26 Eylül 2015 Cumartesi

Zap Suyu'nda Köprü Yok...

Günaydın dostlar.

Bütün çocukluğumuz Zap Suyunu karşıdan karşıya geçemedikleri için okula gidemeyen çocukların görüntülerini izlemekle geçti.  Zap Suyu, bu konuda sembol olmakla beraber, Doğu Anadolu’nun birçok yerinde de durum çok daha farklı değildi.
Zor iklim koşulları ve diğer yetersizlikler nedeniyle okula gidemeyen çocukların görüntüleri yıllarca bir mukayese tablosu olarak kullanıldı. Günümüzde de değişen çok fazla bir şey yok. Bir takım iyileşmeler sağlanmış olsa bile halen birçok yerde okula gidemeyen veya çok zor şartlar altında okula yürüyen çocuklar var. Gelip de çocukları kapısının önünden alan servis minibüsleri, bırakın gerçek hayatı rüyalarda bile yoklar.


Bugünün Türkiye’sinde bu görüntülerin halen geçerli olması da hepimiz için ayrı bir ayıptır. Fakir ülkelerin en büyük gerçeklerinden biri olan “gelir dağılımı uçurumu” bu durumun en büyük nedenlerinden biridir. Bu derin konuyu şimdilik bir yana bırakalım da, okuma, öğrenme konusuna gelelim.

Küçüklüğümde, her çocuğun okula gitmek istediğini ama imkânları olmadığı için gidemediğini düşünürdüm ama yıllar geçtikçe bu durumun tam olarak da böyle olmadığını öğrendim. Okul hasretiyle yanıp tutuşan çocuklar olduğu kadar, hiç okula gitmek istemeyen çocuklar da var.

Bu konudaki en büyük şokumu da Almanya’da gurbetçi çocuklarla sohbet ederken yaşamıştım. Şimdiki yıllarda pek yapamıyorum ama eskiden sık sık Almanya’ya giderdim. En keyifli anlarım da orada doğmuş büyümüş Anadolu çocukları ile sohbet ettiğim zamanlardı. Tamam, kabul ediyorum; bir de şarabımı veya kahvemi içerken trenleri seyrettiğim zamanlar var.
Bugünkü durumu bilmiyorum ama o zamanlar bizim çocukların en büyük uğrak yerlerinden biri, Münih’teki Karlsplatz meydanındaki McDonalds’dı. Bir şekilde sohbet açıldığı zaman, onların %75 Türkçe, %25 Almanca sohbetlerine bayılırdım. İşin komik tarafı, eğer bir kelimeyi biri Almanca söylüyorsa, diğer hepsi de Almanca söylüyordu. Sanki bir yerlerde, birileri hangi kelimelerin Almanca, hangi kelimelerin Türkçe konuşulacağına karar vermiş gibi bir durum vardı.

Çocuklarla birçok konuda sohbet eder güler eğlenirdik ama bir gün benim bir sorum karşısın da, hemen hemen hiçbirinin okula gitmediğini öğrendim. “Siz bu saatte neden okulda değilsiniz?” diye sorduğumda, acı gerçek ortaya çıktı. O gün orada benimle sohbet eden iki tür çocuk vardı. Bazıları okulu tamamen bırakmış, bazıları da o gün okulu asmış.
Sonraki yıllarda da durum pek farklı değildi. Çeşitli ortamlarda sohbet ettiğim lise çağındaki gençlerin en az yarısı okula gitmiyordu. Ben mi hep okula gitmeyenlere rastlıyordum, yoksa Almanya’nın bizim çocuklar için gerçeği bu mudur; onu da bilmiyorum. Okulda çok başarılı olan genç sayısı çok azdı.

“Neden okula gitmediklerini” sorduğumda da, “Ağabey ben okulda çok sıkılıyorum” diye cevap veriyorlardı. Bir iki çocuk okulda kendilerine kötü davranıldığından filan söz etti ama çoğu “okul sıkıcı” diyordu. Okulun sıkıcı olduğu kesin. Allah var; ben de ortaokul lise yıllarında okula gitmeyi çok sevmezdim ama Almanya’da doğup, büyümüş ve her türlü imkânı olan çocukların okula gitmek istemeyişine de yine de çok şaşırmıştım.

Etrafınıza baktığınız zaman da, sürekli olarak Almanya’da yetişmiş futbolcuları görüyorsunuz. Eminim çok vardır ama ben hiç Almanya’da yetişmiş dünya çapında profesör veya bilim adamı duymadım. Almanya birinci liginde futbol oynayabilmek de hiç kolay bir iş değil. O da yılların emeğini ve özverisini gerektiriyor ama nedense o tip işleri daha çok seviyoruz. Babamın deyimiyle, “Bizler aylak işlere meraklı bir milletizdir.”.

Beynimizi yormak, bedenimizi yormaktan daha zor geliyor bize. Zaten okumayı ve öğrenmeyi sevmeyen bir millet olduğumuz için, okula gitmek canımızı sıkıyor ve boş işler yapıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz. Bütün ömrünü Almanya’da geçirmiş arkadaşlarımın yanında ukalalık yapmak istemiyorum ama benim tecrübem hep okulu terk etmiş çocuklarla doluydu.
Almanya’da doğan çocuklarımızın ne kadarının lise, ne kadarının da üniversite bitirdiğini de ayrıca merak ediyorum. Tabi ki, benim karşıma her zaman bu tip çocukların çıkıyor olmasının nedeni de, diğerlerinin okulda olması da olabilir.

