26 Şubat 2015 Perşembe

Sistem Baştan Yanlış...

Günaydın dostlar.

Biliyorsunuz ben politik konulardan pek anlamam ve bu konuda yazılar da yazmam. Ayrıca zaten bu konuları çok güzel yazan insanlar var. Hepimiz her sabah birçoğunu okuyoruz. O yüzden bu yazım da politik bir yazıdan ziyade, sistemsel bir yazı…
Diyeceksiniz ki madem yazmıyorsun bu sabah bu konu da nereden çıktı? Sosyal medyada ve duvarlarda, yeni Türkiye’nin, yeni adaylarının 500 seve evvelki kıyafetlerle çekilmiş resimlerini görünce yazmadan edemedim.


Amerika’da bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilen bir insan olarak ben her zaman bizim ülkemizde milletvekillerinin kimi temsil ettiğini çok sorgulamışımdır. Oy aldıkları seçim bölgesini mi temsil ediyorlar, bağlı bulundukları partiyi mi, yoksa parti başkanını mı?

Bu tip resimler çektirip duvarlara astırarak kendilerine oy verecek seçmeni mi etkilemeye çalışıyorlar, yoksa parti başkanını etkileyerek aday olmaya mı çalışıyorlar. Oyu verip bu insanları meclise yollayan seçmenler neden öncelik sırasında en sona atılıyorlar.

Bir de parti kararı veya grup kararı diye bir olay var. Hayatımda bundan daha saçma, bundan daha verimsiz bir icat görmedim. Partimiz bu şekilde karar verdi, biz de hepimiz bu yönde oy kullanıyoruz, yoksa başkanımız kızar. Ne güzel bir dünya…

Bu sabah siyasi partilerden konuşuyoruz ama spor kulüplerinde, şirketlerde de durum hiç farklı değil. İnsanların birçoğu şirketin menfaatlerinden önce, tepedeki başkanlara şirin görünmek yarışı içindeler.

Mecliste bir yasa tasarısı veya her hangi bir başka konuda oylama yapılırken, her seçim bölgesinin o konu üzerindeki menfaatleri ve görüşleri aynı olmayabilir. Örnek olarak, görüşülen konu, Artvin’in çok işine gelebilir ama Muğla’nın hiç işine gelmeyebilir. Grup kararı alındı diye, bu vilayetleri temsil eden milletvekillerinin aynı şekilde oy vermesi doğru bir iş mi?
Şimdi soruyorum size, bu adaylara oy verip meclise yollayan insanlar, gidip te orada parti başkanlarını mutlu etsinler diye mi oy veriyorlar yoksa kendi seçim bölgeleri ve ülkenin menfaati için çalışsınlar diye mi oy veriyorlar?
Tabi ki bu konuda tek suçlu politikacılar değil. Biz de çok suçluyuz. Hiçbir zaman bu insan benim bölgeme ne yarar sağlayabilir, ne gibi hizmetler getirebilir diye oy vermiyoruz. Her seçimde kemikleşmiş, dar görüşlü, katı, kindar duygularımızla oy veriyoruz.

Tamam, son 150 senedir oy attığın partiye yine gittin oy attın ama bu insanlar mecliste senin seçim bölgen için ne yapacaklar? Dik durup seni temsil edebilecekler mi, yoksa kötü olurum korkusuyla ağızlarını açmaktan çekinecekler mi?

Hiçbirimizin haberi yok. Her seçimde İstanbul’dan gidip oy veriyoruz ama partilerin adaylarının isimlerine ve özelliklerini bilenimiz var mı? Sivrilmiş birkaç isim dışında kimseyi tanımıyoruz.
Meclisteki milletvekillerinin kendi parti çıkarlarını veya parti başkanlarının çıkarlarını değil de, temsil ettikleri seçim bölgesinin ve ülkenin menfaatlerini düşünerek oy atabildikleri gün Türkiye gerçekten çok fazla yol almış olacak.

25 Şubat 2015 Çarşamba

BiDost...

Günaydın dostlar. BiDost yazdım ama bu yazının başlığı her şey olabilir. Bir arkadaş, bir yardım, bir amca, bir kardeş, bir polis, kısacası aklınıza gelen her şey olabilir.

BiDost’tan bahsetmeden önce, bu sabah BiTaksi uygulamasından bahsetmek istiyorum. BiTaksi nedir? BiTaksi, akıllı telefonunuzu kullanarak taksi çağırmanıza yarayan bir uygulama. Hemen söyleyeyim çok ta başarılı bir uygulama.
 
Bu uygulama, akıllı telefonunuza yüklenen basit bir aplikasyon sayesinde çalışıyor. BiTaksi aplikasyonunu tıkladığınızda program açılıyor ve etrafınızdaki taksileri gösteriyor. Taksi istiyorum kutucuğunu tıkladığınızda da, oradaki taksilerden biri istediğinizi kabul edip bulunduğunuz noktaya geliyor. İşte bu kadar basit…
Kredi kartı ile ödeme ve bindiğiniz taksinin ve şoförünün kim olduğunun bilinmesi gibi avantajları da var. Uygulamanın öbür bacağı da şoförlerin telefonuna yükleniyor. Bir tanesi sizin taksi talebinizi kabul ettiği zaman başka bir tanesi daha kabul edemiyor. Anlayacağınız, bir talep geldiğinde erken davranan kazanıyor.

Şoförlere bunun ne avantajı var. Onlarında iş hacmi artıyor. Örnek olarak siz burada taksi beklerken yan sokaktan bomboş bir taksi geçse ruhunuz duymaz. Bu uygulama sayesinde etrafınızdaki boş taksileri hemen görebiliyorsunuz. Talep gittiği zaman, boş bir şekilde yoluna devam etmekte olan taksici, sizi görüp hemen bir alt sokağa geliveriyor.

Ben, bu uygulamayı birçok taksi şoförüne sordum ve hepsi işlerinin artmasına yardımcı olduğunu söylüyor. Olmasa zaten kullanmazlardı. Bizlerin için avantajı da, etraftaki taksilerden haberdar olmak ve bütün bilgileri kayıtlı olan bir taksiye binmek oluyor. Taksinin konumu her an belli oluyor. Tabi ki kullananlar telefondaki uygulamayı kapatmadıkları müddetçe. Yoğun saatlerde birçoğu kapatıyormuş diye duydum ama doğru mu bilmiyorum.

Bu kadar BiTaksi reklamı yaptıktan sonra hemen şunu belirteyim, bu sabahki konumuz taksi bulmak veya bu uygulamanın reklamını yapmak değil. Bugünkü konumuz insanları koruyabilmek ve acil durumlarda yardım edebilmek.

Son günlerde yaşanan vahşetler hepimizi derinden etkiledi ve etrafımızdakileri nasıl koruyabiliriz diye düşünmeye zorladı. Emin’in görüşü bu devirde artık akıllı telefonlarda taksi bulma programının mantığında çalışacak olan, bir acil durum, yardım aplikasyonudur.
Bu uygulamayı isteyen herkes ve bilhassa da polisler (koruma işi yapan herkes) telefonlarına yükleyebilirler ve biri tıkladığında, aynen taksi bulma programının mantığında olduğu gibi, ekranda yardım istenen noktayı görüp, hemen müdahale edebilirler.

Programın detaylarını etraflıca düşünmek gerekir ama ana fikir taksi bulma mantığından çok farklı olmayacak. Ben aplikasyonun birkaç seviyesi olur diye düşünüyorum. Bir kere her polisin, her jandarmanın, her güvenlikçinin telefonunda bu uygulama olmalı ve bir imdat çağrısı geldiğinde o civarda olan bütün telefonlara gitmeli.

