28 Kasım 2014 Cuma

Yay Zamanı

Günaydın Dostlar,

Kasım ayının sonuna geldiğimize göre, Yay zamanı gelmiş, demektir. Yay burcunun her burçtan çok farklı olduğuna inanan biz Yay çocukları, bu burçta doğmuş olmaktan dolayı hiçbir zaman şikayetçi olmamışızdır.

Nedir bu yay burcu? Gelin hep beraber bir bakalım.
 
KİŞİSEL ÖZELLİKLER
Kavrama yetenekleri gelişmiş olduğundan, ele aldıkları her işte ve felsefi konularda çok başarılı olurlar. Yay burcu insanları içtenlikleri ve iyimser yaşam görüşleri ile tanınırlar. Gençliklerinde dikkatsiz, heyecanlı ve geleneklere aykırı davranışlar içinde olsalar da geçmiş yanılgılarından en çok ders alan kişiler bu burçtan çıkar.

Özgürlüklerine aşırı düşkün ve patavatsızlık derecesinde pratik insanlardır. Yayların yaşam çerçeveleri herhangi bir şekilde kısıtlandığı zaman, içsel bir biçimde alt üst olurlar. Akılsızca risklere atılırlar. Yayların hayatı yeniliklere merakları ile karakterize edilebilir. Bilmedikleri şeyleri araştırıp keşfetmeyi severler. Yaylar çok yönlü ve aynı anda ilgilenebilecekleri birkaç konu olduğunda mutlu olan kişilerdir. Çok sabırlı olan Yaylar kendilerini yorgun hissediyorlarsa o konudan sıkılmışlar demektir. Dışa dönük ve özgürlüğüne düşkündür. Uzun süreli hedefler seçer ve bunları gerçekleştirmek için uğraşırlar. Kendilerine özgü felsefeleri ile partnerine oldukça ilginç gelen yaylarla yaşamak çok zordur.

Çok cesur ve fütursuzdurlar. Kapıların ardında şimdiye kadar göremediğiniz ve merak ettiğiniz tüm güzellikleri size sunacaktır. Seçtiğiniz kişi bir Yay'sa onun asla sıradan olmayacağından emin olabilirsiniz. Her iki cinsi de cesur, sıcak kanlı ve çarpıcıdırlar. Flört onların doğasında vardır. Aşktan asla kaçmaz, daha da üstüne giderler. Bir Yay'la birlikte iseniz asla pes etmeyin. Çünkü, onda size "yeter" dedirtecek ve çileden çıkartacak çok şey vardır. Bir gün ayrılsanız bile; kalbinizin en güzel köşesi onda kalacak, ondan sonra kendinizi hep çıplak hissedeceksiniz. Geçmişi her düşündüğünüzde dudaklarınızda bir gülümseme ve gözlerinizde iki damla gözyaşı olacak. Çünkü, o buna değer bir sevgilidir ve onun dualarında hep saklı olduğunuzu yıllar geçse bile hissedeceksiniz

FİZİKSEL ÖZELLİKLER

Yay burcunun fiziksel özellikleri: Uzun boy, ince ve yağsız beden, çekici bir yüz, kahverengi saçlar, pembe-beyaz ten.
Kendilerine daima güvenen ve iyimser yüzleri bakışlarına yansımıştır. Parlak ve çekici bir gülümseyişe sahiptirler. Sıra dışı ve farklı giyinmekten hoşlandıkları için onları fark etmemek mümkün değildir. Çocuksu yapıları ile asla büyümezler.

YAY SAĞLIĞI
Yaşamın enerji topu olan hareketli Yayların vücutları çok sağlamdır. Spora eğilimleri yaşlılıklarında onlara yarar getirecektir. Hareketli sosyal yaşamları dinç kalmalarını sağlar. Kendilerine çok dikkat ederler, kolay hastalanmazlar. Hastalandıkları zaman, işin espri yönünü bularak etrafa naz yaparlar. İyimser yapıları yaşam ile flört etmesini sağlar. Yay burcu; astrolojik açıdan karaciğeri, kalçayı, üst baldırları etkiler. Yemek ve içkiye olan düşkünlükleri bedenlerin yağlanmasına neden olur. Gençlik yıllarında ince bir bedene sahip olabilirler.

En zayıf noktaları; sinir sistemleridir. Sabırsızdırlar ve kaza riskleri yüksektir. Neşelerini kaybettikleri zaman kendilerini hasta hissederler. Açık hava sporları ve gezip eğlenmek onlarına hastalığa karşı sigortalarıdır.

Metabolizmaları karaciğer toksinlerine, metal zehirlenmelerine ve beslenme bozukluklarına karşı zayıftır. Bekletilmiş gıdalar organizmalarına zarar verir. Spor, onların yaşam biçimi olduğu için diğer burçlara göre bedenleri daha biçimlidir.

İşte bizim Yaylar böyle bir şeymiş. Ben iyi bir Yay olarak kendi adıma yukarıda yazılanların %80-%85 doğru olduğunu düşünüyorum.

“Yay zamanı” bütün Yaylara şans getirsin. Görelim bakalım şu Jüpiter’in getireceği büyük şans toplarını. En son "Jüpiter şans getirecek." dediklerinde ev soyulmuştu. Bu sefer daha iyi bir şey bekliyorum.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

 

27 Kasım 2014 Perşembe

Sadece Bir Dakika

Günaydın Dostlar,

Gariptir bu hayat, mutluluğumuz pamuk ipliğine bağlıdır.


Gelen bir telefon, atılan bir mesaj,  yapılan bir yorum, tıklanan bir beğeni, yazılan bir e-mail, elinize geçen bir mektup, çekilen bir telgraf, sokaktaki bir karşılaşma, oynanan bir rol, taşınan bir laf, söylenen bir söz, unutulan bir bilgi, yapılan veya yapılmayan bir iş, televizyondaki bir haber, yazılan bir WhatsApp, çözülen bir şifre, beyninize yerleşen bir düşünce, kalbinizdeki bir his, kapınızdaki bir zil çalması, Facebook’taki bir arkadaşlık talebi, atılan bir tweet, Instagram’daki bir resim, midenizdeki bir heyecan, bardağınızdaki bir duble rakı, alınan bir not, tek bir sınavın sonucu, görülen bir rüya, öğrenilen bir gerçek, araştırılan bir konu, yapılan bir hareket, bir anlık bir heyecan, yaşanan bir unutkanlık, gizlenen bir gerçek, parasız bir an, tek bir kırmızı gül, düşen tek bir yaprak, okunan bir sayfa, gidilen bir yol, bir bakış, bir gülüş, hatırlanan bir anı bir dakika içinde hayatınızı cennetten cehenneme çevirebilir.



Hemen öyle karamsarlığa kapılmak yok. Unutmayın, gariptir bu hayat.

Gelen bir telefon, atılan bir mesaj,  yapılan bir yorum, tıklanan bir beğeni, yazılan bir e-mail, elinize geçen bir mektup, çekilen bir telgraf, sokaktaki bir karşılaşma, oynanan bir rol, taşınan bir laf, söylenen bir söz, unutulan bir bilgi, yapılan veya yapılmayan bir iş, televizyondaki bir haber, yazılan bir WhatsApp, çözülen bir şifre, beyninize yerleşen bir düşünce, kalbinizdeki bir his, kapınızdaki bir zil çalması, Facebook’taki bir arkadaşlık talebi, atılan bir tweet, Instagram’daki bir resim, midenizdeki bir heyecan, bardağınızdaki bir duble rakı, alınan bir not, tek bir sınavın sonucu, görülen bir rüya, öğrenilen bir gerçek, araştırılan bir konu, yapılan bir hareket, bir anlık bir heyecan, yaşanan bir unutkanlık, gizlenen bir gerçek, parasız bir an, tek bir kırmızı gül, düşen tek bir yaprak, okunan bir sayfa, gidilen bir yol, bir bakış, bir gülüş, hatırlanan bir anı bir dakika içinde hayatınızı cehennemden cennete de çevirebilir.

