31 Aralık 2014 Çarşamba

İşletme...

Günaydın dostlar. Yılın son gününü de son tren yazımızla bitirelim. Dedim ben size Emin’in tren yazıları kolay kolay bitmez diye. Rayları kurmak, trenleri almak önemli konular ama bence bu trenleri doğru dürüst işletebilmekte en az onlar kadar önemli bir konu.

Ne deniliyor? Ankara – İstanbul arası 3,5 saat. Gerçek durum nedir? Ankara – Pendik 4 saat. Tarifede bile 4 saat gösterirken reklamlarda ve afişlerde nasıl 3,5 saat yazabildiği de ayrı bir konu. Hatta hem gelirken hem de giderken Ankara – Pendik 4 saat 10 dakika sürdü. Reklamı yapılan, her yerde yaygarası yapılan süre 210 dakika. Gerçek süre ne kadar? 250 dakika.
 
Taahhüt edilen ile gerçekleşen arasında %20’lik bir fark var. 210 dakikalık yolda, 40 dakikalık bir fark az bir süre değil. Durum böyle iken, ben trene binene kadar yolun 3,5 saatten çok daha uzun sürdüğüne dair hiçbir yerde tek bir yorum görmedim. Ne bir gazeteci, ne de bir köşe yazarı bu gerçek hakkında tek bir şey yazmadı.
Dünkü yazımda da belirttiğim gibi sistemdeki darboğazlar zaman içinde kaldırılırsa belki o zaman seyahat 3,5 saate inebilir. Bu da çok para ve zaman gerektiren bir durum olduğu için, öyle hemen kısa sürede yapılabilecek bir iş değil.

Trenin gecikmesinin bir nedeni de yerli yersiz durması. Bunun en önemli nedeni da Ankara İstasyonu da dâhil olmak üzere, bu trenler için sadece bir peron ayrılmış olması. Tren istasyona vardığında o peron dolu ise, 1-2 dakika peronun boşalmasını bekliyorsunuz. Diyeceksiniz ki, “Ankara istasyonunda 50 tane peron varken hızlı tren için neden sadece 1 peron ayrılmış?”. 1 peron ayrılmış, çünkü bütün işletme tek bir peron üzerine kurulmuş. Örnek olarak bilet kontrol ve güvenlikten geçme düzeni sadece 1 numaralı peronda var.

Daha öncede belirttiğim gibi, hızlı trene binerken aynen uçağa biner gibi güvenlikten geçmeniz gerekiyor. Bu uygulama diğer trenler içinde yapılıyor mu bilmiyorum ama bir tek bu tren için yapılıyorsa, o da ayrı bir komedi. Bu tren pahalı olduğu için bir tek bunu koruyorlar herhalde…
İsterseniz biraz da fiyatlardan bahsedelim. Varan otobüslerinin bilet fiyatı 60 TL. Benim evden Varan Dudullu tesislerine gitmek taksi ile 20 TL. Ne etti toplamı? 80 TL. Bunun bir de dönüşü var, etti 160 TL. Tabi ki, Varan servis otobüslerini beklerseniz beleş te gidip gelebilirsiniz.

Hızlı trenin business bilet fiyatı 98 TL ama ben bileti alırken fiyat 76,25 TL oldu. Ben de anlamadım nasıl oldu ama promosyon filan bir şey vardı herhalde. Bunun üzerine 45 TL taksi parasını da koyduğunuz zaman, 121,25 TL ediyor. Gidiş dönüş 242,50 TL. Gördüğünüz gibi fiyat açısından da çok ciddi bir fark var.
İşin Ankara bacağından bahsetmiyorum, zira tren garından da, Varan’dan da bizim eve taksi parası hemen hemen aynı.

Uçak ile mukayese ettiğiniz zaman, şu andaki 49 TL’lik uçak fiyatları ile ekonomik açıdan uçak daha kârlı oluyor ama havaalanlarının şehirlere uzaklığından dolayı zaman açısından pek bir kazancınız olmuyor.
Son 3 gündür hızlı tren seyahatini Emin’in gözünden yazmaya çalıştım. Seyahatin her detayına ümkün olduğu kadar değinmek istedim. Son sözümde, Eskişehir’den tonla çiğ börekle trene binip herkesin canını isteten gruba. Bir daha yapmayın olur mu?

Seyahatinizin treni de, gönlünüzün treni de en kısa zamanda istediği istasyona ulaşsın. Unutmayın güzel ve özel her şey beklemeye değer. Siz sabırlı olun tren bir gün mutlaka o istasyona ulaşacak…

30 Aralık 2014 Salı

Pendik İstanbul'a Çok Uzak...

Dünden beri hızlı tren ile ilgili o kadar çok soru soran oldu ki, bu da insanların hızlı ve güvenilir bir ulaşım sistemini ne kadar çok istediğinin en büyük göstergesidir. Hızlı trenin ilgi görüyor olması da ikinci bir sevindirici nokta. Giderken de, gelirken de trende bir tane boş koltuk yoktu.

Şu anda toplam 6 vagondan oluşan trenlerin, bütün dünyada olduğu gibi esnek bir yapıya kavuşturulması gerekiyor. Gerektiğinde daha büyük veya daha küçük trenler de kullanılabilmeli diye düşünüyorum.
 
Bir diğer arkadaşım da, “Sabah kaç saatte Pendik’e gittiğinden değil, dönüşte akşam kaç saatte eve döndüğünden bahset.” demiş. Dönüş gerçekten zor oldu. Trenden indikten sonra 20 dakika kadar taksi bekledikten sonra, Suadiye ışıklara kadar gelmem tam 60 dakika sürdü. Kilit olmuş trafikten dolayı daha fazla sabredemeyip oradan da eve yürüdüm.
Bu durumda, Pendik İstasyonundan eve dönüş yolculuğu 20+60+20 = 100 dakika sürmüş oluyor. Pendik’ten bu taraflara gelmek, zaman zaman Ankara’dan İstanbul’a gelmekten daha zor olabilir. Kendinizi bir anda Pendik sokaklarında buluyorsunuz ve bırakın toplu taşımayı, taksi bulmak bile hiç kolay bir iş değil… Avrupa’da trenler şehirlerin en merkezi yerinin, en merkezi yerine kadar gelir, bizde de Pendik.

İnternetten bilet alırken olayı çok net anlayamadığım için hem giderken, hem de dönerken trenin hareket yönüne ters olarak oturmak zorunda kaldım. Vagonlardaki koltukların yarısı trenin hareket yönüne, diğer yarısı da ters yöne bakıyor. Bileti doğru almazsanız benim gibi bütün yolu ters yöne bakarak gitmek zorunda kalırsınız.

Yol üzerindeki istasyonların birçoğunda kimseler yoktu. Tren durdu ne inen oldu, ne de binen oldu ama Eskişehir istasyonu oldukça kalabalıktı. Eskişehir’de çok fazla inen de oldu, binen de. Bir diğer konu da, Eskişehir’de dâhil olmak üzere halen bütün istasyonlarda inşaat çalışmalarının devam ediyor olması. Hiçbiri tam olarak bitmiş değil. Kiminde az eksik var, kiminde çok eksik var ama hepsinde bir şeyler eksik.
Aynı durum Gebze’ye kadar olan banliyö istasyonları için de geçerli. Bildiğiniz gibi raylar ve istasyonlar bitince Marmaray Gebze’ye kadar gidecek ama o günleri görmemize daha çok var. İstasyonların hepsi natamam ve de Pendik’ten sonra (İstanbul yönüne doğru) demiryolu yok. İşin acı tarafı çok fazla bir çalışma da yok. Suadiye’den binip Yenikapı’da ineceğimiz günler için birkaç yıl daha beklememiz gerekecek gibi duruyor.