İkinci seviye sizin belirleyeceğiniz akrabalar, arkadaşlar. İstediğiniz herkesi sisteme tanımlayacaksınız ve her nerede olurlarsa olsunlar sizin imdat çağrınız bu insanların hepsine gidecek.

Üçüncü seviye de, bu uygulamayı cep telefonuna yüklemek isteyen herkes. Bir imdat çağrısı geldiğin de (isterseniz) hemen yan sokağa koşabileceksiniz. Bu gibi durumlarda, her zaman bir ölme ve yaralanma tehlikesi olduğu için, müdahale edip, etmemek sizin cesaretinize, yüreğinize ve vicdanınıza kalmış bir durum.
Yukarıda da belirttiğim gibi programın birçok detayı olabilir. Örnek olarak, bir imdat çağrısı geldiğinde yakın bir noktada iki polis olduğu görülürse, neden müdahale etmediniz diye sorulabilir.

Devir teknoloji devri. Bu uygulamaları yararlı olabilecek şekilde günlük hayatımıza sokmamız gerekiyor. Bize getirdikleri tek kazanç, her gün çocuklarla Minecraft münakaşası yapmak olmamalı.
Çok kısa olarak aplikasyonun yapısı bu şekildedir. Eminim büyüklerimiz, konunun uzmanları detaylarını benden çok daha güzel şekillendireceklerdir. Her konu da olduğu gibi bu konuda da kötü niyetli kullanımlar olabilir ama caydırıcı bir takım tedbirlerle onların büyük bir kısmı önlenebilir.

Taksi uygulamasında da, amca taksiyi çağırıyormuş ama taksi aşağıdaki sokağa dönene kadar boş gelen başka bir taksiye binip gidiyormuş ama bu tip sorunların oranı çok düşükmüş. Uygulamanın bir iyi yanı da, size gelecek olan taksiyi şoförünün resmine kadar belirtmesi. Zaten uygulama şoförlerin üzerinden yürüyor, zira genelde bir taksiyi birden fazla şoför kullanıyor.
Zaman için de bu tip bir uygulamanın caydırıcı bir yanı da olabilir. Menülerde aramadan hemen saniye de basılabilecek çok kolay bir işlem olmalı.
Yaşadığımız kötü günler, herkes gibi Emin’i de bir şeyler düşünmeye zorluyor. Daha fazla karanlık günler olmaması dileği ile hepiniz sağlıklı kalın.
 
 
 

23 Şubat 2015 Pazartesi

Duygusal Değil Gerçekçi Olalım...

Dün sabahki operasyonun ardından 50 çeşit yorum yapılacak ve herkes yaşananlardan kendi açısından yararlanmaya kalkacak ama kimse bu olayı politika malzemesi yapmasın.

Süleyman Şah Türbesine yapılmış olan operasyon, son günlerde bir türlü gündemden düşmeyen iç güvenlik yasa tasarısı konusunu ikinci plana atmak için tam da bu zamana denk getirilmiş olabilir mi?
 
Tabi ki olabilir ama ben böyle bir operasyonun daha önceden planlanmış olduğunu düşünüyorum. En azından inşallah öyledir diyorum.
Bin bir türlü tehlikeli unsurun cirit attığı topraklarda, hiçbir türlü insanın bize bulaşmamış olması da ayrı bir konu. Uçan kuşa saldıran örgütlerin bize saldırmaması büyük bir şans. Operasyon, bu grupların bilgisi ve onayı ile yapılmış bir değiş tokuş operasyonu olabilir mi? Tabi ki olabilir.

Bu tip ihtimalleri yarın sabaha kadar sıralayabiliriz. Bütün bu ihtimallerin veya aklımıza bile getiremeyeceğimiz ihtimallerin ışığı altında bile ben yapılan işin doğru bir iş olduğunu düşünüyorum.

 Toprak kaybı, itibar kaybı, gibi konuların hepsinin farkındayım, yaşananları bir askeri başarı olarak nitelendirmek te çok zor ama gerçekçi olmamızda da yarar var. Arkadaşlar, bu türbenin bulunduğu yer İsviçre’de ki Leman Gölü’nün kıyısı değil. Dünyanın en acımasız örgütlerinin cirit attığı, hiçbir devlet otoritesinin olmadığı, derdini anlatacak adam bile bulamayacağın, Suriye’de ki bir toprak parçası.

Dört tarafı kuşatılmış, orada bulunan askerlerin her an ölüm ile burun buruna yaşadığı bir toprak parçası. Neymiş efendim, biz müdahale edermişiz. Edersin ama senin müdahalen seni korkunç bir bataklığın içine çekmekten başka bir işe yaramaz. Oradaki 40-50 askeri de kurtaramazsın.

Tarihsel değerler, manevi değerler hepsi tamam ama bu toprak, bulunduğu yer itibarı ile her zaman Türkiye’ye sorun yaratabilecek bir mevkidedir. Suriye’de ki sorunların daha çok uzun yıllar bitmeyeceğini de düşündüğümüz zaman, her ne maksatla yapılırsa yapılsın, ister danışıklı döğüş olsun, ister olmasın operasyonun haklı nedenleri vardır.
Yeni belirlenen, Türkiye topraklarına 200 metre mesafedeki alan bu günler için daha iyi bir alternatif olabilir. İleride bir gün Suriye’de hayat normale dönerse, durum yeniden gözden geçirilir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, bu türbe daha önce de taşınmış. Şu anda bulunduğu yerde orijinal yeri değildi.
Emin’in naçizane görüşü (her ne nedenle yapılırsa yapılmış olursa olsun veya zamanlaması manidar olsun veya olmasın), her ne kadar yaşananlarda içimizi sıkan bir his olsa da, bu operasyonun bu aşamada gerekli bir gelişme olduğu yönündedir. Bu konuda huzursuz ve mutsuzuz ama yenildik, kaçtık edebiyatı yapmamıza da gerek yok. Orada ölecek askerlerin ve onları korumaya giderken ölecek askerlerin vebalini kimse taşıyamazdı.

Sınırlarımıza yapılacak bir saldırıda vatanı korurken ölmekle, dünyanın en tehlikeli topraklarının ortasında, dört tarafı kuşatılmış yaşarken ölmek aynı şey değil. Türkiye’den 50 km uzakta korunması çok zor bir alanı 40-50 tane askerin savunması imkânsız.

Bugüne kadar oraya kimsenin saldırmamış veya saldıramamış olmasına şükredip, bu tip konuları politika malzemesi yapmaktan vazgeçelim. Askerler ölseydi, bu seferde, aylardır neden boşaltmadınız derdik…

22 Şubat 2015 Pazar

Çok Kolay Olmaya Başladı...

Günaydın dostlar. Hava pırıl pırıl ama içimiz karanlık, içimiz endişeli…

Gerçekten de çok kolay olmaya başladı.
Bir cinayet haberi duyuyoruz, üzerinden 2 saat geçmeden yeni bir haber daha geliyor. Bunlar da medyaya yansıyanlar ve bize ulaşanlar. Büyük bir çoğunluğu hiç medyaya yansımadan unutulup gidiyor.



Daha Özgecan’a yapılanların şokunu atlatamadan, başka bir yerde Kübra Kart’ın 52 parçaya ayrıldığını duyuyoruz. Bu nasıl bir vahşettir, nasıl bir ruh halidir. Bu işler çok arttı dememize fırsat kalmadan, adamın bir çıkıp camına kartopu attı diye gazeteci Nuh’u öldürüyor.
Kartopu attı diye insan öldürülür mü, diye düşünürken, Antalya’da vatandaşın biri kız arkadaşını arabadan atıp, sonrada eziyor. Bu ülkede yıllar önce gördüğümüz bir film tekrar vizyona sokulmaya çalışılıyor ve Ege Üniversitesi’nde Fırat Çakıroğlu öldürülüyor.