 
Bugün, bu sene yaşadığınız en güzel gün olsun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

26 Kasım 2014 Çarşamba

Erol Büyükburç...

Dün sabahki yazımda, bu sabah Erol Büyükburç’tan söz edeceğimi belirtmiştim ama ben sadece ondan değil o döneme denk gelen ve bugünkü Türk rock ve pop müziğinin şekillenmesinde büyük emekleri olan birkaç isimden daha söz etmek istiyorum.

İlk bahsetmek istediğim isim da Alpay. Kara Tren, şarkısı benim hatırladığım ilk Alpay şarkısıdır ve 1965 yılında yapılmıştır. Çok küçük olduğum için bu şarkıyı ve Alpay’ın çıkardığı tren seslerini dinlemeye bayılırdım. Bugün dahi trenlere çok meraklı olmamın sebebi bu şarkı olabilir. Eylülde Gel, Fabrika Kızı gibi şarkılar çok daha sonra 1970’lerin ortalarında yapılan şarkılardır.
 
O dönemlerde yabancı şarkıların üzerine Fecri Ebicioğlu gibi isimlerin Türkçe sözler yazması çok modaydı. Bu durumdan en çok nemalanan da Ajda Pekkan’dır. 1965 yılında çıkardığı, Her Yerde Kar Var, adlı 45’liği aynen bu tip bir çalışmanın ürünüdür.
Dün de belirttiğim gibi, Erol Büyükburç, çok popülerdi ve neredeyse hiç rakibi yoktu. Onun kadar dikkat çekmese de rahmetli Berkant’ta o döneme damga vuran şarkıcılardandır. 1967 yılında çıkardığı, Samanyolu adlı 45’lik hemen hemen her evde vardı. Plak alan her insan muhakkak Samanyolu’nu almıştı.

Erol Büyükburç’un ilk 45’liği hangisidir bilmiyorum ama benim ilk hatırladıklarım Yasemin, Manolya gibi şarkılardır. Bunlarda yine 1960’ların sonlarına doğru yapılmış 45’liklerdir. Bir Başka Sevgiliyi Sevemem, Berduş, Kölen Olayım gibi çok meşhur olmuş şarkıları 1970’lerde piyasaya çıkmıştır. Yılını bilmiyorum ama birde Ağlarım diye bir şarkısı vardı ve düğünlerin ve yaz kamplarının değişmez parçasıydı.

Merak mı ettiniz, iste size, Ağlarım :

“Calypso Kıralı” lakabını almış Metin Ersoy’dan bahsetmeden o dönemi geçmek olmaz. Aynı döneme denk gelir ve görüntüsü de biraz çakma Erol Büyükburç gibidir. Vakit Yok Gemi Kalkıyor, adlı şarkıyı hepimiz biliriz ve barlarda sık sık çalar. İşte o şarkı Metin Ersoy’un, o günlerden bu günlere kadar uzanan en meşhur şarkısıdır.

Bu şarkıdan dolayı Metin Ersoy birazcık bilinir ama Mehmet Taneri ismini kimse bilmez. Sen Sen Sen adlı 45’liği benim hayatımda aldığım ilk 45’liktir. Daha doğrusu ben çok küçük olduğum için annemle beraber aldığımız bir plaktır. Mehmet Taneri çok kısa süren müzik yaşamında güzel bir iz bırakmıştır.

Sen Sen Sen :

Tabi ki, o dönemlerin benim için en önemli şarkıcısı rahmetli Cem Karaca’dır. Kesin, o da herkes gibi bir takım İngilizce şarkılar söylemiştir ama benim için Cem Karaca’nın ilk hatırladığım şarkısı, o zamanki grubu Apaşlar ile seslendirdiği “Emrah” şarkısıdır. Yanılmıyorsam yıl 1968.

Bilmeyenler için, işte Emrah.
http://youtu.be/1vXlhipSHHo 

Yine aynı dönemde, artık yavaş yavaş yurda dönmeyi düşünen rahmetli Barış Manço’da Türkiye müzik piyasasına girmeye başlamıştır ve şimdiki Mazhar Alanson ve Fuat Güner gibi isimlerinde bünyesinde olduğu Kaygısızlar grubu ile Kol Düğmeleri ve Unutamıyorum gibi bestelerini seslendirmiştir. Benim, Barış Manço ile ilk tanışmam Kağızman adlı türkünün 45’liğini almam ile başlar.
Atatürk Bulvarı’nda ki Tansel müzik evine gidip, “Erol Büyükburç’tan (başka bir şey bilmiyoruz ki) Kağızman türküsünün plağını istiyoruz dedik.” adamda, “Onu Erol Büyükburç değil, yeni çıkan Barış Manço diye biri var, o söylüyor.” diye cevap verdi. İyi midir, kötü müdür bilemedik ama yine de aldık. Daha sonra Derule, Bebek gibi türküleri de söylediğini hatırlıyorum.

Barış Manço’nun artık bir marş haline gelmiş ve herkes tarafından çok sevilen 45’liği Dağlar Dağlar, 1970’lerin başında çıkmış ve ilk altın plak aldığı şarkısı olmuştur.
Barış Manço’nun yurda dönmesi ve Moğollar gibi grupların ortaya çıkması bu ülkede müziğin yönünü değiştirmiştir. Daha önce genelde İngilizce şarkı söyleyen şarkıcılar yavaş yavaş Türkçe’ye dönmeye başlamışlar ve Anadolu motifleri ile süslenmiş yeni bir tür ortaya çıkmıştır.

Moğallar’ın, benim hatırladığım ilk şarkıları Dağ ve Çocuk’tur ve çok güzel bir şarkıdır. Daha sonra Garip Çoban, Behind The Dark, Ilgaz gibi birçok şarkı daha yapmışlardır ve ben bugün dahi zaman zaman dinlerim. Grubun ilk üyelerinden Cahit Berkay yüzlerce film ve dizi müziği yapmıştır ve bugün de aktif müzik yaşamına devam etmektedir.

Söyle Sazım, Uzun İnce Bir Yoldayım, Yağmur Olsam gibi bir çok hit şarkısı olan ve Anadolu Pop müziğinin doğmasında önemli bir yeri olan Fikret Kızılok’u da unutamayız. Parçalarını halen severek dinlediğim çok değerli bir müzisyendir.