Tren bazı şehirlerde evlerin o kadar dibinden geçiyor ki, elinizi uzatsanız balkonlardaki çamaşırları toplayabilirsiniz. Hiç mi öngörü olmaz kardeşim? “İki gün sonra bu demiryolunu genişletmek zorunda kalırsak ne yaparız?” diye hiç mi kimsenin aklına gelmez. Elimi camdan dışarı çıkarabilsem şu an en az 13 yün donum daha olurdu.

Hatların çoğaltılması lazım ama ne yazık ki hiçbir yerde bir gram yer yok. Tamam, tren yapıldı ve 4 saatte de olsa Ankara’ya gidiyor ama bu kadar para ve emek harcanan bir projenin daha kullanışlı bir hale getirilmesi için yol üzerindeki (bilhassa Sakarya, İzmit ve İstanbul’da kilerin) darboğazların yavaş yavaş daha düzgün ve hızlı bir hale getirilmeleri gerektiğine inanıyorum.  Bu çalışmalar için bir takım ev ve işyerlerinin istimlak edilmesi de gerekebilir.

Hızlı tren doğduğumuz günden beri hasret kaldığımız ve istediğimiz bir vasıta ama bu şekli ile bizler için çok kullanışlı değil. Pendik ve civarında yaşayan arkadaşlarımız için çok uygun olabilir ama Bostancı’ya veya Söğütlüçeşme’ye gelmedikçe bizler için iyi bir alternatif olamaz.
Dün söylemiştim, benim tren yazım bir günde bitmez diye. İki günde biter mi? Onu da görebilmek için yarın sabahı beklememiz gerekecek.

İstanbul’da bu sabah hava oldukça soğuk ve sulu kar yağıyor. Allah, bu soğukta dışarıda olanlara yardım etsin ve kimseyi soğukla, açlıkla terbiye etmesin. Sağlıklı kalın…

29 Aralık 2014 Pazartesi

Bozüyük Treni...

Günaydın dostlar.

Aylardır Pendik – Ankara yüksek hızlı treni deyip duruyordum ama meğerse yanlış söylüyormuşum. Gerçekte Bozüyük – Ankara yüksek hızlı treniymiş. Tabii Pendik – Bozüyük arasını da trenle gittik ama o bir hızlı tren değil. O tren, hızlı tren postuna bürünmüş Boğaziçi Ekspresi.
Pendik diye lafa başladığımıza göre ilk önce birazcık Pendik İstasyonu'ndan söz edelim. Pendik İstasyonu'nun genel görünüşü ve düzeni Mogadişu Tren İstasyonu'ndan çok farklı değil. Karşısında bulunan 2,5 adet pastaneden başka da oturup çay içecek bir yer yok.



Bizim ülke bir Avrupa ülkesi gibi güvenli bir ülke olmadığı için, trene binerken aynı havaalanlarında olduğu gibi güvenlikten ve bilet kuyruğundan geçmeniz gerekiyor. Ankara Garı'nda bu işlem biraz daha hızlı yürüyor ama Pendik’te yer altı çarşısının ortasında yarım saat kadar kuyrukta beklemeniz gerekiyor.
Kuyruğu aşıp trene bindiğiniz anda da zaten trenin kalkmasına 3-5 dakika kalmış oluyor. Hızlı tren bakalım ne kadar basacak diye büyük bir beklenti içinde yola çıkıyoruz ama bizim hızlı tren bir türlü kıçını kaldıramıyor. Dağıtım kamyonundaki yaşlı amca, yanımızdaki yolda bastı gitti yok oldu, bizim hızlı tren halen bir sağa, bir sola dönüyor.

Altmış, yetmiş km hızla giderek Gebze’ye vardığımızda, herkesin suratına büyük bir hayal kırıklığının ağırlığı çöküyor. "Neyse inşallah bundan sonra hareketlenir" diyerek iyimser olmaya devam ediyoruz. Neden bir türlü hızlı gidemiyor? Döne döne giden yol hızlı gitmeye uygun değil de ondan. Daha fazla bassa raydan çıkar.
Gebze – İzmit arasını da averaj yüz, yüz on km hızla tamamladıktan sonra İzmit – Bozüyük arasında bu hızı da arayacağımızı düşünememiştim.  Ne bileyim milli gururumuz, koskoca hızlı trenin Sakarya Nehri'ndeki kanolardan daha yavaş gideceğini. Nehirdeki kanolar sizden hızlı giderken hızlı bir trende olduğunuza çok da inanamıyorsunuz.
Pamukova’ya doğru çok kısa bir mesafede iki yüz km’nin üzerine çıkan hızlı tren, isterse hızlı gidebileceğini de bizlere göstermiş oluyor. Güzel rüya çabucak bitiyor ve yine doksan, yüz km civarında bir hıza düşüyoruz.

Bilecik Dağları'na yapılan tüneller ve köprüler gerçekten muhteşem olmuş. Hemen belirteyim, tünelin bir tanesinde ufak bir sorun var. Dağ tünel açan makinanın üzerine çöktüğü için, tünelden vazgeçip rayları dağın etrafından dolaştırmışlar. Bu da trenin dümdüz geçememesine, dolayısıyla da yolun ve sürenin uzamasına neden olmuş. Rivayete göre bilmem kaç milyon dolarlık tünel açma makinası da halen dağın içindeymiş. Çöküntü olduktan sonra onu bile çıkaramamışlar.

Bu arada, ben business vagonunda gittiğim için, bir kaşarlı sandviç ve içecek ikramları olduğunu da söylemeden geçmeyeyim. Hemen yan vagonda da minik bir bar gibi bir yer var. İsteyenler gidip oradan bir şeyler alabiliyorlar ama ben dört saat boyunca kıçımı bile kıpırdatmadım…

Bozüyük İstasyonu'ndan kalktıktan sonra gerçek yüksek hızlı tren ortaya çıkıyor. Yolun geri kalan kısmının çoğunu saatte iki yüz elli km hızla gidiyor. Seyahatin dört saat sürmesinin nedeni de bu kısmın yüzü suyu hürmetine. Yoksa diğer kısımların Boğaziçi Ekspresi'nden çok bir farkı yok.

Malum yol boyunca en az iki ayrı hat var ama nedendir bilinmez sık sık tren diğer hatta geçiyor. Daha üç ay önce açılan hatta hemen raylar eskidi mi, yoksa sorun mu var bilmiyorum. Bazen de yerli yersiz tren duruveriyor. Birer, ikişer dakikalık duruşlar ekleniyor ekleniyor ve trenin hızlı tren olamamasına neden oluyor.
Araba ile üç buçuk saatte, otobüs ile dört buçuk saatte gidilen bir yolun, hızlı tren ile dört saatte gidiliyor olması çok da cazip bir durum değil. Unutmayın bu süre de Pendik – Ankara arası için. Üzerine yarım saat Pendik’e gitme süresi, yarım saat de güvenlik kuyruğunda bekleme süresi koyduğunuz zaman cazibesini iyice kaybediyor.

Benim gibi tren manyağı bir insanın hızlı tren için söyleyecekleri doğal olarak bu kadar ile bitmez ama şimdi okula gidip kızımın öğretmenleri ile görüşmem gerekiyor. Çağırdıklarına göre, beni özlemiş olmalılar.
Yarın sabah devam etmek üzere şimdilik hızlı treni bir yere park edelim. Park ettiğimiz nokta da dünyada en çok gezip görmek istediğiniz nokta olsun… 2014’ün son pazartesi gününe bunu hayal ederek başlayalım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

25 Aralık 2014 Perşembe

Yakınlaştıran Uzaklıklar...

Bu sabah başlığı böyle attım ama doğru cümle, yakınlaştıran uzaklıklar mı, yoksa uzaklaştıran yakınlıklar mı ben de bilmiyorum.

