçen kış, bir sınıf arkadaşımızın artık bizle olmadığını da Facebook’tan öğrenmiştim… Her zaman da güldürmüyor bu ortam.

Benim arkadaş listem 900 kişi kadar ve bu listeden 15-16 tane arkadaş artık bizle değil. Hiçbirini listemden çıkarmaya kıyamıyorum. Zaman zaman resimleri karşıma çıktığında; onlarla yaşadıklarımı, güzel günleri hatırlıyorum.
Başta sabah sohbetlerinde çok şey paylaştığımız sevgili Feridun ağabey olmak üzere, Tatilya’daki sevgili çalışma arkadaşım Serhad’a kadar hepsinin mekânları cennet olsun. Hiç birinizi unutmadım ve unutmam da mümkün değil.

İstanbul zor bir şehir, ulaşım kolay değil, dolayısıyla görüşmek de hiç kolay değil. Facebook sayesinde en azından eş, dost, akrabanın ne yaptığından haberimiz oluyor. Bir açığı kapatıyor.
Facebook’ta hep gülen yüzler görmek arzusuyla hepinize güzel bir gün diliyorum…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

23 Eylül 2014 Salı

Yatırım Var Yatırımcık Var

Günaydın Dostlar,

Sabahın ilk ışıkları ile beraber internette Türkiye'ye yapılan/yapılmayan yatırımlarla ilgili bir haber okudum. "Yatırım" diye adlandırılan şeylerin çoğu nedense beni hiç kesmiyor. Benim için üç beş günlük sıcak para girişinden öteye gidemiyor.
Finansal olarak adına yatırım dense de Antalya ve çevresinde ev fiyatlarının üç misline çıkması gerçekten yatırım mı? Alana yatırım da bizim için ne?
Bu yatırım işini ben eskiden beri anlamıyorum. Anladığım tek şey Türkiye’ye gelen yatırımların çoğunun ülkeye bir şey kazandırmayan yatırımlar olduğu. Bir şey kazandırmadıkları gibi üstüne bir de bizim olanı alıp götürüyorlar.


Bu nedenden dolayı yatırım rakamlarını iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Adamlar geliyorlar, boğazda kalmış tek yeşil alanı bilmem kaç yüz milyon dolar verip satın alıyorlar, bu da yatırım sayılıyor. O parayı alan, parayı nerede kullanıyor? Ülkeye ne yararı oluyor? Onu da Allah bilir. Buradan gelen parayla kimse gidip de ülkeye faydası olacak bir fabrika kurmuyor.

Fabrika demişken o da ayrı bir konu. Türkiye’de zaten faaliyet halinde olan bir fabrika yabancılara satılıyor ve Türkiye’ye yatırım geldi diye yaygara yapılıyor. Ne oldu? Türkiye bu olaydan dolayı ekstra bir üretim kapasitesi mi kazandı? Cevabı ben vereyim, hiçbir yararı olmadı. Tam tersine fabrika yerli iken belki de yurtiçinde kalan kazançlar, şimdi doğrudan yurtdışına transfer ediliyor.

Dışarıdan gelip de Türkiye’de işletme satın alan firmalar bu işi babalarının hayrına yapmıyorlar. Para kazanıp kendi ülkelerine götürmek için geliyorlar. Bu işlemler sonunda ülkenin elinde, avucunda bir şey kalmadığı gibi kazanılan paralar da yurt dışına gidiyor.

Yıllardır bu ülkede satış yapıp, burada üretim yapmayı aklından bile geçirmeyen bir firma milyonlarca dolar harcayıp burada ürünlerini depolamak için bir ambar yaptırmış. İnanın bu rakam da Türkiye’ye gelmiş yatırım olarak sayılıyor. Ambarlar, yollar, ofisler gibi yatırımlar çok gerekli olmakla beraber ölü yatırımlardır. Ne şirketlerine ne de bulundukları ülkeye doğrudan bir getirileri olmaz.