Arkadaşlar insan öldürmek bu kadar kolay mı? Bırakın bir insanı, herhangi bir canlıyı öldürebilmek bu kadar kolay mı? Ne yazık ki bu topraklarda bu iş çok kolay olmaya başladı. Beni de derinden endişelendiren konu, bu cinayetlerin çok kolay bir şekilde işlenebiliyor hale gelmesi… Konu ne olursa olsun, tartışma biraz büyüdü mü, hemen öldürüveriyorlar.
Söylediğim gibi, konunun ne olduğu hiç fark etmiyor. Bir takım menfaatler için insanlarda oluşturulan nefret ve gerginlik, sürekli olarak birilerinin ölmesine neden oluyor. Üzerinde karşı takımın forması var diye öldürüyor, boşanmaya kalktı diye öldürüyor, çıkma teklifine olumlu cevap vermediği için öldürüyor, alkol içip kontrolden çıkıp öldürüyor, trafikte sinirlendiği için öldürüyor, aklınıza gelen her konuda öldürüyor. Akşam uyurken sarılmıyor diye öldüreni bile var…
Bir canlıyı öldürmek, bir canlıya bıçak saplamak bu kadar kolay mı? Bırakın insanı birçoğumuz bir fare bile öldüremeyiz. Birileri elinize bir bıçak verse ve git bu bıçağı farenin karnına sapla dese kaçımız yapabiliriz? Bence rakam %1 bile değildir. Durum böyleyken, nasıl bu kadar büyük bir rahatlıkla insanlara bıçak saplayabiliyoruz? Ülke değerlerini kaybediyor ve sinir katsayısı artıyor.

Söylenenlerden vazife çıkarmaya meraklı bu kadar çok insan varken, herkes ne söylediğine çok dikkat etmeli. Çeşitli konularda toplumu kutuplara ayırmak kısa vadeli kazançlar sağlasa da, uzun vadede kimseye bir yarar sağlamaz.

Yüreğimizi yakan Münevverler, Özgecanlar, Fıratlar, Ali İsmailler ve diğerleri, bu çocukların başına gelen vahşet, bir türlü çözemediğimiz hastalığın belirtileridir. Biz semptomlara kahrolurken ana hastalık her gün sinsice ilerliyor. Ruh halimiz değişti ve insan öldürmek çok kolay yapılır ve çok kolay kabul edilir bir hale geldi. Her dakika bir cinayet haberi duyduğumuz için artık çok önemsemiyoruz.

Bizim duyduğumuz ve haber olan cinayetler, yaşananların sadece çok küçük bir bölümü. Durum medyada gördüğümüz tablodan çok daha vahim ve sürekli de daha kötüye gidiyor. Kafası bozulan karşısındakini öldürüveriyor. Allah’ın verdiği canı, Allah’tan başka kimsenin alamayacağını unuttuk.

Konuşmaya gelince mangalda kül bırakmıyoruz ama manevi değerlerimiz, vicdani değerlerimiz her gün biraz daha erozyona uğruyor.
Düşünceleri senin gibi değil diye, seni sevmiyor diye, etnik kökeni farklı diye, farklı bir mezhepten diye, boşanmak istiyor diye, mini etek giydi diye, cinsel tercihleri farklı diye, camı kırdı diye, çok fazla ceza almam diye kimse kimseyi öldüremez.

Kendimize bir çeki düzen vermenin zamanı geldi de geçiyor bile, zira bu işler çok kolay olmaya başladı…

20 Şubat 2015 Cuma

Biz Açığız...

Günaydın dostlar.

3 günlük kar esareti sonunda bitti gibi sanki. Zaten hayatın pamuk ipliğine bağlı olarak yaşandığı bir şehirde; normal sıkıntıların üzerine bir de ekstra sıkıntılar gelirse, yaşam iyice içinden çıkılmaz bir düğüme dönüşüyor.
Bu hafta da, İstanbul’u bir afet bölgesine dönüştüren görüntülerin hepsi yaşandı. Valiliğin okulları tatil etmesi epeyce bir katkı sağlasa da, bilhassa ilk gece insanların saatlerce yollarca sürünmesini önleyemedi. Birçok insan yürüme hızından daha düşük bir hızla evine gidebildi.



Her zaman olduğu gibi, insanlar canlarını kurtarabilmek için arabalarını rampalarda, yol kenarlarında, arsalarda, bulabildikleri her yere bırakıp evlerine gittiler.
Valilik okulları kapatıyor ama bir de işyerleri var. Buralarda çalışan milyonlarca insanın da bir şekilde evlerine ulaşabiliyor olması lazım. Böyle günlerde herkesi, acaba kaç saatte evime ulaşırım, korkusu sarar. Artık kimseden verimli bir iş beklemeyin, herkes eve nasıl giderimi düşünmeye başlar.

İnsanların geçmiş tecrübeleri, son derece haklı olarak onları endişeye sürükler. Ben kar yüzünden binadan ayrılamayarak bütün geceyi binada geçiren arkadaşlarımı bilirim. 6-7 yıl önce İstanbul’un göbeğinde, TEM otoyolunda donma tehlikesi geçirip askerler tarafından kurtarılanları da unutmadık.

Bu gibi durumlarda işyerlerinin bir kısmı bir gün önceden ertesi gün işyerinin kapalı olacağını ilan eder ve çalışanlarını riske atmaz ve yollarda eziyet çektirmez. Bu şirketlerin sayıları çok azdır ve hemen hemen hepsi yabancı menşeli şirketlerdir. Yerliler, sabah ola hayrola, diye düşünür.

Bir grup şirket te, elemanlarını erken saatlerde eve gönderir. Şirketi bir gün önceden kapatmamışlardır ama bakarlar ki hava kötüye gidiyor, öğlen gibi şirketi tatil ederler. Bu şekilde çalışanlarının bütün gece yollarda sürünmesini önlemiş olurlar. Ne yazık ki, yine bunların da çoğu yabancı menşeli şirketlerdir.
Bazı işler vardır ki, ne yağarsa yağsın işyerini kapatamazsın. Yerden göğe kadar haklılar. Bazı şirketler de vardır ki, değil bir gün, beş gün kapatsa hiçbir şey fark etmez. Düşüncesizlik midir, elemanına kıymet vermemek midir, nedendir bilmem ama bu gibi şirketler bir türlü kar tatili ilan etmezler.
Akşamleyin herkesin yollarda sürüneceğini bile bile insanları erken çıkarmazlar. Herkes oturup patronların veya üst yönetimin ağzından çıkacak olan iki kelimeyi bekler. Bazen de insanların 17.00’de değil de, 16.00’da çıkmasına müsaade ederler. Aman çok faydası oldu…

Her zaman inandığım ve birçok örneğini gördüğüm konu, çalışanlarına değer veren firmaların çok daha başarılı olduğudur. İnsanlara iki gram iyilik yapmaktan kimse korkmasın. Çalıştıkları firmanın kendilerini düşündüğünü, değer verdiğini hisseden insanlar, her zaman daha motive ve şirkete daha bağlı olurlar.

Böyle günlerde çalışanlarınızı gece yarılarına kadar yollarda süründürerek, şirketinize bir katkı sağlayamazsınız…

18 Şubat 2015 Çarşamba

Birileri Beni Yanıltsın...

Günaydın dostlar...

Gerçekten de yanılmayı çok istiyorum. Bir kere de birileri çıksın ve beni yanıltacak bir şeyler yapsın. Ben de buradan bir sabah yazayım, ne kadar yanlış düşünüyormuşum diye ama hiçbir zaman olmuyor. Üzülerek her seferinde, işlerin benim tahmin ettiğim doğrultuda ilerlediğini görüyorum.

