31 Ekim 2015 Cumartesi

Ben Borcumu Ödeyemem

Günaydın Dostlar,

“Bu toprakların her bir karışı kanla sulanmıştır.” diyorlar ya gerçekten de kanla sulanmış. Gelibolu Yarımadası'nda dolaşırken çok garip hislerin içinde kaybolup gidiyorsunuz. Bu kadar büyük bir emanetin altında ezilip kendinizi lüzumsuz hissediyorsunuz.
 
Bozcaada dönüşü sevgili dostum Müjdat’ın sayesinde başta meşhur Şehitler Abidesi olmak üzere birçok noktayı ziyaret edip ruhlarına dua etmek şansı buldum. Bu aziz emanetin ne kadar değerli olduğunu çok iyi bilen bir insan olarak kendimi bir kere daha onlara borçlu hissettim.

“Bugün insanların oturduğu çay bahçesinin altında acaba kaç Anadolu çocuğu yatıyordur?" Bu tip sorular bütün gün kafamda dolaştı durdu. O kahramanların aç, susuz savaştığı bu topraklarda bizler bugün rahat rahat dolaşabiliyorsak onların gözlerini kırpmadan canlarını vermesi sayesindedir.
Onlar, savaşa değil, ölmeye gitti.

Bu topraklarda Anadolu bir neslini kaybetti ama sadece bizim çocukları düşünmeyelim. Neden orada olduğunu bile bilmeyen yüzbinlerce yabancı çocuk da o Yarımada'da yatıyor. Birçok abide ve şehitlik var ama ben çok iyi biliyorum ki o toprakların her bir metrekaresi ayrı bir şehitlik. Dikilen abideler sembolik ama canını veren çocuklar çok gerçek.

Tarih kitaplarının böyle yazmadığını bilmekle beraber, benim kitabımda Kurtuluş Savaşı Çanakkale’de başlar. Ben Çanakkale Geçilmez Destanı'nı kaybedilmiş bir dünya savaşının parçası olarak değil, bir milletin özgürlüğe, cumhuriyete yürüyüşünün başlangıcı olarak görüyorum.

Sizce ulu önder Atatürk, Anafartalar Destanı'nı yazarken günün birinde cumhuriyeti kurmayı düşünüyor muydu? Bence aklında hep vardı. Bu kadar büyük vizyonu olan ve ileriyi görebilen bir insan her şeyi sonuna kadar gözünün önüne getirebiliyordur.
Kırk beş yıl kadar önce Gelibolu Yarımadası'na gitmiştim ama aklımda hiçbir şey kalmamış. Bu kadar yıl boyunca tekrar gitmemiş olmak da benim ayıbımdır. Yarımada genellikle iyi korunmuş, çok güzel yeşil alanlar da var ama ilçe merkezlerinin iğrenç beton görüntüleri ne yazık ki orada da mevcut.

Benim gözümde bütün Gelibolu Yarımadası bir şehitliktir, müzedir. Hiçbir şeyi birbirinden ayıramazsınız. Gereksiz kampları ve otel bozuntusu şeyleri oralara kurduranlara da yazıklar olsun. O topraklarda, milyonlarca insan canını verdi. Biz de onların aziz hatıralarına yakışır biçimde saklamayı başarabilmeliyiz diye düşünüyorum. Her bir karışı özenle korunmalı. İnsanların aç, susuz savaşıp öldüğü topraklarda tost yemeden birkaç saat yaşayabiliriz diye düşünüyorum.

Gelibolu sadece bir örnektir. Destanların yazıldığı ve insanı duygulandıran, borçlu hissettiren çok hüzünlü bir örnektir. Bu ülkenin her yanı ayrı ayrı kahramanlık öyküleriyle doludur. Bir tepeyi düşmana vermemek için Afyon Dağları'nda tamamı şehit olan askeri birliklerin kahramanlıkları da bu konuda sayabileceğimiz binlerce örnekten bir tanesidir.

Benim için Çanakkale, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet; bölünmez bir bütünün parçalarıdır. Tarihçiler nasıl sıralarsa sıralasın, ben bu üç parçayı ne kalbimde ne de beynimde bir birinden ayıramam.
Ben; bu ülkeye, bu cumhuriyete sahip çıkmazsam başta Atam olmak üzere bize bu emaneti bırakan şehitlerimizin yüzüne bakamam.

Hiç kimse boşuna heveslenmesin; Çanakkale içerden de geçilmez, dışardan da geçilmez.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Ekim 2015 Çarşamba

Ballıyım Ben...


Günaydın dostlar…
Sharma baba der ki, “Başarılı her insanın bir hobisi olmalı, bir şeyler biriktirmeli”. Başarı konusunu bilmem ama bu biriktirme konusunda ben çok iyiyim.
 