Birçok yabancı firma yerel sıkıntılarla uğraşmamak için, yapıyor ambarını, ithal ediyor malını, kazanıyor parasını ve alıp gidiyor. Temiz iş. 100 senedir bu ülkede olan ama ürünlerini ithal edip, parayı alıp gitmekten başka bir şey düşünmeyen birçok firma var.

Ülkeye bu şekilde gelen paraların hepsi yatırımcıktır ve Türkiye’ye çok da faydası yoktur. Zaten altyapısı yetmeyen bir şehre gelip de 50 katlı kuleler dikmenin bu şehre de, bu ülkeye de hiçbir faydası yok. İşin komik tarafı, bu yatırımları yapıyorlar diye bazen bir de üstüne teşvik alıyorlar.
Peki, bunlar yatırımcıksa, yatırım nasıl olacak?

Hemen cevap veriyorum. Örnek olarak gelirsin bu ülkeye, kurarsın mikroçip fabrikanı, üretirsin dünyanın en ekonomik ve en kaliteli çiplerini, satarsın buradan 200 ülkeye o zaman ben seni alnından öperim. Bu tip örnekler her sektör için çoğaltılabilir.

Ülkeden para götürmek için veya ülkenin son kalmış yeşil alanlarının içine etmek için bu ülkeye gelen yatırımlar açıkçası beni memnun etmiyor. Bunların yatırım diye sınıflandırılmasını bile doğru bulmuyorum.
Yatırım dediğin gittiği ülkeye yarar sağlamalı…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

19 Eylül 2014 Cuma

Lady Gaga Semiramis Lüfer...

Ne olmuş tam olarak?

Lady Gaga gelmiş ve sahnede üzerindekileri çıkarmış. Bence değil üzerindekileri, derisini bile çıkarsa bir gram haber değeri olmayan bir davranış. Tersi olsa belki birazcık bir değeri olurdu ama bu haliyle hiç enteresan değil. Yine de bu işi kim organize ettiyse aferin ona. En popüler dönemimde Lady Gaga’yı Türkiye’ye getirmeyi başarmak kolay bir iş değil. İtiraf etmeliyim ki “Born this way” şarkısını bende seviyor ve dinliyorum.
 
Biliyorsunuz genelde bu tip şarkıcılar Türkiye’ye huzur evine girmeden 3-4 yıl önce Roberto Carlos’un Fenerbahçe’ye geldiği gibi geliyorlar. Şarkıcı, futbolcu derken asıl değinmek istediğim konuya geleyim. Gelen her türlü ünlüye Boğaz’da tur attırma konusuna. Ben bilmiyorum ama bu konu Anayasamızda filan bir yerlerde mi yazıyor acaba?
Madde 1313. Gelen her türlü ünlü gelir gelmez şehrin ileri gelenlerinin ve zenginlerinin eşliğinde Boğaz’da tur attırılır. Ünlü istemezse bu turu yapmasının kanuni bir zorunluluk olduğu kendisine uygun bir dille izah edilir.

Herkes ne kadar çok bayılıyor bu tekne turuna. Ne zaman yabancı bir şirketin bir büyüğü gelse, şirketlerde hemen tekne turu organize ederler. Benim de bu tekne turları ile tanışmam CCI’da çalıştığım dönemlerde yurtdışından bir büyüğün gelmesi vesilesi ile olmuştu. Bilmiyorum halen var mı ama Semiramis adlı bir tekne vardı o zamanlar. Tekne güzeldi ama serin bir İstanbul akşamında 4-4,5 kadar süren tur bana bir asır gibi gelmişti.

Denizi ve deniz kıyısında yemek yemeyi çok seven bir insan olarak bu tekne turlarını hiç sevmiyorum. 15 milyonluk şehirde herhalde bu işi sevmeyen tek insan benimdir. Ortam ve karşımdakinin sohbeti güzel olduğu zaman saatlerce bir restoranda oturabilirim ama tekne turunda daha baştan 4 saat süresince o tekneden inemeyeceğimi biliyorum ya, o bana yetiyor. Hemen tadımı kaçırıyor.