Doğunun hırçın akan sularının üzerinde olmayan köprüler bugün dahi hayatımızın acı bir gerçeği ama imkân bulduğu halde okula gitmek istemeyen çocuklar da hayatımızın başka bir acı gerçeği.
Herkes, her türlü imkânını sonuna kadar zorlayarak okula gitmeli ve kendini geliştirmeli. Okul derken tek tip eğitim kurumlarını kastetmiyorum. Kendinizi geliştirip, bir şeyler öğrenebileceğiniz her enstitü benim için bir okuldur…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Eylül 2015 Pazartesi

Zeki Müren'i Öpmek...

Günaydın dostlar.

Bizim çocukluğumuzun en büyük esprilerinden biri,  “Zeki Müren’in birini öpmesi” konusuydu. Arkadaşına gidip, “Tren desene” derdin, o da “tren” dediği zaman da, “Öpsün seni Zeki Müren” diye cevap verirdin.
 
Allah var; ben bu espriye hiç gülmezdim ama millet yerlere yatardı. Aradan 50 sene geçti ama bugün dahi huyum hiç değişmedi. Anlatılan hikâyeler veya yapılan esprilerden ziyade doğal hayatın akışı içinde yaşananlar bana her zaman daha komik geliyor. Benim için, seyahat çantasını tekerleri üstte kalacak şekilde çeken amcanın görüntüsü paha biçilemezdir.

Amaç karşındakini “salak” bir duruma düşürmek olduğuna göre, Zeki Müren’in seni öpmesi konusu herhalde çok güzel bir şey olarak söylenmiyordu. Neden Zeki Müren de bir başkası değil? “Öpsün seni Ajda Pekkan” desek olmuyor muydu? Görülüyor ki çoluk çocuk milletçe Zeki Müren’in farklı olduğu konusunun farkındaydık. Giyimiyle, kuşamıyla, hareketleriyle, nezaketiyle kendine özgü bir tarzı vardı rahmetlinin.
İşin daha da ilginç yanı nedir biliyor musunuz? Bugün aynı esprinin halen yapılıyor olması. Geçen gün çocukların aynı tip espriler yaptığını duyunca çok şaşırdım. Zeki Müren’i hiç görmemiş ve hiç tanımayan bir nesil “öpsün seni Zeki Müren” esprisi yapıyor.
Yazılarımı takip edenler birçok konuda bir gram ileri gitmediğimizden dert yandığımı bilirler. İşin garip tarafı 50 sene içinde espri konusunda da bir gram yol alamamışız. Bizler zavallı hiçbir imkânı olmayan çocuklardık ve bu tip espriler yapardık. Bugünün zekâ ve bilgi seviyesi bizlerden çok ileride olan çocuklarının 1960’lardan kalma espriler yapması çok garibime gitti.

Tahmin edebileceğiniz gibi iş sadece Zeki Müren ile sınırlı değil. “Şişe”, “Git duvara işe” esprisi de popülerliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, o da aynen devam ediyor. Hadi Zeki Müren’in değişik bir tarzı vardı ama duvarın ne özeliği var bilemiyorum. Gururla söylemeliyim ki şişe konusu da dâhil olmak üzere ben bu esprilerin hiçbirini yapmadım.

Sabah sabah kimsenin midesinin huzurunu bozmamak için, “Sana ne”, “Saman Ye” konusuna değinmek bile istemiyorum fakat “İki kere iki kaç eder?” diye sorup, karşıdaki “Dört” deyince, “Dön de götünü ört”, esprisini yazmazsam bu ülkenin ilkokul esprileri tarihinde çok önemli bir dönemi atlamış olurum.
Bugün de tazeliğini koruyan bir diğer konu da, insanların sabrını ölçmek için ortaya çıkmış olan, “Sana bir şey anlatayım mı?” konusudur. Karşındaki “Anlat” dediğinde, “Anlat demekle olmaz, sana bir şey anlatayım mı?” diyerek deli etme süreci başlar. Karşıdaki her ne derse desin, “Öyle demekle olmaz, sana bir şey anlatayım mı?” şeklinde süren süreç, sonunda karşındakinin seni pataklaması ile son bulur. Tabi böyle bir şeyin hangi çarpık beyinden çıktığını da ayrıca düşünmemiz gerekiyor.
“Ayı” denilmesinin arkasından “Götüne girsin keman yayı” durumu da ikinci kuşak esprilerdendir. Nedense bu tip esprilerde “bir şeylerin girmesi” konusu çok yaygın olarak kullanılmış. Bu konu bugünkü hayatımızın da önemli bir parçası olduğu için, 50 senelik espriler tazeliklerinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelebilmişler. Bizler için maddeler doğada iki şekilde bulunurlar. Ya sana girmiştir, ya da onlara girmiştir.

“What ne demek?” konusunu yazmama gerek yok herhalde. Lütfen bilenler bilmeyenlere anlatsınlar.

İtiraf etmeliyim ki benim de birazcık sevdiğim espri, “Senin saatin çalışıyor mu?” sorusuna “evet” diye cevap verildiğinde, “Benimkine de iş bulsana” cevabıydı. Bu biraz zamanın ilerisinde bir espriydi, o yüzden de diğerleri kadar popüler değildi.
Düşündükçe aklıma geliyor. En sevdiklerimden bir tanesi de, “Bir salağı nasıl meraklandırırsın?” sorusuna, “Nasıl?” denildiği anda olayın bitmiş olmasıdır. Eminim bunlar gibi sizler de yüzlerce örnek verebilirsiniz. “Thank you very much, tepelerim geri kaç” benim bu sabah verebileceğim son örnek olsun.

Esprilerin bir gram bile yaşlanmadan gayet diri bir şekilde ayakta kalması beni çok şaşırttı. Bilgisayara girip 52 katlı gökdelenler inşa eden bir nesil, bizler gibi sokakta naylon topla oynayan bir neslin yaptığı esprileri yapıyor.
Sevgili çocuklar, her konuda olduğu gibi bu konuda da sizlerden çok yaratıcı, çok zeki espriler bekliyoruz. Bizim salak esprilerimizi boş verin, kendinizinkileri yaratın; tıpkı üniversiteli ablalarınızın, ağabeylerinizin yaptığı gibi.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Eylül 2015 Perşembe

Zaman Daralıyor...