Oyuncak trenim olduğunu artık bilmeyen kalmadı. Babamın ilk parçalarını 1964 yılında Almanya’dan aldığı oyuncak tren; bugün kurulması mümkün olmayan, dolaplara sığmayan bir canavara dönüştü. Babam Almanya’ya gitse de 3-5 parça daha getirse diye aylarca, yıllarca beklerdik. Zaten işin büyüsü de burada gizli. Bir şeyleri takip etmek, planlamak, sabretmek ve sonunda planlanan hedefe ulaşabilmek; iş dünyasına da yansıyan en önemli başarı parametrelerinden bir tanesidir.
Tren olayını 50 yıldır takip ediyorum ama bütün koleksiyon merakım tren ile sınırlı değil. Çok küçük yaşlarda pul biriktirdiğimi de çok net olarak hatırlıyorum. O devirlerde ciddi bir mektuplaşama olayı olduğu için gelen zarfların pullarını ıslatarak, hiç yırtmadan çıkartmaya çalışırdık. Tabi ki amacımız da kimsede olmayan değişik pullara sahip olabilmekti. Çok acayip bir pul bulduğumuzda da mutlu olurduk.
Daha sonraki yıllarda plak biriktirmeye başladım. 60’ların, 70’lerin bütün meşhur gruplarının plakları ben de mevcuttur. Pek dinleyecek vakit bulamasam da bugün dahi halen plaklarımı saklarım.
Plaklar güzeldi ama daha sonra iş CD biriktirmeye döndü. CD’lerin çizilme derdi olmaması ilk aşamada hepimize çok cazip geldi ama sonraki yıllarda da plaktan çıkan sesi özlemeye başladık. Her çeşitten, her müzikten binlerce CD biriktirdim. Yürüyüş yaparken halen CD’lerimi sık sık dinlerim. Doğal olarak bütün bu birikimlerin arkasında yılların takibi ve emeği var.
Sadece kendi biriktirdiğim şeyleri değil, dostlarımın biriktirdiği malzemeleri de her zaman takip ettim. İlginç bir yerlere gittiğim zaman veya değişik bir şey gördüğüm zaman muhakkak alıp getirmişimdir.
Ufak fil heykelciklerinden tutun da, peçetelere kadar getirmediğim şey kalmadı. Kibritler, şarap mantarları, yabancı ülke paraları, cam şişeler, küçük arabalar, bira bardakları gibi aklınıza gelebilecek her şeyi getirdim.
Biriktirmediğim şey kalmadı ama benim en değerli koleksiyonum 50 yıldır biriktirdiğim dostlarımdır. Bir insan bu kadar mı ballı olur? Hafta başında minik kızımın minik ameliyatı için yaşadığımız 4 günlük hastane sürecinde, dostlarım bir kere daha her an yanımdaydı. Aramayan, sormayan, yazmayan, çizmeyen kalmadı. Bu kadar ilgi ve sevgi karşısında bir kere daha beni çok mahcup ettiniz. Tabi ki bir o kadar da mutlu oldum.
Amerika’da beraber çalıştığımız arkadaşlarım bile “John Hopkins” diye check-in yaptığımı görüp, Türkçe anlamadıkları halde; “Hastanede misin?”, “Her şey yolunda mı?” diye mesajlar attılar. Burada tek tek yazmak istemiyorum ama hayatımın her evresindeki dostlarım her zaman yanımdalar. Hepinize tek tek çok teşekkür ediyorum. Sağ olun, var olun; iyi ki varsınız.
Anadolu Sağlık Merkezi Türkiye’nin en iyi hastanelerinden bir tanesi ama yine de hepimiz hastane ortamlarının zorluğunu biliyoruz. Allah hiç kimseyi en iyi hastane ortamına bile muhtaç etmesin. Ama muhtaç bıraktığı zaman da insanların yanında sizler gibi dostları olsun.
Diyeceksiniz ki, “Hiç mi aramayan sormayan, vefasız insanlar yok hayatında?”. Olmaz olur mu, tabi ki var ama sayıları benim hayatımda önemli bir yer tutacak kadar fazla değil. Ben çok sevdiğim dostlarıma ayıracak zaman bulmazken, yolu Vefa’dan geçmeyenler için üzülemeyeceğim.
Benim çok fazla dostum var, çünkü ballıyım ben.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Ekim 2015 Perşembe

Bugünü Korumazsak Yarını Göremeyiz...

Günaydın dostlar...

Hepimiz gelecekten aynı şeyi bekliyoruz, öyle değil mi? Uçan arabalardan zaman makinelerine kadar birçok sıra dışı şeyin yaratılabileceğine inanıyoruz. Hatta gelecek yüzyılda bile yaratılabileceğini düşünüyoruz. Sesimizle açabileceğimiz kilitler, diğer gezegenlere yolculuklar gibi şuanda yapılması pek mümkün olamayan şeylerin gelecekte yapılabileceğine inanıyoruz. Herkes böyle muhteşem bir geleceği gözünde en az bir kez canlandırmıştır.

Ancak unutmamalıyız ki bunların yapılamama ihtimali de çok yüksek.


 Mesela bütün ağaçların kesilmesi, oksijen üretecek ağacın kalmaması; bunların yapılamaması için en büyük nedenlerden bir tanesi olabilir… Kâğıdın geri dönüşümünü yapmak, ağaçların kesilmemesi için çok önemlidir. 1 ton kâğıdın geri dönüşümüyle 17 ağacı kurtarabileceğimizi biliyor muydunuz? Ancak hiç oksijen kaynağı kalmazsa insanlar yaşayamaz, bu yüzden de gelecekte yaşamayı hayal ettiğimiz gelişmelerin hiçbiri yaşanamaz.
Peki ya yenilenemez kaynaklar? Demir, kömür, bakır gibi madenlerin oluşması yıllar sürüyor. Bunlar tükendiğinde uzun yıllar geçmeden geri gelmeyecekler. Zaten geri geldikleri zaman, büyük bir ihtimalle Dünya üzerinde hiçbir canlı yaşamıyor olacak.

