31 Mart 2015 Salı

Rüyalarım Var Benim

Günaydın Dostlar,

Bu sabah rüya görerek kalktığım için çayımı içerken gördüğüm rüyaları düşünmeye başladım. "Rüyalarım var." dediğime bakmayın, hepsini toplasanız üç değişik rüyam var benim. Bu sabaha karşı gördüğüm rüya onlardan biri değildi ama genelde rüyalarım hep stresli ve sıkıntılıdır.
Vallahi nedenini ben de bilmiyorum, literatürde yazdığı gibi çocukluğuma inmek lazım.

Toplam üç değişik rüya.
 
En stresli günlerden sonra gördüğüm "okuldan mezun olamama" rüyam var. Üniversiteden bu dönem sonunda artık mezun oluyorum, diye düşünürken bu işlere bakan insan bir anda “Sen daha diploma alamazsın, üç dört dersin eksik.” diyerek karşıma çıkıyor. Allah kahretsin, ben herkese mezun oluyorum dedim, her şey bitti zannediyordum, bu üç ders de nereden çıktı diye söylenirken uyanıyorum. Allaha şükür yataktayım diye rahatlıyorum.
Bu rüyayı en az yüz kere görmüşümdür. Amerika’da okurken yapılan danışman görüşmelerinin bilinçaltımda bıraktığı bir iz bu. Tek tek 128 kredilik ders listesinin üzerinden geçilir ve her şey tamam mı diye bakılırdı.

İkinci rüyam "bir türlü uçağa binememe" durumudur. Eğer ki üniversite rüyasını görmezsem kesin uçağa binemem. Bu rüyanın iki hali var. Birinci durumda bir türlü bulunduğum yerden kıçımı kaldırıp havaalanına gidemiyorum. İkinci halinde ise havaalanında bir türlü bineceğim kapıya gidip uçağa binemiyorum. Check-In kuyrukları, pasaport kuyrukları, güvenlik kuyrukları gibi aklınıza gelebilecek olan her türlü zorluk karşıma çıkıyor. Bir türlü bu engelleri aşıp uçağa binemiyorum. Nitekim hiçbir rüyamda da uçağa binemedim. En fazla kapıya kadar gidip o aşamada uyandım.

Havaalanlarına son dakikada gitmeyi hiç sevmem. Bugüne kadar hiç uçak kaçırdığımı da hatırlamıyorum ama nedense bu rüya bir türlü peşimi bırakmaz.
Yukarıda da belirttiğim gibi ben çok fazla rüya görmem. Kim bilir belki de gördüğüm halde hatırlamıyorumdur ama gördüklerimin hepsi sıkıntılı stresli rüyalardır. Hiçbir zaman kendimi papatyaların arasında Filiz Akın gibi kırlarda koşarken görmedim. Belki de iş hayatının ve her şeyin acil olduğu parametrelerinin yarattığı streslerdir bunlar.

Yukarıdakiler kadar sık olmasa da üçüncü sırada Burdur Topçu Tugayı var. Burada yazmaya bile utanıyorum ama ben o zamanlar Amerika’da çalışıyor olduğum için toplam altmış gün askerlik yaptım. İnsanlar beş yüz gün askerlik yaparken bizim için de o altmış gün geçmek bilmedi. Bunun da en büyük iki nedeni askere gittiğimde 31 yaşında olmam ve de yaz aylarının dayanılmaz sıcaklığıdır. Allah'tan akşamları serin ve rahat oluyordu.

Yaptığımız pek bir şey de yoktu ama o sıcağın altında saatler geçmek bilmiyordu. Bu durumun rüyalarıma yansıması da son gün tam biz hazırlanmış çıkarken “Arkadaşlar bugün çıkamıyorsunuz, bir hafta daha buradasınız.” demeleri şeklinde oluyor. "Allah kahretsin, tam çıkacaktık, bir hafta daha nereden çıktı?" derken uyanıyorum. Bakıyorum ki Burdur çok gerilerde kalmış.