Aslında doğru olan cümle, benim umutlarım var, olsa gerek.
Daha önce de yazdığım gibi attığımız her adımı bir umut için atıyoruz. Benim de bu sabah umudum yüksek hızlı trenin kıçı, başı kopmadan, elektrikler kesilmeden, önüne sarıkız çıkmadan Ankara’ya varabilmesi.


Pendik – Ankara trenini deneme zamanı geldi. Geldi gelmesine de ama halen bir sürü bilinmeyen parametre var. Örnek olarak trene binmeden önce Pendik istasyonunda veya çevresinde çay içip, poğaça yiyecek bir yer var mı? Bir karar vermem lazım. Evden çay içmeden çıkarsam, orada da hiçbir şey yoksa ilk çayımı saat 14.30’da Ankara’da içerim artık.

Tabi ki bir de trenin içinde bir şeyler olma ihtimali var. Trende bir şeyler yiyip içme ihtimali var mı acaba? Her ne kadar bileti business almış olsam da, bir ikramları var mıdır, yoksa kendin parayla alabiliyor musun hiçbir fikrim yok.

Bunlar ilk seferin zorlukları. Dönüşte bu işin uzmanı olacağım Allah’ın izniyle. Keşke bizim poğaçacı amca buralarda bir yerde olsaydı.
Malum son saniyede uçağa, trene binmeyi çok sevmediğim için biraz erken gideceğim. Bırakın çayı, poğaçayı acaba doğru dürüst vakit geçirecek yer var mıdır, onu bile bilmiyorum. Orada keriz gibi soğukta beklemekte ihtimallerden bir tanesi…



Çocukken, Boğaziçi Ekspresi ile gidip geldiğimiz günlerde Eskişehir gibi büyük istasyonlarda trenden inip, oradaki büfeden bir şey alıp, tren hareket halindeyken trene binmeyi çok severdim ama artık zor görünüyor. Trenler hızlandı, Emin yavaşladı, trene son anda binmek pek olacak iş değil gibi duruyor.
Sizce yine İzmit’te trenin içine pişmaniyeciler giriyor mudur? Cevabı bende bilmiyorum, yaşayıp göreceğiz. Benim tahminim, bu işi birine vermişlerdir, trenin içinde pişmaniyeyi de, geriye kalan her şeyi de onlar satıyorlardır.

Geçen sabah ta paylaştığım gibi, talep olmadığı için trenlerde alkol satışını durdurmuşlar. Vallahi hiç umursamadım. Sabahın 10’unda alkol içecek halim yoktu zaten. Alkolü unuttuk, ben çay, poğaça bulabilir miyim derdindeyim. Rahmetli anneannem tren için bir sürü yolluk hazırlardı bende öyle mi yapsam acaba?
 
Devir teknoloji devri, trenler gibi her şey değişti. Çok yakın zamanda evden çıkmadan sushi siparişini vereceksin, adamlar saat tam 12.13’te sana Arifiye istasyonunda sushini teslim edecekler. Çevreye zarar vermemek içinde Polatlı’da boşları toplayacaklar.
Bu sabahlık bu kadar dostlar. Ben şimdi kuşuma, anneme, babama, kardeşlerime, yeğenlerime, arkadaşlarıma, dostlarıma doğru yola çıkıyorum. 7. Caddeye ulaşana kadar bakalım yollarda bizleri neler bekliyor?

Tren, yolun hangi istasyonunda kalırsa sizleri oradan ararım, gelin beni alın diye. Çok net olan bir şey var, Bozüyük’te kalırsam sevgili kardeşim Saruhan’ı arayacağım…

Trenler, yakınları mı uzaklaştırır, uzakları mı yakınlaştırır bilmiyorum. Bu sabah cevabını veremediğim tek soru bu…
Sağlıklı kalın…

22 Aralık 2014 Pazartesi

Adaların Arkasındaki En Karanlık Nokta

Günaydın Dostlar,

Denizden gelir.

Bizim buralarda her zaman denizden gelir. Denizden, adaların arkasındaki en karanlık noktadan, kapkara bulutların refakatinde gelen fırtına bir anda karaya vurur. Her şey o kadar çabuk gelişir ki ne olup bittiğini anlayamazsın. Patlayan camların uçuş rotası, kiremitlerin düşüş rotası hepsi birbirine karışır. Yıkılan hayallerin ağırlığının yanında yıkılan duvarların ağırlığı solda sıfır kalır.
Sen bir ağaca tutunmuşsundur, diğeri bir duvar dibine sinmiştir, bir başkası da yırtık bir tentenin altına. Evinde fırtınadan hiç haberi olmadan oturanlar yok mudur? Olmaz mı vardır tabii. Onlar sıcak evlerinde oturmuşlar badem ve fıstık yiyorlar ama bugün fırtınanın ortasında kalan sensin.


Fırtına bir anda geliverdi. Buzlu yağmurları beraberinde getiren bulutlar sana hazırlanma şansı vermedi. Rüzgârın uçurduğu parlayan buz parçaları tek tek yüzüne çarparken sen hazırlıksız yakalandın. Soğuk tanecikleri bu kadar yakından tanıyacağını düşünmüyordun. Herkes bir yere tutundu ama ne yazık ki senin can havliyle tutunduğun ağaç senden de minik. Kara bulutları gördün ama yine de daha büyük bir ağaca ulaşamadın.

Fırtına var gücüyle seni minik ağaççıktan koparıp uzaklara uçurmak istiyor ama sen sımsıkı yapışmışsın bir kere. Fırtına da olsa tufan da kopsa kimse seni oradan ayıramaz. Sen güvendin, sen tutundun. Minik de olsa sonuçta o da kökleri derinlerde olan ve kolay kolay sarsılmayacak bir ağaç.

Bir yerlerden bir dost eli uzanıverir. Bir anda yakalar seni bileğinden. Tek kişiyi uçurabilecek, yıkacak rüzgâr; iki kişiyi daha zor yıkar. Sayı arttıkça direnç artar. Elele meydan okursun fırtınaya da tipiye de dalgalara da.

Fırtına gelir gelmesine de ama herkesi aynı şekilde vurmaz. Kimi tam fırtınanın ortasında kalır çok etkilenir, kimi de az bir hasarla yakayı kurtarabilir. Saniyeler, dakikalar bir başka gelir insana. Kötü hava hiç bitmeyecekmiş gibi bir hisse kapılırsınız ama sonunda muhakkak güneş açar.
Adaların arkasından, denizden gelen fırtına, güneşin açmasıyla beraber adaların arkasındaki en karanlık noktadaki evine çekilir ve biten stoklarının yerine koyabilmek için yeni karanlıklar, yeni rüzgârlar, yeni buzlu yağmurlar üretir. Bir gün hepsini cebine koyup tekrar hiç beklemediğimiz bir anda ortaya çıkmak için hazırdır.

Fırtınalar gelir, fırtınalar gider. Önemli olan rüzgârlar dindiğinde yanında kimin kaldığıdır. Rüzgârın sert estiği günlerde sorun ortaktır, direniş ortaktır. Sessizlik çöktüğünde bahçende kırılan tek bir saksının peşine düşmeden, rüzgârı ve buzları cepheden karşılayan evin yanında olabiliyorsan o zaman sana kısaca “adam” derler.

Karanlık; yağmurun, fırtınanın habercisidir. Gelen kötü havayı hissedersin ama yine de yapacağın çok fazla bir şey yoktur. Sanki hiç olmayacakmış gibi yaşamaya devam edersin. Hayat şartları bizi buna zorlar. Her zaman günlük öncelikler uzun vadeli gibi görünen sorunların önüne geçer.

Yine gelecek, yine soğuk rüzgârlarıyla kalplerimizi soğutmaya çalışacak ama başaramayacak. Biz ne fırtınalara direndik, meltemlerle savrulup gidemeyiz.
Bizim minik ağaç da bir gün kocaman bir çınar olacak. Değil seni kocaman bir mahalleyi bile koruyabilecek hale gelecek.