Su, bir yenilenebilir kaynak olarak bilinse bile aslında yenilenemez. Çünkü dünyada belirli bir miktar su var. Dünyanın dörtte üçü sularla kaplıdır, ancak bu sular denizler, göller, ırmaklar ve okyanuslardır. İnsan yaşamı için gerekli olan su ise içme suyudur. Denizlerden içme suyu elde etmek çok zor bir iştir. İçme suyu tamamen bittiğinde insanlar yaşayamayacak, o gelecekte görmeyi hayal ettikleri ürünleri de göremeyeceklerdir.

Tekrar düşünelim. Oksijen kaynağı ağaçlarımız, sadece yaşamamıza yardım etmiyor. Çünkü gövdesini mobilya ve kâğıt gibi birçok eşya ve malzeme yapmak için de kullanıyoruz. Onların hiç olmadığı bir gelecekte değil zaman makinesi, o makinenin içindeki kolu bile yapamayız.
Gördünüz mü? Şuan elimizde olan her şey, gelecekte yapılmasını beklediğimiz şeylerin yapılması için gereklidir. Bunların tükenmesi durumunda gelecekte hiçbir gelişme olmayacak. Hatta düşüşler yaşanacaktır. Aynı durum ülkeler için de geçerlidir. Bir ülkenin elinde hiçbir şey kalmayınca ihracat azalır, ithalat artar. İthalat yüzünden de para kaybı yaşanır. Para olmazsa da o ülkede gelişme yaşanamaz, yani çok dikkatli olmalıyız.

Sadece üşendiğiniz için diğer odadaki musluğu kapamamanız, gelecekte çok büyük su kaybı oluşması anlamına gelebilir. Ya da küçük bir kenarı ıslak bir kâğıdın kurumasını beklemekten üşenirseniz, ıslak olduğu için normal çöpe atarsanız; bu da daha çok ağacın kesilmesi anlamına gelir. Sırf üşengeçlik yüzünden geleceğimiz mahvolur. Bunları düşünüp de hareket etmemiz çok önemli. Gelecek nesiller için hiçbir şey kalmamasını istemeyiz.
Fark ettiniz mi, geçmişte yaptığınız bütün hatalar, gelecek yılları etkileyecek. Bir hamle yapmadan önce biraz düşünmeliyiz. “Acaba yapmayı seçersem ne olacak?” “Kavga büyüyecek mi?” “İkisi de bana küsecek mi?” “Yoksa tartışmayı bitirdim diye herkes bana saygı mı gösterecek?” “Ya öyle olmazsa?”.
Genelde bunları düşünmeden hareket ettiğimiz için sonucunda ne olacağını da hiç bilmiyoruz. Ama karşımızdakinin tepkisini gördükten sonra ya rahatlıyoruz, ya da bir hata yaptığımızı fark ediyoruz. Ama geçmiş geçmişte kaldı. Bunun bir geri dönüşü yok. Kim istemez ki geçmişe gidip hatalarını yok etmek, doğru seçimi yapıp bütün problemlerini çözmek. Kim bilir? Belki geçmişe gidip arkadaşına yalan söylediğini itiraf edip onunla tekrar arkadaş olmak, gelecekte onunla evlenip mutlu mesut yaşamak anlamına da gelebilir.

Arkadaş kırgınlıklarını geriye dönüp düzeltmek mümkün olabilir ama yok ettiğimiz çevreyi geriye dönüp yerine koyabilmek o kadar kolay değil.

Bir kere düşünün, iki kere düşünün ama yarını yaşayabilmek için bugünü kaybetmeyin.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

21 Ekim 2015 Çarşamba

Pakize Aşık Olmuş

Günaydın Dostlar,

Garip bir duygudur aşk. İnsana normalde yapmayacağı her şeyi yaptırabilir. Kimi dağları deler, kimi yollara düşer, kimi aşkı için Fener maçına gitmez, kimi de her sabah denizleri aşarak adadan anakaraya gider.
 
Pakize’yi sabah sabah deniz ötesi diyarlara yönlendiren de böyle bir aşkın sıcak rüzgârları. Denizlerin ötesinden, güneşin batımından, rüzgârların sessizliğinden beslenen tutkulu bir aşktan söz ediyoruz.
Ada halkı Pakize’nin sokaklarda yaşadığını söylüyor ama hiç de öyle bir görüntüsü yok. Maşallah, süslenip püslenip evinden çıkmış gibi bir hali var. Sabah kalkıp, bulduğu ilk beş şeyi giyip Pakize’den daha bakımsız bir halde sokaklara düşen insanlar tanıyorum. Pakize bakımına özen gösteriyor zira sevdiği ile buluşmaya gidiyor.

Pakize, aşkına ulaşmak için her sabah 35 dakikalık bir vapur yolculuğunu göze alıyor. Hava kararmadan da aynı şekilde dönüyor. İnsanların aşkı için kıçını kıpırdatmadığı bir dönemde, Pakize’nin yaptıkları takdire şayan bir durum. Haftada bir kere gidilir, hadi bilemedin iki kere gidilir ama aşk için her Allah’ın günü karşıya geçilir mi?