Bütün arkadaşlarım bu işe bayılıyor ve bu konu sık sık gündeme geliyor. Balıkçıya gidince zaten 5 saat oturabiliyorsun, buradaki sorun nedir diyorlar. Balıkçıda istediğim an kalkabileceğimi biliyorum. Buradaki sorun tekne geri dönmeden kalkamayacağımı biliyor olmam. Sevsem de, sevmesem de burada 5 saat oturmak zorundayım hissi zaten baştan beni bitiriyor.

Denizi severim, balığı severim, çoban salataya zaten aşığım, hamdolsun rakının da hakkını verebilirim ama tekne turu deyince bütün tadım kaçıyor. Bu teknelerin iyisine, kötüsüne, ucuzuna, pahalısına birçoğuna bindim ama açıkçası hiç biri bana cazip gelmedi.
Bu tekne turlarının çoğunda yemeklerin genelde iyi olmadığı düşünüyorum. Manzarayı sattıkları için yemeği pek umursamıyorlar. Sadece bir seferinde Swiss Otelin teknesinde yemekler çok iyiydi ama onun dışında genelde vasat veya vasatında altında.
Siz sormadan ben söyleyeyim, kapalı yer sıkıntım filan da yok. Benim alerjim tekne turlarına. Doğal olarak durum böyle olunca mavi yolculuk gibi işlerde hiç bana göre değil. 15 gün teknede yaşadığımı düşünemiyorum.

Düşünüyorum da bu tekne ve teknede yaşama işi, bu işi çok sevmekle alakalı bir konu. Gerçekten tekneni çocuğun gibi sevip ilgilenmen gerekiyor. Benim bu konuya hiçbir zaman merakım olmadı. Hiçbir zaman bir tekne almak arzusu içinde olmadım.

Deniz kıyısında veya Boğaz’da yemek yerken görüyorum ki bu teknelerden yüzlerce var. Büyüğü, küçüğü, ucuzu, pahalısı her çeşidi var. Hatta içinde dansöz oynayanları bile var.
Bu teknelerle boğazın serin sularında rakısını yudumlayan arkadaşların neşeleri bol olsun ama ben almayayım.

Bir haftayı daha bitirdik, herkesin Cuma günü ve hafta sonu çok güzel geçsin…

16 Eylül 2014 Salı

Ekmek Parası...

Günaydın dostlar...

"Ne kadar pahalı bir şey bu ekmek?” diye düşünürdü küçük Ayşecik. Babası ekmek parası kazanabilmek için İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştı. Köydeki diğer akrabalarında da durum çok farklı değildi, birçoğu ekmek parası kazanabilmek için ailelerini köyde bırakıp İstanbul’a gitmişti.

Benim babam gitti ama Mehmet dayı niye köyde diye düşünmeden de edemiyordu küçük Ayşe. Onlar ekmek yemiyorlar mı acaba? Babam keşke geri gelse de ben ekmek yemesem de olur. Hamurla, gözlemeyle idare ederim, yeter ki babam geri gelsin.
 
Köyün büyüklerinden sık sık "para İstanbul’da" sözünü duyuyordu. Her akşam yatağa yattığında "Para niye İstanbul’da, neden bizim köyde yok?" diye düşünmeye çalışırken uyuyup kalırdı. Babam İstanbul’a gideceğine para bizim köye gelse olmaz mı?
Akrabaları Necmi dayının cenazesinin görüntüleri minik Ayşe’nin gözünün önünden gitmiyor. Bütün köy üzgün, bütün köy ağlıyordu. İnşaattan düşmüş diyorlar. Bu tam olarak ne demekti? Necmi dayı inşaatta ne yapıyordu, sonuçta İstanbul’a bir ekmek parası alıp geri dönmek için gitmemiş miydi?