Günaydın dostlar.

Hazır akşama Fener’in maçı varken, biraz dedikodu yapalım mı? Hürriyet Gazetesi, “Fener’e iyi haber, 'Sakatlığı geçen Nani bu akşam oynayabilecek’.” diye başlık atmış. Bu iyi habere nedense bir gram bile sevinemedim.
 
Zaten bu sene Fenerbahçe’nin en büyük şansızlığı, Nani ve Van Persie’nin çok kötü çıkmaları. Tabi ki Manchester United’da oynadıkları seviyeleri beklemiyorduk ama bu kadar kötü olacaklarını da tahmin etmiyorduk. Manchester seviyesinin yarısı bile gelse yeterdi fakat o bile gelmedi.
İkisi de çok büyük hayal kırıklığı. Bu dünya da bir gram adalet varsa bu akşam ikisinin de ilk 11’de başlamaması gerekiyor. Hele Van Persie ve Fernandao hiç olmuyor. Takım geçen seneki kadar kötü oynayacaksa bu kadar transfere ne gerek vardı?

Düşünün ki, 2 tane eski dünya yıldızı almışsınız, tonla para vermişsiniz ve vermeye de devam edeceksiniz ama ikisinin de kıçını kaldıracak halleri yok. Bu durum ister istemez diğer oyucuları da etkiliyor. Sen yırtınacaksın, adamlar hiçbir şey yapmayacak ama günün sonunda en yüksek parayı onlar alacaklar.

Bir şansızlık da Pereira. Oyuncuların kendi kendilerine çalışacaklarına filan inanıyor. Zannedersin ki adam Almanya’dan geldi. Sanki Portekizli futbolcular çalışmaya çok meraklı da aynı şeyi bizimkilerden bekliyor. Sevgili Pereira, “bunlar profesyonel her daim kendilerini hazır tutarlar” görüşü bu topraklarda hayatta yürümez.
Hazırlık maçları da dâhil olmak üzere neredeyse 15 tane maç izledik ama bana takımın koşacak hali yokmuş gibi geliyor. Henüz bir tane bile doğru dürüst top oynadığımız maç yok. Böyle deyince de birçok insan bana, “Öyle diyorsun da takım lider.” diye cevap veriyor. Doğru söylüyorsunuz, tesadüfi gollerle ve bireysel çabalarla gelmiş bir liderlik var. Takım oyunundan eser yok.

Böyle giderse 1-2 ay sonra, “Emenike iyiydi ya, en azından sürati vardı.” filan diye konuşmaya başlayacağız. Hazırlık maçlarında iyi gibi görünen Fernandao, lig başlayınca balon gibi söndü. Takım her zamanki gibi ileride çoğalamıyor ve bir tane bile gol pozisyonuna giremiyor. Bu gidişat gerçekten çok kötü ve birkaç hafta içinde de düzelecekmiş gibi durmuyor.
Geçmişi bilen insanlar, teknik heyete ve oyunculara bu ülkede Alex’in bile yuhalandığını hatırlatmalı. Geldiğinde stadın yarısını doldurarak seni bağrına basan taraftarlar, bir anda sana bağırıp çağırmaya başlarlar. “2 hareket yapar idare ederim” düşüncesiyle geldiyseniz; bu durumu burada kimseye yediremeyeceğinizi sizlere şimdiden belirtmek isterim.
Fener çok kötü de diğerleri çok mu iyi? Tabi ki iyi değiller.

Geçen akşam Galatasaray’ın da halini gördük. Her zaman söylediğim gibi, “yazık bu ülkenin paralarına”. Bu tip maçlarda oynasınlar diye alınan Podolski ve Sneidjer gibi adamlar saha da hiç yoktu. Babacığım sen bu maçta oynamayacaksan ne zaman oynayacaksın? Son vuruşları her zaman bir hayal kırıklığı olmuş olan Umut Bulut, kurtarıcı olarak sahaya sürülüyor. Tabi ki bir de Burak Efendi var. Onun hakkında da birkaç cümle yazmam gerekiyor. Lütfen maçları dikkatli izleyin. İster milli maç olsun, ister Galatasaray’ın maçı, Burak her maçı sanki birileri rica etmiş de ayıp olmasın diye gelmiş oynuyormuş gibi oynuyor. Bir takım garip havalar, bakışlar, pozlar ama icraat sıfır.

Ne Fener’in, ne de Galatasaray’ın taraftarları mutlu. Takımlardan biri servet harcadı, diğeri sanki bir sportif başarı hedefi yokmuş gibi davrandı ama sonuçta ikisi de aynı noktaya vardı. İki takım da son derece kötü futbol oynuyor. İşin kötü tarafı haftalar geçtikçe bir iyiye gidiş de görmüyoruz.
Alarm zilleri çalıyor, zaman daralıyor. Bu taraftar, bu isteksiz ve enerjisiz kötü oyuna en fazla birkaç hafta daha tahammül eder. Bu akşam ki maç mı? Bir şey olmaz. Futbol biraz da tesadüfler oyunudur. Maç 5-0 bile bitebilir ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Fener her zamanki kısır ve beceriksiz oyunuyla hepimizi deli eder.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Eylül 2015 Salı

Kalbimdeki Boşluk...

Günaydın dostlar.

