30 Ağustos 2016 Salı

Cadde Aşkı Bitti...

Günaydın dostlar…

Her sabah günlerimizin aydın olmasını dileyerek uyanıyoruz ama işin gerçeği bu ara günlerimiz pek de aydınlık değil. Ülke olarak mutsuzuz. Kafamızı ne yana çevirsek kötü bir haberle karşılaşıyoruz.
Her akşam şehit haberlerini izlerken yaşadığımız çaresizliğin ve mutsuzluğun tarifi yok. Tabi ki şehitlerimizin çocukları hepimize emanet ama ne yazık ki sokaktaki hayat reklamlardaki gibi yaşanmıyor. Güneş battığında herkes kendi acısıyla baş başa kalıyor.


Yaşamadığımız şey kalmadı. Darbe girişiminden tutun da, hain terör saldırılarına kadar her şeyi yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Tek eksiğimiz, uzaylıların Anadolu’nun ortalarında bir yerlere inmesi kaldı.

Bütün bu silah hareketliliği içinde, terör örgütlerinin köşe kapmaca oynadığı bir ortamda; doğal olarak ekonomik sorunlar çok da fazla gündeme gelmez oldu. Son zamanlarda sık sık tekrarlanan ulu önder Atatürk’ün sözleri de, insanı “demek ki Kurtuluş Savaşı günleri kadar kötü bir durumdayız” diye düşünmeye itiyor.

Diğer büyük sorunlar yüzünden hiç konuşmadığımız ekonomik sorunlar da aslında bu ülkenin yakın geleceği için büyük bir tehdit oluşturuyorlar. Dün yayınlanan Tüketici Güven Endeksi’ndeki ciddi düşüş de, bu durumun en belirgin göstergelerinden bir tanesidir.
Çok çeşitli veriler yayınlanıyor ama naçizane benim piyasa göstergem Bağdat Caddesi’dir. Bağdat Caddesi, benim hiçbir zaman görmediğim kadar kötü günler yaşıyor. Eskiden kiralamak için bir tane bile dükkân/mağaza bulunmazken, şimdilerde Cadde’nin yarısı kiralık. Her yer bomboş.
Birçok arkadaşım, “Beter olsunlar, yüksek kira bedelleri ile herkesi buradan kaçırdılar” diyor ama o ayrı bir sabah yazısı. Cadde’de fiyatlar her zaman yüksekti ama dükkânlar hiç bu kadar boş kalmamıştı. Bir yerde bir tane kiralık dükkân olsa, anında herkes üşüşürdü.

Tabi ki, kentsel dönüşümden dolayı yıkılan binalar da var ama asıl neden insanların alışveriş yapmak için ne paraları var, ne de istekleri var. Bir gün gelecek global kahve zincirleri dışında hiç kimse iş yapamayacak.

2 yıl kadar önce Sahan Restoran’ın binasının yıkılacağını öğrendiğimde, “Bina tekrar yapıldığında geri gelecek misiniz?” diye sorduğumda çok net olarak “hayır gelmeyeceğiz, para yapamıyoruz” cevabını almıştım. Aynı durum Midpoint için de geçerli. Yıkılan bina tekrar yapıldı ama gelen giden yok.
Şaşkınbakkal’ın göbeğindeki Buger King, iş yapamadığı için kapattı gitti. Zaten mevcut kirayı karşılayamıyorlardı, bir de bina sahibinden zam talebi gelince, hiç düşünmeden çıkıp gittiler.
Geçen günkü sabah yürüyüşlerimden bir tanesinde, hepimiz için önemli bir buluşma noktası olan Suadiye Işıklardaki Teknosa’nın da kapandığını gördüm. Birkaç ay önce boşalan Bershka ve Zara mağazalarını zaten hepimiz biliyoruz. Kocaman binalar aylardır bomboş duruyorlar.

Ben hiç gitmesem bile yıllardır bir yerlerde olan işyerlerinin kapanıp gitmesini, iyi bir şey olarak algılamıyorum. Her zaman, “para yapsaydı gitmezdi” diye düşünüyorum. Hatta bazen boş dükkânları gördüğümde içimde bir burukluk bile oluşuyor.

