28 Şubat 2014 Cuma

Ya Hep Ya Hiç

Günaydın Dostlar,
 
Ortamız yoktur bizim. Bir şey bizim için ya heptir ya da hiç.
 
 
Hani bir laf var ya “Sevdim mi tam severim.” diye işte tam da öyleyiz. Sevdiğimiz bir insan veya sevdiğimiz bir şey ile ilgili olarak hayatta negatif bir şeyi kabul etmeyiz. O insan ne yapsa doğrudur.
 
“Ayşe iyi yemek yapamıyor.” dersin, “Öyle deme ağabey, o çok iyi bir kız.” derler. Ayşe’yi seviyorsan senin gözünde Ayşe’nin hiçbir negatif tarafı olmamalı. Yaptığı tatsız, tuzsuz yemeği de beğenmek zorundasın. Sohbette “Sevgili Ayşe ben de seni çok seviyorum.” dersin, bu sefer de millet “Daha demin yaptığı yemekler çok kötü diyordun, sen ne ikiyüzlü bir insansın.” der.
 
Ne yapalım biz böyleyiz.
“Pire için yorgan yakarım.” lafı, tam da böyle bir düşüncenin ürünüdür. Bu topraklarda "Olmayacaksa hiçbiri olmasın, (ayıptır söylemesi) girecekse de sonuna kadar girsin." düşüncesi hâkimdir. Biz duygusal, ateşli insanlarız; yakarız pire için yorganı. Sonra akşam kıçımız donabilir ama olsun o anda yakarız yorganı. Akşamı da akşam gelince düşünürüz. Sonra da şu muhabbet olur, “Geri zekâlı gibi yorganı niye yaktıysam?”. Başka topraklarda da “Yorganın ne kadarını kurtarabilirsem kârdır.” gibi laflar vardır. Hiç olmazsa kurtardığım kadarıyla akşam sırtımı örterim.
Ne yapalım biz böyleyiz.
Sevgimiz de abartılıdır, nefretimiz de. Kıza gider seni ölümüne seviyorum deriz, sonra da kız “Ben seni sevmiyorum.” derse bir hafta sonra öldürürüz. Kardeşim kimseyi ölümüne sevmene gerek yok. Adam gibi sev yeter. Her bir rakıdan sonra da bu ölümüne sevginin dozu artar. “Senin için yakarım kız ben buraları” gibi laflar genellikle üçüncü kadehten sonra başlar. Aşkından ölüp bittiğin, uğruna Roma’yı yaktığın insan, bir hafta sonra da dünyanın en adi kadını olur. Ortamız yoktur bizim, söylemediğimizi bırakmayız.
Ne yapalım biz böyleyiz.
Emin, geçen gün Fenerbahçe ağırlıklı bir arkadaş ortamında “Ben Muslera’yı çok beğeniyorum, seviyorum; hem iyi bir kaleci, hem de iyi bir insana benziyor.” dedi. Arkadaşları hemen “Sen Galatasaray’ın kalecisini mi seviyorsun?” diye tepki gösterdiler. Bu sorunun arkasında yatan ima, “Sen iyi bir Fenerli olarak Galatasaray’ın kalecisi hakkında nasıl iyi şeyler söyleyebilirsin?”. “Böyle konuşuyorsan ben senin Fenerbahçeliliğinden bile şüphe ederim”. Sen Fenerliysen bir Galatasaraylı hakkında iyi bir şey söyleyemezsin.
Ne yapalım biz böyleyiz.
Ne yazık ki parametreleri birbirinden ayıramıyoruz. Bir şeyi sevmiyorsak onla ilgili hiçbir şeye güzel diyemiyoruz, seviyorsak da ne halt ederse etsin, her yaptığı şeye güzel diyoruz. Unutmayalım ki kimse su üzerinde yürümüyor. Herkesin ve her şeyin artıları ve eksileri olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamamız lazım. Zaten bu ikisini birbirinden ayırıp sadece duygusal nedenlerle yorumlar yapmadığımız, kararlar vermediğimiz gün çok yol almış olacağız.
Ama şimdilik, ne yapalım biz böyleyiz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Şubat 2014 Perşembe