Taylor Swift abla, “Kalbimdeki boşluğa senin ismini yazacağım.” demiş. Ablanın tuzu kuru, istediği her şeyi yapabilir. Maddi manevi hiçbir sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum. İster kalbindeki boşluğa yazdırır, ister başka bir yerindeki boşluğa yazdırır.
“İsmini kalbindeki boşluğa yazdırma” olayı çok güzel bir süreç ama birinin ismini özel bir yerine yazdırmadan önce karşındakinin de bu durumu istiyor olması gerekiyor. Karşıdaki istemiyorsa, istersen altın suyunda yıkanmış harflerle yazdır,  hiçbir şey değişmez.


Hayatı rahat olanlar, kalplerine istediklerini yazabiliyorlar ama son günlerde etrafımızda yaşanan gelişmelerden dolayı bizim kalbimize bir şey yazacak halimiz de kalmadı. Kalbimiz tepesine kadar dolu. Bırakın isim yazmayı, nefes alacak yeri kalmadı. Aşk, meşk düşünemeyecek kadar mutsuz ve umutsuz bir toplum haline dönüştük. Kalbimiz üzüntüyle, çaresizlikle, nefretle, kutuplaşmayla, fakirlikle, umutsuzlukla, kavgayla, gürültüyle, ölümle, gözyaşıyla doluyken; biz, kimi nasıl seveceğiz?

Daha düne kadar analar ağlamazken, bugün kahrolmaya başladılar. Ne değişti bir anda? Garip bir savaş ortamın ortasında olduğumuzdan hepimiz eminiz ama neden savaştığımızdan o kadar emin değiliz. Ne olduğu konusunda herkesin kendine göre bir fikri var ama gerçekten ne olduğunu kimse bilmiyor.

Şehit tabutlarının önüne isimlerin yazıldığı bir ortamda, kalplerde isim yazılacak boşluk bulmak çok zor olacak. Bazen de boşluk olmuyor ama çıkıyor bir tanesi, “İlla da ben ismimi yazacağım." diye tutturuyor.

Sevgili kardeşim, istenmediğin yerde kendini de, aşkını da zorlama. Ne diyor Can Baba? “Gittin mi büyük gideceksin! Ayrılık bile gurur duyacak seninle.” Aynen Can Baba’nın dediği gibi gideceksin. Bir daha mahallesinden bile geçme.

Her şeyin doğal olarak kendiliğinden gelişeni güzeldir. Senin ismini bir yerlere yazmak isteyen insan zaten yazar. İstemiyorsa da zorlayarak bir yere yazamazsın. Bazen evlenme programlarında da denk geliyorum, “Ne olur bir kere daha görüşelim.” diyorlar. Ne olacak bir kere daha görüşünce? Hiçbir şey… Kardeşim anla artık, seni istemiyor.
Hepimiz öyle garip insanlarız ki aslında karşıdaki insanın bizi çok sevdiğini ve istediğini ama başka nedenlerden dolayı bizle beraber olamadığını düşünüyoruz. Kim bilir belki de böyle düşünmek daha çok hoşumuza gidiyor. Bu düşünce, bizim kafamızda ürettiğimiz saçma sapan bir teoriden daha fazla bir şey değil. Sizi istemiyor, hemen uzaklaşın oradan.

Konu her ne olursa olsun, ister aşk, meşk, ister dostluk, arkadaşlık. Seni istemediğini hissettiğin an hemen uzaklaş oradan. Gururunu ayaklar altına alıp sırnaşık hallere düşmenin kimseye bir faydası olmaz. “Seni istemiyorum.” diyen kızları sokak ortasında bıçaklama halleri de böyle bir sırnaşık düşünce tarzının ürünüdür.

İsmini her istediğin yere yazamazsın. Yazılacak ortam müsaitse ve de arzu ediliyorsa git yaz ama boşluk yoksa git başka yere yaz. Dağlara yaz, taşlara yaz, sosyal platform ortamlarına yaz ama oraya yazamazsın kardeşim. Neden bunu anlamak istemiyorsun? “Zorla güzellik olmaz.” diye adamlar boşuna mı söylemişler.

Öyle enteresan bir yapımız var ki, karşımızdaki insanın bizle daha mutlu olduğunu, biz ondan daha iyi biliyoruz. “Gel anam, senin ilacın benim” ruh hali bu topraklarda ne kadar da çok yaygın bir durum. Herkes doktor olmuş, milleti tedavi edecek.
Laflarını çok sevdiğim Can Baba’nın başka bir cümlesiyle noktalayalım bu sabahki yazımızı. “Sen bilirsin.” O kadar güzel bir cümledir ki, “sen bilirsin” sık sık kullanılmalıdır. Mesajı alın, insanları “Seni istemiyorum.” demek zorunda bırakmayın…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

12 Eylül 2015 Cumartesi

Sil Baştan Başlamak Gerek Bazen...

Günaydın dostlar.

Okuldan başka her yere gitmeye meraklı bir öğrenci olarak, Ankara’da oynanan hiçbir maçı kaçırmazdım. Maç derken; sadece futboldan bahsetmiyorum. Ankara 19 Mayıs stadının dış sahalarında oynanan amatör küme maçlarından tutun da, Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu’nda oynanan voleybol maçlarına kadar hepsine giderdim. Hafta sonu geldiği zaman, o salondan o salona koşar dururdum.
 
Bütün bu branşların arasında durumu en kötü olanlar da bayan voleybol takımlarıydı. Avrupa takımları ile oynadığımız zaman ne kulüp bazında, ne de milli takımlar seviyesinde bir tane bile maç kazanamazdık. Bizim zavallı 165 cm boy averajlı kızlarımız genelde bir tane bile set dahi kazanamadan maçları kaybederlerdi.