Üstelik feribota da babasının evine girer gibi biniyor. Benden önce gitti koltuğun altına yattı. Pakize üst katta yolculuk etmeyi seviyor. Alt kat biraz rüzgârlı oluyormuş, tüyleri dağılıyormuş. Üst katta koltuğun altına yattığın zaman ne rüzgâr geliyor, ne de güneş. Aynı şeyi ben yapsam laf olur. Ayrıca bilet filan aldığını da zannetmiyorum.
Evet, Pakize sabahın ilk feribotu ile geçiyor, bütün gün de sevgilisinin yanında kalıyor ama akşam olunca da muhakkak adaya geri dönüyor. Sonuçta ada küçük bir yer, geceyi de sevgilisinin yanında geçirirse dedikodu çıkar. Örf ve adetlerimize uygun davranması gerekiyor.

Sabahın ilk saatlerini genelde pislik içindeki Geyikli Kumsalı'nda geçiriyorlar. Kumsalın minik kum taneleri üzerindeki çöpler onları çok da rahatsız etmiyor. Ne demişler büyüklerimiz? “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.”
Genç sevgililer öğle yemeğini kumsaldaki kafenin çöplüğünde alıyorlar. Denizin soğuk sularından yansıyan güneş ışıkları, adeta romantik bir mum ışığı gibi masalarına konuveriyor. Her şey o kadar güzel ki bugün hiçbir şey yemeseler de olur.
Akşam olup da yolcu etme zamanı geldiğinde sevgilisi biraz uzakta kalıyor. Öpüşüp, koklaşıp ayrılıyorlar. Tutkulu bir aşk yaşadıkları için koklamadıkları yerleri kalmıyor. Herkesin ortasında sapık durumuna düşmemek için bütün bu işler biraz uzakta kafelerin arkasında yapılıyor. Daha sonra da Pakize Hanım sanki okuldan çıkmış gibi bir edayla vapura doğru gelip kalabalığa karışıyor.

Vapur saatleri sezondan sezona değişiyor. Pakize’nin hangi vapurun son vapur olduğunu nasıl bildiğini bana sormayın, ben de bilmiyorum. Ada yaşamının büyük bir parçası olan “güneşin batımı”, Pakize için de bir zaman göstergesi oluyor diye düşünüyorum. Belki de öbür taraftaki aşkı, hava kararmaya başladığında “Sen artık ufaktan adaya dönsen iyi olur, dedikodu çıkmasın.” diyordur.

Pakize’nin yaşamı bir kere daha seven birinin neler yapabileceğini bütün detayları ile bize gösterdi. Aşkın bu kadar tutkulu, bu kadar doğal ve bu kadar temizse bütün ada halkı da senin aşkına saygı gösterir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

15 Ekim 2015 Perşembe

Prim Almayı Hak Ettiniz...

Günaydın dostlar.

Hepimiz iş dünyasında çalışmış veya şu anda çalışmakta olan kişileriz. İş dünyasının gerçeklerini çok iyi bilen insanlar olarak gelin bu sabah bir düşünme oyunu oynayalım.
Şöyle bir senaryo düşünelim. Çalıştığınız iş yeri sizin için sezon başında bir takım hedefler belirliyor. Hedefler zor değil. Normal şartlar altında güle oynaya yerine getirebileceğiniz hedefler fakat tembelliğinizden, rahatlığınızdan, umursamazlığınızdan, hatta biraz da şımarıklığınızdan yılın ilk yarısında bu hedeflerle ilgili olarak bir milim yol alamıyorsunuz.


Amiriniz ve patronunuz sıkıntıya girmeye başlıyor. İşler gecikti ve sene sonuna da yetişmesi zor gözüküyor. Başlıyorlar size söylenmeye ve sizi eleştirmeye. “Aylar geçti bir gram iş yapmadın, ne olacak bu işin sonu?” diye size sorduklarında; siz de “Hallederiz ya dert etmeyin” diye bir cevap veriyorsunuz.

Patron mutsuz, patron endişeli; patron ne yapacağını bilemiyor. Sizi kovup, yerinize yeni birini alsa, yeni gelene tuvaletin yerini gösterene kadar yıl bitecek. Allah kahretsin ki size mahkûm durumda. Etrafındakilere “Ne yapalım gidebileceğimiz yere kadar gideceğiz” gibi cümleler kuruyor.

Herkes endişe ile yaptığınız işte ne kadar yol alabileceğinizi izliyor. Baştan işleri sıkı tutup doğru dürüst çalışsaydınız hiç bunlara gerek kalmayacaktı ama şu anda bunları konuşmak için çok geç.

Lafı uzatmayalım; yılın ikinci yarısında işi bir şekilde şansınızın ve başkalarının da yardımıyla son saniyede bitiriyorsunuz ama insanların da analarından emdikleri süt burunlarından geliyor. Stresten yöneticinizin içmediği ilaç kalmıyor. Zar zor da olsa balınızın da yardımıyla bir şekilde işinizi bitirdiniz ya, şimdi hemen eski şımarık, kendini beğenmiş günlerinize geri dönüyorsunuz ve “Ben başarılarımdan ötürü prim istiyorum” diyorsunuz.