Böyle bir dönemden bahsederken, ülkede Türkçe sözlü rock müziğin gelişmesinde büyük emeği olan Erkin babadan söz etmeden olmaz. Yine aynı dönemde (1967-1968) çıkardığı, Kızları da Alın Askere adlı 45’liği, benim hatırladığım ilk Erkin Koray şarkısıdır. Anma Arkadaş, adlı şarkıda çok güzel bir eser olup, bugün halen birçok sanatçı tarafından seslendirilmektedir. Hepimizin çok iyi bildiği ve fasıllarda göbek havası haline dönüştürülen Fesupanallah ve Şaşkın gibi parçalarının yapılışları 1970 ortalarıdır. 1974 yılında çıkarttığı, Elektronik Türküler albümü, bu ülkenin müzik tarihinin önemli temel taşlarından biridir.
Bu sabah kendi hatırladıklarıma göre 1965-1970 dönemini özetlemeye çalıştım. Bu sıralama benim sıralamam olup, gerçek hayatın bir kronolojisi değildir. Lütfen bana, “Sen öyle demişsin ama o tarihte o daha sünnet bile olmamıştı.” diye yazmayın. Dediğim gibi bu benim yaşadıklarımın kronolojisi.
Tabi ki bu tam bir listede değil, sadece bu sabah aklıma gelenler. Kamuran Akkor, Selçuk Alagöz, Rana Alagöz, Özdemir Erdoğan, Modern Folk Üçlüsü gibi o döneme damgasını vurmuş isimleri de unutamayız.

Düşünüyorum da 1965-1975 arası çok verimli bir dönemmiş. Bugün “baba” sanatçılar diye adlandırdığımız sanatçıların hepsi o dönemde çıkmış. Ucundan da olsa, o dönemi yakalayabildiğim için ben kendimi çok şanslı sayıyorum. Edip Akbayram Dostlar, Ersen Dadaşlar, İlhan İrem gibi sanatçıların çıkışları da 1970’lerin başlarına denk gelir.

Adapazarı civarında geçirdikleri bir trafik kazası sonucunda 3 değerli üyelerini kaybeden Beyaz Kelebekler’de o dönemin önemli gruplarındandır. Kaza sonrası bir daha toparlanamayan grubun, müzik yaşamı çok kısa sürmüştür. Hepsinin mekanları cennet olsun.

Her ne kadar ilk plağını 1960’larda yapmış olsa da, Timur Selçuk’un meşhur olması da 1970’lerin başına denk gelir. Bir klasik haline gelen İspanyol Meyhanesi, Bugün Yarın Daima gibi şarkıları 1972 yılının ürünleridir.

Listeye birçok ekleme yapılabilir. Onları da sizlerden bekliyorum. Benden bu sabah bu kadar oldu. Sabah sabah daha fazla hatırlayamadım. Ben şimdi Barış Manço dinleyerek çayımı içmeye gidiyorum. Hepiniz için çok güzel bir gün olsun.


25 Kasım 2014 Salı

Ruhi Bey Amca

Günaydın Dostlar,

Dün akşam maçlar bittikten sonra bir müddet izlediğim müzik programındaki bazı eski şarkılar bana eski günleri ve televizyonun ilk yıllarını hatırlattı. Cuma akşamki müzik programlarında acaba Erol Büyükburç filan çıkar mı diye beklerdik.
Elimizde bir televizyon programı da olmadığı için bütün işler tahminler üzerinden yürürdü. Biz Erol Büyükburç'u beklerken Allah bilir o da Dubai'de tatil yapıyordu. Dedikoduya göre veya umutlarımıza göre beklerdik. Neden Erol Büyükburç? Başka kimse yoktu da ondan. Cem Karaca, İngilizce şarkılar söylerdi ve genelde de pek televizyona çıkmazdı.


Rahmeti Erol amca zaman zaman insanları “Ben çok önemli bir insanım.” diye haşlardı ya, gerçekten de öyleydi. Annemlerle beraber birkaç kere kadınlar matinesine gitmişliğim vardır. Kızlar Erol Büyükburç’un üzerine saldırırdı.

Erol Büyükburç’u başka bir sabah yazarım, bu sabahki konumuz TRT 1 ve televizyonun ilk yılları. Hepinizin bildiği gibi Türkiye’de televizyon yayınları 1968 yılında başlamıştır. Daha önceki yıllarda bazı üniversitelerin bu yönde çalışmaları olmakla beraber ilk yayın TRT tarafından 1968 yılının ilk aylarında başlatılmıştır. Pazartesi, çarşamba ve cuma akşamlarında haftada üç gece yayın yapılırdı ve yayınlar akşam 19.00'da başlar, 23.00 gibi filan da biterdi.

Televizyon yayınları başladı başlamasına ama küçük bir sorun vardı, hiç kimsede televizyon yoktu. Yurtdışından televizyon getirmiş insanların dışında kimsede televizyon yoktu. Evimizde televizyon olmasından vazgeçtik, televizyonu olan herhangi bir tanıdığımız bile mevcut değildi.
Sevgili arkadaşım, kardeşim Tufan’ın rahmetli dedesi Ruhi Bey apartmandaki ilk televizyonu alan şahıs oldu ve hayatları bir daha düzelmemek üzere değişti. Haftada üç gece bütün apartman Ruhi Beylere taşınmaya başladı. Rahmeti anneannesi Nafiye Hanım çok iyi bir insandı ve insanlar gelmeden sandalyeleri, koltukları, tabureleri, oturakları, minderleri hazırlardı. Ev tam bir yazlık sinema görüntüsüne dönüşürdü.
Saat 19.00'da çizgi filmler olurdu ve onları kaçırmamak için biz de dâhil olmak üzere apartmanın bütün çocukları 19.00'dan önce evin salonunda yerimizi alırdık. Her şeyi bir yana bırak, kadıncağız 50 kere kapı açmak zorunda kalırdı. Tabii bir de işin ikram boyutu var. Her akşam olmasa da sık sık ufak tefek bir şeyler de ikram ederlerdi.

Saat 20.00'de rahmetli Zafer Cilasun haberleri okurdu. Haberler başlamadan önce de ekrana bir saat görüntüsü çıkar ve saniye tam 20.00'yi gösterdiğinde haberler başlardı. Hafta arası bizim iznimiz haberler başlayana kadardı. Annem “Saat çıkınca aşağıya inin.” diye sıkı sıkı tembihleyip yollardı. Zaten de inerdik zira haberler çok sıkıcı gelirdi. Sağ olsunlar, o zamanlarda da haberleri Doğa Sülen ciddiyetinde okurlardı.

Büyükler genelde cuma akşamı gelirlerdi. Cuma akşamı çok kalabalık olurdu ve uzun oturulurdu. Herhalde o apartmanda televizyon için yukarı çıkmayan tek kişi benim babamdır. Muhtemelen her zamanki gibi kitabını okuyordur.

Cuma akşamları eğlence programı var. Kimin çıkacağı belli olmasa da net olan tek şey Zeki Müren’in çıkmayacağıydı. Çoğu zaman da uzun süre beklemene rağmen bir tane bile sevdiğin sanatçı çıkmaz ve kös kös aşağıya inersin.

Eğlence programı sadece cuma akşamlarında olurdu. Onun dışında genelde çizgi filmler, haberler ve açık oturumlar vardı. Az miktarda da belgesel yayınlanırdı. Düşünün ki reklamlar bile yoktu. Reklamlar yıllar sonra başladı ve ilk başladığı gece herkes yemeğini yarım bırakıp kalkıp reklamları izlemeye gitmişti. Yanılmıyorsam ilk reklam da bir banka reklamıydı.
1977 yılı başında ben Amerika’ya giderken Türkiye’de televizyon halen siyah beyazdı. O günlerden bugünlere ülkede çok şey değişti. Ruhi Bey amcaların salonunda sıra sıra oturduğumuz günler çok gerilerde kaldı.

Düşünüyorum da ne kadar iyi niyetli, ne kadar misafirperver insanlarmış. Aylarca haftada üç gece bütün apartmanı evinde ağırlamak hiç de kolay bir iş değil. Yağ bal olsa yenmez. Herkesi ikisinin güzel ruhları için minik bir duaya davet ediyorum.
Mekânları cennet olsun.