İşin garip tarafı bu günlerde Burdur da beni istemiyor. Artık askerlik yoklaması bile yaptırmana gerek yoksa anla ki seni ayakaltında istemiyorlar. Burdur’a nasıl girdiğimi geçmişte yazdığımı hatırlıyorum, aklıma gelirse bir sabah da nasıl çıktığımı yazarım.
Allah'a şükür neşeli bir insanım, dertleri de kafama takmam ama nedense hiçbir zaman şen şakrak rüyalar gördüğümü hatırlamıyorum. Bu işlerden iyi anlayan dostlar bilirler, belki de rüyaların çoğunluğu bu tip rüyalardır.

Burdur, İstanbul, Giresun, Ankara, İzmir, Hakkâri hiç fark etmez. Her nerede yaşıyorsanız bütün rüyalarınız istediğiniz gibi olsun. Hatta istediğinizden de daha güzel olsun.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Mart 2015 Cumartesi

Sipariş Şart Değil...

Günaydın dostlar.

Bu güzel cumartesi sabahında birazcık süreçleri birbirinden ayırıp bağımsız hale getirmekten söz etmek istiyorum. Bu durum bütün süreçler için geçerli olmakla beraber, ben satın alma sipariş süreci hakkında bir şeyler yazacağım.
Geçmişte bu hatayı hepimiz yaptık. Herhangi bir iç müşteriden bir satın alma talebi geldiği zaman hemen teklif alma telaşına düştük. Bu durum da zaten bu coğrafyada düzensiz ve acil konumunda yürüyen işlerin biraz daha sıkışmasına, bazen de gecikmesine yol açtı.


O zaman ne yapmamız gerekiyor? Düzenli alımı yapılan malzemeler, ekipmanlar, servisler vb. işler için teklif alma sürecini, sipariş sürecinden bağımsız hale getirmemiz gerekiyor. Sipariş olsun veya olmasın günün ekonomik koşullarına uygun olarak alınmış fiyatların elimizde her an hazır bulunması gerekiyor.

Günün ekonomik koşullarına uygun olması ne demek? Pazardaki koşullara göre fiyat alım sürelerini ayarlamamız ve değişen şartlarla göre güncellememiz demektir. Zamana ve şartlara göre fiyatlar 1 yıl içinde belirlenebilir, 1 ay içinde. Bu karar, pazar şartlarına hâkim, işinin uzmanı arkadaşların vermesi gereken bir karardır. Kimi zaman uzun bir süre için bağlamak daha avantajlı olabilir, kimi zaman da kısa bir süre için…

İç müşterilerden bir talep geldiği zaman hemen sipariş geçebilecek durumda olmalıyız. Anlaşma süresi bitmeden yeni fiyatlar üzerinde anlaşılmalı ve operasyonel satın alma yapan bütün ilgili masalarla paylaşılmalıdır. Süre bitmeden bu işlemin tamamlanması ve yeni fiyatların yayınlanması daha sonra faturalama ve ödeme safhasında ortaya çıkabilecek olan sorunların da önüne geçmiş olur.

Tabi ki bu tip bir çalışma her yıl alınan ana kalemler için yapılırsa verimli bir çalışma olur. Pazarlama belki ister diye, pembe pelüş kaplı bisiklet teklifi almak, çok iyi bir fikir olmayabilir. Bu tip kırk yılda bir alınacak şeyler için yapacak bir şey yok. Talep geldiği zaman prosedürlere uygun olarak tekliflerimizi alıp yürümemiz gerekiyor.

Bu devirde artık tekliflerin elektronik ortamda alınması da hem işlevsel açıdan, hem de çevresel faktörler açısından çok önemli bir konudur. Faks ile teklif gönderme dönemleri artık çok gerilerde kaldı. Artık günümüzde imzalı teklifleri PDF dosyaları veya başka bir format şeklinde yollamak mümkün.

Arkadaşlar, ben bu sabah satın alma sürecinde minik bir süreci anlatmaya çalıştım. Özet olarak teklif alma ve sipariş geçme süreçlerinin birbirlerine bağlı olmalarına hiç ama hiç gerek yok. Fiyat teklifleri alma ve ilgili masalarla paylaşma işi, sipariş konusundan bağımsız, rutine oturtulmuş bir süreç olmalıdır. Zamanı geçmiş fiyatlarla sipariş açılmasını önlemek için de, fiyat listeleri geçerliliğini kaybetmeden önce yeni listeler hazır olmalıdır.