Böyle bir senaryoda eğer şanslı bir insansanız kovulursunuz. Şanslı değilseniz ilk önce dayak yiyip sonra kovulma ihtimaliniz de var. Patron arkanızdan “Bir daha seni bu mahallede görmeyeyim” diye de bağırabilir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız senaryonun aynısı bizim milli futbol takımımız için de geçerli. Sürecin detaylarında farklılıklar olabilir ama ana parametreleri aynen bu şekilde. Onlar da müthiş bir prim talep ediyorlar. Senaryonun gerçek hayata uymayan tek yanı, futbolcuların bu primi alacak olması. Yanılmıyorsam 60 milyon Avro gibi bir rakam konuşuluyor.

Gazeteler, “Tarihi Prim” diye başlıklar atmaya başladılar bile. Düşünün ki, bizim takımımız İzlanda’ya karşı iki tane maç yapmış ve 180 dakika boyunca bir tane bile gol pozisyonuna giremeden ikinci maçı kazanmış. Tamam, balına filan bir gol attık ama o da yetmiyor ki. Bir de Kazakistan’ın deplâsmanda Letonya’yı yenmesi gerekiyordu. Hani reklamlarda çocuk “Ballıyız” diyor ya, o da oluyor. Son dakikada Kazakistan’da kazanıyor.

Bizim Avrupa Kupasına gidebilmemiz için 25 ayrı balın arka arkaya gelmesi gerekiyordu ama bir şekilde hepsi arka arkaya geldi. Ekşi Sözlük’te “Fatih Terim Balı” diye yeni bir terim tanımlamamız gerekiyor.

Milli takımız Avrupa Kupası finallerine gitmeye hak kazandı. İyi, güzel ama açıkçası etrafımızda bu kadar üzüntü varken; yüzlerce evde insanlar akrabalarının, çocuklarının kazaklarına, terliklerine sarılmış otururken; milli takım bir maç kazandı diye ben her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranamam.
İstersek maçı 99-0 kazanalım ama ne yalan söyleyeyim bana 99 saniyelik bile bir mutluk getirmiyor. Ana üzüntüleri günlük mutluluklarla örtemiyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Ekim 2015 Çarşamba

Önlem Almak...

Günaydın dostlar.

Dün sabahki yazımda Ankara’da yaşanan trajik katliam ile ilgili olarak, güvenlik güçlerinin yeteri kadar önlem almadığını düşündüğümü belirtmiştim. Bu kadar kritik günlerden geçerken çok daha fazlası yapılmalıydı.
Arkadaşlar, ülkenin başında bin türlü belanın olduğu günlerden geçiyoruz. İçeriden veya dışarıdan gelecek çok çeşitli tehlike ile karşı karşıya kalabiliriz. Vatandaşlarını korumak devletin en önemli görevlerinden biridir. Bu çok net ve konuda kimsenin bir söyleyeceği olamaz ama bizlerin de akıllı ve uyanık olması gereken bir dönemden geçiyoruz.


Her ne yaşanırsa yaşansın, korkup eve kapanarak terör örgütlerinin amaçlarına hizmet edemeyiz. Günlük yaşamımıza devam edeceğiz ve daha dikkatli olacağız. Terörün beslendiği ortamlarda hepimizin daha dikkatli olması gerekiyor.

Futbol stadyumları, spor salonları, toplantı ve miting alanları, toplu taşıma istasyonları, okul çevreleri gibi alanlar herkesin ekstra bir dikkatle etrafına bakması gereken alanlardır. Bu gibi ortamlarda dikkatli olmak her zaman için gerekli olmakla beraber, savaş coğrafyasında önemleri 10 kat daha fazlalaşır.

Dikkatli olacağız da ne yapacağız? Şüpheli hareketlere, şüpheli paketlere, şüpheli insanlara karşı daha dikkatli olup gerektiğinde bu tip durumları güvenlik güçlerine bildireceğiz. Önemli bir seçim süreci adım adım yaklaşıyor. Seçim gününe kadar bu tip saldırılara karşı daha da duyarlı olmamız gerekiyor. Böyle bir ortam da seçim mitingleri yapılmasının da çok fazla bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Herkes ne söyleyecekse, zaten 3 ay önce söyledi.
6-7 aydır meclisi tatilde olan bir ülkede, kimsenin yeni bir söyleyecek şeyi olabileceğine inanmıyorum. Burnumuzun dibinde neredeyse 3. Dünya savaşı başlayacak ama bizim meclisimiz aylardır kapalı.

Bu kadar kargaşanın olduğu tehlikeli bir ortamda her şeyi güvenlik güçlerinden bekleyemeyiz. Biz de mümkün olduğu kadar dikkatli olup onlara yardımcı olmaya çalışmalıyız. Hepimiz ekstra güvenlik riski yaratabilecek hareketlerden uzak durmalıyız. Günlük hayatımızı terör korkusuyla erteleyemeyiz ama ekstra aktivitelerimiz konusunda çok daha hassas olabiliriz.
Ben kimseye “Alışveriş merkezine gitmeyin” demem ama “Gittiğinizde etrafınızdan daha fazla haberdar olun” derim. Yapacağımız iş yaşamımızı kısıtlamak değil, daha dikkatli olmaktır.

İnşallah bu ülke bir daha böyle bir saldırıyla karşı karşıya kalmaz ama çok kötü günlerden geçtiğimiz gerçeğini de unutmayalım. Terör örgütlerinin köşe kapmaca oynadığı bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmayalım. Bu noktada birbirlerine düşman olan iki örgüt, 50 km ötede ortak bir düşmana karşı savaşabiliyorlar.