Sağlıklı kalın mutlu kalın...

24 Kasım 2014 Pazartesi

Anlamadığım Tek Şey...

Günaydın dostlar...

Her gün birçok şey görüyoruz, birçok şey duyuyoruz, birçok şey yaşıyoruz. Bir kısmına katılıyoruz, bir kısmı da hiç aklımıza yatmıyor. Hatta bir kısmından da nefret ediyoruz. Aynı düşüncede olsam da, olmasam da birçoğunun neden yapıldığını ve arkalarındaki hikayeleri anlayabiliyorum.

Az anlıyorum, çok anlıyorum ama anlıyorum. Anlamadığım tek şey, yeşil düşmanlığı.
 
Her sabah yeni bir yeşile saldırı haberiyle uyanıyoruz. Zaten kıç kadar yeşil alanı olan bir ülkede, büyük bir süratle yaşanan yeşil alanları yok etme yarışını bir türlü anlayamıyorum. Bir bakıyorsun Gezi Parkı’nda bir ağacın kökleri dışarı çıkarılmış, bir bakıyorsun zeytinlikler kesilmiş, bir de bakıyorsun Validebağ korusuna iş makinaları girmiş.
Nedir bu yarış ben anlamıyorum. Anlayan varsa bana da anlatsın.

Deniliyor ki, bunun nedeni rant kavgası. Öyle bile olsa, az miktardaki yeşil alandan başka rant sağlayacak başka yer kalmadı mı? Ya da en değerli araziler bu yeşil alanlar mı?

Ülke çorak, ülke kuru ve çok yakında susuz kalması beklenen ülkelerin başında geliyor. Bütün bu gerçekleri bile bile, nasıl yeşil alanları süratle yok ettiğimize inanamıyorum. Çok yakın gelecekte, su dünyadaki en pahalı emtialardan biri haline gelecek. Bu gerçek gözümüzün önündeyken, ülkeyi çorak ve susuz bırakma çabası ne içindir?

Anadolu’nun birçok bölgesinde kilometrelerce gidiyorsunuz ve bir tek yeşil alana rastlamıyorsunuz. Bölgelerin birçoğunda doğru dürüst bir yeşillik kalmamış. Her zaman güzel yeşil ormanlarından söz ettiğimiz Doğu Karadeniz’in bile görüntüsü korkunç. Çarpık yapılaşma her şeyi almış götürmüş. Her hangi bir yerde bir tepeye çıkıp ta sahile doğru bakarsanız ne kadar çirkin bir görüntü olduğuna şahit oluyorsunuz.

Güneydeki, turistik bölgelerdeki ormanlarda tek tek yok oluyorken, bu ülkeye nasıl yağmur yağacak. Benim balkondaki saksılar mı çekecek yağmur bulutlarını?
Bu konudaki kangren olmuş konular yılda iki kere yemeklerden önce karşımıza çıkarılıyor. Gezi Parkı, Göztepe Parkı, gibi konular hiç gündemden düşmüyor. Yıllardır insanlar her gün bir yerlerde yeşil koruma telaşına düşüyorlar. Ülkede, ağaçları koruma seferberliği yapmamış insan kalmadı. Daha iki gün evvel, Sarıyer ormanlarını korumak için çağrı yapıldı.
Gezi parkı demişken, konunun yeniden hafif, hafif ısıtılması da enteresan bir gelişme. Konu Topçu Kışlası’nın yeniden gündeme gelmesi çabalarımı, yoksa herkes Gezi Parkı’na fokus olmuşken, başka bir konu mu gündeme gelecek, onu da Allah bilir. Belki de, bir de kış şartlarında deneme süreci planlanmış olabilir. Yazın insanların sokağa çıkıp uzun saatler sokakta kalması mümkün ama kışın daha zor.

Her arkamızı döndüğümüzde yeni bir yeşil alan yok ediliyor. Sadece rant kavgası yüzünden gelecek nesillerin yaşamı ipotek altına alınıyorsa, “Yazıklar olsun diyorum.” Başka da bir şey demiyorum…

Çocuklarım, torunlarım bana, “Neden iki ağaçta bizler için bırakmadınız?” diye sorduklarında, onlara ne cevap verebileceğimi gerçekten bilmiyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mutlu Yıllar Sana

Günaydın Dostlar,

Evet, tam 27 sene önce bugün, Kadıköy Şifa Hastanesi'nin minik odalarında minik kuşum dünyaya geldi. Minik dediğime bakmayın, artık o yüksek lisansı bitirmiş kocaman bir abla. Biz her zaman beraberiz ama bir de babaannemiz var. Babaannesi doğduğu gün de yanındaydı, anaokuluna ilk başladığı gün de yanındaydı, ilkokula başladığı sabah da yanındaydı, bugün de yanında. Kaderleri ilk günden beri beraber çizilmişti.

Üniversite konusu gündeme geldiğinde, her zaman Bilkent psikoloji derdi ve oraya da girdi. İstediği yere girmiş oldu ve bir kere daha Bahçelievler’in şirin ama tıkış tıkış sokaklarında babaannesi ile buluştu.
 
Şu anda da muhtemelen uyuyordur. Nerede uyuyordur? Benim odamda uyuyordur. İşin garip tarafı, annemlerin evinde Emin’in odası diye bir oda hep var ama o odada da en az Emin kalmıştır.
Yeni eve taşınıp o mobilyalar alındıktan kısa bir süre sonra Amerika’ya gittiğim için Emin’in odasında en az ben kaldım. Tahmin ediyorum benim odamı en çok Ayşın ve Ebru kullanmıştır. Nurgül bile benden çok daha fazla kalmıştır. Tabii bu arada Evrankaya ailesinin Zeynep ablasını da unutmamak lazım. Kesin onun da epeyce kalmışlığı vardır.

Hayat tekerrürden ibarettir demişler ve doğru da demişler. Minik kuşum da 12 senelik bir İstanbul macerasının ardından yine gitti Ankara’da babaannesi ve halası ile buluştu. Ömrümüzün Ankara yollarında geçtiği günlerden bu günlere çok yol aldık. Eskiden ben giderdim, şimdi artık Aylin geliyor.

Aslında bu akşam hep beraber bir kutlama yapmak istiyorduk ama bu ortamda o şekilde bir ayarlama yapmak mümkün olmadı. İnşallah en kısa zamanda daha güzel günlerde ikinci bir kutlama yaparız.
Minik kuşum ne yaptığını bilen, hedefleri net olan, önceliklerini iyi ayarlayabilen, çalışmaktan korkmayan ve de küçüklüğünden beri her türlü işini kendi halledebilen tam bir abladır. "Maşallah." deyip tahtaya vurun, nazar değmesin. Hatta babaanneye söyleyeyim de bir nazarlık taksın.

27 sene içinde çok şeyler yaşadık be kuşum. Güzel şeyler de yaşadık, büyük üzüntüler de yaşadık. Bunların hepsi hayatın içinden gelen senaryolar. Karşımıza çıkan her senaryoyu elimizden geldiği kadar iyi oynamaya çalıştık.
Hayat değişiyor, şartlar değişiyor, öncelikler değişiyor. 24 sene önce seni Ankara’ya bırakıp dönerken yaşadığım büyük üzüntülerin yerini, bugün Bilkent ve TED Üniversitesi için bıraktığım mutlu günler aldı. Hep beraber biraz daha büyüdük. Artık ikimiz de bebek gibi ağlamıyoruz.