Havelka, bizlerin ara sıra gidip bir şeyler içtiği bir mekândı. Kapanmasına üzülmüştüm. Kitchenette, benim gitmediğim bir restorandı ama yine de kapanıp gitmesi hoş olmadı.
Dostlar, bu örnekler saymakla bitmez. Benetton’dan tutun da, Façonnable’a kadar; yüzlerce işyeri kapandı. Ne 2009 krizinde, ne de bir başka zamanda bu boyutta bir durgunluk yaşanmamıştı.

Bağdat Caddesi tabi ki bütün ülkeyi temsil etmiyor ama önemli bir piyasa göstergesidir. Diğer illerdeki benzer alışveriş caddelerinde de durumun çok da farklı olmayacağını düşünüyorum. Diğer bölgelerde yaşayan arkadaşlarımız bizleri bu konuda bilgilendirirlerse çok memnun oluruz.
Siyasette de, dış ilişkilerde de, ekonomide de bizleri zor günlerin beklediğine inanıyorum. Bunların arasında en az konuşulanı da (hatta hiç konuşulmayanı) ekonomi. Beton dökmeye bağlı, çok fazla bir üretimi ve yurtdışına satacak malı olmayan bir ekonomi ile ancak buraya kadar. Kimsenin moralini bozmayı sevmem ama bundan sonrası yokuş yukarı…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Ağustos 2016 Perşembe

Yükselen Yıldız...

Günaydın dostlar…

Artık televizyon kanallarında açık oturumlardan başka bir şey olmadığı için, her akşam kanal değiştirmekten parmaklarım adale yaptı. Aynı konuların 1500 kere değişik stüdyolarda tartışılmasından ve insanların “işin gerçeğini ben bilirim” tavırlarından çok sıkıldım.
Geçen akşam yine parmaklarıma spor yaptırdığım bir anda karşıma Yılmaz Purple Rose çıktı. Benim bir kabahatim yok, Emina Sandal böyle diyor. Yılmaz amca “Sil Baştan” şarkısını söylüyordu. Türkiye’de yetişmiş en iyi seslerden biri olmasına rağmen, bu şarkı Yılmaz amcaya olmamış. Bu tip patentli şarkılarla çok fazla uğraşmamak lazım, diye düşünüyorum. Sesiniz çok güzel de olsa, yine de kulağa bir garip geliyor.


Sil Baştan şarkısını en güzel söyleyenlerden biri de (daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi) sevgili Murat Bulgak’tır. Ankara’da gerçekten de söylediği şarkılarla o akşam orada olanları silip, süpürmüştü.

Yarışmayı izlediğimde gördüm ki, bu tip yarışmaların akışı Amerika’da ve Türkiye’de birbirinden çok farklı. Sonuçta sizlerin de bildiği gibi bu tip yarışmaların hepsi Amerikan programları. Acun amca da gidip bunların haklarını satın alıp, bu programları Türkiye’de organize edebiliyor. Ben gitsem bahçeye sokmazlar ama o bu işleri çok iyi başarıyor. Şimdiki haline bakmayın, ortada şimdiki hali yokken de başarıyordu.

Yarışmayı izlerken kızcağızın birinin resmen şarkıyı katlettiğine şahit oldum. O kadar kötü söyledi ki elle tutulur hiçbir yanı yoktu. Doğal olarak seyirci oylamasından da çok düşük bir puan aldı. Böyle bir durumda, Amerika’da çok net ve direkt olarak, “yok kardeşim senden şarkıcı olmaz” gibi geri bildirimde bulunuyorlar.

Amerikalı yapıyor ama bizde böyle bir şey mümkün değil. Mustafa Sandal çıkıp da bu tip bir cümle kursa anında bütün Türkiye’yi karşısına alır. Bayılırız ezilenin, mazlumun yanında olmaya. “Kabiliyeti yoksa bile böyle de söylenmez ki” cümleleri havada uçuşmaya başlar. Sanatçının 20 yıl boyunca inşa ettiği kariyeri, bir akşam da, bir cümle ile silinir gider.

