21 Haziran 2019 Cuma

Yaz Yağmuru...

Günaydın dostlar…

Şarkılarımızdaki, rüyalarımızdaki yaz yağmurları artık kâbus yağmurlarına dönüştü. “Hiç görülmemiş miktarlardaki yağış” cümlesinden de çok sıkıldım. Her şeyin hiç görülmemişini gördüğümüz günlerde, doğal olarak yağmurun da hiç görülmemişini göreceğiz.
Her şey değişiyor da, yağmur neden değişmesin? Penceremden baktığım zaman hiç görülmemiş miktarlarda çirkin beton görürken, hiç görülmemiş boyutlarda yok olan yeşil alanları görürken, çıkar çatışmaları zirve yapmışken; yağmurun da bu değişime ayak uydurması normal değil mi?


Almanya’da, İngiltere’de, Orta ve Kuzey Avrupa’nın her yerinde adeta bahçe sularcasına yağan yağmur, bizim ülkemizde neden hiç görülmemiş boyutlara ulaşıp insanların ölmesine neden oluyor? Oraların yemyeşil olmasının bunda bir etkisi olabilir mi? Bizde yağan yağmur değil artık, o bir doğal afet. Ebe Nine’nin bahçesindeki saksılar yağmurun düzenli yağmasını sağlayamıyor.

Her gün ayrı bir sel felaketi duyuyoruz. Araklı’daki sel baskınında hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. “Sahil yolu gereksiz bir yatırımmış, sellere de bu neden oluyormuş”. Bu zihniyet zamanında Boğaziçi Köprüsü’nün yapılmasına da karşı çıkmıştı. “Hele üç şerit olması çok gereksiz” diyorlardı.

Yolla filan alakası yok. Doğu Karadeniz’in doğal yapısından kaynaklanan gerçekler ve bu konuda hiçbir önlem alınmaması, çarpık yapılaşma, yanlış yatırımlar her sene bu bölgede sellere neden oluyor. Dağlardan gelen sel suları önüne katıp her şeyi götürüyor, ya da uygun bir alanda biriktirip ciddi boyutta zarara neden oluyor.

Hadi Doğu Karadeniz’de dağlardan akan sular var, Trakya’daki tren kazasında sorun neydi? Demiryolunun altındaki toprak akıp gitti, raylar ortada kaldı. Raylar da ortada kaldı, ailelerde. Yazık değil mi bu insanlara? Hayat bu kadar ucuz mu?

Trakya olayından ve hayatlarını kaybeden onca vatandaşımızdan bir ders çıkardık mı? Tabii çıkarmadık. Gidip de dağ başında bir yerlerde menfez çalışması yapmanın siyasi bir getirisi yok. Para, sürekli olarak havaalanı, köprü, tünel, otoban gibi algı yönetimine destek olacak konulara yatırılıyor. Dağlardan akan sular da her sene kardeşlerimizi öldürmeye devam ediyor.
“Ders çıkartmadık” dedik. Çıkartmış olsaydık; daha iki gün önce Arifiye’de yüksek hızlı tren raylarının altındaki toprak, sel sularına kapılıp gitmezdi. Allah’tan trenler gelmeden fark edildi de büyük bir trajedi önlendi. Çok kısa bir sürede de tamir edilip ulaşıma açıldı. Bu da demek oluyor ki yine eski durumuna getirildi. Görülmemiş boyutlarda yağmur yağdığı ilk gün, yine akıp gidecek.

Her zaman söylüyorum; yağmur sularının toplanması konusunda bir tane bile altyapısı düzgün ilimiz, ilçemiz yok. Böyle deyince de, herkes bana Eskişehir’i örnek gösteriyor. Dostlar, ne yazık ki Eskişehir’de de sorun var. Defalarca kavşaklarda, altgeçitlerde su biriktiğini gördüm. Geçen sene temmuz ayında (tam hasat zamanı) Eskişehir’de on sekiz gün yağmur yağdı. İç Anadolu Bölgesi için temmuz ayında otuz bir günün on sekiz gününde yağmur yağması normal bir iş mi?