Kentsel Dönüşüm

Günaydın Dostlar,

Evet, bir şeyler dönüşüyor.
Etrafımızdaki hiç bitmeyen dönüşüm sesleri yüzünden bizlerde uyku filan kalmadı. Sabahın erken saatlerinde başlayan kaya kırma sesleri, akşamın geç saatlerine kadar aralıksız devam ediyor. Bir an bir sessizlik oluyor, bitti zannediyorsun ama birkaç saniye sonra yeniden başlıyor. Her sabah, her akşam, her gün sürekli dönüşüyoruz. Zaten bu durumdan çok şikâyet eden de yok. Her gün bir yenisi başlayan sesler ve dönüşümler kimseyi pek de rahatsız etmiyor.


Bir şeyler yıkılıyor. Bir şeyler yıkılıp yeniden inşa ediliyor. Bir şeylerin dönüştüğü kesin de neye dönüştüğü muallak bir konu.

Yan apartman değişiyor, sokak değişiyor; mahallemiz, şehrimiz, ülkemiz değişiyor. Her şey yıkılıp yeniden farklı bir biçimde inşa ediliyor. Apartmanların önündeki üç kuruşluk yeşillik alanlar gidiyor; yerini çirkin beton ve iki, üç tane kıçı kırık saksı alıyor.

“Kentsel dönüşüm şart” denildi. “Bu okullar depreme dayanamaz” denildi. Okullar değişti! Eski okullar gitti, artık depreme dayanıklı yeni okullar var. Sokakta yürürken baktığınız zaman artık mahallemizdeki okullar eski okullara benzemiyor. Sıralarında oturduğumuz, bahçesinde koştuğumuz okul gitmiş, yerine farklı bir okul gelmiş.

Apartmanlar yıkıldı. "Sağlam değil." denildi. Kim itiraz edebilir? Komşularımız değişti. Yeni yapılan apartmanda artık emekli Ayşe Öğretmen yok. Müteahhitlerin bir yarış halinde, büyük bir hızla yıkıp yeniden yaptıkları apartmanlar, acaba yönetmeliklere uygun bir şekilde, sağlam yapılıyor mu diye düşünmeden de edemiyorum. “Bu apartmanlar ileri teknoloji ile yapılıyor, size ileri teknoloji getirdik” diyorlar, biz de konudan anlamadığımız için inanıyoruz. Projelerden görülüyor ki etrafımızda birçok çakma Burj Khalifalar oluşacak. Yüksek tepe zaten artık görünmüyor.

Köprüler yıkıldı. Kırılan, yıkılan köprüleri tekrar yerine koymak hiç de kolay bir iş değil. Gidenin yerine üç tane köprü yapsan acaba insanlar o köprüye eskisine güvendikleri kadar güvenebilirler mi? Sonuçta yılların güveni yıkıldı gitti ama ileri teknoloji geldi.
Hafriyat kamyonları, sanki buraları bir an önce dönüştürmek istercesine birbirleriyle yarışıyorlar. Her şey dönüşüyor. İyi güzel de bu kadar taşı, toprağı, molozu nereye dökeceğiz? Demokrasilerde çareler tükenmez: Doldururuz denizi, yaparız bir marina; moloz dökmek için de uzak yerlere gitmenize gerek kalmaz. Denizi doldurunca bu ada konsepti de ortadan kalkmış olur. Dokunulmazlığı var bu hafriyat kamyonlarının. Hepimiz için geçerli olan trafik kurallarından onlar muaf tutulmuşlar. Kolay değil tabii, işleri acele. İstedikleri zaman köprüde, otoyolda, orada, burada her yerde eylem yapabiliyorlar. Sen, ben de sokağa çıkayım da iki eleştiride bulunayım, fikrimi söyleyeyim, gösteri yapma hakkımı kullanayım desek gidebileceğimiz en yakın park Hyde Park.
Bu sabah camdan bakınca bir şeylerin dönüştüğünü çok net olarak görebiliyoruz. Gökyüzündeki kara bulutların altında, yeşilin koyulaştığı bir ortamda bir şeyler dönüşüyor.