Benim kızım olduğunu zaten görenler hemen anlıyorlar ama biz ondan da öte arkadaşız, dostuz, sırdaşız. Beraber cafe latte’mizi de içeriz, biramızı da, sütümüzü de. Süt dediğime bakmayın, aslan sütünden söz ediyorum. Beraber barlarda da eğlenebiliriz, okula da gidebiliriz, Fener’in maçlarına da. İstersek Skype’da konuşuruz, istersek WhatsApp yazarız. Ankara’da da azabiliriz, İstanbul’da da veya her hangi bir yerde de. İzmir'deki şarap sohbetlerimiz de efsanedir.

İyi ki, doğmuşsun, iyi ki varsın da bütün bunları yapabiliyoruz. İyi ki benim minik kızımsın.

Seni çok seviyorum, doğum günün kutlu olsun Perin’in minik ablası.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın

19 Kasım 2014 Çarşamba

Geldiğimiz Duruma Bir Bakın

Günaydın Dosstlar,

Neymiş konu? Son zamanlarda başarısızlık rekorları kırmış milli takımımızın maçı varmış.

Neredeymiş maç? Şehrin öbür yakasında oynanacakmış.
Durum böyle iken, milli maça giden Fenerbahçeli futbolcular, ortama güvenmedikleri için yanlarında güvenlikçiler, korumalar götürüyorlar. Geldiğimiz duruma bakın. Bu konuyu lütfen iyi düşünün. Kıbrıs Rum kesimine gitmiyorsun. Gittiğin yer köprünün birazcık ilerisi ve sen korumalarla maça gidiyorsun.


Kimse bana bu konuda 500 tane mesaj yazmasın ama ben artık ne dünyada ne de Türkiye’de futbolcularda milli takım duygusunun kalmadığını düşünüyorum. Kulüplerden elde edilen rakamların büyüklüğü ve kulüpçülük odaklı kutuplaşmalar, milli takımların ikinci sırada kalmasına neden oldu.

Forma aşkı mı? Evet, yıllar önce öyle bir şey duyduğumu hatırlıyorum.

Volkan efendi bir daha milli takıma çağrılmayacakmış. Bu bir ceza mı, yoksa bir ödül mü belli değil. Yan gelir yatar vallahi. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Bütün futbol hayatı küfür tartışmaları içinde geçmiş, her türlü didişmenin içinde olmuş bir insanın, “Bana küfür ettiler.” Diyerek sahayı terk edip gitmesinin hiçbir elle tutulur tarafı yoktur.

Tabi ki hepimizin arzusu kimsenin küfür etmemesi ama ne yazık ki şu anda elimizdeki malzeme ile ancak bu kadar oluyor. Ülkeyi saran kutuplaşmaların doğal olarak sportif boyutları da kulüpçülük ve fanatizm olarak kaşımıza çıkıyor. Konu ne olursa olsun, insanlar kendi gibi düşünmeyenlerden nefret ediyorlar.

Bu konuda en güzel sözü, sevgili Yıldız Tilbe söylemiş. “Volkan kendi de küfür ediyor ama başkası küfür edince çok hassas davranıyor.” şeklinde bir tweet atmış. Süper bir cümle olmuş.
Futbolcularda milli takım aşkı kalmadı da, taraftarlarda kaldı mı? İşin gerçeği şu ki, onlarda da kalmadı. Her ne kadar bizde üst seviyelerde olsa da, dünya genelinde de durum çok farklı değil. Kulüp ortamında ki paraların boyutları, milli takımları herkes için bir angarya haline getirdi.

Oyuncular milli takımda oynarken artık çok ta riske girmiyorlar. Neden mi? “Allah korusun sakatlanırım da kulüplerden alacağım büyük paralar gider.” korkusuyla. Zaten baktığınız zaman milli takımların kulüp takımlarından çok ta bir farkı kalmadı. Her takım devşirme oyuncularla dolu. Alman milli takımının yarısı Alman değil.

Milli takımı, o millete hiçbir bağlılığı olmayan oyuncularla doldurursan, milli forma aşkından da söz edemezsin. Diyeceksiniz ki, “Biz de şu anda böyle bir sorun yok.” Çok haklısınız, bizim sorunumuz, cepleri ve egoları şişirilmiş vasat futbolcuların kendilerini yıldız zannetmesi.

Daha öncede yazdığım gibi hep aynı isimlerin her türlü didişmenin içinde olmasından bıktık, usandık artık. Yakında boş tribünlere oynayacaklar ama halen bunu idrak edemiyorlar.
Son sözümde sevgili kardeşim Volkan’a. Tabi ki hiçbirimiz küfür edilmesini tasvip etmiyoruz ama orada birçok başka Fenerbahçeli, Beşiktaşlı oyuncu varken sürekli olarak bir tek sana küfür ediliyorsa belki artık aynaya bakma zamanı gelmiş demektir.

Evet, küfür edenler suçlu ama aynaya bakmayan da hiç mi suç yok?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

18 Kasım 2014 Salı

Evim Evim Güzel Evim...

Günaydın dostlar...

Amerika’da Hudson’s mağazalarında çalışmaya başladığımda, sabah 6 da işe başlıyorduk ve öğleden sonra saat 2,30’da da iş bitiyordu. İnsanlar da 5-10 dakika içerisinde arabalarına atlayıp gidiyorlardı. Binada, ikici vardiya çalışanları ve birkaç bekçi dışında kimse kalmıyordu.

Bu sabahki yazımın konusu değil ama 2,30’da işten çıktıktan sonra, insanlara işlerini halledebilmeleri, spor yapabilmeleri ve diğer ihtiyaçları için koskocaman bir gün kalıyordu. Tek kötü tarafı, 6’da işe başlamak için 4’te kalkmak gerekiyordu. Çok soğuk Michigan sabahlarında saat 4’te yataktan kalkmak çok kolay bir iş değil.
 
Daha işe yeni başlamış olan, Anadolu çocuğu Emin, öyle hemen gitmek olmaz diye saat 3’e kadar filan çalışıp öyle çıkıyordu. Bu durum bir hafta kadar devam etti ve o zamanki amirim bir sabah beni odasına çağırdı ve “Herkes gittikten sonra sen burada ne yapıyorsun?” dedi. Ben çalışayım iyi görüneyim derken, adamlarda “herkes gittikten sonra bu burada ne karıştırıyor” diye düşünüyorlarmış.
“Ne yapacağım, çalışıyorum.” dedim ama adamcağız pek de anlamadı. “Sen de 2,30’da çık, herkes gittikten sonra burada kalma.” şeklinde bir yorum yaptı. Sonradan anladım ki, milletin huylanmasının dışında, en büyük dertlerinden biri de sigorta konusuymuş. Her çalışan için iş kazalarına karşı sigorta yaptırdıkları için, sigorta şirketi ile 2,30’a kadar anlaşmışlar. 2,30’dan sonra kafana bir şey düşerse, sigorta şirketi hiçbir şey ödemiyormuş.

Sigorta işi Amerika’da gerçekten büyük bir maddi külfettir. O yüzden de günümüzde artık şirketler, işyerine gelme zorunluluğu olmayan çalışanlarının işe gelmelerini çok da istemiyorlar. "Oturun evinizde çalışın" diyorlar. Evde çalışmanın, gereksiz yere benzin harcamamaktan tutun da, binlerce çalışanı oturtmak için binalar yapılmasına gerek kalmamasına kadar birçok yararı var.