Berkin, Ali İsmail, Ethem ve diğerleri, hepsi yüreğimizi derinden yaraladı ama Özgecan’ın başına gelenler bizleri bambaşka bir boyuta sürükledi. Ortada hiçbir şey yokken, masum bir çocuğun başına gelenler, ülkede son yıllarda hiç görülmemiş boyutta bir birleşme ve bir ayağa kalkışa neden oldu.
 
Acımız kalbimizde, elimizden gelen her eylemi yaptık, her yorumu yazdık, her çabayı gösterdik ama rüzgâr dindiği zaman hepimiz yine kendi yolumuza gideceğiz ve ne yazık ki melek yüzlü Özgecan da diğerleri gibi tarihin tozlu sayfalarındaki unutulanlar bölümündeki yerini alacak. Hepimiz yolumuza gittiğimizde,  ailesi dertleri ve üzüntüleri ile baş başa kalacak.
"Devlet cezaları arttırsın", "Devlet bizi korusun" gibi söylemler doğru olmakla beraber, çok etkili olacağını düşünmüyorum. Tabi ki cezalar mümkün olduğu kadar caydırıcı olsun ama cezaları arttırmak bir çözüm olmuyor.

Ben şahsen idam cezasını geri getirmenin bu tip konulara en ufak bir katkısı olacağını düşünmüyorum. Unutmayın ki eskiden bu ülkede idam cezası vardı ve birine tecavüz ettiği için asılan birini hiç duymadık.

Hepimiz üzüntülüyüz, hepimiz çok sinirliyiz kabul ediyorum ama ceza önerileri ile gelirken, zaten pamuk ipliğine bağlı olarak giden hukuk devleti olma özelliğimizi de kaybetmememiz gerekiyor.

Arkadaşlar, şu anda da cezalar az değil. Böyle bir suçtan dolayı her türlü indirime rağmen yine de en az 10-15 sene hapis cezası alacağını düşünüyorum. Az bir süre değil ama adam gözü döndüğü zaman, bu kadar yıl hapiste yatacağını aklına bile getirmiyor. Bırakın 15 yılı ve hapiste olmayı, 15 gün hiç dışarı çıkmadan evde oturmayı deneyin. Kolay olmadığını göreceksiniz.

Konu; ne cezalar, ne de eğitim. Konu, bizim bu konudaki hiç bitmeyen açlığımız. Belki de bunu bir marifetmiş gibi düşünmemizi sağlayan yetiştirilme tarzımız.
Kim ne derse desin ama bizim bu konuda inanılmaz bir açlığımız var. Görevim icabı birçok Ortadoğu, Afrika ve Asya ülkesine gittim ve inanın onların bile birçoğu bu konuda bizden çok daha iyi durumdalar.

Kadıncağız barış elçisi olmak için bir eylem yapıyor. Niyeti Suriye’ye gitmek ama hiçbir zaman oraya ulaşamıyor. Bütün Avrupa’yı geçen kadın, bizim ülkemizde Gebze’den ileri gidemiyor. Hemen tecavüz, hemen ölüm… Bu konuda dünyanın en aç ülkelerinden biriyiz.
Ablası çıkma teklifini kabul etmedi diye, onu üzmek için adam gidiyor 6 yaşındaki Gizemi öldürüyor. Serpiller, Münevverler, Amerikalı turistler ve daha niceleri… Turizmden büyük gelir bekleyen bir ülke olarak, gelen her turisti orospu gibi görmek, amaçlarımıza çok uygun bir davranış! Böyle gördüğümüz için de, karşılık vermezse bozulup öldürüyoruz…

Burası, otobüste milletin sağına soluna değmeyi matah bir şey zanneden ve bundan garip bir haz duyan insanların ülkesi. Sırf bu işleri yapabilmek için her kış Taksim’e gidip milleti taciz ediyoruz. Soğuk bir havada, bir kış gecesinde dokundun da ne oldu? Bütün cinsel ihtiyaçların karşılandı mı? Kimse kızmasın, biz bu konuda çok aç bir toplumuz… Mayamız böyle…
Kim bilir belki de ülkece psikolojik yardım almamız gerekiyordur. Burada sorun minibüs şoförü veya bir başka çalışan grubu değil. Sorun bizim biraz açık giyinmiş birini gördüğümüzde beynimizin kaynamasında ve hemen kendimizi, böyle giyindiyse aranıyordur, fikrine inandırmamızda.

Açıkçası ben devletimizin bu konuda hiçbir şey yapabileceğini zannetmiyorum. Kimse 77 milyon insanı her gün, her dakika koruyamaz. Yaşananlar bizim mayamızın bir gerçeği. Aklımızın çoğu hep bu konularda…

Ne yapacağız o zaman? Mümkün olduğu kadar daha akıllı ve uyanık olmaya çalışacağız. Hepimizin etrafımızdan haberi olması ve sokaktaki insanları kendi kızımız, kendi oğlumuz, kendi akrabamız gibi düşünmesi gerekiyor. Fabrika ayarlarına geri dönüp, ayrımcılık yapmadan uyanık bir toplum olmaya çalışacağız.

Bir akşam Kadıköy’de bir yemeğe katılmak için caddeye indim ve tam o sırada gelen bomboş bir iki katlı otobüse biniverdim. Üst katta birileri var mıydı bilmiyorum ama alt katta kimse yoktu. 2 durak sonra 17-18 yaşlarında bir kızcağız bindi ve etrafa bir bakınıp geldi benim yanımdaki koridorun öbür tarafındaki koltuklara oturdu.
Hiç tanımadığı bir amcanın yakınına oturmak ona daha güvenli geldi. Kızcağız o an öyle hissetti. Biri bana bir şey yapmaya kalkarsa, bu amca beni korur diye düşündü. Gerçekten de korurdu. Amcayı ben de iyi tanıyorum, o amca orada olduğu müddetçe kimse o kızcağıza bir şey yapamazdı…

Uyanık olmamız şart arkadaşlar. Çarşıda, pazarda, vasıtalarda, orada, burada lütfen etrafınızda olup bitenlere karşı gözlemci olun. Yolda yürürken (bilhassa akşam saatlerinde) ben her zaman yanımda, önümde yürüyenlere bakarım. Örnek olarak, önümde küçük bir çocuk yürüyorsa muhakkak gözüm onun üstündedir. Biri yanına mı yaklaşıyor, rahatsız mı ediyor, bir şey mi diyor uzaktan her zaman izlerim.
Gidin de yerli yersiz her türlü kavgaya karışın demiyorum ama bilhassa başına bir şey gelme ihtimali daha yüksek olan insanlara karşı daha hassas, daha koruyucu olmamız lazım. Fazla bir şey yapmanıza da gerek yok. Defalarca yaşadım, bazen sizin oradaki varlığınız bile kötü niyetli insanlara karşı caydırıcı olabiliyor.

Unutmayın biz çoğunluktayız. Minibüsçüsü de, otobüsçüsü de hepsi son derece düzgün insanlar. Tabi ki her yerde olduğu gibi onların arasında da manyaklar yetişiyor ama biz akıllı ve etrafımızdan haberdar olarak yaşarsak bu manyaklara pas yapacak alan bırakmayız.
Bu tip şiddetin büyük bir bölümünün evlerde yaşandığını biliyorum ve o konuda açıkçası ne yapabiliriz bilmiyorum ama en azından sokakta daha bilinçli davranabiliriz.