Bir ekmek parası kazanmak için kaç yıl İstanbul’da olmak gerekiyor? Neden gidenler geri gelmiyor? Necmi dayı neden öldü? İstanbul tehlikeli bir yer mi? Ben büyüyünce hiç İstanbul’a gitmeyeceğim. Babamı benden ayırdığı içinde İstanbul’dan nefret ediyorum.

Küçük Ayşe dün okula başladı. Babasının, amcaoğlu köye dönerken yolladığı okul kıyafetlerini gururla giydi. Büyüyünce köyde de para olmasını sağlayacak ki, bir daha babalar, amcalar, ağabeyler İstanbul’a gitmek zorunda kalmasın.
Babasının, Kadıköy sokaklarından özenle aldığı ve yolladığı kıyafetler küçük Ayşe’ye çok yakıştı. Biliyor musunuz üstelik hem siyah ayakkabı, hem de siyah çizme yollamış. Kışlık montu da sıcacık tutacak minik Ayşe’yi. Babası yollamış. Minik kızım üşümesin diye yollamış. Varsın Ayşecik bilmesin o montun parasının babasının kaç günlük çalışmasına denk geldiğini. Yeter ki sen üşüme baban yine kazanır.

Babası kurban bayramında geldiğinde göstermek için, okulun ilk günü komşularının fotoğraf makinası ile resim de çekecekler. Minik Ayşe de, barakanın soğuk duvarlarına bakarak uyumaya çalışan babası da hep o günü hayal ediyorlar
Hayal ediyor ama bir yandan da korkuyor minik Ayşe. Necmi dayının cenazesini ve İstanbul’un tehlikeli bir yer olduğunu unutmadı. Annesi de zaman zaman “sen okuyabilesin diye baban gitti oralara” gibi laflar ediyor. Babası bu tehlikeli şehre küçük Ayşe için mi gitmişti? Hep ekmek parası deniliyordu, şimdi olay küçük Ayşecik’e döndü. Bütün bu tehlikeli yaşamın nedeni Ayşe miydi?
Bir an kendini çok kötü hissetti. Benim yüzümden babam da inşaattan düşerse ben ne yaparım diye panik oldu. Acaba okula gitmese de babası geri mi dönseydi? Ama bir taraftan da ekmek parası diyorlardı, peki o konu ne olacaktı?

Her sabah yataktan korkarak kalkıyor Ayşecik. İstanbul’dan kötü bir haber gelecek diye çok huzursuz. "Allah’ım babam inşaattan düşmesin" diye dualar ediyor her gece. Her sabah caminin yanından geçerken Necmi dayının cenazesinin durduğu yere bakıp, boş olduğunu görünce rahat bir nefes alıyor.

Hiçbir emniyet tedbiri almadan çalışmayı ve çalıştırmayı adet edinmiş amcalar unutmayın ki bu ülkenin dört bir köşesinde minik Ayşeler babalarını bekliyorlar. Minik çocukların gözyaşlarının ağırlığının altından kalkamazsınız… Minik Ayşe’nin gözleri bu dünyada da, öbür dünyada da sizden davacı olur…
Artık silkinme zamanı ve emniyet tedbiri almadan çalışmama zamanı. Kendini düşünmüyorsan Ayşe’yi düşün…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yer Kalmadı...

Günaydın dostlar.

Yine çok güzel bir İstanbul sabahı…

Güzel bir sabah ama siz yine de adaların sessiz, sakin duruşuna kanmayın. Güzel günler İstanbul'da trafik keşmekeşinin ilk habercileridirler. Bizim insanımız güneşi gördü mü sokaklara dökülür. Öyle ilginç bir şehir ki hava güneşli de olsa, yağmurlu da olsa, rüzgârlı da olsa, sisli de olsa hiç fark etmiyor; trafik hemen içinden çıkılmaz bir hâl alıyor.


Neyse biz şimdi bu güzel sabah sessizliğinde tadımızı kaçırmayalım…

Tadımız kaçmasın derken, siz hiç o fazla akıllıları gördünüz mü?