Umarım bir gün depreme dayanmaz diye başka eserleri de yıkıp yeniden yapmamıza gerek kalmaz. Bazı eserler dayanıklı yapılmıştır. Temellerinde bir milletin kanı, gözyaşı, emeği, fedakârlığı, cesareti vardır. Yıksan yıkılmaz, değiştirmeye kalksan değişmez. Her türlü mevsim şartına dayanıklıdır. Yağmur, fırtına, tufan duvarlarında bir milimlik çizik bile açamaz.

Herkes rahat olsun, tepe sağlamdır ve altı kayalıktır. Görünen de dev gibi bir buz dağının minicik tepesidir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…
 

26 Şubat 2014 Çarşamba

Artık Sevmeyeceğim

Günaydın Dostlar,

Kalpten sevinirdik, çok da mutlu olurduk. Avrupa Kupası maçı olduğunda hepimiz o gün maçı olan takımın taraftarı olurduk.
Radyodan maç dinlediğimiz yıllarda, Göztepe’nin 1969 yılında Avrupa Kupası’nda yarı finale çıkmasına çok mutlu olmuştuk. Fenerbahçe kazanmış gibi kutlamıştık. O dakikada, bizim için hangi takımın sahada olduğu çok da fark etmiyordu. Önemli olan, bizim takımlarımızdan bir tanesinin Avrupa’da bir başarı yakalamış olmasıydı.


Halit Kıvanç’ın, Orhan Ayhan’ın, Necati Karakaya’nın anlatımlarıyla radyodan maç dinlemek bambaşka bir ayrıcalıktı. Sözlerindeki heyecanı sahadaki pozisyonlara yansıtmaya çalışmak herkesin hayal gücüne kalmıştı.

Göztepe, Avrupa kupalarında yarı final oynayan ilk takımımızdır. O yaşlarda Emin hiç İzmir’e gitmemişti, Göztepe neresi onu da bilmezdi ama Adnan Süvari’nin yönetimindeki Ali, Ertan, Gürsel, Halil, İhsan, Fevzilerin olduğu efsane kadronun Avrupa’daki başarılarından hepimiz mutlu olurduk, gurur duyardık.

Bu başarı, kadrosunda bir tane bile yabancı oyuncu olmadan yakalanmıştı. Bugün dahi kadrosunda hiç yabancı oyuncu olmadan Avrupa’da yarı final oynamış başka bir takımımız yoktur.

Severdik Göztepe’yi, sevinirdik başarılarıyla. Göztepe kalecisi Ali, milli takımın da değişmez kalecisiydi. Taraftarı olmadığım halde, benim duvarımda Fevzi’nin bir posteri asılıydı. Her yıl rahmetli Metin Oktay ile beraber gol krallığı yarışının içinde olurlardı ve genelde bir tanesi kazanırdı.

Bu kadar sevilen ve başarılı bir takımın, üstelik de Türkiye’nin en büyük illerinden İzmir’in çok da seyircisi olan bir takımının, bu hallere düşmesi de ayrı bir başarı öyküsüdür ama o başka bir yazının konusu. Göztepe gibi Avrupa’da başarıları olmasa da aynı durum Karşıyaka için de geçerli.
Ne oldu bize de hiç tanımadığımız Göztepe’nin Avrupa’daki başarılarından mutlu olurken hiç kimseyi sevmediğimiz bu günlere geldik. Emin, iyi bir Fenerli olarak Galatasaray UEFA kupasını aldığında bayram etmese de mutlu olmuştu. Bugün artık neden mi mutlu olamıyoruz? Çok basit. Sebebi para. Günümüzde, Avrupa’da bir maç kazanan takım artık öyle ciddi paralar kazanıyor ki kazanılan paralar da diğer takımlara yol, su, elektrik olarak geri dönüyor!