Hiçbirimiz böyle bir cümleyi kaldıramayız. Böyle bir cümle sonunda, hele bir de yarışmacı ağlamaya başlarsa bu topraklarda senden canisi olmaz. İşin komik tarafı bu tip bir yorum alan yarışmacı, bütün eksiklerine rağmen bir anda herkesin desteğini arkasına alacağı için de, bir gecede şöhret olur.
Bu kadar net olmaktan korkan jüri üyeleri, 70 çeşit kıvırtmaca açıklama yapıyorlar. Bu tip kıvırtmaların başında da, yanlış şarkı seçimi konusu geliyor. “Bu seçim biraz yanlış olmuş” cümlesi en büyük cankurtaran simidi. İşin komik tarafı, oraya katılan yarışmacılar en iyi söylediklerine inandıkları parçalarla sahneye çıkıyorlar. Demek ki bir de başka türlü bir seçim olsa daha neler izleyeceğiz.

İkinci bir politik cevap da, “sen seneye muhakkak yine gel”. Bu cümlenin tercümesi de şu şekilde oluyor; ben şimdi seni başımdan savıp, bu geceyi kurtarayım da, seneye kadar kim öle kim kala.

Bu tip yarışmalarda, konuşur gibi söylenen monoton şarkılarla hiçbir yere varılamayacağını ben bile anladım ama yarışmacılar anlayamadılar. Yarışmalara katılıyorlar ama işin gerçeğinden haberleri yok. Sen istediğin kadar güzel sesin olduğunu düşün ama işin gerçeği, “Kafama sıkar giderim” her zaman Neşeli Günler müzikalinin açılış parçasından daha yüksek puan alır.

Peki, Amerikalılar neden böyle domuzcuk gibi yorumlar yapıyorlar? Onlara sorarsanız “işin doğrusu bu” diyorlar. Kıvırtmaca yorumların yarışmacıları gereksiz yere ümitlendirdiği görüşündeler. “Şarkıcı olamayacağını söyleyelim ki, o da gitsin kendine başarılı olabileceği yeni bir yol çizsin” mantığıyla hareket ediyorlar.
Hangisi daha doğru bilmiyorum ama bizim kültürümüzün bu kadar direkt yorumları kaldıramayacağı çok net. Yarışmacı kaldırabilse bile, televizyon başındaki seyirciler kaldıramaz.

İşin doğrusunu ben de bilmiyorum. Karşımızdakinin hislerini de düşünerek hareket etmeliyiz, hassas olmalıyız diyoruz ama belki de hep gerçekleri konuşmaktan çekindiğimiz için, hep de gerçeklerden uzak yaşıyoruz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Özür Dilerim...

Günaydın dostlar…

Bütün bu yaşananlar ve askerlerin her daim gündemde olmaları, bana çocukluğumuzda Ankara’da yaşadığımız sıcak bir yaz gününü hatırlattı.  Belki de 50 yıl boyunca hiç aklıma gelmeyen bu olay, nedense bu sabah birdenbire aklıma geliverdi.
Ankara, Emek Mahallesi’ndeki mütevazı apartmanın en alt katında bir asker ailesi yaşardı. Alt kat dediğime bakmayın, oturdukları daire alt katın da yarısıydı. Alt katı ikiye bölmüşler, arka bahçeden giriş kapısı olan küçük bir daire yaratmışlardı.


Bir asker, bir eşi, bir de minicik çocukları vardı. Küçücük dairelerinde (1 oda, 1 salon) mutlu ve güler yüzlü bir hayat yaşıyorlardı. Hayalimizdeki Türk subayları var ya, adamcağız tam da öyle biriydi. Uzun boylu, yakışıklı, dimdik yürüyen, üstü başı jilet gibi bir askerdi.

Nedenini bilmiyorum ama her öğlen eve yemeğe gelirdi. Eve geldiğine göre, muhtemelen oralarda bir yerde çalışıyordu. Neden eve yemeğe geldiğini bilmediğim gibi, rütbesini de bilmiyorum. Bu sabah bir tahmin yapmam gerekirse, sanki rütbesi üsteğmen (en fazla yüzbaşı) seviyelerindeydi.