Oyun taktiğimiz bütün sahadan haberdar olarak karşı tarafa boş alanlar bırakmamak… Sokakta senin önünde kaldırımda yürüyen çocuğunda aynen senin çocuğun gibi evde bekleyen annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları var. O dakikada, o sokakta, o akşam o çocuk senin sorumluğunda… Gözünü ayırma...

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

17 Şubat 2015 Salı

Saçma Sapan Sözler...

Ne diyor bizim amca? “Özgecan’ı kastederek yazmadım, insanları bu konuda bilinçlendirmek için yazdım.” diyor.  Ne yalan söyleyeyim başarılı da oldun. Kimsenin yıllardır başaramadığı durumu, kendi başına tek bir tweet ile başardın. İnsanlar senin saçma sapan yorumların karşısında gayet bilinçlendi.

“Yazdıklarımın Özgecan’a saldıranları koruyormuş gibi yorumlanacağını düşünemedim.” diyor bizim amca. Ulan sen kuzuların melemesinden, mevsimlerin değişmesine kadar her şeyi biliyorsun da, bunu mu bir tek düşünemedin. Böyle hassas dönemlerde bu tip laflar edilmemesi gerektiğini düşünemedin mi?
 
Ben, yazdıklarını gayet bilinçli yazdığını düşünüyorum ve zorlama bir özrü de kendi açımdan hiçbir şekilde ne kabul ediyorum, ne de değerli buluyorum.
O zaman nedendir, acilen bir spor programına bağlanıp özür dilemeye çalışma çabaları. Her ne kadar orada bile lafı uzatmaya çalışsa da, daha birkaç yıl önce tersini söyleyen program katılımcılarının baskısıyla zor da olsa özür dilemeyi başarabildi. Kendisini içinde bulduğu yalnızlık duygusu, onu özür dilemeye mecbur etti.

Bir baktı herkes bu konuda hemfikir ve kendisi tek başına ortada kalmış. Devletimizin en büyüklerinden, yaşı en küçüklere kadar herkes bu güne kadar hiçbir konuda birleşmedikleri kadar birleşmişler. Ortada bir tek bizim amca kalmış. Kıvırtmanın tam zamanıdır deyip anında çark etti.

Üşenmedim baktım. Bu amcanın neredeyse yarım milyona yakın takipçisi var. Arkadaşlar rakama bakın, neredeyse büyükçe bir şehir. Yazılan her saçmalık (ama inansınlar ama gülsünler hiç fark etmez) bir saniyede yarım milyon insana gidiyor. Çok sevdiğim arkadaşlarımın, dostlarımın birçoğu bu amcayı takip ediyor. Bu adamcağız havaya girmesin de kim girsin?
Her ne nedenle olursa olsun bu insanları takip ettiğimiz zaman, bunların kendilerini her konuda uzman gibi hissetmelerini sağlıyoruz. Adam kendi kendine, “Ben o kadar bilgili ve akıllıyım ki, yarım milyon insan benim ağzımdan çıkacak lafa bakıyor.” diyor. Bazı arkadaşlarım diyor ki, “Ben onu yazdığı saçmalıklara gülmek için takip ediyorum.” Güzel diyorsunuz ama bizlerin ne nedenle adamı takip ettiği çok ta fark etmiyor. Sonuç olarak yazdığı zırvalıkları herkese ulaştırıyor mu, ulaştırıyor. Reklamın iyisi, kötüsü olmaz diye, boşuna söylememişler.
Çok önemli olmasa da, yarışma programından çıkarılması olumlu bir adım. Hiçbir popülerliği kalmamış ve modası çoktan geçmiş insanlar için bu tip yarışmalar birçok kapı açıyorlar. Moda programlarında bile jüri üyeliği yapıyor ve işin uzmanı gibi yorumlar yapıyor.

Bugün, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden bir tanesinin bu amcayı üyelikten çıkaracağı yönünde haberler okudum. Umarım doğrudur. Her ne kadar yarışma programından çıkarılması kadar magazinsel bir değeri olmasa da, benim için asıl değeri olacak olan hareket bu olur.

Hassas zamanları bile umursamayıp, insanların canını acıtacak yorumlar yapan insanların hiçbir grubun içinde işi yok… Kendini her konunun uzmanı zannedip, her konuda yorum yapamaya başladığın gün, bittiğin gündür…

15 Şubat 2015 Pazar

Sabahı Bekleyemedim...

İyi akşamlar dostlar...

Yakın arkadaşlarımın, dostlarımın bildiği gibi, ben yazılarımı her zaman sabahın erken saatlerinde yazarım. Otururum bilgisayarın karşısına ve o saatte aklıma ne gelirse, yazı o yöne doğru gider ama bu akşam bir istisna.

Her ne kadar bu yazıyı yarın sabah sizlerle paylaşacak olsam da, bu akşamki hislerimi kelimelere dökmeden edemedim.
 
Bugün sevgililer günü, Fenerbahçe de 5-0 kazandı ama inanın (kızmayın ama) hiçbir bok umurumda değil. 20 yaşında bir üniversite öğrencisinin güzel yüzü gözümün önünden gitmiyor.
Bu akşam, ne bu vahşetleri olağan hale getiren söylemlerden, ne de toplumdaki Allah'tan korkmaz sapık pisliklerden söz etmek istiyorum. O konularda zaten söylenmeyen kalmadı. Cinsellik konusunda dünyanın en aç topraklarından birinin üzerine yaşadığımızdan da söz etmeyeceğim.

Benim derdim, o sabah kahvaltı etmeden evden çıkan Özgecan ile. Bilseydi anneciği baş başa son kahvaltıları olacağını; bir dilim ekmek, 90 gram peynir yemeden bırakır mıydı kızını? Bırakır mıydı minik meleğini, 2 gram sıcacık bir şeyler içirmeden?

Son vedaları olduğunu bilseydi, öylemi uğurlardı onu kapıdan? Son bir defa daha sarılmaz mıydı kuzusuna?
Özgecan’ın arkasından çamaşırlarını yıkarken, nereden bilebilirdi bir daha onları hiç giyemeyeceğini. Nereden bilecekti, topladığı odaya minicik kızının bir daha hiç gelmeyeceğini. Nasıl bilebilirdi, her yana saçılmış müsvedde kâğıtlarını tek tek toplayıp masaya koyarken, onların bir daha hiç işe yaramayacağını.

Tarsus Kavşağı'nda inen arkadaşı öylemi bırakırdı Özgecan’ını? Bilseydi pislik bir sapığın insanmış gibi bizlerin arasında dolaştığını, tutup indirmez miydi onu minibüsten? Her akşam ayrılırken ki el sallamalarının, bu akşam son olacağını nasıl bilebilirdi?

Bu çocuk ne yaptı başına gelenleri hak etmek için? 20 yaşında melek yüzlü bir çocuk, bugüne kadar her ne yapmış olursa olsun böyle bir şeyi hak etmedi. Kabahati tesadüfen Tarsus Kavşağı'ndan sonra minibüste hiç kimsenin kalmamış olması mıdır?

Bağırdı, çağırdı, elinden gelen her şeyi yaptı ama duyan olmadı. Direndi minik elleriyle. Eve gidip çalışmalarını nasıl yetiştireceğini düşünürken, bir türlü bu işlere doyamayan bir hayvanın saldırısıyla karşılaştı.
Allah var direndi ama çok minikti. Minik kalbi küt küt atmaya başladı. Annesinin, “Özgecan bir şeyler ye de öyle git.” deyişleri yankılandı kulaklarında. O an, anneciğinin yanında olmasını çok istedi. Keşke bir şey olsa da, annem beni buradan çekse kurtarsa diye düşündü.