Günümüzde kulüplerin finansal yapısı, farkı yaratan en önemli parametrelerden bir tanesidir. Para çok olduğu zaman en iyi tesisleri de yapıyorsunuz, en iyi oyuncuyu da alıyorsunuz, en iyi teknik adamı da. Rakip takımın Avrupa’da maç kazanması demek, sana karşı maddi olarak güçlenmesi demek. Bunu da doğal olarak hiçbir taraftar istemiyor. Artık bu maçları bir milli maç havasına sokmanın da bir anlamı yok zira Avrupa maçlarında takımlar sahaya on bir tane yabancı ile çıkıyorlar. Bu ülkeden diye sahaya çıkan oyuncuların da %60’ı zaten Avrupa doğumlu.

Tuttuğu takım dışında bir takım Avrupa’da maç kazanınca artık taraftarların %90’ı mutlu olmuyor. Kutuplaşmalar, kulüpçülük, ortamı geren parametreler, yöneticilerin başarısızlıklarını örtmek için yaptığı maksatlı açıklamalar işi bu düzeye getirdi. Bir de tabii olayın muazzam maddi boyutu. Efendim her kazanılan maçın ülke puanımıza katkısı oluyormuş ve dolaylı olarak bizim tuttuğumuz takımlar da bu durumdan pozitif bir şekilde etkileniyormuş. İnanın bu hesaplar, formüller artık kimsenin umurunda değil. “Hele siz bu sene bir yenilin de seneye Allah kerim!” düşüncesi var hepimizin kafasında.

Bu akşam yine başka bir sarı kırmızılı takımın Avrupa Kupası maçı var ve oynayan takımın taraftarları bütün kalpleriyle sahada veya televizyon başında her türlü desteği göstereceklerdir. Bu işten epeyce canı sıkılmış olanların ve diğer futbolseverlerin kafasında ise artık tek bir düşünce var: “Artık sevmeyeceğim!”.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…
 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Biz Avrupalı Olduk

Günaydın Dostlar,

“Avrupalı gibi olmak”, bu topraklarda birçok insan için büyük bir özlemdir. "Avrupalılık" bizim için zenginliği, rahatlığı, ileri gitmişliği temsil eder. Biz de onlar gibi yaşamak, biz de Prada, Zegna giymek, biz de Alp Dağları’nda kayak yapmak, biz de hızlı trenlerle seyahat etmek isteriz. Bizle hiçbir alakası olmadığı halde Bayern Münih’i, Barcelona’yı, Manchester United’ı filan destekleriz. Anlamadığımız halde İngilizce, Fransızca, İtalyanca şarkılar dinleriz. Almanların veya Fransızların Türkçe şarkı dinlediğini düşünebiliyor musunuz?
 
Güzel ülkemizde kendini Avrupa’nın ortasında yaşıyor zanneden küçük bir zümre bile vardır. İyi güzel de Avrupa’nın ortasında yaşayanlar bile Avrupalı olamamışken Avrupa ile Asya’nın nikâh memuru (Perin Evrankaya'dan alıntı) olan İstanbul’da yaşayanlar nasıl olacaklar?
Evet, biz artık Avrupalı olduk. Avrupalı olmak tam olarak ne demek bilmiyorum ama bizim Avrupalı oluşumuzla Avrupalının Avrupalı oluşu arasında dağlar kadar fark olduğu da kesin.

Her işimizde olduğu gibi bizim Avrupalı oluşumuz da işin ambalajında. Ambalaj tamam da içerisindeki ürün Avrupalı değil.

Birçoğumuz; Mercedes, BMW kullanınca, dünyanın en çok cep telefonunda konuşan ülkelerinden biri olunca, apartmanın sekizinci katında köpek besleyince, sosyal medya katılımında dünyanın en ileri ülkelerinden bir olunca hemen Avrupalı olduk zannediyoruz.

Avrupalı olmak; bir günlük, bir hareketlik veya bir düşünceye sığacak bir davranış değildir. “Avrupalı” diye sözü edilen şey bir yaşam tarzıdır, bir anlayıştır, bir kültürdür ve bir tarihtir. Başkalarının hakkına saygıya ve hukukun üstünlüğüne gerçekten inanmak ve bu şekilde yaşamaktır. Bu coğrafyada çok iyi iş yapan ve yapanın yanına kar kalan, “başkalarının hakkına tecavüz etme” durumunu aklına bile getirmemektir. Bile bile ters yola girmemek, kırmızı ışıkta geçmemek, sokak ortasında park etmemek, kaldırımlara çıkmamaktır. Kaldırımlara park edilmesin diye bir kale yapılacak kadar beton harcayan başka bir ülke yoktur herhalde.