Her zaman söylerim, “İyi el geldiği zaman anneannem de iyi oynar, önemli olan gelen elin en iyisini oynayabilmek”. Bizlere de şu anda dağıtılan elde acı var, kan var, gözyaşı var, ölüm var. Güneşli eller gelene kadar bu eli en iyi şekilde oynamamız gerekiyor.

Arkadaşlar, bizler cesur bir milletin torunlarıyız. Bizi korkutabilmek kolay bir iş değil ama korkmakla dikkatli olmak arasındaki farkı ayırt edebiliyor olmamız lazım. Adana’da polisin kordon altına aldığı bölgedeki şüpheli paketi alıp yerden yere vurmak, çok da akıllı bir davranış değil. Zaman, kahramanlık yapmaya çalışma zamanı değil.
Her şeyin bir sonu olduğu gibi, bir gün bu dönemim de sonu gelecek. Karanlık bulutlar muhakkak gidecek ve bir gün yine güneşli bir sabahla uyanacağız.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın, en önemlisi bugünlerde uyanık kalın…

13 Ekim 2015 Salı

Çok Fazla Yol Var...

Günaydın dostlar.

Cumhuriyet döneminin gördüğü en büyük terör saldırısının ardından, en büyük amcalarımızdan bir tanesi “Biz elimizden geleni yaptık.” diye bir yorum yaptı. Sıhhiye Meydanı’na çıkan çok fazla yol olduğundan ve de bu yolların hepsinde birden güvenlik tedbiri almanın çok zor olduğundan söz etti.
Hemen belirteyim; kesinlikle katılmıyorum.


Mitingin Sıhhiye Meydanı’nda planlandığı doğru olmakla beraber, insanların trenlerle, otobüslerle gelip; Ankara Garı önünde toplanacağı da önceden biliniyordu. Böyle bir alan ikinci bir miting alanı gibi düşünülebilirdi. “Terörü bir yere kadar önleyebilirsin” cümlesi kısmen doğru olmakla beraber, yapılabilecekler hiç yapılmasın anlamına gelmemeli.

Devletimizin en önemli görevlerinden biri vatandaşlarını korumaktır. “Ben tek bir alanı güvenlik altına aldım, yollarda veya bu alana gelene kadar toplanacakları diğer meydanlarda neler olduğundan sorumlu olamam” çıkışı ile bu işi izah edemeyiz. Terör örgütleri tren garının önünde toplanılacağını biliyorsa, eminim devletimiz de biliyordur.

Tabi ki her sokağa kontrol noktaları kuramayız ama güvenlik işini daha geniş düşünebilirdik. Bu mitingde iki tane önemli alan var. Biri Sıhhiye Meydanı, diğeri de ilk aşamada toplanacakları Ankara Garı’nın önündeki meydan. Bu iki meydanda birden güvenlik tedbirleri almak, kontrol noktaları oluşturmak bu kadar mı zordu? Her gün meydanlarda dünyanın en büyük ülkelerinden biri olduğunu haykırdığımız Türkiye’nin iki ayrı meydanda güvenlik tedbiri alabilecek kapasitesi yok muydu?
İnsanın aklına iki ihtimal geliyor. Birinci ihtimal çok ciddi bir güvenlik zafiyeti olduğu, ikinci ihtimal de mitinge gelen çevrelerin kendine yakın çevreler olmamasından dolayı hükümetimizin ve valiliğimizin işi çok sıkı tutmamış olması. Ben üçüncü bir ihtimal düşünemiyorum, düşünebilen varsa bizimle de paylaşsın.
Gerçekten de bizim devletimiz güçlü bir devlettir. Ciddi bir çalışma yapılsa, orada kuş uçurtulmazdı ama nedeni her neyse böyle bir çalışma içine girilmedi.

Birkaç yıl önce 1 Mayıs’a 2-3 gün kala Taksim meydanına ulaşan yolların nasıl demir ağlarla örüldüğünü kendi gözlerimle görmüştüm. Her yolda 4-5 ayrı set vardı. Günlerce çalışan devletimiz Taksim’e kedi bile çıkartmadı. Hal böyleyken, terör bugünlerde hayatımızın her aşamasına girmişken; nasıl olur da 10000’lerce insanın toplanacağı bilinen bir alanda hiçbir güvenlik tedbiri alınmaz.

Taksim’e çıkmayı önlemek için bariyerlerini Zap Suyu’ndan kurmaya başlayan polisimiz, neden Ankara’nın göbeğindeki bir meydana girişi kontrol etmek için bariyerler kurup, kontrol noktaları oluşturamaz. İnsanlar Taksim’e çıkmak için şehirlerinden yola çıktıklarında daha 100 metre gitmeden durduruluyorlar. Taksim için önleme çalışmaları Harran Ovası’ndan başlıyor.
Ben elimin hamuruyla polise akıl öğretecek değilim ama böyle yoğun bir kalabalığın toplanacağı bilinen bir günde daha fazla tedbir alınmalıydı. Tren istasyonu gibi, otobüs terminali gibi noktalarda güvenlik önlemleri ciddi bir şekilde arttırılmalıydı.