Artık hiçbir şey hissetmiyordu, annesinin kollarında öyle huzurluydu ki, evet evet annesi sımsıkı sarılmıştı ona. Gelmişti annesi son anda…

İnsan hiç tanımadığı bir insan için gözyaşı döker mi? Döker be Özgecan… Sen bizi bugün mahvettin, insanlığımızdan utandırdın. Seni koruyamadığımız için, hiçbirimiz senin o güzel gözlerine bakamıyoruz…
Biz de bu hayvanların peşinde olmazsak, iki kravat taktılar diye, yırtmalarına müsaade edersek, insanlık namına bize de yuh olsun…

Allah, hepimizin çocuklarını bu Allahtan korkmaz, kanun tanımaz, vicdansız sapıklardan korusun…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

13 Şubat 2015 Cuma

Bir Karışıklık Olmuş...

Günaydın dostlar...

Umarım herkesin keyfi (olabildiği kadar) yerindedir…

Düşündüm de çok uzun süredir hiç televizyondan bahsetmedik. Bu sabah, geçen akşam gördüğüm bir televizyon dizisi hakkında sizlerle biraz dedikodu yapmak istiyorum.
 
Her dizide olduğu gibi bu dizide de, Nurgül Yeşilçay ve Erkan Petekkaya oynuyor. Zaten bunların bir tanesinin oynamadığı bir dize varsa, onda da muhakkak iki kadın Özcan Deniz için savaşıyorlardır. Başka da dizi yok zaten. Bir de Ebe Nine vardı ama o da bitti artık.
Bu Ebe Nine lafını sık sık yazıyorum ama her yazdığımda da sanki küfür ediyormuşum gibi geliyor. Tabii bir de Halit Ergenç var ama o zaten hep imparator rolünde. İster ülkenin imparatoru, ister şirketin imparatoru olsun hiç fark etmiyor, amcam her zaman en tepede.

Sevgili dostlar, şimdi size bu diziyi anlatacağım ama aynı zamanda yardım da isteyeceğim.

Konumuz çok basit. İki ailenin çocukları hastane de karışıyor ve çocuklar on beş yaşına gelene kadar aileler bunu fark etmiyor. Geçmişini bilmediğim için bilemiyorum ama ne oluyor da fark ediyorlar, bir bilen varsa hepimize anlatsın.

Allah korusun zor bir durum. On beş sene bakmışsın, büyütmüşsün; sonra da kendi kızın olmadığını öğrenmişsin. Gerçekten herkes için çok zor bir durum. Değişsen olmaz, değişmesen olmaz. Bu aşamadan sonra artık hiçbir şeyin normal yürümesi veya eskisi gibi olması mümkün değil.

Doğal olarak her filmde ve dizide olan tema burada da var. Ailelerden biri çok zengin, diğeri zar zor geçiniyor. Bir tanesi Beyaz Saray yavrusu gibi bir yalıda oturuyor, diğeri son derece dar gelirli bir mahallede.
Bu sabah benim derdim, dizinin detaylarına girmek değil. Zaten çok da bilmiyorum ama öğrenmek istediğim konu, bu iki çocuğun nasıl karıştığı. Eminim aramızda ilk günden beri diziyi izleyen arkadaşlarımız vardır.
Bu kadar gelir seviyeleri arasında uçurum olan iki aile nasıl olmuş da aynı hastanede doğum yapabilmişler? Dizinin ilk bölümlerinde bir şekilde bu durumu izah etmişlerdir diye düşünüyorum.

Akla gelen ilk senaryo, zengin ailenin yolda giderken son anda bu hastaneye girmesi olabilir ama bilmiyorum bu şekilde mi izah ettiler. Tersi olamaz, zira öbür aileyi pahalı bir hastanede bahçeye bile sokmazlar.
Annem de iyi bir dizi izleyicisi ona da sorabilirdim ama o, aynı anda iki, üç tane diziyi birden izlediği için bu detayı kaçırmıştır.

Bu senaristlerin hayal gücüne ve yarattıkları konulara da hayranım. Akıllarına neler geliyor. Çocuklar doğumda karışsın, aileler on beş yıl sonra fark etsin. Süper, ne diyeyim?
Konuyu özetlersek, burada cevap bekleyen iki sorumuz var. Nasıl oluyor da ikisi de aynı hastanede doğum yapıyor ve ne oluyor da çocukların karıştığını anlıyorlar. Dizi takipçisi dostlarımızdan bu iki konuda yardım bekliyoruz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Şubat 2015 Çarşamba

Gülmek Sana Yakışıyor...

Günaydın dostlar. Gülmek yakışıyor olabilir ama etrafta gülen insan kalmadı…

Dün akşam yaşamının büyük bir kısmını yurt dışında geçiren bir arkadaşımla sohbet ederken, “Biliyor musun her geldiğimde dikkatimi çekiyor, bu ülkede artık kimse gülmüyor.” diye bir yorum yaptı.
İşin acı tarafı ben de, “Biliyorum.” dedim.


Geçekten de fakir, zengin kimsenin gülmediği mutsuz insanların ülkesi oldu artık bu topraklar. Bırakın gülmeyi her kesimden herkesin neşesi kaçık durumda. Mutsuz, enerjisiz, suratı asık bir toplum olduk çıktık.

Pakistan’a ilk gitmeye başladığım zamanlarda; en çok dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi, hiç kimsenin gülmemesi olmuştu. En yüksek seviyedeki insanda, en düşük seviyedeki de hiçbiri gülmüyordu. Düşünüyorum da, bizler içerden çok ta anlamasak ta, biz de gülmeyen insanlar ülkesine dönüşmüşüz.

Niye bu insanlar gülmüyor diye sorduğumda, “Nasıl gülsünler ne bugünden, ne de yarından umutları yok.” gibi cevaplar verilirdi. Dünyanın en ileri gitmiş ülkeleri arasına girdik derken, hayatından umudu olmayan mutsuz insanlar ülkesine mi dönüştük? Refah seviyemiz arttıkça daha mutlu olmamız gerekmez miydi?

Konu ne olursa olsun, insanları yaşatan kalplerindeki umutlardır. Umudunu kaybetmiş toplumlar, dışarıdan veya içeriden gelecek her türlü tehlikeye karşı açıktırlar. İleriye yönelik bir ışık göremeyen, tünelin ucunda bir ışık göremeyen insanlar bir anda en tehlikeli kişiler olabilirler.

Benim kaybedecek bir şeyim yok sözü, varılması gereken en son nokta olmalı ve her insanın kaybetmekten korkacağı bir şeyleri olmalıdır.
Futbolla ilgilenen, ilgilenmeyen herkes bu sene maçlardaki seyirci sayısının azaldığını duymuştur. Yeni konulan kartlı geçiş sisteminin bu konuda bir etkisi olduğu kesin ama en büyük nedenlerden biri de insanların maça gidecek keyfi olmaması. Sezonluk biletler aldıkları halde, maçların birçoğuna gitmek istemeyen, içlerinden gelmeyen birçok arkadaşım var.
Ayrıca bu durum futbol ile sınırlıda değil. İnsanların genel anlamda keyfi yok. Kimse evinden dışarı çıkmak istemiyor. İstanbul’da ki her gün daha da kötüye giden yıpratıcı trafiğin bu konudaki rolü de büyük ama insanların dışarı gitmek için enerjileri, arzuları olmadığı da kesin…

Birçok iş kolunda, geçen seneye göre büyük düşüş var. Keyfi yerinde olmayan, mutlu olmayan insan dışarı gidip para harcamak istemiyor. Herkesin içinde yarının ödevini yapmamış çocuk huzursuzluğu var.