Başkentimiz Ankara’da daha geçen hafta Etimesgut ve Sincan’da yaşanan sel baskınları, yine çok büyük zarara yol açtı. Alt geçitlere akan tonlarca su, insanlara çok zor anlar yaşattı. Yollarda akan suları hepimiz televizyonlarda izledik. Daha büyük kayıplar yaşamadıysak, Allah babanın bizi koruması yüzündendir.

Mersin ve ilçelerinde iki gün önce sel felaketi yaşandı ve birçok küçükbaş hayvan telef oldu. Yollardaki çökmeleri, akıp giden toprakları filan hiç yazmıyorum; onlar artık hayatımızın olağan gelişmelerinden.
Bu kayıplar ve sel baskınları, bu sabah aklıma gelenler. Düşünsem birçok örnek daha bulabilirim. Madem yağmurları bu duruma getirdik, o zaman bizim de hiç görülmemiş yağmurlara göre altyapımızı yapmamız gerekiyor. Kibrit kutusu büyüklüğünde mazgallarla bu iş yürümez. Gerçi olan da pislikten tıkanmıştır ama o da ayrı bir sabahın konusu.

Amerika’da her ilkbaharda tonlarca kar çok kısa bir sürede eriyor ama hiçbir yeri sel basmıyor. Neden? Altyapıyı düşünerek kurmuşlar da ondan. Kaldırım kenarlarındaki su toplama kanalları o kadar büyük ki, bizde olsa içine gitmedik şey kalmaz.
Uzun yılların sorunları bir günde çözülemez ama bütün belediye başkanlarımızdan bu konuya el atmalarını, yavaş da olsa çözüm üretmelerini bekliyoruz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Haziran 2019 Salı

Münazara...

Günaydın dostlar…

Pazar akşamı, tarihi münazarayı hepimiz izledik. İşin politik boyutundan anlamam ama bana sorarsanız bu tartışma hiç kimseye yaramadı. İki taraf da, “Kazanamazsam bile en azından kaybetmeyeyim” diye düşünen, beraberliğe razı teknik adamlar gibiydiler.
Adaylara yaramadığı gibi, bize de yaramadı. Programı izlerken çok sıkıldım. Sık sık kanallarla oynayıp, yedi tane aslanın zavallı bir zürafaya saldırmasını izledim. Heyecanı olmayan, ruhsuz bir ortamda devam eden tartışma, gerçekten de çok sıkıcıydı.


“Heyecan” yazılarımdan bıktınız ama görüyorsunuz işte, heyecan olmayınca da hiçbir şey olmuyor. Amcalardan biri “Bu gereksiz tartışma yüzünden Survivor’ı kaçırıyorum” ruh halindeydi, diğeri de bin beş yüz kere “Kul hakkı” dedi.

Heyecansız olmuyor dostlar. Günümüzde, işyerlerimizin de en büyük sorunlarından bir tanesi, şirketin hedefleri doğrultusunda heyecan yaratamamak. Üst yönetim dağa gitmek istiyor, çalışanlar havlusunu omuzuna atıp, plaja gitmek istiyor. Neden? Çok basit, üst yönetim çalışanlarıyla beraber şirketin hedefleri doğrultusunda yön birliği sağlayamıyor da ondan. Heyecanı tabana yayamayan şirketler, minimumda günü kurtararak yollarına devam ediyorlar.

Heyecan çok önemli bir konu olmakla beraber, işin bir diğer nedeni de, bizlerin münazara gibi konuları beceremiyor olmamız. Televizyonda güncel konuları tartışma konusunu Amerikalılar çok güzel yapıyorlar. Sunucusu da, katılanı da başka türlü bir hava, başka türlü bir enerji katıyorlar. Konuşma tonunuzdan, aralarda çaldığınız müziğe kadar her şey çok önemli. Nasıl ki, yaptığımız binaları çok ruhsuz yapıyorsak, bu programları da öyle yapıyoruz.