Değişir bu hayat, her zaman söylediğim gibi “Yarın ne olacağı hiç belli olmaz.” Önemli olan fırtınaya karşı durabilecek kaç kişi olduğumuzdur.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

20 Aralık 2014 Cumartesi

Gülgün

Günaydın Dostlar,

Her zaman söylediğim bir tane lafım var. Aslında düşündüm de bir sürü lafım var. Bir tane diye diye çuval dolusu laf olmuş. Neyse, çuvalı şimdilik bir köşeye bırakalım da benim lafıma dönelim. “Kâğıtlar dağıtılırken her seferinde güzel el gelirse o oyunu dedem de oynar.” diyorum.

Gerçekten de hayat insana her zaman çok güzel eller dağıtmıyor. Marifet gelen elin en iyisini oynayabilmekte yatıyor. Hiç beklemediğin bir anda çok kötü bir el gelebiliyor. “Hadi koz oynayalım.” deniliyor ama senin elinde yediliden büyük kâğıt yok.
 
Kendine gelen kâğıtları en iyi şekilde oynamasını bilen insanların başında sevgili dostumuz, arkadaşımız Gülgün gelir. Her zaman, her ortamda karşısına çıkan şartları en iyi şekilde yaşamayı başarabilen bir insandır.
Gülgün, her yaşanandan kendine bir ders çıkarır. Öğrenmeye meraklı (hatta birazcık, azıcık fazla meraklı da denebilir ama bu sabah o konudan bahsetmiyoruz), sürekli kendini geliştiren, akıllı ve pratik zekâsı çok gelişmiş bir insandır. (olacak o kadar, ne de olsa Kayserili)

Gülgün’ü, Gülgün yapan özelliklerin başında iş bitiriciliği gelir. Net ve pratik bir yolla işin halledilmesi konusunda çok başarılıdır. Dostlarıyla eğlenmeyi çok seven ve bu uğurda para harcamaktan hiç çekinmeyen Gülgün, gereksiz yerlere parasını ziyan etmeyi de çok sevmez. (ne de olsa Kayserili) Para harcamamak için sigarayı bile bıraktığı söyleniyor ama ben çok da inanmadım.

Para harcamayı çok gerekli gördüğü ve çok sevdiği konuların başında da giyim kuşam gelir. Bu konuda para harcamaktan hiç kaçınmaz. Onu hiçbir zaman bakımsız göremezsiniz. En olmadık anda bile minik de olsa bir bakımlılığı vardır. Bakımlı olmadan evin salonuna bile gitmez vallahi.
Her zaman dimdik ayakta durup, her şeyi çekip çevirmek kolay bir iş değildir ama Gülgün bunu her zaman başarmıştır. Uyuşukluğa hiç tahammülü yoktur. Bir şey yapılacaksa hemen yapılsın, bitsin ister. İşi bitirip yanına bitti işareti atmayı çok sever. Sürüncemede kalan işler Gülgün’ü deli eder. (Çaktırmadan bu mesajlarımın yarısı da Gülgün ile çalışan arkadaşlar için)

Bütün bunlar güzel de Gülgün bu özelliklerini kimden almış? Vallahi benden almadığı kesin ama ikimiz de Yay burcunun bütün özelliklerini taşırız. Yemeyi, içmeyi, gezmeyi, eğlenmeyi severiz. "Hafif bir bağımsızlığımıza düşkünlüğümüz de vardır." desek çok da yalan olmaz.

Konuyu dağıtmayalım. Tabii bu özelliklerinin çoğunu sevgili annesi Filiz Hanım'dan almış. Her zaman sapasağlam ve dimdik durabilen, her ortamda ağırlığını çok iyi taşıyabilen, çok değerli bir annesi var sevgili Gülgün’ün. Beceriklilik, iş bitiricilik, zariflik, bilgi ne isterseniz her yönü var. Böyle bir annesi olduğu için Gülgün hem çok şanslı hem de hiçbir zaman sırtı yere gelmez.

Annesi var, Gülgün var, tabii bir de minik Maya var. Hepsinde aynı karakteristik özellikler... Dağıtılan her elin en iyisini oynamayı becerebilen, akıllı, başarılı insanlar...
O var, bu var ama en önemlisi Gülgün’ün dostları var. Her yerden, her kesimden saymakla bitmeyecek kadar çok dostu var. Ben kendimi dost olarak görüyorum ama yirmi yıla yakın bir samimiyetten sonra dostluğu, arkadaşlığı, her şeyi içinde barındıran çok daha büyük bir paketin parçaları olduğumuzu düşünüyorum.

Sevgili Gülgün, bugün bir yaş daha büyüdün; doğum günün kutlu olsun ama sen her zaman minik olarak kalacaksın. Seni, sen yapan Yay özelliklerinden hiçbir zaman vazgeçme. Artık karanlık günler olmasın. Günlerin hep bu sabahki güneş gibi aydınlık olsun.
Söylememe gerek yok ama dağıtılan her elde, biliyorsun biz her zaman buradayız.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

17 Aralık 2014 Çarşamba

Burhan Erbilek

Günaydın Dostlar,

Bilerek ve düşünerek de yapmadım ama nedense dün akşam telefonu evin en uzak köşesinde şarja takmışım. Her zaman, yattığım odada veya çalışma odasında fişe takarken dün gece bilinçaltım beni evin en uzak noktasına götürmüş.

Sabah telefona korkarak baktım. Alacağım haberi hissediyor gibiydim ve ne yazık ki görmek istemediğim haber orada bana bakıyordu. Arkadaşımız, dostumuz, çok sevdiğimiz Burhan artık bizimle değildi.
 
Bu satırlar hepimizi ağlatıyor ama olsun. Bu dünyadan göçerken arkandan akıtılacak gözyaşlarını da hak etmek lazım. Sevgili dostumuz Burhan, bu gözyaşlarını en çok hak eden insanların başında gelir. İnsanları üzmemek, kırmamak için bin düşünüp bir hareket eden bir melekti o.
Her zaman mı iyiler çabuk gider kardeşim? Bu işin hiçbir istisnası yok mudur? Bu dünyanın bütün rezilliklerini sürekli olarak tek taraflı içine atan iyiler, her zaman mı erken gitmek zorundadırlar. Minik Burhan için daha çok erkendi çok.

Şu anda da yukarıdan bizlere bakıp bizi üzdüğü için üzülüyordur. Kesinlikle böyledir. Çok hassas düşünen, çok düşünceli bir insandı o. Dünyayı defalarca dolaştığı halde hiçbir zaman mütevazılığı elden bırakmayan, bünyesinde bir gram ukalalık veya kibir olmayan muhteşem bir insanı kaybettik.

Kendi dertleri, sıkıntıları ile insanları sıkmayı sevmezdi. Birileri onun yüzünden üzülsün, sıkılsın istemezdi.

Kendi dertlerini hep geri planda tutardı. Beni çok sevdiğini de çok iyi biliyorum. Aramızda karşılıklı güzel bir sevgi vardı. Yüzüne baktığınız zaman içindeki iyi niyetli, melek gibi duyguları hissederdiniz.

Çok fazla enerjisi olmadığı halde, bin türlü zorluğu olan bir hastalıkla uğraştığı halde, ben ameliyat olduğumda beni ziyarete geldi. Aklınıza gelecek her türlü sorunu vardı ama yüzünde her zamanki gülücüğü de vardı. Güldük, espriler yaptık, zannedersiniz ki hiçbir sorunu yoktu.
Kıymet bilen, dostluklara değer veren, vefakâr ve insani değerleri çok yüksek bir insandı sevgili Burhan. Aynı zamanda da çok da iyi bir Fenerbahçeliydi. Enerjisinin son damlalarına kadar takımını takip etti ve kazandıklarında mutlu oluyordu.