Ne zaman bizi bahçede görse, bizle sohbet eder, bembeyaz dişleriyle bize gülerdi. Saçlarının hafif sarı gibi olmasını ve tertemiz kıyafetlerini büyük bir hayranlıkla izlerdik. Bahçede oynamaktan bizim üstümüz başımız toz, pislik içindeyken asker ağabeyin güneşten parlayan ayakkabılarıyla, jilet gibi ütülenmiş pantolonuyla, kolalı gömleği ile yanımızdan geçmesi; kendimizi iki kat daha darmadağın hissetmemize neden olurdu.
Adamcağızın jilet gibi ve yakışıklı hallerini beğenirdim ama Allah var, “ben de büyüyünce bu amca gibi giyineyim” diye de hiçbir zaman heves etmedim. Her gün o kadar bakımlı görünmek zoruma gitmiştir.
Buraya kadar her şey çok güzel giderken, sıcak bir yaz günü çok samimi arkadaşlarımdan biri, “bu amca öğlende eve geldiğinde üzerine su dökelim” dedi. Çocukluk aklı, bana da fikir çok güzel geldi. 1 kova suyu hazırlayıp, balkonda mevzilendik. Güneşin altında bekliyoruz ama amca bir türlü gelmiyor. Tam biz vazgeçmek üzereyken, asker amcanın merdivenlerden indiğini gördük.

Başka bir şey olsa belki isabet ettiremezdik ama tam isabetle bir kova soğuk suyu zavallı adamın üstüne döktük. Son saniyede sırılsıklam olduğunu gördüğümü hatırlıyorum. Yüzbaşı amca yukarı bakamadan da hemen içeri kaçtık.

İnanır mısınız, bizim amca çok fazla patırtı bile çıkartmadı. O kadar kaliteli bir insandı ki, yukarlara doğru bakıp, “ayıp ama bu sizin yaptığınız, böyle şey yapılır mı” gibilerden bir şeyler bağırdı ve apartmanın arkasına dolaşarak evine gitti. Ne yaptığımızın çok da farkında değildik ama yine de asker amcanın bu kaliteli davranışı kendimizi çok kötü hissetmemize neden oldu.
Bu olayın ardından, hiçbir zaman cesaretimizi toplayıp da, “o suyu biz dökmüştük” diyemedik. Adamcağız bizi seviyordu ve o sevgiyi kaybetmek istemiyorduk. Bizden şüphelenmiş miydi acaba? Kim bilir, belki de bizim yapmış olabileceğimize hiç ihtimal vermemiştir. Bizim de onu sevdiğimizi düşünüyordu. İşin garip yanı, seviyorduk da ama su dökme fikri de o an için çok cazip gelmişti.
Aradan 50 yıl geçti. Bu sabah düşündüğüm zaman halen bu konu da kendimi kötü hissediyorum. Adamcağız öğlen yemeğine eve gelmiş ve başından aşağıya bir kova su boşaltılmış. Duruma bakar mısınız? Bir tas filan değil, tam bir kova su. Yün donuna kadar ıslanmıştır. Ne düşünüyorduk da bir kova su dökmeye karar verdik hiç hatırlamıyorum. Bir tas suyun az olacağını düşündük her halde.

Asker amca işine geri gidecek. Başka bir takım elbise giyip gidemez. Hazırda başka üniforması var mıydı bilmiyorum ama umarım çok zor durumda bırakmamışızdır.

Güler yüzlü, yakışıklı asker gibi asker; senden çok özür diliyorum. O gün, o suyu biz dökmüştük. O anda bile öyle kaliteli bir duruş sergiledin ki, bana ömür boyu unutamayacağım bir ders oldu.
Asker amca, sen kaliteli bir insandın. Hayattaysan sana sağlıklı, mutlu günler diliyorum. Artık bizle değilsen mekânın cennet olsun. Her zaman söylediğim gibi; kalite bir sertifika değil, en sıkıntılı anlarda bile değişmeyen, bir yaşam şeklidir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…