Deniliyor ki “Avrupalının, Amerikalının köpeği var, bizim neden olmasın?”. Bence de olsun ama bir fark var ki onların köpekleri bulduğu her yere yapmıyor. Yaptığı zaman da arkasından temizliyorlar. Geçen gün sabah yürüyüşünde, ağacın yanında o kadar büyük bir tane gördüm ki neredeyse takılıp kafamı kıracaktım. Çok nadir de olsa son zamanlarda köpeğinin arkasından temizleyenleri de görmüyor değilim. Belki halen bizim için de bir umut vardır.
Okumak, araştırmak, işin doğrusunu öğrenmek gibi konular, bizim hiç sevmediğimiz konulardır. Hele okumaktan nefret ederiz. Bizimki oturmuş etrafına bakarken Avrupalı okur. Okur da okur, hiç boş kalmaz, ne bulursa okur. O kendi derdinde, kendini geliştirmeye uğraşırken, bizimki başkalarının derdindedir. Allah korusun bir şey kaçırır sonra. Bildiğimizle değil, duyduğumuzla yorum yapmaya bayılırız.
Avrupalı, “Allah kerim, bir yolu bulunur.” demez. Ayağını yorganına göre uzatmayı bilir. Açıktan bir yerlerden para gelmeyeceğini de iyi bilir. Zaten böyle bir beklentisi de yoktur.

Bu sabah İstanbul’da hava zaten Avrupalı olmuş. Aslında düşünüyorum da, hiçbir yerli olmamıza gerek yok. Toplumun saygı ve sevgi kurallarına uyalım, başkalarının haklarına tecavüz etmeyelim, aklımız hep kötüye çalışmasın, dürüst olalım, iyi niyetli olalım, çalışkan olalım; bu dünyada bizden iyisi olmaz. Avrupalı da bizi örnek alsın.

Şimdi bir Giresunlu, Ankaralı, İstanbullu olarak Emin yürüyüşe gidiyor. Bu sabahki Avrupa havasına yakından bir baksın…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

 

22 Şubat 2014 Cumartesi

Doksan Dakikada Bitmiyor

Günaydın Dostlar,

Bu akşam büyük derbi var. Türkiye’nin iki güzide kulübü karşı karşıya geliyor. Maç doksan dakika, hadi bilemediniz doksan beş dakika oynanacak ve bitecek.


Aslında işin doğrusu, maçlar artık doksan dakikada bitmiyor. Maç biter bitmez ikinci bir maç başlıyor. Gelişen teknoloji ve sosyal platformlar, maçların doksan dakikada bitmesine ve yaşanan her şeyin sahada kalmasına müsaade etmiyor. Adam giriyor soyunma odasına, daha formasını bile çıkarmadan karşı tarafı kızdıracak paylaşımlar yapmaya başlıyor.

Artık sadece gönül verdiğin renkleri efendice desteklemek ve birazcık da eğlenmek için maça gitme dönemi bitti. Olay bambaşka bir boyuta geldi. Kocaman bir tabletten bir parça çikolata satın alma günleri de çok gerilerde kaldı.

Bunun en büyük nedenlerinden biri, bu işin artık çok büyük bir endüstri olması ve çok büyük rakamların konuşuluyor olması. Para bu kadar büyük olunca ve kazanılan her maç milyonlarca lira olunca da maç kazanmak için yapılabilecek her şey de daha bir kabul görür hale geldi. Hakemi yanıltmak için üfleyince beş takla atan oyuncu belki de soyunma odasına girince etrafındakilerden takdir görüyordur. “Süperdin ulan harika yedirdin hakeme o düşmeyi.” filan gibi yorumlar muhakkak yapılıyordur. Zira kazanılacak bir penaltı, bir serbest vuruş o takım için milyonlarca lira demek olabiliyor.
 