Geçen haftaların birinde 600 kişiye yapılan yemek davetine sadece 20 kişi gelirim dedi, son anda onunda yarısı gelmedi. Kimsenin içinden bir yerlere gidip sohbet etmek bile gelmiyor. Bir de Cuma akşamı trafik çilesi üzerine eklenince, son anda vazgeçmeler oluyor…
Arkadaşlar ekonomik şartlar çok zor, yaşam şartları çok zor, hayat çok zor, her şey çok zor. Ama ne olursa olsun neşemizi kaybetmemeliyiz. Umudumuzu ve neşemizi kaybedersek, geriye tutunacak neyimiz kalıyor?

Allah, kimseye trajediler yaşatmadığı müddetçe, rüzgârın yön değişikliklerini nasıl olsa aşarız… Emin der ki, ben okyanuslarda beklemişim, derelerde mi boğulacağım?

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ankara'da Soğuk Bir Hafta Sonu...

Günaydın dostlar.

Bu sabah Ankara’dayız…
Gençlik Parkı, bizim çocukluğumuzda Ankara’da gezmeye gidebileceğiniz üç-dört mekândan bir tanesiydi. Bir de zavallı Hayvanat Bahçesi ve Çubuk Barajı vardı. Çubuk Barajı’na da, “Gelin burası gezme yeridir” diyen yoktu. Millet gidip suyun etrafına yayılıyordu. Bir, iki tane de çay bahçesi vardı.


Gençlik Parkı’nda kocaman bir havuz vardı. Etrafında da çay bahçeleri ve birkaç tane restoran bulunuyordu. Şimdiki gibi değil, o zamanlar hepsi gayet aile yerleriydi. Gidip çay bahçesinde oturup havuzdaki sandalları seyredebilirsin, ya da (hele de bir sevgilin varsa) sandal kiralayıp havuza açılabilirsin. Kızı sandalla havuza çıkarmak gayet havalı bir davranıştı. Sandaldakiler orada gözlerden uzak baş başa olduklarını zannederlerdi ama aslında çay bahçelerindeki binlerce göz onları izlerdi. Herkes sandaldaki çiftlerin davranışlarını en ince ayrıntısına kadar takip ederdi.

Kış gelince de havuzun suyu boşaltılır, Gençlik Parkı’nın tadı kaçardı. Çay bahçeleri kışın da açıktır ama eski ruh hali kalmamıştır. Kapalı kısımlarındaki üç-beş masada çay içip, tost yemek halen mümkündü. Havuzun dibindeki minik suda; üşüyerek birbirine bakan minicik yapraklar, bir de bütün yaz sezonu boyunca atılan taşlar kalırdı. Zavallı çalışanlar buz gibi havada o taşları temizlemeye çalışırlardı. Sanki havuz değil de, Atlas Okyanusu. Geri zekâlı mısınız kardeşim neden atıyorsunuz? Gerçekten de soğuk Ankara günlerinde bu hiç de kolay bir iş değildi.

Nasıl oldu bilmiyorum ama bir kış Gençlik Parkı’ndaki havuzun suyu boşaltılmadı. Bilinçli miydi yoksa fazla akıllının biri boşaltmayı mı unuttu bilmiyorum. O zamanlar, bu günlerdeki kadar mevsimlerin de içine edilmemiş olduğu için havuzdaki su dondu.

Aynı mahallede oturduğumuz sevgili arkadaşım, kardeşim Muhittin, cumartesi sabahı heyecanla kapıya geldi. “Oğlum, Gençlik Parkı’ndaki su donmuş, millet buz pateni yapıyormuş; babam bizi de götürecek şimdi, hadi sen de gel,” dedi. Doğuştan buz pateni yapmak için doğmuş olan ben, Eminowski “A tabi gelirim.” dedim. Yay burcu her şeyi deneyecek ya, giydim yün donumu katıldım Muhittinlere.

Gençlik Parkı’ndaki havuz cidden donmuştu. Havuzun bir köşesindeki buzu birazcık düzeltmişlerdi. Bir yandan da çok kötü bir sistemden de buzun üstündeki hoparlörlerden bangır bangır müzik çalıyordu. Adamın biri yirmi çift kadar eski, püskü buz patenini buzun üstüne dizmiş onları kiralıyordu. O zamanlar Ankara Amerikalı kaynıyor. Ankara’nın birçok yerinde Amerikalılar ve Amerikan evleri vardı. Dedikoduya göre de, bu adamcağız buz patenlerini Amerikalılardan bulmuştu. Biz büyürken; ne olduğunu, nereden geldiğini bilmediğimiz her şey için “Amerikalılarındır herhalde” derdik. Muhtemelen ilk bisikleti de Emek Mahallesi’nde büyürken oradaki Amerikalı çocuklarda görmüşüzdür.
Aldık patenleri çıktık buzun üstüne. Buz sağlam mıdır, değil midir diye düşünmedik bile. Şimdi olsa yüze kere düşünüp kesin çıkmazdık. Çıktık buzun üstüne ama yarım metre gidemiyoruz, durum kötü. Buzun üzerine çıkmış patenli deve yavruları gibiyiz. Düşmekten yün donuma kadar ıslandım. Bir de eve dönünce “Donuna kadar ne ıslandın?” diye, evdekiler kızacak. Uzun lafın kısası; çalan güzel müziğin ritmine de uyarak, daha az düşerek, çok da eğlenerek akşama doğru g.....z donmuş bir vaziyette eve döndük. “Annen kızdı mı?” diye mi sordunuz? Tabii ki kızdı. Düşünüyorum da, %90 ihtimalle haber vermeden gitmişimdir. Daha sonraki günlerde birkaç hafta sonu daha gittiğimizi de hatırlıyorum.
Çalan müzik mi neydi? Sistem çok iyi olmasa da müzik çok güzeldi. Defalarca çalan müzik “Sev Kardeşim’’ şarkısıydı. Nurlar içinde yat sevgili Şenay Yüzbaşıoğlu. Benim seni unutmam hiç mümkün değil.
Sevgili Şenay ve hayatımızın birçok dakikasını paylaştığımız birçok isim aramızdan ayrıldı. Hepsinin mekânı cennet olsun...

Sevmeyi unuttuğumuz bu günlerde; arkamıza yaslanıp, bir kere daha rahmetli Şenay’ın sözlerine kulak vermemizde, büyük yarar var diye düşünüyorum.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...
 

5 Şubat 2015 Perşembe

Ferrari Olmadan Çıkmam Ağabey...

Günaydın dostlar. Sabah yazısını boş verin, bu sabah biraz dedikodu yapalım mı?  

Sabah sabah televizyonda gördüğüm bir konu, içimdeki dedikodu hücrelerini harekete geçirdi. Bu sabahki konumuz Tolga Zengin.
 
Tanımayanlar için hemen belirteyim, Tolga zengin yıllarca Trabzonspor’da kalecilik yapmış, daha sonra Beşiktaş’a transfer olmuş, milli takımın da kalesini korumuş olan, Türkiye’nin en meşhur kalecilerinden bir tanesi. Hemen belirteyim çok temiz, mert ve de iyi bir çocuk.
Futbolcu olduğu için, zengin olduğu için onunda diğerleri gibi bir Ferrari merakı var. Çok yüksek bedellerle Ferrari alıp, İstanbul sokaklarında dolaşan arkadaşlarımızdan bir tanesi de Tolga’dır.

Çocuk çalışıyor kazanıyor, herkes gibi istediğini almak onun da hakkı. Bu kulüpler, bu arkadaşlara bu paraları ödediği sürece; ister Ferrari’ye biner, ister Apolla’ya. Kimsenin karışma hakkı yok. Buraya kadar hiçbir sorun yok. İnşallah daha güzellerine de binsin.