Herkes bu işten umudunu kesmişken birileri ortaya çıkıp radikal değişiklikler yapmaya karar verdi. 165 cm boy ortalamasıyla ne kadar çalışırsak çalışalım bir yere varamayacağımızı görüp, 180 cm ve üzeri boy ortalaması olan kızlarla sıfırdan başlamaya karar verdiler. Bugün sürekli olarak en büyük şampiyonalarda oynayan bayan voleybol takımının tohumları o günlerde atıldı. Böyle radikal bir iş yapmayı başarabilen o günkü yöneticileri tekrar tebrik ediyorum.
Bayan voleybol takımı bizim en başarılı milli takımımız. Sürekli olarak hep tepeye oynuyorlar. Japonya, Çin, Brezilya, Amerika, Rusya, Küba gibi büyük voleybol ekollerinin takımlarını defalarca yendiler.
“İyi güzel de, ortalıkta bu kadar çok konuşulacak şey varken voleyboldan başka konuşulacak şey kalmadı mı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Babam de sık sık bize, “Her iş bitti; bir tek bu mu kaldı?” diye sorardı…

1960’ların bayan voleybol takımını aklıma getiren şey 2000’lerin politikacılarıdır. Hepsinden ama istisnasız hepsinden ayrı ayrı bıktım desem çok mu ayıp olur? Hiç birini görmek de dinlemek de istemiyorum. Tabi ki devlet de devamlılık esastır ve tecrübenin de ayrı bir yeri vardır fakat Söğüt günlerinden beri orada olan politikacılar artık emekli olsalar ne güzel olur. Mümkünse ne seçim çalışması yapsınlar, ne de milyonlarca kâğıt parçası bastırmak için ağaçları katletsinler.

İnsanlar artık söylenenlerden de, yazılanlardan da, anlatılanlardan da bıktı usandı. Açık oturum da istemiyorum, sokaklarda, meydanlarda miting de istemiyorum. Artık ses tonlarınızı bile ezberledik. Bırakın her zaman duyduklarımızı, ara sıra duyduklarımı bile artık ses tonundan ayırt edebiliyorum.
Emin, çıkar ağzından baklayı sabah sabah ne söylemek istiyorsun? Söylemek istediğim şudur ki, “Sil baştan başlamak gerek bazen”. Konu ne olursa olsun; ister iş ilişkisi, ister aşk ilişkisi sıfırdan başlamak bazen en güzel yöntemdir. 165 cm boy averajı olan politikacılarla buraya kadar. Ne kadar çalışırsanız çalışın bu takımla yol alamazsınız. Bu amcaların bugünkü dünya konjonktüründe smaç vurması imkânsız gibi bir şey. Bize artık hem iyi smaç vurabilecek, hem de iyi blok yapacak politikacılar lazım.

Günümüzde oyunlar çift yönlü oynanıyor. 180 cm boy averajı olan politikacıların zamanı geldi de geçti bile. Ben bütün ömrümü aynı 6 sesi duyarak geçirmek zorunda mıyım? Yeni fikirlere ve alışılagelmişi düşünmeyen beyinlere ihtiyacımız var. Mezhepçilik, ırkçılık, din sömürüsü gibi kavramlardan hepimiz bıktık usandık. Bu kelimelerin anlamını bile bilmeyen bireyler bulmak çok mu zor?
Millet aya gitti ama biz halen aynı şeyleri tartışıyoruz. Dünyanın ciddi sorunları var. Susuzluk sorunu başta olmak üzere bizleri ciddi problemler bekliyor. Çok kısa vade de karşımıza çıkacak sorunlara halen 100 yıllık konuları tartışarak mı hazır olacağız? 6 katlı binaları yıkıp yerine 8 katlı binaları yaparak ileri gidilmiyor.

Dünya arenasında oynamak istiyorsak, dünya çapında oyun oynayabilecek oyunculara ihtiyacımız var. Bkz. Voleybol bayan milli takımı…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Eylül 2015 Perşembe

İğneyi Kendine Çuvaldızı Başkasına...

Günaydın dostlar.

Yurtlarını terk etmek zorunda kalan zavallı insanların yaşam çabası hepimizin yüreklerini dağlıyor. Allah kimseyi evinden, yurdundan kaçıp başka milletlerin insafı altında yaşamak zorunda bırakmasın.
Bu devirde kimseden kimseye hayr yok. Kucağında çocuğu ile kaçan adamcağıza bir insan müsveddesi tarafından takılan çelme hepimizi çok rahatsız etti, çok sinirlendirdi. Hatta dün ben bu konuda bir tweet bile attım.


Sonra da oturup düşündüm. Onlar çelme taktı; peki biz ne yaptık? Başkalarını eleştirirken kendimizi sütten çıkmış ak kaşık gibi görme özelliğimiz var. Hiçbir şeyi üzerimize alınmıyoruz.

Aylarca en ağır işlerde çalıştırıp beş kuruş para vermeden yolladık. Nasıl olsa şikâyet edemezler diye her türlü sömürüyü yaptık. Para vermek merhametini gösterenler de, değil yaşamaya, ölmeye bile yetmeyecek kadar ücretler ödediler.

Kızlarını ailelerinden ayırıp fuhuş batağına zorladık. Gencecik kızları yaşının 5 misli büyük adamlarla nikâhladık. Birçok çocuk, genç kız, kadın tecavüze uğradı. Tecavüze uğramayanların da başına gelmedik taciz kalmadı.
Sokakta mendil satıp 2 kuruş para kazanmaya çalışan çocuklarını dövdük. Yaşamı boyunca hiç alışık olmadığı halde cam silip birkaç lira para kazanmaya çalışanları aşağıladık, kötü davrandık.
Evlerini, işyerlerini yaktık, yıktık. Zar zor sığındıkları mekânlardan tekme, tokat dışarı attık. Bütün mahalle ayaklanıp üzerlerine yürüdük. O minicik bakkal dükkânının dünyalar kadar mülteci için bir ekmek kapısı olduğunu düşünmeden yerle bir ettik.
Maddi, manevi her türlü işkenceyi yaptık.