Evden çalışma işi Amerika’da ve Avrupa’da büyük bir başarı ile yürüyor. Hani derler ya, “alan memnun, satan memnun” diye, işte tam da öyle bir durum var. Bu çalışma şekli çok az da olsa Türkiye’de de var ama çok disiplinli olmayan bizlerin bu işi ne kadar kıvırabileceği biraz meçhul.
Kalkıp yün donunuzla bilgisayarın başına oturup çalışabilirsiniz, süslenmenize, tıraş olmanıza, şık şık giyinmenize filan hiç gerek yok. İsterseniz bilgisayarın karşısına oturup sabahtan akşama kadar, aşure bile yiyebilirsiniz. Sabahın köründe yollara düşme derdi de yok ama işleri ertelemeye meraklı olan bizler, “nasıl olsa yaparım” duygusuyla altından kalkamayacağımız dağlar yaratabiliriz.
Her şeyin elektronik ortamda döndüğü bir dünyada artık herkesin aynı kümeste olmasına gerek yok diye düşünüyorum ama evde kaldığınız zamanda etrafınızda kimse olmayacak ve F-Tipi cezaevinde çalışıyor gibi çalışacaksınız. Çalışırken bazı insanlar sessizliği seviyor, bazı insanlar da etrafta bir ses olsun istiyor. Ben mesela bir şeyler olsun isteyenlerden olduğum için, yanı başımdaki müzik (kısık sesle de olsa) sürekli çalar.

Her işyerinin, her bölümün herkese uygun olmadığı gibi, evden çalışmanın da herkese uygun olmadığını düşünüyorum. Hem evde oturup, hem de gerçekten işyerindeymiş gibi bir sorumlulukla iş yapmak çok da bize göre değil diye düşünüyorum.

Başarabilirseniz ve şirketin böyle bir kültürü varsa aslında evden çalışmak çok güzel bir imkân ama dünkü yazımda da belirttiğim gibi, işyerindeyken bile işyerindeymiş gibi davranmayı beceremeyen bizler, evde bunu nasıl başaracağız?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

17 Kasım 2014 Pazartesi

O Bir Alman

Günaydın Dostlar,

Dün sabah arkadaşlarımdan birinin paylaştığı “Almanlar daha az çalışmalarına rağmen neden daha başarılı oluyorlar?” konulu yazıyı gördüm ve bu konuyla ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Almanlar haftada otuz beş saat çalışıyor. Biz çalışıyoruz haftada kırk elli saat. Hele yönetici filansan elli altmış saat. Evden çalışmaları ve bütün gece akıllı telefonlardan e-mail okumayı da bunun dışında tutuyorum. Durum böyleyken neden bizden daha başarılılar.
 
Buradaki kilit kelime “çalışmak”. İşyerinde bulunmakla çalışmak arasında büyük fark var. Ben Almanya’da yaşamadım ama iş ortamında çok ciddi şekilde çalıştıklarını defalarca gördüm. Bizim gibi kahvaltı ederek, gazete okuyarak, sohbet ederek, sosyal medyada dolaşarak, dedikodu yaparak vakit kaybetmiyorlar.
Aylarca beraber çalıştığımız bir danışman firmasındaki Almanlara, “Siz işyerinde sosyal medya sitelerine girebiliyor musunuz?” diye sormuştum, adamcağız da bana “Bilmem.” demişti. O kadar çalışkan ve dakik bir insandı ki cevabının samimiyetine inanıyorum. Kesinlikle aklına gelip de bir kere bile denememiştir.

Beraber çalıştığımız dönemlerde sabah 6.30’da buluşmak ve günlük çalışmaları değerlendirmek için sözleşirdik ve her sabah 6.30’da benim odamda hazır olurdu. Bir kere bile aksatmadı. Çok çalışkan ve çok iyi niyetli bir insandı ama tam bir robot gibiydi. Her işi planlı ve dakikti.

Zaman zaman çalışmalar kapsamında diğer ülkelerden bilgiler isterdik ve şu tarihe kadar yollayın, derdik ancak herkesin bildiği gibi bizim coğrafyamız dünyanın en planlı ve en dakik bölgesi değil. Ülkelerden bilgiler zamanında gelmediği zaman aklı almıyordu. "Bugün burada bu bilgilerin lazım olduğunu bile bile nasıl yollamayabiliyorlar?" diye bana soruyordu.

Yine böyle bir sabah sohbeti yaparken ben de ona “Almanya’da okullar çocuklara ev ödevi veriyor mu?” diye sordum. “Hem de çok fazla verirler.” diye cevap verdi. Peki, “Çocuklar ödevlerini yapmadan okula giderlerse ne olur?” dedim. O da bana “Niye?” diye cevap verdi. Doğru, niye yapmasın. “Canı istemedi, bütün gece oyun oynadı, ertesi sabah da ödevlerini yapmadan gitti okula.” diye cevap verdim. “Öyle şey olmaz, okulda büyük sorun olur, kimse sınıf arkadaşlarının ve öğretmeninin önünde öyle bir duruma düşmek istemez.” diye yanıtladı.

Aradan biraz zaman geçti, adamcağızın aklına takılmış herhalde, “Türkiye’de oluyor mu böyle şeyler?” diye bana sordu. “Ara sıra oluyordur tabii.” diyebildim. Nasıl deseydim “Her gün oluyordur.” diye?
Amerika’da çok uzun süre yaşamış bir insan olarak onların bizden çok daha disiplinli ve etkili çalıştıklarını biliyorum. Zaman zaman Almanlarla çalışmış ve defalarca Almanya’da bulunmuş bir insan olarak da Almanların Amerikalılardan çok daha disiplinli ve yoğun çalıştıklarını biliyorum. Anlayacağınız bizim bu seviyelere gelebilmemiz için daha on fırın ekmek yememiz gerekiyor.
İşin doğrusu on değil yüz fırın da ekmek yesek yine olmaz. Doğal olarak burada sorulması gereken soru “Biz de Almanlar gibi otuz beş saat çok disiplinli çalışsak biz de onlar kadar başarılı olabilir miyiz?”

Kesinlikle olamayız. Dalga geçmeden çalışmak çok önemli bir parametre olmakla beraber başarı için gerekli olan tek parametre değil. Yaratıcı düşünce, etkili çalışma, araştırma, öğrenme, kolaya kaçmama gibi birçok parametre de başarının olmazsa olmazlarından.

Bizin fabrika ayarlarımız kısa yoldan iş bitirme, çabucak zengin olma, günü kurtarma, sabırsız davranışlar, kaliteden çok işlevsel yönüne odaklanma gibi güncel parametrelere ayarlanmış olduğu için Almanya ve benzeri ülkelerin yakaladığı başarıları yakalamamız mümkün gözükmüyor.
Bu tip bir başarı için kafa yapımızdan yaşam tarzımıza kadar her şeyin değişmesi gerekir. Bizim gibi sonuç odaklı milletler, Almanların önem verdiği parametrelere değer vermek için biraz fazla akıllılar.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

15 Kasım 2014 Cumartesi

Onun Suçu Değil ki...

Herkes Fatih Terim’e yükleniyor ama bu yaşananlar kesinlikle onun suçu değil.