Bu tip bir düşünceyle bütün süreçlerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Göreceksiniz ki birbirine bağlı diye düşündüğümüz birçok sürecin aslında birbirleri ile hiçbir bağlantıları yok.

Süreçleri bağımsız hale getirin, sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Mart 2015 Salı

Alçak Gönüllü Lider...

Günaydın dostlar.

Alçak gönüllü olabilmek aslında güzel bir değer ama günümüzün “ben odaklı” çalışma şekli, insanların içindeki mütevazi değerleri öldürüyor. Günümüzün yaşam koçları, yönetici koçları ve diğerleri, ilk iş olarak insanlara alçak gönüllü olmamayı öğretiyorlar.
Her ne kadar artık soyu tükenmekte olan bir hayvan olsa da, ben halen mütevazi olmakla, başarılı olmanın birbirine ters orantılı olduğunu düşünmüyorum. Dünyanın en başarılı insanı olup halen bir takım alçak gönüllü değerler de taşıyabilirsin.


İnsanlar büyüyor ve kendilerini geliştiriyorlar. O kadar büyüyorlar ki içinde bulundukları takımın önüne geçmeye başlıyorlar. Takım derken, spor kulüplerini kastetmiyorum. Her ortamdaki takımlardan söz ediyorum.

İnsanlar takımın önüne geçtikten sonra da, bu insan burada olmazsa bu takım batar, konulu algı yönetimi başlıyor. Bunun en güzel örneğini Ak Parti örneğinde görebiliriz. Recep Tayyip Erdoğan kesinlikle Ak Parti’nin çok önündedir. İkisi birbirlerine rakip olarak seçime girseler, kesinlikle Erdoğan kazanır. Zaten son zamanlarda seçime yönelik çalışmalarda, Tayyip Erdoğan’ın daha öne çıkarılması çalışmaları, kesinlikle böyle bir düşüncenin ürünüdür. Seçimlere Tayyip Erdoğan’ı öne çıkararak girmenin, Ak Partiyi öne çıkararak girilmesinden daha çok oy getireceği düşünülmektedir.

Aynı durum Fenerbahçe için de geçerli. Aziz Yıldırım giderse Fenerbahçe batar, hatta ülke batar algı yönetimi, başkanın çok açık arayla seçimleri kazanmasına neden oldu. Bugün artık günümüzde kulüp başkanları takımların önüne geçmişlerdir. Kimse 100 yıllık Gençlerbirliği’ni konuşmuyor, herkes İlhan Cavcav’ı konuşuyor…

Böyle bir konuma yerleştirilen insanlarda, her şeyin en iyisini ben bilirim havasına girip, etraflarındaki insanların düşüncelerine pek fazla saygı göstermiyorlar. En anlamadıkları bilmedikleri konularda bile büyük bir rahatlıkla fikir yürütebiliyorlar, yorum yapıyorlar.

Bunlar gibi binlerce örnek verebiliriz. İş ortamında da durum çok farklı değil. İşyerleri, yöneticiliğini yaptığı bölümün çok önüne çıkmış müdürlerle dolu. Kimse o bölümde çalışanların isimlerini bile bilmez ama herkes müdürlerini tanır. Bu durum bazen kendiliğinden böyle gelişse de, çoğu zaman yöneticilerin hep kendilerini ön plana çıkarma çabaları yüzünden bilinçli olarak oluşan bir süreçtir.
Neden böyle yapıyorlar? Çünkü adam "Önemli olan benim, gerisini boş verin." diye düşünüyor. Hatta benim gibi birinin yakınında oldukları için mutlu olsunlar, diye düşünenler bile var. Bu tip insanlar genelde yanındakilere bir şeyler öğretmeyi de sevmezler. Birileri bir şeyler öğrenecek diye ödleri patlar. İnsanlar gelişirse önemlerinin azalacağını düşündükleri için, hiçbir zaman onlara kendilerini geliştirme fırsatı vermezler.
Günümüzde, herkes benim kıçımda koşsun, ruh hali, domuz gribinden daha hızlı bir şekilde yayılıyor. Bu tip insanların sayısı her geçen gün artıyor. Yeni nesil zaten bu tip parametreleri yüksek ayarlarda doğduğu için, onlar hemen bu şekle adapte olabiliyorlar. Bizim gibi yarım yüzyılı devirmişlere de eski günlerden konuşmak kalıyor.