Bu insanlara yardım edenler olmadı mı? Tabi oldu. Hem de çok fazla yardım edildi ama yapmadığı eziyet kalmayan ve durumdan nemalanmaya çalışanlarımız da çok fazlaydı. Böyle bir durumu bile hemen bir fırsata çevirmeye çalıştık.
Evsiz, barksız kalmanın ne demek olduğunu ancak yaşayan bilir. Kimse böyle bir duygu yaşamasın. Bütün bu yaşananları görüp yurdumuza, vatanımıza sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlamamız gerekiyor. Allah hiçbirimizi Avrupalıların insafına kalmak zorunda bırakmasın.

Bu durum da gösteriyor ki, başkalarını eleştirmeden önce; ilk olarak iğneyi kendimize batıralım, çuvaldız konusuna da sonra bakarız…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Eylül 2015 Pazar

Kırk Yılda Bir Kere...

Günaydın dostlar.

Kırk yılda bir olmayacak bir şey başarıyoruz, ondan sonra da sanki o bizim normal halimizmiş gibi havalara giriyoruz. Bu durum her konu için geçerli olmakla beraber bugünlerde bunun en canlı örneğini futbol konusunda yaşıyoruz.
Bazen birçok tesadüf bir araya geliyor ve mucize bir süreç yaşıyoruz. Örnek olarak, Avrupa kupasında yarı finale yükseldiğimiz süreç böyle bir süreçtir. Son saniyede çatala giden toptan tutun da, Fatih Terim balına kadar birçok şeyin bir araya geldiği bir ortamda tarihi bir başarı yaşadık. Sonra ne yaptık? Hemen kendimizi Avrupa’nın en iyi takımlarından biri zannetmeye başladık.


Kendimize gelmek de yarar var. Normal olan bizim bu turnuvalara gidemememiz. Genelde de zaten gidemiyoruz. Kaç turnuva olmuş ve biz kaçına gidebilmişiz? Sanki her turnuvanın değişmez takımıymışız gibi havalara giriyoruz hemen. Ben yarım asırdan fazla bir süredir bu ülkede yaşıyorum ve milli takımın 2, Galatasaray’ın 1 başarısı dışında da başka bir başarı görmedim. Demek ki averaj olarak 17-18 senede bir kere bir balık atıyoruz ama normal seviyemiz bu değil.

Bizim fiziksel yapımız da, psikolojik yapımız da futbol oynamaya hiç ama hiç uygun değil. Ne enerjimiz var, ne teknik becerimiz var, ne de bu işlerin psikolojisini kaldıracak ruh halimiz.

Maçları dikkatli izleyin. Bizim oyuncularımız atılan pasları bile kontrol edemiyorlar. Pası birazcık hızlı atarsan top ayaklarına çarpıp 10 metre öteye gidiyor. Hiçbir zaman topu kontrol etmeyi başaramıyorlar. Topu durduramayınca da sanki her zaman yaparmış da şimdi yapamamış gibi bir takım havalı hareketler yapıyoruz ama bu tip karizma arttırıcı roller işin gerçeğini değiştirmiyor. İşin topsuz kısmında çok havalı ve çok başarılıyız ama çimlere çıktığımız zaman havamız bir anda sönüveriyor.

Hızlı atılan topu alamayacağını bilen bir diğer oyuncu da bu sefer pası yavaş atıyor. Top yavaş gidince de hızlı akına çıkamıyorsun. Hızlı akına çıkamayınca da sen gelene kadar adam kalesinin önüne duvar örüyor. Bu arada dikkatimi çeken bir diğer konu da, dünyanın çeşitli yerlerinde hızlı paslaşmayı becerebilen oyuncular, Türkiye’ye gelince başaramaz oluyorlar. Havamız da veya suyumuz da bir terslik var ama ben çözemedim…

Pas atamıyoruz da peki gol atabiliyor muyuz? Onu hiç atamıyoruz. Bizim ülkede kesinlikle golcü yetişmiyor. Golcülük farklı bir iştir. Bu doğrultuda düşünebilecek bir kafa yapısına sahip olman gerekiyor. Topun olacağı yeri iyi sezerek orada olabilme yetkinliğine sahip misin? Değilsen hiç boşuna uğraşma. Türkiye’nin en çok gol atan oyuncusu Hakan Şükür’ün golcülükle uzaktan yakından alakası yoktu. Düşündüğünüz zaman, Ümit Karan çok daha fazla “golcü” düşünce tarzı ve vuruşları olan bir oyuncudur.
Olayın bir de fiziksel özellikler boyutu var. Bunun da en başında hızlı olmak ve iyi koşmak gerekiyor ama maalesef biz de ikisi de yok. Bizim burada hızlı koştuğunu zannettiğimiz oyuncu, Avrupa maçlarında kaplumbağa kardeş gibi kalıyor. Önüne gelen her oyuncu ondan daha hızlı koşuyor.
Boy, pos desen; o da yok. Kenarlardan bir sürü orta yapıyoruz ama kafa vuracak adamımız yok. Milli takımın boy ortalaması, Avrupa’nın ortaokul takımları seviyesinde bile değil. Diyeceksiniz ki, “Müller çok mu uzun boyluydu da dünyanın en büyük golcülerinden biri oldu?” Bu sorunun cevabı zaten sorunun içinde gizli; sizin de belirttiğiniz gibi Müller golcüydü. Gol koklamak ve gol atabilmek ayrı bir yetenektir.

Biz ne yapıyoruz? Bir takım gol pozisyonu gibi bir şeylerin içinde buluyoruz kendimizi ama ne pozisyon gol pozisyonu, ne de bizim takımımız da golcü var. Golcü olmayan adam da topa 500 kere de vursa golü atamıyor.