“Ruhsuz program” deyince de, Fenerbahçe için yapılan “Fener Ol” kampanyaları aklıma geldi. Hele televizyondaki programlar korkunçtu. Hadi yapmayı bilmiyorsunuz, insan biraz Amerika’da bu işlerin nasıl yapıldığını izler ve öğrenir.

Uzun yıllar önce, yılda bir defa rahmetli Jerry Lewis kas sorunu olan hastalar için televizyonlarda yardım toplardı. Yıllar içinde de milyarlarca dolar topladı. Program yirmi dört saat boyunca büyük bir enerji ile devam ederdi. Ben bile gecenin geç saatlerine kadar izlerdim.
Sürprizlerle dolu bir programdı. Her an yeni bir sanatçı çıkar, her an meşhur biri arayabilir, büyük şirketlerin yönetim kurulu başkanları gelir, önemli sporcular programa katkı sunarlar, müzik ve enerji hiç bitmez, en önemlisi de toplanan miktar, sürekli ekranda duran bir panoda güncellenirdi. Hedefi canlı olarak görmek ve ne kadar yaklaşıldığını izlemek, insanları motive ediyor, heyecanlandırıyor.

Fenerbahçe’ye yardım olsun diye, Acun Ilıcalı kendi kanalında iki gece düzenledi, bir gece de Star Televizyonu’nda düzenlendi ama ikisi de çok durgundu, çok ruhsuzdu. Hele Star’daki program, uyumak üzere olan bir sunucunun da katkısıyla çok sıkıcıydı. Bunlar güzel çabalar, uğraşanlara çok teşekkür ederiz ama içerik olarak çok yetersizdiler.
Dostlar, durgun ve heyecansız bir ortamda bir iş başaramazsınız. Heyecan yaratacaksın, hedef göstereceksin ki, insanlar da elini cebine atsın. Para vermek kolay bir iş değildir ama istemek daha da zordur. Heyecanı yarat, parayı al.

Bu tip heyecan yaratmalı konuları beceremiyoruz. Yapımız buna müsait değil. Her şeye sonuç odaklı ve işlevsel bakan, hiçbir estetik kaygısı olmayan bir millet olarak, bu yönlerimiz çok fazla gelişmemiş.
Hedefleri ortaya koymak kolay, o hedefler yönünde heyecan yaratmak zordur. Bugün işyerlerinde yaşadığımız başarısızlıkların çoğu, hedeflerin doğru dürüst anlatılamaması ve heyecan yaratılamamasından kaynaklanıyor. Sonunda da ortaya mutsuz kitleler çıkıyor.

Ey işverenler, şirketin hedeflerini çalışanlarınızla paylaşmaktan korkmayın. Her şeyi gizli tutma yılları artık çok geride kaldı. Her gün şirketinin hedeflerini güncel olarak takip edebilen bir çalışan, inanın o hedeflere ulaşmak için daha motive çalışacaktır…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Haziran 2019 Salı

Günaydın...

Günaydın dostlar…

Sabahın erken saatlerinde Atatürk Havalimanı’na indiğim günlerden birinde, orada çalışan bir görevliye bir şey sormam gerekti. “Günaydın” deyip sorumu sorduğumda, adamcağız “Bu sabah en az kırk kişi bana bir şeyler sordu ama ilk defa siz günaydın dediniz” demişti. Üzerinden çok uzun yıllar geçmesine rağmen, görevli amcanın mutlu oluşu halen gözlerimin önünde duruyor.
Kabul edelim ki, günaydın demeyi (hatta selam vermeyi) çok da sevmeyen bir milletiz. Hele de sabahın erken saatlerinde iş yerlerinde şansınızı hiç zorlamayın, boş bakışlarla yanınızdan geçer giderler. Neden cevap vermiyorlar? Öyle bir alışkanlıkları yok da ondan.