Herkes tüpçü amcaya yükleniyor ama bu yaşananlar kesinlikle onun da suçu değil.
Ne o, ne bu, ne yapısal reformlar, ne de kulüplerin altyapı sorunlarına eğilmemesi veya bu doğrultuda yatırım yapmaması. Bunların hepsi gerçek sorunlar olmakla beraber, şu anda milli takımızın aldığı sonuçların nedeni değil. Kore’de dünya üçüncüsü olurken bu sorunlar yok muydu?


Tabi ki bu sorunların hepsi o zaman da vardı. Sorunlar bunlar değilse, o zaman neden maç kazanamıyoruz, neden arka arkaya 3 pas yapıp karşı kaleye gidemiyoruz?

Sorun milli takımda yıldız oyuncu olmamasında. Kim söylüyor bunu? Arda Turan. Milli takımın tek yıldızı diye düşündüğümüz adam, “Milli takımda yıldız oyuncu yok ki.” diyor. Zaten de yıldız değilmiş gibi oynuyor.

Bizler, 4 büyüklerde oynayan Anadolu çocuklarını yıldız oyuncular zannediyoruz ama alakası yok. Hepsi vasat ve vasat altı oyuncular. Adam yokluğundan hepsi yıldız oldu ve görülmemiş maddi imkanlara kavuştu. Bu oyunculara verilen paralar sürdürülebilir bir süreç değil. Astronomik rakamlar kulüplerimizi altından kalkamayacakları borçlarla karşı karşıya bıraktı. Dün televizyonda duydum, Burak, Selçuk, Emre gibi futbolcuların her türlü gelirlerinin (sadece futbol gelirleri, reklamlar filan hariç) toplamı yılda 4 milyon Euro’ya ulaşıyormuş. Yuh diyorum. Bu rakam ayda 1 milyon TL eder. Bu çocuk havalanmasında, kim havalansın? 1000 tane işçinin bir ayda kazandığı parayı bunlar kendi başlarına kazanıyorlar.
Bizim vasat oyuncularımızın yanına, yine astronomik paralarla bir de modası geçmiş yabancıları getirip takım kuruyoruz. Adamlar başka hiçbir yerde bu paraları bulamadıkları ve de bu kadar rahat edemedikleri için koşa koşa Türkiye’ye geliyorlar. Ne zaman geliyorlar? Avrupa’da piyasaları bitince veya 30 yaşını geçtiklerinde.
Arkadaşlar, gerçekçi olalım. Bizim milli takımımız zaten her zaman başarısızdı. Bu turnuvalara da zaten genelde gidemezdik. Yakaladığımız tek başarı, dünya üçüncülüğü ve Galatasaray’ın UEFA şampiyonluğudur. Futbol tarihimizde başka da başarımız yoktur. Avrupa şampiyonasını saymıyorum bile, zira orada biraz Allah korudu, biraz Fatih Terim balı devreye girdi, biraz mucizeler imdadımıza yetişti de bir yerlere geldik.

Galatasaray iskeletli bir jenerasyonun yakaladığı başarıların dışında zaten başka da başarılı bir takım olmadı ki. Şu anda milli takımda oynayan Selçuk, Volkan, Umut, Bekir, Burak, Caner, Bilal gibi oyuncular, milli takımla ne zaman başarı yaşadılar ki şimdi yaşasınlar.

Bizim takımımızın normal oyunu ve seviyesi budur. Geçmişte yaşananlar anormaldi ama biz onu hemen sanki normal durumumuzmuş gibi benimsedik. O bir rüzgardı geldi geçti. Bir daha da olur mu Allah bilir.

İşin garibi ne biliyor musunuz? Bizim ligimizdeki en büyük futbolcu grubu, yabancı oyuncular. Her takımda 7-8 tane yabancı oyuncu var. İkinci en büyük grup Avrupa’da doğan gurbetçiler. En küçük grup ta Anadolu’da doğan futbolcular. Bence bu tablo bile durumu çok net ortaya koyuyor.

Uzun yıllar sonra gelecek bir başarı için yıllarca çalışmak, hiç bize göre bir iş değil. Spor okullarından A takımına oyuncu çıkması yüzdesi on binde birmiş. Alt yapı olsa ne olacak. Yıldız oyuncu yetişmiyor. Arda’dan sonra çıkan başka yıldız oyuncu var mı?
Biz sabırsız bir milletiz hemen netice isteriz. Çalışmayı, antrenman yapmayı da sevmeyiz. Yapabileceğimizin en iyisini yapmak gibi bir arzumuz yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Dolayısıyla başarı da gelmez.

Şimdi önümüzde bir milli maç daha var. Maçın neticesi ne olursa olsun, bu gerçekleri değiştirmez. Limitli teknik kabiliyetleri olan, koşamayan, enerjisiz, egosu paradan tavan yapmış futbolcularla bu kadar olur. Ara sıra bir iki maç kazanır, süperiz diye yaygara yapar, mutlu oluruz…

14 Kasım 2014 Cuma

Tanrım Beni Baştan Yarat...

Baştan yarat ellerimi,

Baştan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,

Tanrım beni baştan yarat…
 
Hep bu şarkı aklıma geliyor, televizyondaki “Beni baştan yarat.” programlarını görünce…
Yıllar önce sevgili Emel Acar’da bu programlardan birini sunuyordu ve o da birilerini baştan yaratıyordu…

Son 25 yıldır hayatın dertleriyle uğraşmaktan saçını bile tarayamamış kadıncağızın birini buluyorlar ve onu baştan yaratıyorlardı. Doğal olarak, baştan yaratınca da bu insanların burçları da değişiyordu.

Emel Acar, kadının evine gidiyor ve diyor ki “Neden baştan yaratılmak istiyorsun?” Kadının cevabı, “Kocam beni beğenmiyor.” Emel soruyor… “Kocan öyle mi dedi?”… Kadın,” Yooo demedi de ben öyle hissediyorum.”

“Korkma.” diyor Emel abla, ben buradayım artık ve kadının giyeceklerini karıştırmaya başlıyor. Dolap kazak dolu. Bizim Emel diyor ki, “Genelde kazak giyiyorsunuz galiba?” Kadın “Evet.” diyor… Şok.  Bunun üzerine Emel “Bu kadar çok kazak giymeyin.” diyor. Kadında “Ne halt edeceğim o zaman ben bu kadar kazağı?” gibilerden bakıyor. Kadının giyeceklerinin yarısı aşağılandıktan sonra odadan çıkıyorlar.

Herkesi tanıyan ve her şeyi bilen Emel, kadıncağızı çeşit çeşit yerlere götürüyor.  Ne kuaförü kalıyor, ne güzellik uzmanı, ne dişçisi ne modacısı vb. Her gidilen yerde de kadıncağızın tanıtımı genellikle şu şekilde… Gördüğünüz gibi 25 yıldır saçını taramamış, veya gördüğünüz gibi hiç cilt bakımı yapılmamış, veya doğrusunu bilmediği için bu güne kadar hep kazak giymiş vs vs vs… Kadın 39 kere yerin dibine batıp çıktıktan sonra, sonunda baştan yaratılıyor… Kocası görüyor şoklara giriyor. “Vay anasına benim karı ne hoşmuş.” gibi laflar ediyor ve sonunda herkes mutu oluyor.
Baştan yaratılan kadın bir müddet ortalarda kuğu gibi süzülüyor ve program bitiyor…
İyi güzel Emel abla baştan yarattın da … Yarın ne halt edeceğiz? Kadını tuttun normalde gitmediği ve gidemeyeceği bir sürü yere götürdün ve baştan yarattın. Yarın sabah ne yapacağız? Yarın sabah her zamanki paçoz halinde uyandığında onu tekrar kim baştan yaratacak? Yarın yine normal hayatına dönecek. Yataktan kalkıp eline geçen ilk üç şeyi giyecek ve işine gidecek.