Golcü yetişmediği gibi, bizim ülkede kaleci de yetişmiyor. Şu andaki mevcut kalecilerden daha iyilerini yetiştirmemiz hiçbir şekilde mümkün değil. Hantal ve sürekli konsantre eksikliği fazla olan yapımızla en fazla bu kadar oluyor. Bir Anadolu çocuğunun saniyede kendini yere atması çok kolay bir iş değil.
Sizin de bildiğiniz gibi bizim oyunculara laf da söylenemiyor. Kimse cesaret edip de, “Senin bu yönün eksik, gel bu konuda çalışma yapalım.” diyemiyor. Beyler zaten her şeyin en iyisini biliyor. Kaleci Rüştü, ilk meşhur olmaya başladığında yan toplarda zayıftı, 50 sene top oynadı, emekli olurken halen zayıftı. Kimse bu yönünü bir gram geliştiremedi. Bu tip satırlar yazarken de nedense hep aklıma futbolcuların çalışmalardan sonra nasıl "taş fırında pişmiş pideler yedikleri" konusu geliyor.

Bu kadar laf ettikten sonra bu akşamki maç ile ilgili de birkaç laf etmeden geçmek olmaz. Bu akşamın normal sonucu Hollanda’nın (her ne kadar bugünlerde onlar da çok kötü olsalar bile) maçı kazanmasıdır ama futbol bu, her türlü sonuca açık bir oyun. Fatih amcanın balı devreye girer, Arda 25 tane çalım atıp gol atar veya Burak’ın yaptığı orta kaleye girer, her şey olabilir. Bir anda kendimizi dünyanın en iyi futbol ülkesi zannetmeye başlarız.
Gün sonunda umarım ben yanılırım ama bu akşam Türkiye’nin maçı kazanma ihtimali en fazla %30’dur.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Eylül 2015 Cuma

Yarın Sabah...

Günaydın dostlar.

Mutlu ama minicik bir hayatın var. Bolluk içinde yüzmüyorsun ama aç da değilsin. Bazıları orta sınıf diyor sana, bazıları da orta sınıfın biraz altı…
İşine gidip geliyorsun, çocuklarını okula yollayabiliyorsun, baba yadigârı evin de var; “Allaha şükür her şeyim var” diye her akşam yatarken şükredip, dualarını okuyup uyuyorsun. Her akşam ailece masanın etrafına oturup çorbanızı kaşıkladığınız anlar, ailenin en mutlu anları. Masa örtüsünün üzerindeki çiçekler bile ayrı bir canlanıyor sanki.


Minicik evinde mutlusun ama sokakta da garip bir huzursuzluk var. Etrafınızdaki ülkeler de “Arap Sonbaharı” denilen bir şeyler yaşanıyor. Korkuyorsun, tedirginsin. Mevsim değişir buraya da soğuklar, karanlıklar gelir mi acaba diye endişelisin. Yönetimden, baskılardan, yaşananlardan çok da mutlu değilsin ama en azından bir düzenin var, alışılmış bir hayatın var. Mükemmel bir hayatın olmasa da, ailenle, yavrularınla mutlusun.

İşler yavaş, yavaş karışmaya başlıyor. Ülke nereden geldiği belli olmayan Suriye âşıkları ile dolmaya başladı. Meğerse Suriye’nin menfaatlerini düşünen ve bu uğurda canını bile vermek isteyen ne çok insan varmış.

Yer, yer çatışmalar başlıyor. Suriyeliler değişiklik istiyor deniliyor ama etrafına bakınca bu kargaşanın içinde Suriyelilerden başka herkesin olduğunu görüyorsun. “Ne oldu bize böyle birden?” diye kendi kendine soruyorsun Nasıl böyle nefret kutuplarına ayrıldık?

Her yer karıştı. Kimin kiminle savaştığı belli değil. Bu coğrafyada yaşayan ne kadar çok örgüt varmış. Hepsinin ayrı hedefleri olan bir sürü örgüt ortalığı cehenneme çevirmeye başladı. Yan komşunun evinin üzerine düşen bomba için ne diyeyim bilemiyorum. Hepsinin mekânı cennet olsun. Yaşıyor musun öldün mü belli değil. Yaşadığına mı sevineceksin, 40 yıllık dostlarını kaybettiğine mi üzüleceksin? Kafan karmakarışık.

Yolun karşısındaki kuzenler, tehlikeyi görüp ülkeyi terk ederken sen uyanamadın. İşlerin bu boyuta geleceğini tahmin bile edemezdin. Millet evini, arsasını, bağını, bahçesini para ederken sattı gitti ama sen ülkenden kopamadın. Artık evin sağlam kalsa ne olacak? Bugün değilse yarın piyango sana da vuracak.
Herkes Türkiye sınırına yürüyor. Allah kahretsin. Siz ne yapacaksınız? Evinizi, barkınızı bırakıp siz de mi gideceksiniz? Gitmezseniz öleceksiniz. Giderseniz de oralarda ne yapacaksınız? Yollarda sıcaktan, açlıktan telef olursanız ne olacak?

Bilmiyorum doğru mu yaptınız ama aldınız bir bavul giyeceğinizi elinize, taktınız bileziklerinizi kolunuza geldiniz sınıra. Türkiye’nin sizi almaya niyeti var mı o da belli değil.
Çocuklar sakın yanımdan ayrılmayın. Ceketimi sıkı sıkı tutun sakın bırakmayın. Söyleyemedin çocuklara neden yollara düştüğünüzü. “Türkiye’ye akraba ziyaretine gidiyoruz.” demek zorunda kaldın. “Artık bizim ne evimiz var, ne de bir hayatımız; her şeyimiz bu bavulun içinde.” diye nasıl söyleyebilirdin ki?
Günlerdir aç, susuz sıcağın altında bekliyorsunuz ama üzülmeyin, Türkiye sizi mutlaka alacaktır. Bugüne kadar kimler geçmedi ki o tellerden. Türk insanı sizi orada bırakamaz. Yüreği elvermez. Belki yarın, belki yarından da yakın muhakkak o telleri geçeceksiniz.