Aslında tek sorun günaydın değil. “Hayır” demeyi, “Olmaz” demeyi de çok güzel beceremiyoruz. Çoğu zaman karşı taraf kırılmasın diye kaçamak ve hiçbir anlamı olmayan cevaplar vermeye çalışıyoruz. Buradaki hile; “Hayır” demeden hayır diyebilmekte ve konuyu muallakta bırakmaktadır. Bunu iyi başaranlar iş hayatında çok ciddi yol alırlar.

Apartmanın asansöründe birçok insanla karşılaşıyorum ama genelde kimse günaydın veya merhaba demiyor. İlk önce ben söylersem, insanlar da ayıp olmasın diye zoraki bir cevap veriyorlar.

Bizim böyle bir alışkanlığımız yok, Amerikalıların da çok fazla var. “Günaydın” derler, beş dakika sonra seni tekrar görürlerse bir daha derler. Aslında bir kere yeter ama genelde bizim insanımız onu bile demez.

Hele bir de karşı cinse dediyseniz, kafasından geçen ilk düşünce, “Sabah sabah bana neden yılışıyor?” sorusudur. Erken saatlerde işe gitmeyi seven ve de sabah kalkmak ile ilgili hiçbir sorunu olmayan ben, “Günaydın”, “Merhaba” demeyi de severim. Allah’a şükür, saatten bağımsız olarak keyfim de hep yerindedir.

Eski iş yerimde, yine sabahın erken saatlerinde kızcağızın birine günaydın dediğimde, “Sabahın bu saatinde nedir sizi bu kadar mutlu eden şey?” diye bana çıkışmıştı. Günaydın demeyi o kadar olağanüstü bir durum olarak görüyor ki, “Bu sabah adam çok mutlu, ondan bana günaydın dedi” diye düşünüyor.
Bilmez ki, ruh halin ne olursa olsun, işyerinde, okulda, orada, burada karşılaştığın insanlara “Günaydın” demek, selam vermek en temel insanlık vazifelerinden biridir. Ayrıca karşındaki insan da kendini iyi hisseder.

Düşünün; siz insanın birine selam veriyorsunuz, “Günaydın” diyorsunuz, o da “Allah cezanı versin” bakışlarını sana fırlatıp yoluna devam ediyor. Bu gibi durumlarda beni gülme tutuyor ama birçok insan kendini kötü hisseder. En kötüsü de hiç duymamış gibi gidenler. Arkalarından gidip, “Duymadın mı; yoksa bu senin genel asosyal, kaba ruh halin mi?” diye sormak istiyorum. Tabii böyle bir durumun altında yatan genel mesaj da, “Ben sana günaydın demeye bile tenezzül etmem”.
Sabahları ağzımızı açmak istememizin nedenlerinden biri de, akşam geç yatıyor olmamız. Kardeşim yarın sabah iş var, gece kuşu gibi oturmayın da yatın. Çalıştığım dönemlerde erkenden yatardım. Uykusunu alamamış insan ertesi sabah sevimsiz ve isteksiz oluyor.
Bir diğer neden de, çok yüksek oranlardaki sigara ve kahve içimi. “İlk kahvemi/sigaramı içmeden bana kimse bulaşmasın” şeklinde lafları çok duymuşumdur. Güzel söylüyorsun da, biz şu anda rastlaştık, sana günaydın diyebilmek için ilk sigaranı içmeni mi bekleyeceğim?

Şahsi görüşüm, “İyi akşamlar” demek konusunda daha başarılı olduğumuz yönünde. “İyi akşamlar” saati geldiğinde keyfimiz daha yerinde oluyor. Düşünsenize; okul/iş bitmiş, sigara içilmiş, kahve içilmiş, Ebe nine izleme saatimiz gelmiş, artık “İyi akşamlar” dememek için hiçbir nedenimiz yok.

Günaydın stoklamayı bırakalım, zira hiç bitmeyecek kadar çok var. Her sabah sık sık kullanabilirsiniz. İşyerinde, okulda, asansörde, her neredeyseniz gördüğünüz insanlara “Günaydın” demeyi deneyin, bakalım ne olacak?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…