Değişiklikler, iyileştirmeler kesinlikle yapılmalı. Ne der Robın Sharma? “Her gün hayatında 5 minik iyileştirme yap. Konu ne olursa olsun ama her gün yap.” Ben de derim ki “Değişiklikleri yap ama yapılan değişiklik ve/veya iyileştirme sürdürülebilir olsun.” Ertesi sabah aynı paçoz halimize döneceksek değişikliğin hiçbir anlamı yok…

Kasım ayının bu güzel Cuma sabahında herkes için çok güzel bir gün olsun…

13 Kasım 2014 Perşembe

Yazz

Günaydın Dostlar,

Güncel konulardan çok sıkıldım. Bu sabah çok gerilere gitmek istiyorum. Gelin hep beraber 23 Nisan 1996’ya gidelim.  Bu tarih Tatilya’nın açıldığı tarihtir. Sabah sabah Tatilya’da nereden mi çıktı? Hemen cevap veriyorum. Geçen hafta Yılmaz Özdil’in kitabını okurken orada “Tatilya’nın bütün oyuncakları şimdi Erbil’de," diye bir cümle vardı. O cümleyi okuduğum zaman, Tatilya’da ne kadar çok çalıştığımızı ve ne kadar çok eğlendiğimizi düşündüm.

Tatilya tam manasıyla hiçbir türlü tatili olmayan bir deli işi olsa da çok eğlendiğimiz için bu durum hiç kimseye zor gelmiyordu. Canla başla çalışan çok güzel bir ekip oluşmuştu ve bugün dahi birçoğu ile halen görüşüyoruz. Tatilya’nın kısa süren hayatının bir parçası olan bizler, oradaki günlerimizi ve dostluklarımızı hiçbir zaman unutamayız.
 
Bu sabah biraz parkın açılış günlerinden bahsetmek istiyorum. 23 Nisan’da parkın açılması planlanmıştı ve açılışı dönemim cumhurbaşkanı yapacaktı. Bir takım ufak tefek eksiklikleri olsa da başarılı bir açılış oldu ve cumhurbaşkanı parkın içinde yürürken onun beş metre ilerisinde ağaçların arkasında halen son bir defa yerleri süpürmeye çalışan arkadaşlarımızı dün gibi hatırlarım.
Eksiklikler demişken Amerika’dan yeni gelmiş cahil bir insan olarak, “Park daha tam anlamıyla hazır değil.” dediğimde Tatilya’yı kuran şirketin CEO’su bana, “Sevgili Emin, Türkiye’de böyle açılır, sonra eksiklikler tamamlanır.” demişti. Bu cümle benim Anadolu gerçekleriyle ilk yüzleşmem olmuştur.

Uzun lafın kısası çalışanların ve binlerce taşeronun insanüstü gayretleri ile Tatilya, 23 Nisan’da açıldı. Sonra bir iki hafta arası gün vardı ve cumartesi oldu. İlk heyecan, ilk merak bütün İstanbul Tatilya'ya koştu. Kapalı bir park olduğu için doğal olarak Tatilya’nın belli bir kapasitesi vardı. İtfaiye raporuna göre yanlış hatırlamıyorsam en fazla 4 bin 500 kadar müşteri alabiliyorduk içeriye. Bu rakam geçildiği zaman içerdekiler için tehlike oluşmaya başlıyor. Allah korusun acil bir durum olsa insanlar dışarı çıkamaz, birbirini ezer.

Gelin görün ki biz laf anlamayan bir milletizdir. Bütün İstanbul oraya gelmiş ve ille de gireceğiz, diyorlar. Parkın her türlü operasyonundan sorumlu insan olarak da kapıları kapatma yetkisi bende bulunuyor. Oydu, buydu derken içerideki insan sayısı 4 bin 900 civarına yaklaşınca artık bilet satışını durdurduk ve kapıları kapattık.

İçeride var 4 bin 900 kişi, dışarıda var 14 bin 900 kişi. Başladılar gişelere saldırmaya. Bilet satan çocuklar korktu, evlerine gitmek istiyorlar. Radyolar gelmiş canlı yayın yapıyorlar ve içeri girmek için ağlayan çocukları kullanarak vicdan sömürüsünde zirve yapıyorlar.

Bir enteresan konu daha var. Bir grup insan da “Böyle bir yere girmek için nasıl para istersiniz?” kavgası yapıyor. Lunapark kültürüne alışık olduğumuz için temalı park konusu bizi biraz aşmıştı.
Herkes kapıları kapatan caniyi merak ediyordu. Tatilya’nın 105 kişilik bir güvenlikçi kadrosu vardı ama kimseyi kontrol edemiyorlardı. Halk üzerlerine geldikçe beni göstererek “Sizleri içeri almayan o adam, biz masumuz.” diyorlardı. Her dışarı çıktığımda insanlara açıklama yapmaya çalışıyordum ama yüzlerce, binlerce el üzerime saldırıyordu. Parçalamak istediklerini çok net olarak hissedebiliyordum.

Tatilya’nın ortakları korktular ve bana, “Bütün kapıları aç, hepsi girsin yoksa bunlar burada bizi linç edecekler.” filan demeye başladılar… Düşünebiliyor musunuz o kısıtlı alana 15 bin kişiyi daha doldursaydık neler olabileceğini.

E-5 havaalanı kavşağına kadar tıkanmış. Ne Tatilya’nın otoparkında ne de civar arsalarda bir gram park edecek yer kalmamış. İçerisi tıklım tıklım, dışarısı daha da beter. Trafik polisleri sürekli gelip bana baskı yapıyorlardı, “Ağabey on beş yirmi kişi daha girsin de bir hareket olsun.” diye. Biraz vakit geçince tekrar geliyorlardı. On beş yirmi kişi daha alıyorduk ama çıkan da yoktu. En son hatırladığım toplam rakamın 5 bin 400’e kadar ulaşmış olmasıydı.

Cumartesi gününü bu şekilde atlattıktan sonra, aynı senaryo pazar günü bir kere daha yaşandı. Yine içeri girmeye çalışanlar, yine para vermem diyenler, yine kilitlenen yollar, yine Emin’i parçalamak isteyenler.
İlk iki günün kalabalığı bir anda bitti ve pazartesi sabahı kimse gelmedi. Herkes işine, okuluna gitti. Kim gelecek pazartesi günü Tatilya’ya? Kuruluşta bize yardım eden danışmanlar, pazartesi günleri parkın kapalı olmasını önermişlerdi ama biz her şeyi bilen bir millet olduğumuz için onları dinlememiştik. Her gün açık olursa daha çok para gelir zannetsek de pazartesi günü parkta çalışan sayısı kadar bile ziyaretçi gelmedi.

Tatilya’nın neden yaşamadığını başka bir sabaha bırakıyorum ama benim hayatımda hiç unutmayacağım bir deneyimdi. Beş yüze yakın benimle beraber çalışan arkadaşım vardı ve her gün büyük bir zevkle gece yarısına kadar çalışıyorduk.
Tatilya, o dönemde Avrupa’nın en büyük kapalı eğlence parkıydı. Çok da alışık olmadığımız bir sektörde çok yoğun çalışmalar neticesinde o parkı açan ve işleten bütün arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum ve hepinize kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Hepinizi çok seviyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...