Çıktınız tellerin arasından ama kız yok. Kucaklayıp telin öbür tarafına verdikten sonra yok oldu. Allah’ım kızım yok. Allah’ım kızım nerede? Oğlum ablan nerede? Dostlar, arkadaşlar, kardeşler yardım edin, kızım yok. Asker ağabey ne olur kızımı bul. Kızım nerede? Polis amca, kızımı gördün mü? Kalabalıkta bir yerdedir, şimdi çıkacak karşıma. Yüce rabbim kızımı sen koru.

Kızım nerede? Kargaşa esnasında muhtemelen yolun öbür tarafında ki kampa girdi. Çıkıp kızımı aramam lazım ama dışarı bırakmıyorlar. Allah’ım delireceğim kızım nerede? “Ne olur bırakın, öbür tarafa geçip kızımı aramam lazım.”
Akşam oldu, “Artık hiç çıkamazsın” diyorlar.

Gözlerim sonuna kadar açık. Bitmez bu gece. Allah’ım, bu akşam kızım sana emanet, ben koruyamadım ne olur sen kızımı koru. Hadi hava aydınlansın artık, yarın sabah ilk iş kızımı aramam lazım…
Allah kimseyi evini, yurdunu terk edip, tel örgülere, açlıklara, sefaletlere, cam silmelere, saldırılara, kaçırılmalara, tecavüzlere, cinayetlere, itilip, kakılmaya mecbur bırakmasın…

1 Eylül 2015 Salı

Klimaları Kapatın...

Günaydın dostlar.

Bu sabahki derdim, klimalar.
Havaların sıcak gitmesinden midir yoksa ülkenin içinde bulunduğu durumdan mıdır bilmiyorum ama bu aralar her sabah üzerine gidecek bir konu arıyorum. İçimden bir şeylere takmak geliyor herhalde…



Korkmayın, korkmayın olay “pişmiş domates” kadar ciddi ve vahim bir konu değil ama yine de bu açık klimalar hiç hoşuma gitmiyor. “Hoşuna gitmiyorsa, kapat kardeşim” diyeceksiniz ama konu o kadar basit değil.
Sizlerin de bildiği gibi Minibüs Yolu ile Sahil yolu arasında kalan arazi parçasında “kentsel dönüşüm” adı altında büyük bir betonlaşma yarışı yaşanıyor. Eski apartmanlar yıkılıp yerine daha büyük, daha çok insana mesken olacak binalar yapılıyor. Bu betonlaşma ve apartmanlaşma işini hiç sevmesem de, Allah var bu apartmanların bazılarını çok güzel yapıyorlar. En azından dış görünüşleri başarılı oluyor.

Sokaklarda yeni apartmanların arasında yürüyüş yaparken, “Bunları büyük bir hızla yapıyorlar, inşallah sağlam yapıyorlardır.”, diyorum kendi kendime.

Görünüşleri çekici olan bu binalara, güzel de isimler veriyorlar. Koru Rezidans, Çamlık Konakları, Yalı Sitesi gibi yapılan bina ile uzaktan yakından alakası olmayan her isim bu apartmanlara veriliyor. Bir Allah’ın kulu da gelip, “Ne sitesi kardeşim, burada sadece uyuz bir tane bina var.” demiyor.

Hemen belirteyim, yeni yapılan bu daireler için inanılmaz fiyatlar istiyorlar. Bizim karşımızda yapılan apartman biteli 4 aydan fazla bir süre geçmesine rağmen henüz bir tane bile satamadı.  Apartman görevlisi arkadaşımızın söylediğine göre (doğrumu yanlış mı bilmiyorum ama) daire başına 1,5 milyon dolar istiyorlarmış. 3 odalı bir apartman dairesi için 4 milyon TL. “Çüş”, demekten başka bir şey gelmiyor aklıma.
İnanılmaz fiyatlar istiyorsun, inanılmaz isimler koyuyorsun ama klimaları da armut gibi ön cepheye koyuyorsun. Sık sık yazılarımda çok da estetik kaygımız olmayan bir millet olduğumuzdan söz ediyorum. Ne yazık ki artistik değerlerimiz çok da gelişmiş değil. Konu ne olursa olsun, her şeye işlevsel bakarız.

Güzel bir bina yapıyorsun ama dışarıdan bakan ön cephede 18 tane klima dış ünitesi görüyor. Bu nasıl bir çirkinliktir? Bu nasıl bir estetik eksikliğidir? Bu nasıl bir görüş noksanlığıdır? “Kardeşim bunları bir şekilde saklayacak daha güzel bir plan çizemiyor musun?”. Hemen belirteyim çok güzel bir şekilde bunları saklayan mimarlar var.
Binayı istediğin kadar güzel yap; alaturka bir şekilde uzak doğu evleri tadında bir görüntü içinde klimaları dış yüzeye koyduğun zaman benim için o bina bitmiştir. Bu sabah klimalara taktım ama antenler için de durum çok farklı değil.
Klimalarla yeni binaların görüntüsünün içine edenler çok fazla olmakla beraber; bu binaların iyi bir yanı, balkonların kapatmaya müsait olmaması. Balkon çevirmeye meraklı bir millet olarak, en azından bu çirkinlikten kurtulmuş olduk. Benim şu anda yaşadığım apartmanda yaşayan komşularımızdan biri, yangın merdiveni girişini kapatıp kiler haline getirmişti… 

Bulduk mu boş bir alan hemen etrafını kapatırız. Yangın merdivenlerini, bahçeleri, balkonları, apartman boşluklarını değil, klimaları kapatın…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…