Her zaman söylediğim gibi ben Münih’e sık giden, gittiğim zaman da tren istasyonunda vakit geçirmeyi seven bir insanım. Bir gün yine oturmuş kahvemi içip trenlere bakarken etrafta çok sayıda polis olduğunu gördüm. Kahvede çalışan kıza ne olduğunu sorduğum da, “Bugün Bayern Münih’in maçı var da ondan” diye cevap vermişti. Aynen öyle. Bir tek stat çevresinde önlem almakla bu iş olmaz. Böyle bir maç gününde taraftar yoğunlaşmalarının nerelerde olacağını düşünüp, oralarda da önlem almak gerekiyor.

Sabahın erken saatlerinde henüz insanlar oraya gelmemişken tren garının önündeki meydanın alan güvenliği sağlanıp, insanlar meydana kontrollü bir şekilde alınmış olsaydı; böyle bir saldırının gerçekleşmesi çok zor olurdu.

Terör bu yıllarda insanoğlunun başındaki en büyük belalardan biridir. Masum insanlar sürekli olarak bir yerlerde terör saldırılarına kurban gidiyorlar. Güvenlik güçlerimiz de sürekli olarak hayatlarını kaybediyorlar ve bizim hepsine hiçbir zaman ödeyemeyeceğimiz kadar borcumuz var. Gece karanlığında, olmadık arazilerde, zor şartlarda hırsızıyla, uğursuzuyla uğraşıp bizim akşam evlerimizde rahat uyumamızı sağlıyorlar.
Minnetimiz sonsuz ama bu saldırının özelinde elimizden gelen her şeyi yaptığımıza inanmıyorum. Bu kadar hassas ve tehlikeli günlerden geçerken çok daha fazlası yapılmalıydı. Sevgili dostlar, bu miting için insanların kalabalık bir şekilde toplanacağı iki ana meydan vardı; üçüncü bir meydan yok. Her 1 Mayıs günü çok başarılı bir şekilde “Taksim geçilmez” direnişi yapan güvenlik güçlerimiz, Ankara’da da çok daha iyi tedbirler alabilirlerdi.

Terör yapmanın çok fazla yolu olduğu gibi, terörü önlemenin de çok fazla yolu var.
Rahmetli Levent Kırca’nın da söylediği gibi, akıllı kalın, sabırlı kalın, sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Ekim 2015 Pazar

Menfaat...

Günaydın dostlar.

Dün 95 kardeşimizi kaybettik, yüzlerce de yaralı var.
Bugün ne yapıyoruz? Herkes bir suçlu arıyor ve yaşananları bir örgüte veya bir gruba bağlamaya çalışıyor. Bu kadar uğraşmamıza hiç gerek yok. Suçlu belli. Ne zaman pis bir iş olsa, ne zaman kan ve gözyaşı olsa altından hep aynı isim çıkıyor; menfaat.


İnsanlarımızı Türkçülük veya Kürtçülük öldürmedi. Onların ölümünden sorumlu olan şahıs menfaattir. Irkçı söylemler sadece kullanıldılar. Menfaatin menfaati için Türkçülük de kullanıldı, Kürtçülük de.

“Barış” kelimesi bu topraklarda herkesi rahatsız ediyor ama bu işe en çok bozulan da menfaat oluyor. Yıllardır birbirlerini sevemediler. Arlarındaki nefretin yakın bir gelecekte bitebileceğine de inanmıyorum. Öyle zor bir kelime ki, hiç kimsenin işine gelmiyor.

Binlerce yıldır yanımızda, aramızda olan menfaatin çok da sağlam bir bünyesi var. Ne yaşlanıyor, ne hasta oluyor, ne de ölüyor. Maşallah her daim sapasağlam ayakta duruyor.
Dünyanın her yerinde yaşamakla beraber, bu toprakları daha çok seviyor. Nasıl bir sevgiyse; bize kanı kaynadı. Dibimizden ayrılmıyor. Biz menfaatin kirli icraatları ile yaşamaya alışkın bir toplumuz.
Aynı zamanda çok da cimri bir yapısı var. “Hep bana hep bana” diyor başka da bir şey demiyor. 3 kuruşluk bir alet alınmadığı için asansörde işçilerimizi kaybetmedik mi? Cimri menfaat parasına kıyamadığı için, insanlarımız hayatlarını kaybettiler.

Para harcamaktan korktuğu için, 301 madencimizin diri diri toprağa gömülmesine sebep olmadı mı? Toprak altı su haritalarını gereksiz bulduğu için, madencilerimizin toprak altında suda boğulmalarına neden olmadı mı?

Gazetelere, gazetecilere saldıran, onları döven hapse attıran menfaatin ta kendisidir. İdeolojiler ve diğer değerler, sadece kullanıldıkları ile kalırlar.
Bu kadar büyük acıların yaşandığı bir günde Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarının basketbol maçında birbirleri ile didişmesi de, menfaatin yarattığı kör kutuplaşmaların neticesidir.
Menfaat yüzünden bakımı yapılamayan belediye otobüsü daha dün Ankara’da birçok insanımızı katletmedi mi? Freni patlayan kamyonlar, dümeni kitlenen gemiler, teknik arıza yaşayan uçaklar, kabak lastiklerle ortada dolaşan araçlar; hepsi ama hepsi menfaatin ürünleridir.

Dün bütün gün evde olduğum halde, bana “Geldik evde yoktunuz.” diye mesaj atan kargo dağıtıcısının aklını çelen de yine menfaattir. Cumartesi sabahı, Şaşkınbakkal’ın kalabalık sokaklarına girmemesini öğütleyerek onu kandırmıştır.