Ülkemizde her alanda yaşanan kutuplaşmalar, doğal olarak futbol konusunda da yaşanıyor. Her zaman bir rekabet vardı ama işler hiçbir zaman bu boyuta gelmemişti. Nefret o kadar büyük ki, artık misafir takımların taraftarları, (ev sahibi takımın taraftarları onlara saldırmasın diye) deplasman maçlarına bile gidemiyorlar.

“Büyük para” dedik. Tabii para büyük olunca oyuncuların aldıkları ücretler de büyüdü ve aldıkları paralarla doğru orantılı olarak şımarıklıkları ve saldırganlıkları da arttı. Ortamı germekteki en büyük unsurlardan biri de sabah yataktan gergin bir ruh haliyle kalkıp saldıracak yer arayan futbolculardır.
Maçlarda birçok şey yaşanıyor. Kolay değil averaj bir futbolcu maçta ve maç öncesi yapılan ısınma süresince on iki on üç kilometre kadar bir mesafe koşuyor. Bunun yazı var, kışı var çok da kolay bir iş değil. Maçı kazanmak istiyor, hırslanıyor ve geriliyor. Renklerin aşkı tamam da unutmayın bu işte büyük para da var. Maç esnasında ve sonrasında, soyunma odalarına giderken birçok şey söyleniyor ve yaşanıyor. Birkaç saat sonra da maçın heyecanı geçince bunların hepsi unutuluyordu.

Gelin görün ki günümüzde futbol yorum programları, artık bu yaşananların unutulmasına müsaade etmiyor. Maçın heyecanıyla söylenmiş veya yapılmış işleri altını çizerek, defalarca göstererek veya karşı taraf duymadıysa muhakkak duymalarını sağlayarak ortamın gerilmesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Maçın hakeminin evine gidip eşini taciz etmekten tutun da oyuncuların eşlerini, kız arkadaşlarını taciz etmeye kadar her şeyi yapıyorlar.

İşin garip yanı, bu programlarda genelde konuşulan konuların futbolla uzaktan, yakından alakası yok. Seyreden de “Bakalım bu akşam ne pislik çıkacak?” diye düşünerek seyrediyor.
Sizi bilmiyorum ama ben Ankara 19 Mayıs Stadı’nda hep bir arada maç izlediğimiz günleri çok özledim. Prizma içinde meyve suyu ve sosisli açmadan başka hiçbir şey yoktu ama sanki soğuk tahtaların üzerinde otururken daha mutluyduk, daha huzurluyduk ve en önemlisi karşı takımdan bu kadar nefret etmiyorduk. Şimdiki üç yüz beş yüz liralık koltuklar, futbolcular gibi bizi de mi şımarttı; gerginleştirdi acaba?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…
 

20 Şubat 2014 Perşembe

Pan American Geliyor

Günaydın Dostlar,

Sabahın köründe artık faaliyette olmayan Pan American Havayolları ile ilgili bir yazı okudum. Yazıyı okurken de o zamanlar Türkiye’de çok az sayıda olan uçaklar ve uçuşlar aklıma geldi.
Ankara’nın sokaklarında iç içe geçirilmiş beş tane naylon topla daire oynarken en büyük gezme yerimiz Ankara Esenboğa Havaalanı’ydı. Hafta sonu geldiğinde bizi Havaalanı’na götürseler diye beklerdik. Havaalanı, yine bu yolun üzerindeki Çubuk Barajı, Gençlik Parkı, Atatürk Orman Çiftliği ve de Hayvanat Bahçesi en gidilecek yerlerdi. Zaten başka da gidilecek pek bir yer yoktu. Anıtkabir’e de gidilirdi ama oraya da kaç kere gidebilirsin ki? Her dakika Ata’mı rahatsız etmenin bir anlamı yok.