Başta da belirttiğim gibi melek gibi bir insanı kaybettik. Birileri bana “Düşün de bir kusurunu bul.” dese söyleyecek bir tane şey bulamam. Çok doğru yetiştirilmiş, karıncayı bile ezmekten çekinen çok güzel bir insandı.

Sevgili Burhan için yarın sabaha kadar yazsam bitiremem ama bu sabah başka ne yazacağımı da bilemiyorum. Bu bir sabah yazısı değil. Sadece bu sabahki hislerimin kâğıda yansımış hali.

Hiçbir zaman ön plana çıkmayı sevmeyen tavırları, iyi niyetli halleri ve her zamanki güler yüzü hep gözümün önünde kalacak. Seninle yaşadığımız güzel anlar benim en büyük kazancım. “İnsan nasıl olunur?” yaşam şeklini örnekleriyle hepimize defalarca gösterdin. Mekânın cennet olsun sevgili kardeşim.
Seni hiçbir zaman unutmayacağım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

16 Aralık 2014 Salı

Her Şeyden Sen Sorumlusun

Günaydın Dostlar,

Zaman değişti, iletişim imkânları arttı, artık yurt dışında yaşayan arkadaşlarımızı sosyal medya sayesinde günlük olarak takip edebiliyoruz. Arkadaşlarımız salamlı sandviç yapsa haberimiz oluyor. İnstagram’da sandviçin içine koydukları malzemelerin detaylarına kadar görebiliyoruz.

Yurt dışında yaşayınca normalde Türkiye’de alıp yemediğiniz şeyleri de yersiniz. Bir bakkalda filan hayatta yemediğiniz patlıcan konservesini görünce sanki çok da bayılırmışsınız gibi bir anda alıverirsiniz. Amerika’da yaşadığım dönemlerde benim ilk rakı ile tanışmam da böyle olmuştu. Hiç içmediğim halde bizim oraların ürünü diye bir anda alıvermiştim.
 
Yiyecek, içecek tamam da yurt dışında yaşarken yaşadığınız en ilginç durum, kendinizi Türkiye’de yaşanan her şeyden sorumlu hissetmeniz ve çevrenizin de size bu şekilde davranmasıdır. Geçen gün Facebook’ta gördüm, arkadaşımın biri “Türkiye’de yaşanan her şeyden sanki ben sorumluymuşum gibi buradakilere hesap vermekten bıktım.” yazmış.
Gerçekten bu hissi ben de çok iyi bilirim. Yaşadığınız ülkenin vatandaşları, Türkiye ile ilgili haberlerde filan en ufak bir şey duysalar hemen gelip size sorarlar. Bu gibi sorular da genelde negatif konular için olur. Kimse gelip de “Duydun mu Türkiye’de harika bir şey olmuş.” demez.

“Gazetecileri neden hapse atıyorsunuz?” diye soruverirler. Güzel kardeşim vallahi ben atmadım, niye atıldıklarını da bilmiyorum.

Bizim Amerika’da yaşadığımız dönemlerde piyasaya "Gece Yarısı Ekspresi" filmi çıkmıştı. Esrar kaçakçısı bir Amerikalının Türkiye’den çıkarken, yakalanıp hapse atılmasını çok abartılı bir dille anlatan bir filmdi. Bu filmi görmeyen, duymayan kalmadı. Yıllarca her gittiğimiz ortamda bizlere bu film soruldu. Bizler de film abartılı bir film, tam olarak öyle olmamış, diye her ortamda izahat vermek zorunda kaldık.

Film, o dönemde Türkiye’ye karşı ciddi boyutta bir nefret yarattı. İnsanlar birbirlerine “Bak kızdırma beni yoksa seni de filmdeki gibi falakaya yatırırım.” gibi espriler yapıyorlardı.

1978 sonunda piyasaya çıkan film, Amerikan ulusal kanallarında defalarca gösterildi. Türkiye’yi metheden bir film yapsan bir kere bile yayınlatamazsın. Tam artık unutuldu, diyorduk ama film bir kere daha gösteriliyordu. Amerika’daki Türkiye karşıtı lobiler, yıllarca filmin unutulmasına müsaade etmediler.
Sonunda olayın gerçek kahramanı televizyonlara çıkıp filmin biraz abartı olduğunu kabul etti de konu da biraz unutuldu. Hatta yanılmıyorsam geçenlerde törenin birinde bir nevi barışma jesti olarak Türk bayrağını göndere çekti.

Amerikalıların tarih, coğrafya bilgisi çok zayıftır. Bizim orada yaşadığımız dönemlerde internet filan da olmadığı için genelde Türkiye ile ilgili hiçbir şey bilmezlerdi. Tek bildikleri "Midnight Express" filmi idi. Bazı bilgili olanları da Mustafa Kemal Atatürk ismini bilirlerdi ama bunların sayısı çok çok azdı.

Devir değişiyor, şimdi birçoğu NBA’de oynayan Anadolu çocuklarını biliyorlar. O zamanlarda bir Anadolu çocuğunun NBA’de oynaması hayal gibi bir şeydi.

Billy Hayes, kâbusu kadar bizi yoran ikinci bir isim de Mehmet Ali Ağca’dır. Tartışmasız Amerika’da en çok tanınan isim Mehmet Ali Ağca’dır. Film unutulmak üzereyken ortaya papa suikast girişimi çıktı ve bizler yine ne izah edeceğimizi bilemez duruma düştük. Abartmıyorum, 1994 yılında ben Amerika’dan dönerken üzerinden on yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen konu halen gündemdeydi.
Bugün dahi Amerika’ya gidip sıfır birileri ile tanışırsanız size ilk söyleyecekleri iki isim Mehmet Ali Ağca veya Billy Hayes’dir.

Ülkede yaşanan olumsuzlukları yurtdışında izah etmeye çalışmak, bütün ülkenin avukatıymış gibi davranmak garip bir durumdur. Sanki her şeyi siz yapmışsınız gibi herkes size sorar, sizin üstünüze gelir.
Ne demişler? Bu durumu ancak yaşayan bilir.

İzah etmek zorunda kalacağımız şeyler olmasın, herkes için güzel bir hafta olsun.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

12 Aralık 2014 Cuma

Tren Garında Kahve Keyfi

Günaydın Dostlar,

Aslında kahve içmeyi çok da sevmem ama trenlere olan düşkünlüğümü herkes bilir. Babamın 1964 yılında Almanya’dan getirdiği oyuncak trenim halen durur. Artık o eski halinden eser olmasa da yine de ilk gün alınan parçalar da elli yıldır benimledir.

Ankara’da tren garına tek başıma gitmek zor işti ama İstanbul’a geldiğimizde, dayımların evinin istasyona çok yakın olmasından dolayı istasyona yürüyüp trenleri seyretmişliğim vardır.
 
Ne kadar büyüseniz de eski alışkanlıklar, eski tutkular kolay kolay değişmiyor. Halen trenleri çok severim ve tren deyince benim aklıma gelen ilk yer Almanya’dır. Almanya’nın birçok şehrini gördüm (Berlin’i, Düsseldorf’u, Sttutgart’ı da severim) ama benim için Münih’in yeri bambaşkadır.
Münih’te birçok yeri babamın sayesinde öğrenmiş olsam da bugün artık ben de sağını solunu iyi bilirim. Oradaki otelimizin tren istasyonunun dibinde olması da başka bir güzel tesadüftür. Babam da trenleri çok severdi. Hiç oyuncak treni olmamış, büyüdüğü şehirde hiç tren olmamış birinin trenleri sevmesi de ayrı bir ilginç konudur. Evet, kesinlikle soya çekim diye bir şey var.