Peki, sorun nerede? Dedikodu yapacağız dedim ya, sabırlı olun anlatacağım. Sevgili Tolga, restorandan çıkmış arabasına biniyor, doğal olarak ta gazeteciler resimlerini çekiyor. O da “Çekmeyin mahcup oluyorum, utanıyorum.” gibi bir şeyler söylüyor.
Bu aşmada hemen şunu da belirteyim, Tolga’nın Ferrari kullanıyor olmasının kesinlikle bir haber değeri vardır. Hem kendisi Türkiye’nin en meşhur kalecilerinden biri, hem de Türkiye’de sokakta Ferrari ile dolaşan kaç kişi var.

Parasını vermiş almış olduğu halde neden bu durumdan rahatsız oluyor. Rahatsızlığının nedeni, insanların zar zor geçindiği bir ülkede bu kadar pahalı bir arabaya biniyor olmak. Kendi mütevazi, mert Anadolu çocuğu yapısı ile bu arabayı örtüştüremiyor. Arabayı seviyor ama içinde de bir burukluk var. Bu durumun medyada haber olmasını istemiyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi bu araba ona anasının ak sütü gibi helaldir. Parası varsa, isterse 3 trilyonluk arabaya da biner ama yaptığı şeyi de yüreğinde taşıyor olabilmesi gerekiyor. Yüreğin bu arabanın ağırlığını taşıyamayacaksa, o zaman almayacaksın kardeşim.

Ben kendi adıma, ne kadar param olursa olsun böyle bir araba almam. Bu ülkedeki sosyolojik durumun, yolların, trafiğin ve daha birçok parametrenin böyle bir araba kullanmak için uygun olmadığını düşünüyorum.
Her zaman söylediğim bir laf vardır. Yüreğinde ağırlığını taşıyamayacağın bir işi yapmayacaksın. Bunu daha net ve güzel bir şekilde anlatan bir atasözümüz de var ama şimdi sabah sabah paylaşmak istemiyorum.

Sağlıklı kalın…

4 Şubat 2015 Çarşamba

Uçan Kuşa Borcum Var

Günaydın dostlar...

İyi mi ettik, kötü mü ettik bilmiyorum ama köyümüzde ileriye yönelik hiçbir umut göremeyince İstanbul’a göçmeye karar verdik…

Umutsuzlar Köyü'ndeki küçücük ama sıcacık evimizi, toprağımızı bırakıp düştük yollara. İlk önce İzmit’te bizim hemşerimiz olan Davut ağabeylerle kaldık bir müddet; daha sonra ben Erenköy Sebze Hali'nde hamallık işi ayarlayınca İstanbul’a, Çukurca’ya taşındık. Biliyorum Çukurca ismini hiç duymadığınızı, bizimkisi Ömerli ile Tuzla arasında minik bir vadide sıkışmış minicik bir gecekondular sitesi.

 
Buranın havası güzel, "İstanbul’da buradan daha güzel bir hava bulamazsınız" diyorlar ama ben yine de bizim köyün havasını arıyorum. Bir başka kokuyordu çiçekler, ağaçlar, bahçeler bizim oralarda.
Sabah olunca hepimiz birden evi terk ediyoruz. Çocuklar çamurlu yollarda dakikalarca yürüyerek bir zengin okulunun yanındaki barakadaki ortaokula gidiyorlar. Hanıma Ömerli’de bir sitede temizlik işi ayarladık, ben de her gün Erenköy Hali'ne kamyonlardan sebze ve meyve indirmeye gidiyorum. İnanmayacaksınız ama gidene kadar 3 kere otobüs değiştiriyorum. Köydeyken 2 saatte Kaymak Köyü'ne kadar gider dönerdim ama burada ancak Erenköy’e gidebiliyorum.

Şikâyet etmek istemiyorum, Allah'a şükür durumumuz çok iyi ama kazandığımız parayla geçinemiyoruz. Bırakın geçinmeyi; yiyip, içip ısınamıyoruz bile. Eve giren toplam para 2,200 TL den fazla. "Bu kadar para ile geçinilmez mi?" diyeceksiniz ama inanın geçinemiyoruz. Uçan kuşa borcumuz var. Nasıl ödeyeceğim bu kadar borcu hiç bilemiyorum. Bilemeyince de yakıyorum bir sigara.

Canım sıkkın dostlar. Olmayan paramı bir de her gün sigaraya yatırıyorum. "İçme" diyeceksiniz ama içmeyeyim de ne yapayım, canım sıkkın dostlar canım. Çocukları istediğim gibi yedirememek, gezdirememek, giydirememek, istediklerini alamamak çok canımı sıkıyor. Canı sıkılan insan ne yapar? Benim gibi sigara içer…
Zaman zaman siyasiler Tuzla ve civarına gelip meydanlarda konuşmalar yapıyorlar. Çukurca’dan hep bir toplanıp gidiyoruz. Sağ olsunlar minibüs filan da ayarlıyorlar. Söylemeye utanıyorum ama işin en güzel tarafı da meydanlarda dağıtılan sandviçler. Bir fırsatını yakalayabilirsem fazladan alıp hanıma çocuklara da götürmeye çalışıyorum. En azından bir akşamlık yemek işini halletmiş oluyoruz.

Dağıtılan tişörtlerden de alıyoruz. Çocuklar seviyor, yaz gelince hepsi bir örnek giyiniyorlar.
Açıkçası ben konuşmaları çok da dinlemiyorum. Benim aklım 3-5 tane daha sandviç alıp eve götürebilmekte. Her siyasetçi benzer şeyler söyleyip gidiyor ama ben hiçbirinin ne dediğini anlamıyorum. Yan yana iki tane yol yapacağız, ülke ilerleyecek, siz de rahat edeceksiniz diyorlar ama bu yolları zaten Çukurca’ya yapmazlar. İstanbul’da Büyük Cadde diye bir yer varmış, kesin gider bu yolları oraya yaparlar. Yolu Çukurca’ya yapacak ki bana bir faydası olsun…
Bu yol işi beni nasıl zengin edecek anlamadım ama herkes bağırdığına göre ben de bağırsam iyi olur. Adamlar bu soğuk havada çay da dağıttılar, şimdi bağırmazsam ayıp olur. Kim bilir belki bir gün yan yana yollar Çukurca’ya da yapılırsa, oradan geçen arabalardan para alırım. "İki yol" dediklerine göre, yolun birinden ben para alırım diğerinden de bizim Davut ağabey alır.

Bir de bu uçak alanı konusu var ama o bizim buralara hiç gelmez. Koskoca uçakların parasını hayatta bana yedirmezler. Halde bir Seyfi var. Onun dayısı bu uçak işinde çalışıyormuş. Uçak işinden parayı kesin onlar yer.

Meydanlarda çok mutlu oluyorum, bağırıyorum, çağırıyorum ama sonra eve dönünce de içime bir karamsarlık çöküyor. Bütün bu konuşulanların sanki benle hiçbir alakası yokmuş gibi bir his kaplıyor bütün içimi. Yine de umudumu kaybetmek istemiyorum. Bir gün zengin olacağıma inanmak istiyorum. Hem öyle olmasaydı, büyüklerimiz zenginleşiyoruz der miydi? Söylediklerine göre insanların birçoğu zenginleşmiş zaten. Biz yine anlaşılan kuyruğun sonuna kaldık. Koskoca insanlar benim gibi zar zor geçinen bir vatandaşı kandıracak değiller ya…
Bazen akşamları evin önündeki kırık masamda oturmuş çayımı, sigaramı içerken düşünüyorum kendi kendime. "Ulan bu İstanbul’a gelmekle iyi mi ettik, kötü mü ettik bilmiyorum" diyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...