Hani dünya rekorlar kitabına girmek için 39 tanesi aynı minik arabaya girmeye çalışan fazla akıllılardan söz ediyorum. Hani bir tanesinin yüzü de böyle tam arka cama yapışmış oluyor.

Bu sabah mahallemizin sessiz sokaklarında dolaşırken Şaşkınbakkal ve yöresinde yapılan kocaman binalara bakıyorum. Üzerlerinde Ağaoğlu, Paşaoğlu, Sadıkoğlu gibi yazılar yazıyor. Bu kentsel dönüşüm projelerinde yer alabilmek için birinin oğlu olmak gerekiyor herhalde. Yoksa yeğeni miydi o? Bilemedim şimdi sabah sabah. Geçmişin 3-5 katlı evleri yok artık. Onların yerine 12-13 katlı evler yapılıyor. Bu evlerin hepsi bir gün bitecek ve bu evlerde daha çok, daha çok insan yaşayacak.
 
Apartmanların boyu ikiye katlanınca, Emin’in küçük tuvaletinin camından deniz gören evi de artık deniz görmez oldu. Manzaramı yok ettiler diye mahkemeye mi versem acaba? Evde bir tane deniz gören mekân vardı ama o da yok artık.

Bu da bir dünya rekorlar kitabına girme çabası diye düşünüyorum. "İstanbul denen kıç kadar berzaha kaç kişi tıkabiliriz" denemesi. Bizim haberimiz yok ama kesin birilerinin Guinness Rekorlar Kitabına girmek için bir başvurusu var. Bir gün kitabı açıp baktığımızda, dünyanın en kalabalık, en çirkin, en çilekeş şehri olarak İstanbul’u göreceğiz. Zaten alt yapısı mevcudu kaldıramayan ortamlara daha fazla insan tıkma çabası ancak bizim yapabileceğimiz bir iştir.

Hiçbir estetiği olmayan dikdörtgen beton yığınları, dışarıdan çok kötü görünmekle beraber içleri de ne kadar iyi onu da Allah bilir. Umarım bunları depreme dayanıklı yapıyorlardır. Dedikodulara göre bazı inşaat firmaları müracaat ettiğiniz zaman 5-6 sene sonrasına gün veriyorlarmış. Bakalım bu betonlaşma ve rant sağlama yarışı nereye kadar gidecek?

Eskilerden vazgeçtim. Kurtarılması mümkün olmayan semtlerden vazgeçtim, ama hiç olmazsa yeni yapılanları doğru dürüst yapsak, yapabilsek. Onu bile beceremiyoruz. Yeni yapılan bir siteye gidiyorsunuz sokaklardan geçemiyorsunuz veya arabayı bırakacak bir tane yer bulamıyorsunuz.

Bulduğumuz her bir arsa parçasına veya yeşilliğe çirkin bir bina dikmek, şu anda günümüzün modası. Bir bakıyorsunuz bugün çocuklar top oynuyor, yarın birileri geliyor "Hadi çıkın oyun bitti gökdelen yapacağız." diyor.
 
Korkarım bu şehirde bir gün hepimiz arabanın içinde yüzü arka pencereye yapışmış adamın durumuna düşeceğiz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

14 Eylül 2014 Pazar

Çapsız Bir Teknik Adam...

Her zaman Sabah Sabah Evrankaya olmaz, bugün de Akşam Akşam Evrankaya…

Bir teknik adam 0-0 giden bir maçta son dakikalarda Emenike’yi çıkarıp Selçuk Şahin’i oyuna alıyorsa bu onun ne kadar çapsız ve korkak bir teknik adam olduğunu gösterir. Aman yenilmeyeyim korkusu ile yapılmış bir değişiklik.
 