Dostlar, menfaat her işin içinde ve her zaman aramızda. Onu bunu suçlamayın. Bütün bu işlerde tek sorumlu menfaattir. Bazen kılık kıyafet değiştirerek; fayda, yarar gibi isimler altında da dolaştığı bilinmektedir.
Bu toprakların iklimi ona çok iyi geliyor. Demin aradım konuştum, buradan hiçbir yere gitmek istemediğini belirtti.

Unutmayalım ki, bizler menfaatin arkadaşlığını kaybetmemek için, kardeşini, çocuklarını, torunlarını öldüren bir milletin torunlarıyız. Menfaat bizi sevmesin de kimi sevsin?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Ekim 2015 Pazartesi

Burj Halife

Günaydın Dostlar,

Burj Halife dünyanın en yüksek binalarından bir tanesi. Nerede bu gereksiz bina? Doğru tahmin ettiniz, diğer gereksiz her şey gibi bu bina da Dubai’de. Ben ziyaret ettiğim zaman ismi Burj Dubai idi ama sonradan ne olduysa adını Burj Halife yapmışlar. Çok yakında da Burj Rashid’e çevirirler.


Hemen baştan belirteyim, ben Dubai’yi beğenmedim. Bir tarafta dünyanın en yüksek binası, diğer tarafta dünyanın en lüks oteli, biraz ilerde en büyük alışveriş merkezi ama ortada bir ruh yok. Dünyanın en büyük ve en pahalı binalarını oraya dikmekle bir ruh sağlayamıyorsun. Diktiğin bina, oranın yaşanmışlığına ve ortak paylaşımına uygun bir yapı olmalı. Sanki Avrupa’nın veya Amerika’nın böğründen bir şeyleri alıp, getirip Dubai’ye dikmişsin gibi sırıtıyor.
Dubai’de her şey var ama ruh yok. Parayla “takım ruhu” satın alamıyorsun. Bu işin parayla olamayacağını sevgili Arap şeyhleri bir türlü anlayamadı. Onlar anlayamadı da bizimkiler anladı mı? Bizimkiler de anlayamadı. Halen sağdan soldan (büyük paralar vererek) oyuncu getirerek bir takım ruhu yaratacaklarını sanıyorlar. Türkiye’nin bir ex-pat cenneti olması da ayrı bir konu.

Örnek olarak, Fenerbahçe’nin şu anda içinde bulunduğu durum, bu düşünce tarzının en canlı şeklidir. Otuz senelik bir binayı Hollanda’dan söküp, getirip Kadıköy’ün ortasına diksen olur mu? Çevresine uyum sağlayabilir mi? Binalar gibi oyuncular da uyum sağlayamıyor. “Uçan Hollandalı” diye getiriyorsun, buraya gelince yürüyemeyen Orta Doğuluya dönüyor. Düşünüyorum da buraya Hollanda’dan gelen inekler de bunalıma girip süt verememişlerdi.

Her şeyi satın alabiliyorsun ama “takım ruhu” denilen şey parayla alınamıyor. Büyümesi ve gelişmesi için de bir zaman geçmesi gerekiyor. Konu her ne olursa olsun, dünyanın en başarılı insanlarını da bir araya getirsen bir anda takım olamıyorlar. Para için buralara gelen insan oyununu da para için oynuyor, takım için değil. Bireysel yetenekler, bir takım olduğu ortamlarda tek başına bir işe yaramıyor. Bireysel yetenekleri ortak bir ruh içinde harmanlamak da yöneticilerin görevidir.
Amerika’da yaşadığım yıllarda iyi bir baseball seyircisiydim. Aynen burada olduğu gibi New York şehrinin takımı da büyük paralar harcar, en büyük yıldızları alırdı ama genelde de şampiyon olamazdı. Neden? Çünkü bir türlü takım olamıyorlardı. Herkes kendine oynuyordu ama takım yol alamıyordu.

İş ortamında da durum çok farklı değil. Kendine değer katmayan hiçbir işi yapmak istemeyen yeni nesil çocuklar, takım ruhunun gittikçe yok olmasına neden oluyorlar. Bütün okul hayatı boyunca bireysel savaşların içinde olan öğrenciler, iş hayatına girip de “Kendinden çok takımı düşün.” görüşüyle karşı karşıya kaldıkları zaman, hayatlarının en büyük kültür şokunu yaşıyorlar.

Düşünün ki çocuk bütün hayatı boyunca sınıf birincisi olamaya odaklanmış ama şimdi birden, “Kendini boş ver, bütün sınıf başarılı olsun.” diyoruz. Ortamındaki herkesi kendine rakip gören çocukların bir anda takım oyununa dönmesi imkânsız gibi bir şey.

Benim için, “ruh” konusu çok önemli. Ben ruhu olmayan restorana bile gitmek istemem. Kafeterya gibi ortamları da hiç sevmem. Büyük olsun, küçük olsun hiç önemli değil ama bir ruhu olsun. Bina yapmakla, en iyi oyuncuyu transfer etmekle veya en iyi elemanı işe almakla takım ruhu oluşturamazsın. Takım ruhu denilen şeyin arkası da dolu olmalı. Ben de sabaha kadar “Biz çok iyi bir takımız.” diye bağırabilirim ama içi boş söylemlerle bir yere varamayız.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…