Eskiden Münih’e gezmek ve arkadaşlarımı görmek için de giderdim ama son yıllardaki gidişlerimin hepsi iş için olmuştu. Bütün gün süren toplantılar akşamüstü saat 17.00 gibi biterdi ve ondan sonra yemek buluşmasına kadar bir iki saat ara verilirdi. Bazen de yemek filan yoktu ne isterseniz onu yapardınız. Bu saat diliminde gidip zaman geçirdiğim bana iyi gelen yer Münih Tren İstasyonu'dur. Aynı atasözünde de söylendiği gibi gidip yarım saat filan trenlere bakardım.

Aynı atasözünde de söylendiği gibi gidip yarım saat filan trenlere bakardım. Günün bütün yorgunluğu gider. Gelen giden trenler, koşuşan kalabalık her akşam aynı senaryolar tekrar tekrar oynanır. Peronları hafif yukarıdan gören bir noktadaki sadece üç tane masası bulunan kahve dükkânına oturup, sütlü kahvemi alıp trenleri seyretmeye bayılırım. Düşündüm de ben orada otururken hava genelde hep soğuktur. Demek ki ben Münih’e hep kışın gidiyorum. Çok sıcak bir havada orada oturduğumu hiç hatırlamıyorum.
Bazen de kalkan trenlerin nereye gittiklerini düşünürüm. Bilhassa uzak şehirlere giden trenler daha çok dikkatimi çeker. Geçeceği şehirleri, içlerinde kimlerin olduğunu ve kime gittiklerini düşünürüm. Gerçi Almanya yaşamının hiçbir heyecanlı tarafı yoktur ama ben yine de düşünürüm. Böyle bir ortamda da insan kendini birilerini yolcu etmeye gelmiş filan gibi hissediyor.
Nasıl heyecan olsun? Adam alıyor sezonluk biletini; her sabah her akşam aynı vagonda aynı koltuğa oturup, gidip geliyor. Akşam dönüşlerinde, koltuklarına oturup kırmızı şaraplarını içerken kitap okuyarak seyahat etmeleri her zaman benim de canımı istetmiştir. "Adamların keyfe bak, bir de bizdeki kapıların zor kapandığı trenlere bak." diye de sık sık düşünürdüm.

Başta da belirttiğim gibi çok fazla kahve sevmem ama soğuk havada tren garında o kahve süper gider. Metrodan inip trenlere koşanları, son anda binenleri veya binemeyenleri görmek çok keyiflidir. İş dağılımı yoğun bir kalabalık vardır ama bir saat sonra ortalarda kimse kalmaz ve istasyon tenhalaşır. Herkes evine gitmiştir. Benim de zaten her gittiğimde o küçücük üç masalı kahveci dükkânında yer bulabilmemin en büyük nedeni, o saatlerde ortalarda benden başka boş adam olmamasıdır.

Aynen havaalanları gibi tren istasyonlarının da kendine özgü bir havası vardır. Orası başka bir dünyadır. Orada her bir duygu trenlerle gelir, trenlerle gider. Giden belki sevgilidir, belki de bir fırsattır. Yıllar önce Münih’ten, İstanbul’a da tren vardı ve akşamları kalkardı. Kaç günde ülkeye ulaşırdı bilmiyorum ama İstanbul Treni'nin kalkışı ayrı bir görüntüydü. Bir anda etraf çakma Haydarpaşa’ya dönerdi.
Trenler gitti, etraf tenhalaştı, Emin’in de kahvesi bitti. Saatler ilerledikçe de trenler seyrekleşir. Artık kalkıp otele geri dönme zamanıdır. Allahtan yün donumu giymişim yoksa bu soğukta oturulmaz o demir sandalyelerin üzerinde.

Bir gün bizim de Almanya’daki gibi trenlerimiz olması umuduyla hepinize güzel bir gün diliyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

11 Aralık 2014 Perşembe

Rüzgâr Nereden Eserse Essin

Günaydın Dostlar,

Rüzgâr esebilir, fırtınalar kopabilir, yağmur yağabilir hatta kar bile yağabilir. Sen yola çıkmaya karalıysan meteoroloji tahminleri seni yolundan döndüremez. Farkındaysanız, "niyetindeysen" diye yazmıyorum, kararlılık ve niyetli olmak çok farklı iki şeydir.

Hep Yay burcunun özelliklerinden bahsediyorum ama olsun, bir kere daha bahsedeceğim. Yay burçları yola çıkmayı kafalarına koydularsa er ya da geç muhakkak o yola çıkarlar. Zaten çıkmazlarsa yolun sonunu göremedikleri için en azından denemedikleri için çok rahatsız olurlar. Yolun sonunda amacına ulaşamasan bile hiç denememekten daha iyidir.
 
Hep savunduğum temel bir düşünüş ve duruş şeklim vardır. Her zaman, “Süreçlerin güzel ve özel olabilmesinin ilk şartı doğal gelişmesidir.” derim. Ismarlama gelişen süreçler aynı ruhu, aynı heyecanı taşıyamazlar. Bu işin bir zamanlaması da yoktur. Yazın olmaz, sonbaharda olmaz ama olacağı bir yerlere yazıldıysa Yay mevsiminde olur.
Bu düşünce, bütün süreçler ve bütün ilişkiler için de geçerlidir. Böyle yazınca herkes aşk, meşk ilişkilerinden bahsettiğimi zannediyor ama hiç fark etmez. İster iş ilişkisi olsun, ister İstanbul’un en büyük aşkı olsun; makbul olanı sürecin doğal gelişeni ve kendine özgü bir ruhu olanıdır.

Ismarlama işleri insanlar pek sevmezler. Hele Yay burçları için hiç uygun değildir. Bir yerde yemek yiyeceksem bile ilk önce ruhu olup olmadığına bakarım. Eski şirketimde çalıştığım dönemlerde ilk önce kimle çalıştığına bakardık ama ruhlu olması da çok önemli. Kafeterya gibi beş yüz kişilik ruhsuz restoranlar hiç bana göre değildir.

Şekli hiç fark etmez. Bir yola çıkarken ilk tanımlaman ve içselleştirmen gereken şey yolun sonudur. Senin için yolun sonu neresi? Bu parametre çok önemlidir. Varmak istediğin yeri bilmiyorsan veya tanımlayamıyorsan vardığını nereden bileceksin? En büyük sorunlarımızdan biri de mutlu sonun tanımını yapamıyor olmamızdır. Sorduğunuz zaman herkes mutsuz ama nasıl mutlu olacağı hakkında da hiçbir fikri yok.
Fakir topraklarda, “mutluluk” deyince ilk akla gelen şey daha çok para kazanmak oluyor ama genelde daha fazla para kazanmak mutluluk getirmiyor. Getirse de çok kısa sürüyor. İnsanoğlu yeni şartlara çok çabuk alışıyor.

“Yola çıkmak bitirmenin yarısıdır.” derdi babam. Ben de bu görüşe katılıyorum ve çıkmanın bir kararlılık, yolun sonunu görmenin de ikinci bir kararlılık olduğunu düşünüyorum. Yolun sonunda seni bekleyen güzel gözlerin ışığının şarap kadehlerinden yansıması da olabilir, o hep hayal ettiğin yöneticilik pozisyonu da olabilir.

Ne yöne gidersen git, o yöne doğru gidenler olacak, dönenler olacak. Önemli olan yol arkadaşlarını, dostlarını iyi seçebilmek. Yol arkadaşları, seni masmavi denize ulaştıracak önemli yön levhalarıdır. Yanlış levha seni yanlışa götürür.

Yolunu çizebiliyorsan kalbin ve beynin de onaylıyorsa o zaman yarını bekleme. Bu sabah yola çıkma vaktidir. Hazır yol buradayken bu fırsatı kaçırma. Belli mi olur, yarın belediye yolu yıkıp orman yapabilir.
Kalp ve beyin tamam ama bazen mide de işin içine girer. Üçüne karşı hayatta direnemezsin. Bekleme yapma, yol seni bekliyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

10 Aralık 2014 Çarşamba

Canım Sıkılıyor Canım...