Sıkıntıdan öldüğümüz bir maç. Ne gol pozisyonu var, ne heyecan var. İki tarafta da yenilmezsem durumu idare edebilirim duygusu hakim. 500 tane yan pas yapan, hücumda çoğalamayan, gol pozisyonuna giremeyen, insanı uyuz eden Aykut Kocaman takımı geri geldi. 90 dakika top oynuyorsun bir tane gol pozisyonuna giremiyorsun. Bu nasıl bir iştir?
Takımın en az %70’i çok formsuz. Yere göğe sığdıramadığımız Gökhan Gönül dökülüyor. Bu maçta tek bir atağı yok. Öbür kanattaki Caner’de ondan bir milim daha iyi olmakla beraber eski Caner’den eser yok. Kimse bana parmağı acıyormuş ama demesin, zira bundan önceki maçları da gördük. Milli takımda da korkunç kötüydü.

Sow ve Emenike’ye de ayrı bir parantez açmak lazım. Bu nasıl bir formsuzluktur? Bu nasıl bir enerjisizliktir? Bu nasıl bir isteksizliktir? Hazırlık maçları da dahil olmak üzere, Fenerbahçe şu ana kadar hep 9 kişi oynuyor. Bu kadar formsuzken ve enerjisizken bunlar nasıl düzelecek bilmiyorum. Emenike Nijerya milli takımında da çok kötüydü.

Evinde oynayan koskoca Trabzon takımının da bütün kurgusu gol yememek üzerine kurulmuş.
Ligin ikinci haftası bitmek üzere ve dünya kadar maç seyrettik. Bütün bu maçları izledikten sonra halen milli takımımızın İzlanda karşısında aldığı sonuca şaşıran var mı?

Korkarım zaten bir gram seyir zevki olmayan ligimiz bu sene dibe vurdu. Bunlar bu ligin büyük takımlarıysa, küçüklerin Allah yardımcısı olsun…
Böyle bir maçta stadın dolmaması da, insanların artık bu işten ne kadar sıkıldıklarının çok güzel bir göstergesidir. İnsanlar artık büyük paralar vererek sıkıntı izlemekten bıktılar…

Ne dersiniz? Bu futbolu artık hayatımızın önemli bir önceliği olmaktan çıkarsak mı acaba?

12 Eylül 2014 Cuma

Canım Öğretmenim Benim...

Hepimizin bildiği gibi bu sabah okullar açıldı. 3 aylık tatil resmen bitti. Bu arada hemen sevgili öğrencilere ve öğretmenlere bir bilgi vereyim, duyduğuma göre dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yaz tatili yokmuş. En azından gelişmiş ülkelerde olmadığı kesin.

90 gün de olsa tatil sonunda bitiyor. Süre o kadar uzun ki insanın bu süre içinde yaşam şekli, alışkanlıkları, hayata bakış açısı, gelecekten beklentileri filan değişiyor.
 
Okullar açılıyor dedim ama işin gerçeği son 21 gündür okullar her gün açılıyor. 7 Eylül’den beri her gün birileri başlıyor. Özel okulların bir kısmı 7 Eylül’de başladı, başka bir kısmı da 14 Eylül’de başladı, geriye kalanlar da 28 Eylül’de başladı. Bu açılış tarihlerini kim neye göre belirliyor hiçbir fikrim yok. Bir de yeni öğrenciler okula birkaç gün erken gelsin, okula alışsınlar durumları var. Bu durumu da çok yerinde bir çalışma olarak görüyorum.
Aslında İstanbul için bu çok da fena bir fikir değil. Belki bir nebze de olsa pazartesi günkü şaşkınlığa faydası oluyordur. Hayatında trafiğe çıkmamış tipler, okulun açıldığı ilk gün çocuklarını okula götürmek zorunda kaldıkları için, o gün İstanbul’da bir trafik panayırı yaşanır.

Benim konuştuğum çocuklardan sadece bir tanesi okul açıldığı için seviniyordu. Geri kalan hepsinde suratlar asık, moraller sıfır. 3 ay yetmedi hiç kimseye. Benim küçük kızımın önerisi 3 ay okul 3 ay tatil olması yönünde. Her şey o kadar büyük bir süratle değişiyor ki, kim bilir belki bir gün o da olur.