Havaalanı büyük gezmeydi. Havaalanına gidebilmek için epey bir uslu durmak gerekiyordu. Yol şimdiki gibi güzel olmadığı için havaalanına gitmek, şehirlerarası yolculuk gibiydi. Esenboğa'ya vardığınızda da en ufak bir güvenlik önlemi yoktu. Herkes elini kolunu sallaya sallaya terminale girerdi. O yıllarda, Türk Hava Yollarının 9 adet DC-9, dört beş tane de F-27/ F-28 uçağı vardı. Şimdiki gibi yüzlerce uçak yok ve başka bir yerli havayolu şirketi de zaten hiç yok.

Ankara Esenboğa Havaalanı pastane düzeninde kurulmuştu. Zaten asıl amacı da buydu. Terminale girip koltuklara oturduğunuzda "Ne alırsınız efendim?" diye gelip sorarlardı. O arada bir iki uçak gelirse onlarla da ilgileniyorlardı. Dedim ya uçak sayısı az, saatte bir uçak bile inmiyor. Ayrıca o inen uçak da rüzgâr durumundan dolayı Ankara tarafından inerse binanın arkasında kalır ve inişini göremezsin. Böyle bir durumda da pastanede çay içenlerin hepsi mutsuz olurdu. Beklemişiz saatlerce iki uçak göreceğiz diye onun da inişini göremedik mi yıkım olurdu.

Esenboğa’nın en yoğun günü, cumartesi günüydü. Yanlış anlamayın, yolcu sayısından bahsetmiyorum, pastane kalabalığından söz ediyorum. Cumartesi öğleden sonra herkes oradaydı. Bazen oturacak bir yer bulmak bile sorun olurdu. Her cumartesi aynı insanlarla karşılaşırdık. Sanki briç kulübü anasını satayım.

Cumartesi özel bir gündü. Cumartesi günleri öğleden sonra saat 17.00 gibi Pan American gelirdi. Herkes onu beklerdi. Sanki anam babam geliyor. PanAmerican geldikten sonra da kalkılırdı. Görevimiz bitti, artık gidebiliriz. Yıllarca, saatlerce cumartesi günleri Pan American’ı bekleyen insanlar, o uçaktan inen bir kişiyi bile karşılamamışlardır. Zaten uçak da Ankara’dan sonra Kahire’ye devam ederdi ve çok fazla Ankara yolcusu olmazdı.

Pan American’ı beklerken bazen bir tane de THY uçağı iniş yapardı. Ballı günündeysen, uçağın inişini de gördüysen artık kimse keyfini kaçıramazdı. O günkü balın, derede balık yakalama boyutundaysa o zaman aynı uçağın geri gidişini de izleme şansın vardı. Tabii, o uçak Pan American gelmeden kalktıysa zira Pan American geldikten sonra kimse THY uçağının kalkışını beklemez.
Uçağın inişini veya kalkışını görmekten sonraki en büyük zevkimiz de yolcuların uçağa gidişini izlemekti. En ufak bir güvenlik araması yoktu ve uçakta yerler numarasızdı. Kapı açılınca (otobüsle yolcuları götürmek veya körükten binmek gibi bir durum da olmadığı için) çoluk çocuk müthiş bir yarış başlardı. Kucağında çocuğuyla koşanlardan tutun da önden çocukları koşturup yer tutturanlara kadar her türlü insan vardı. Biz de koşuşturan insanlara bakar, eğlenirdik. Ne yapalım; bir naylon top, bir de bu başka eğlencemiz yoktu.
Uçakta güzel poğaçalar, kekler ikram edilirdi ama bunun yanında sigara içmek de serbestti. Herkes sigara içerdi. Kimi korkudan, kimi de  keyfinden içerdi. Bizim poğaçacı amcanın yaşı müsait; bence o zamanlar poğaçaları, kekleri THY'ye o veriyordu.

Zaman zaman da buradan askeri uçaklar iner, kalkardı. Cumartesi günü oraya gittiysen; Pan-American gelmiş, bir tane THY inmiş, bir de askeri uçak gördünse olay bitmiştir. Sen dünyanın en şanslı çocuğusundur. Artık mahallede bu durumla ilgili hava atabilirsin. O gün havalı takılır, daire filan da oynamazsın. Bu kadar büyük bir olaydan sonra sokakta daire oynayacak kadar küçülemezsin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...