Canım sıkılıyor dostlar. Canımı sıkan ne sevgili Kayahan’ın şarkıları, ne de Fenerbahçe ve bu ülkenin futbolunun içine düştüğü aciz durum.

Canımı sıkan, sınırda ölen 3 genç asker. Suriye’den mi ateş açıldı, çocuğun biri cinnet mi geçirdi bilmiyorum ama çok canımı sıktığı kesin. Yıllardır devam eden savaşta askerlerimize ateş açmak için bu haftayı mı buldular?
Canımı sıkan, madenlerimizin durumu ve hiçbir zaman da düzelemeyecek olmaları. Osmaniye’de ve Zonguldak’ta sessiz sedasız aramızdan ayrılan madenci kardeşlerimizin mekanı cennet olsun. Yer altındaki ölüm riskini bile bile, yeryüzündeki parasızlık nedeniyle madenlere giren kara talihli, kara bahtlı kardeşlerim.



Canımı sıkan, güney sınırlarımızın terör örgütlerinin köşe kapmaca oynadığı oyun parkına dönüşmesi ve Suriye gibi güzel bir ülkenin vatandaşlarının içine düştüğü yürek burkan durumları.
Canımı sıkan, her sabah kalktığımda gördüğüm katledilen ormanlar. Bu kadar çorak bir ülkede neden herkes 3-5 tane ormana saldırır, bunu anlamak çok güç. İnsanlar ağaçları koruyacağız diye dayak yemekten bıktılar artık.

Canımı sıkan, her partide, her şirkette, her spor kulübünde, her okulda, her yerde yaşadığımız tek adam sistemleri. Herkesin kaderinin tek bir adamın iki dudağının arasında olduğu alaturka, medeniyetten uzak yaşamlar.
Canımı sıkan, çalışanların, yüksek puan alanların, doğru işler yapanların, başarılı olanların değil de, yalakalık yapanların, etrafta dalga geçenlerin, zamanını lobi yapmakla harcayanların başarılı olduğu iş hayatı.
Canımı sıkan, bin türlü sorunumuz varken Osmanlıca tartışmaları yapmamızdır. Tercihli mi olsun, mecburi ders mi olsun konusundan başka sorunumuz kalmadı mı? Çocukların yarısı ayakkabısız okula giderken, sınıflarında ısınamazken tek sorun Osmanlıca dersleri mi? Herkesin eskiyi okuyup anlamasına gerek varsa, o zaman Sümerlerin çivi yazısı da mecburi olsun.

Canımı sıkan, trafikte geçen zaman ve saatlerce trafikte bekleyeceğini bile bile evden 15 dakika erken çıkmayan insanlar. Ben olsam, o trafiği bir kere çekerim ikinci gün daha erken bir saatte evden çıkarım. Gerçi düşünüyorum da, zaten herkes işe gittiği için, kimsenin acelesi yok. Konu eve dönüş olsaydı, o zaman herkes bayıla bayıla erken çıkardı. Sabah sabah canım sıkılmasın diye, ters yöne giren, kırmızıda geçen, sağ şeritte durup sola dönen insanlardan filan hiç bahsetmiyorum.

Canımı sıkan, insanların gerilmesine neden olan televizyon kanalları ve diğer medya organlarıdır. Reyting ve para uğruna aynı konuları, toplumu gereceklerini bile bile defalarca ekranlara taşıyorlar.
Canımı sıkan, kendinden olmayandan veya kendi gibi düşünmeyenden nefret eden insanlardır. Irkçılığın ve mezhep kavgalarının yüzyıllardır insanları sevdiklerinden ayırdığı bu topraklarda, hiç mi akıllanamayacağız. Atılan her kurşunun, zengin ülkelerde insanlara Zegna gömlek olarak geri döndüğünü görmek bu karar mı zor?
Canımı sıkan, her seçimde oy vermeyenlerin, bir parti kuracak olsalar en büyük ikinci parti olarak meclise girecek olmaları.

Canımı sıkan, insanların gözünün paradan başka hiçbir şey görmüyor olması. Kısa vadeli kazançlar uğruna insanların her şeyi yakıp yıkmaya hazır olması. Gözleri ne orman görüyor ne de kalp. İkisini de yakıp yıkmaya hazırlar.

Canımı sıkan, hafriyat kamyonlarının, “Kim en fazla toprağı taşıyacak?” yarışı içinde insan hayatını hiçe sayıp, para kazanmak uğruna yaptıkları akıl almaz işler.
Canımı sıkan, Adalet’in artık bir bayan ismi dahi olmamasıdır. İsim, o kadar hassas ki, insanlar artık çocuklarına bile koyamıyorlar. Adalet, artık çocukluğumuzda severek içtiğimiz Atatürk Orman Çiftliği sütü gibi günlük üretiliyor.

Canımı sıkan, erkeklere yapılan adaletsizliktir. Parası olan işini hallederken, parasız çaresizce seyrediyor. Tabi ki, Adriana Lima konusundan söz ediyorum. Şaka bir yana, gemilerin karadan geçirilmesi ve UEFA kupasından sonra, bu toprakların gördüğü en büyük başarıdır.
Canımı sıkan, bu yazının çok uzuyor olmasıdır. Sizin de canınızı sıkmamak için, canımı sıkan konuları artık bir bağlamak gerekiyor.

Sağlıklı kalın, canınızı sıkmayın…

9 Aralık 2014 Salı

Bir WhatsApp Bile Yok

Günaydın Dostlar,

Bir şekilde küsülmüştür. Küs olan insanlar birbirini aramayacağına göre, o da seni aramaz. Kabahatin hangi tarafta olduğu da çok önemli değildir ama büyük bir gurur savaşı verirsin. Kalbin parçalanmış olsa da aramazsın.

Telefonu her an dibinde tutarsan sanki ondan bir haber alma ihtimalin daha yüksekmiş gibi bir hisse kapılırsın. Akşam bile telefon süt dişi gibi yastığın altındadır. Sanki bütün gün aramayan şahıs, gece yarısı sensizliğe dayanamayıp mesaj yazacak. Geçmez o karanlık akşamlar. Gündüzü idare edersin ama gecenin sessizliği çöktüğünde dertlerinden, sıkıntılarından başka senle sohbet edecek kimse yoktur.
 
Aramaz. Acaba telefon mu çalışmıyor, hatlar mı bozuk diye elli defa kontrol edersin ama bir yararı olmaz. Hiç bekleme, aramaz. “Allah’ım neden aramıyor?” diye söylenip durursun.
Sen söylenirken, sürünürken Kayahan bekleyişi başka türlü yorumlar.

“Yandı mı bu postaneler yıkıldı mı yoksa? Ne bir haber ne merhaba zindan bu dünya. Uyutmuyor bu yaşananlar akşam olunca.”

Nasıl sözlerdir bunlar? Nedir bunları yazdıran? Büyük bir aşk mı, şişenin dibi mi yoksa büyük bir bekleyiş mi? Kim bilir belki de hepsi. Tabii Kayahan bu sözleri yazdığında henüz teknoloji bu kadar gelişmemişti. Bugün olsa, belki de WhatsApp’lı, Facebook’lu bir şeyler yazardı.

Kendin aramadığın gibi o seni arasın diye de kıçını yırtarsın. Madem aramıyorsun, madem o kadar da umurunda değil, o zaman kıçını da yırtma. Çık yola adımlarını atmaya başla. Arkana bakma, sen nasıl olsa rahatsın, senin yokluğundan kahrolan karşı taraf. Ararsa da o arasın, sana göre hava hoş.