Bu arada öğrencilerden söz ediyorum ama canım öğretmenlerim daha da üzgün. Yarısı komada, yarısı bitkisel hayatta yaşamlarını sürdürüyorlar. Her sene okullar açıldığında öğretmeniyle, öğrencisiyle, velisiyle çok ciddi bir adaptasyon süreci yaşıyoruz.

Okullar açıldı demek, Emin kırtasiye malzemeleri peşinde koşmaya başladı demek oluyor. Canım öğretmenim yazmış oraya "resim defteri 180 gram olacak" diye ama küçük bir sorun var piyasadaki bütün defterler 165 gram. Zavallı Emin’in grip çıkmadığı kırtasiyeci kalmadı ama hiçbir yerde 180 gram yok. Ne yapalım öğretmen istemiş, yarın bölgeyi daha da genişleterek aramaya devam edeceğiz.

Düşünüyorum da, bilerek yaptığı kesin. Akşam evde oturmuş Ebe nineyi seyrederken canı sıkılıyor ve biraz eğleneyim deyip oraya 180 gram yazıyor. Dün akşam güzel köylüyü izlerken de, Emin’in nasıl deli danalar gibi resim defteri peşinde koştuğunu düşünüp yerlere yatıyordur.
Biliyor musunuz canım öğretmenlerimden gelen kırtasiye talepleri artık markası da belirtilerek geliyor. Bunun nedeni de, artık sınıflarda bu malzemeler tam bir kibbutz usulü kullanıldığı için, kötü markayı kullanmak zorunda kalan çocukların kendini kötü hissetmesiymiş. O yüzden de herkes aynısını alsın istiyorlar. Anlayacağınız, sizin çocuğunuz sınıfta boyama yaparken büyük bir ihtimalle sizin aldığınız boyaları kullanamıyor.
Aslında bu çalışma şekline hak vermemek elde değil. Bu malzemelerin hepsi okulda kalıyor ve her seferinde "hangi malzeme kimindi" derdine düşmek çok zor olur. Öğretmenlerin işi hiç de kolay değil, bir sürü bilgili ve bilmiş çocukla uğraşırken bir de pastel boya kovalayamazlar.

Umarım bütün çocuklar için çok güzel bir sene olur. 2015 yılında çocuğunuzu istediğiniz okula yollayabiliyorsanız, tanrıya her akşam şükredin. Bütün miniklere ve öğretmenlere başarılar diliyor, hepsini tek, tek öpüyorum.

Minikler tamam da, başlıkta da görüleceği üzere ben aslında bu sabah bu yazıyı canım öğretmenlerim için yazıyorum. Çizmelerini giyerek (bizler gibi) çamurlara bata çıka Hamdullah Suphi Tanrıöver İlkokuluna gelen sevgili öğretmenim Melahat Bengi’den, çok şey borçlu olduğum rahmetli Süleyman Tulgan’a kadar bütün öğretmenlerime tekrar teşekkür ediyorum ve hepinizi saygıyla anıyorum.
Öğretmen olmak kolay bir iş değil. İnsanlar kendi çocuklarıyla uğraşamazken birilerinin otobüs dolusu çocukla uğraşması gerçekten sabır ve sevgi işi. Minik yavrularımızı sıfırdan alıp bilgisayara bilgi yükler gibi tek tek bilgileri içeri yüklüyorlar. Hem yükleyeceksin, hem de hafızada kalmasını sağlayacaksın.

Canım öğretmenlerim, çocuklarımız size emanet. Onları en iyi şekilde eğitmek için elinizden gelen her şeyi yapacağınızı bildiğim için sizlere şimdiden çok teşekkür ediyorum. Hafta sonlarının içine etmemek için daha az ödev verirseniz sizleri daha da çok seveceğiz…
Sevgili öğretmenlerim, bu yıl da top şansı yanınızda olsun…