Böyle denir ama bir yandan da karşı tarafa mesaj gönderilmeye devam edilir. Tamam aramıyoruz ama çeşitli sosyal platformlarda onu unutmadığımızı da birazcık hissettirmemiz lazım.
Sen oraya buraya anlamlı mesajlar yazarsın, Kayahan bu şekilde dile getirir.

“Dön sen bence yol yakınken, bir bilet al son seferden, barışalım seninle.”
Tek kelimeyle muhteşem bir anlatım olmuş. Zaten bu tip cümleleri oturup düşünerek yazamazsın, bunlar bir anda kendiliklerinden çıkarlar. O zamanlar İstanbul – Ankara yüksek hızlı treni de olmadığı için son seferi kaçırmamak lazım. Bir sonraki tren ne zaman gider, onu da Allah bilir.
Sevgili Kayahan’ın şarkılarında hep bir özlem, hep bir bekleyiş, hep bir çağırış var. Bütün şarkılarında konu hep aynı yere gidiyor. Her kimse Kayahan’ı bu kadar üzen dolaylı olarak çok meşhur olmasına da neden olmuş.

“Kıyametler kopuyor zavallı yüreğimde, tükendim, tükendim, tükendim artık, hiç mi özlemedin, hiç mi hakkım yok, bir ara bir sor Allah aşkına”

Daha ne desin? Bence verilen mesaj çok net. Bunlar gibi daha yüzlerce örnek sayabiliriz.
Sabah sabah Kayahan da nereden çıktı diye merak eden dostlarımız vardır. Hemen cevap vereyim. Ben Kayahan şarkılarını bilirim ama sözlerine hiç bu kadar dikkat etmemiştim. Birçok sanatçının Kayahan şarkılarını seslendirdiği bir CD var ve ben bu aralar o CD'yi çok dinliyorum.

Sözler her ne kadar birbirine benzese de inanılmaz güzel. Böyle sözler yazabilmek için kalbindeki aşk yetmez. Miden de beynin de her yerinde hissetmen gerekir. O hissi yaşadığın zaman bu sözler de doğal olarak çıkar. Olan sevgiliye, olmayan sevgiliye özlem hiç bitmez.
“Adını yazmışlar gökyüzüne. Fırtınalar düşmüş kaderime. Yolumu çizmişsin sen yine. Emrin olur gülüm, emrin olur.”

Kim bilir belki de sen bunu bilmiyorsundur ama gönül sayfasında açık seçik senin adın yazıyordur.
Herkesin kalbindekine kavuşması dileğiyle.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

8 Aralık 2014 Pazartesi

Yeni Haftanın İlk Günü

Günaydın Dostlar,

Her yeni başlangıç içerisinde yeni bir umut taşır. Haftanın ilk günü de yeni bir umutla gelir bize. Herkes için taşıdığı umut farklı olabilir ama içinde küçük de olsa hep bir umut vardır. Belki de aylardır beklediğin o telefon bu hafta gelecektir, kim bilir belki de bir türlü cevap alamadığın mesajın karşılığının gelme zamanı bu haftadır.
Umutla başlarız her haftaya ama biraz da söylenerek başlarız. Neden mi? “Pazartesi Sendromu” diye bir şey olduğu için. Çalışanlar pazartesi sabahlarını pek sevmezler. Yataktan zorla kalkıp isteksizce işe giderler. Bunun da en büyük nedeni gece kuşu olmalarından kaynaklanır.


Ertesi sabah işe gideceğini bile bile pazar akşamları geç saatlere kadar eğlenmeye giden arkadaşlarımı şaşkınlıkla ve takdirle karşılıyorum. Bir yanım “Yarın sabah iş var yatsanıza diyor.”, bir yanım da “Aferin size, azmaya devam diyor.” Bence, buradaki en büyük sorun pazar akşamlarını sanki bir tatil akşamıymış gibi görmekten kaynaklanıyor. Pazar akşamı tatil akşamıysa o zaman cuma akşamlarının tatil olmaması lazım. Hem cuma hem de pazar olmaz.

Bu arada, illaki dışarı azmaya gitmek gerekmiyor; evde oturan da yatmıyor. Hepimizde yatarsam bir şeyler kaçırırım gibi bir ruh hali var.

Robın Sharma, “Sabah 5.00’te kalkın ve her gün hayatınızda beş minik iyileştirme yapın.” diyor. Kendisi, her insanın muhakkak sabah 5.00’te kalkanlar kulübüne üye olması gerektiği inancında. Her gün işe gittiğim dönemlerde ben de hep 5.00’te kalkardım. Ne de olsa Sharma’yı kızdırmamak lazım. Şu anda da durum çok farklı değil. Otuz yılın verdiği alışkanlıkla yine 6.00-6.30 gibi uyanıyorum.
Pazartesi sendromu denilen şey bende hiç olmadı. Pazartesi sabahı da diğer bütün sabahlar gibi şen şakrak işe giderdim. Tabii erken kalkmak için erken yatmak gerekiyor. Ben her akşam saat 22.00 gibi yatardım. Gece yarısına kadar oturup sonra 5.00’te kalkılmaz. Kalksan da kimseye bir yararı olmaz.
Arkadaşlarım bilirler, ben her sabah 6.00-6.30 gibi işte olurdum. Yine böyle bir pazartesi sabahında çay ocağında, işi olduğu için erken gelmek zorunda kalmış bir kıza rastlamıştım ve benim neşeli hallerim kızın sinirine dokunmuştu. Kız gözünü açamıyor, ben ortalarda ıslık çalarak dolaşıyorum.

Bir samimiyetimiz de olmamasına rağmen kız bana dönüp “Nedir sizi sabahın bu saatinde bu kadar mutlu eden?” diye çıkışmıştı. Ben mi ne yaptım? Tabii beni gülme tuttu.

Sabahları kimseye dokunmayacaksın. Önce bir iki saat kadar boş boş etrafa bakacaklar, sonra herkes uyanacak ve ne iş yapacaksa yapacak. Bizim millet gece yatmaz, sabah kalkmaz. Kalkan da beş karış suratla ve asabi bir ruh haliyle kalkar.
Bu durumun daha kötüsünü Suriye’de görürdüm. Onlar hem havanın sıcaklığından hem de rahat ve hiçbir acelesi olmayan insanlar oldukları için her gece çay semaverlerini alıp, çimlere yayılıp gecenin 2.00’sine, 3.00’üne kadar oturuyorlardı. Bu sabahki konumuz değil ama Suriye’nin bu durumlara düşmesi de hem onlar adına hem de insanlık adına büyük bir talihsizliktir. Severek gittiğim ve her seferinde iyi ağırlanıp güzel vakit geçirdiğimiz bir ülkeydi.
Erken yatarım, erken kalkarım ama benim de sevmediğim zaman dilimi pazar akşamlarıdır. İş hayatıyla bir ilgisi olmayan, okul yıllarından kalma bir durum diye düşünüyorum. İlkokul yıllarında pazar akşamı geldiğinde daha benim ödevlerimin yarısı yapılmamış olduğu için üzerime bir kabus çökerdi. Bugünlerde ev ödevleri olmuyor ama Fener’in maçları oluyor. Anlayacağınız, sıkıntının boyutunda bir değişme yok.

Bende pazartesi sendromu hiç olmadı. Hatta diğer günlerle ilgili de hiç olmadı ama dediğim gibi özel bir durum yoksa ben erken yatarım. İş zamanı hafta arası normal yatma zamanın 10.00-10.15 gibi bir saattir. Yedi saat uyku herkese yeter.

Hafta sonu geldiğinde sabahlara kadar azabilirsiniz ama hafta içi erken yatın, erken kalkın. Gece yarılarına kadar oturup modası geçmiş hakemlerin gündemde kalabilme çabalarını izlemenize hiç gerek yok.
Yeni hafta herkes için çok hayırlı bir hafta olsun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…