Emin der ki: Büyük adam ol, dünyanın en büyük lideri ol ama alçak gönüllülüğü de elden bırakma. O zaman sadece kâğıt üzerinde yönetici olmakla kalmazsın, gönüllerin de lideri olursun…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Mart 2015 Pazartesi

Şımarıklığın da Bir Sonu Olmalı...

Günaydın dostlar.

Emenike’nin o golü atamaması bir sürpriz değil. Öyle bir becerisi olmadığını bütün dünya âlem biliyor. Ona kızan Fenerbahçeliler de bunu biliyor. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük golcüsü olan Hakan Şükür’de atamazdı. Onun da böyle bir becerisi yoktu.
Diyeceksiniz ki, o zaman Fenerlilerin derdi ne kardeşim? Onların derdi oyuncuların artık tavan yapan şımarıklıkları, umursamaz tavırları ve seyirciyle didişmeleri. Senin maaş almanın tek nedeni bu seyircilerse, o zaman onlarla didişmeyeceksin kardeşim. Seyirciyle kavga etmeye başladığın gün bittin sen. Bu kavgayı kazanamazsın…


Emenike’de sezon başında seyirciyi karşısına aldığı gün bitti.

Durum böyle iken, Emenike dünkü maçta neden oynadı? İlk nedeni, İsmail Kartal’ın Aziz Yıldırım karşısında dik duracak cesareti olmamasıdır. İkinci ve daha önemli nedeni de, Emenike bu kadar kötüyken, yerine oynatacağın oyuncuların daha kötü olmasıdır. Buna inanmak zor ama gerçekler ne yazık ki böyle…

Sow, gol attı ama oynadığı süre içinde Emenike’den daha kötüydü. Skora bakıp aldanmayalım, dün akşam takım yine çok kötü oynadı. Aylardır 3-4 oyuncu takımı sırtladı taşıyor. İleri uçta oynayan Sow, Kuyt, Webo, Diego hepsi birbirinden formsuz.
Bir tane adam eksiltemiyorlar, koşarken bir tane adamı geçemiyorlar. Son anlarda gelen tesadüfi bir gol olmasaydı, bu sabah bambaşka şeyler konuşuyor olurduk. 5 gol attıkları Gaziantep maçı da dâhil olmak üzere, Fenerbahçe, Trabzon maçından beri çok kötü oynuyor.
Oyuncuların üzerinde garip bir isteksizlik ve umursamazlık var. Bunun nedenlerinden bir tanesi de ileri uçtaki oyuncuların geçen yaz dünya kupasında oynamış olmaları. Hiç şaşmıyor, dünya kupasından sonra futbolcular genelde iyi bir sezon geçirmiyorlar. Bu durumu zaten bekliyorduk ama bu kadarını beklemiyorduk.

İkinci ve daha önemli nedeni de, yılsonunda sözleşmesi bitecek olan Webo, Kuyt gibi oyuncularla yeniden sözleşme imzalanmayacak olmasıdır. Şurada kalmış 2-3 ayım ne diye kıçımı yırtayım ruh hali hepsine yerleşmiş.

Yukarıda da söylediğim gibi kimse galibiyete aldanmasın, takım çok kötü. Dün akşam da kötü bir şeyler olacağını düşünen futbolcular sakatlanıp, sakatlanıp tüydüler. Bu hafta Fenerbahçe, Rize deplasmanına gidecek. Orada kazanabilir mi? Çok zor…
Ben olsam Emenike’ye bir daha Fenerbahçe forması giydirmem ama takımlar o kadar muhtaç durumdalar ki, aylardır bütün bu şımarıklıkları yapan oyuncuyu yalvarıp, yakarıp yeniden sahaya sürmeleri çok yüksek bir ihtimal. Hiç hak etmediğin, hayatında göremeyeceğin paraları alacaksın, her türlü şımarıklığı yapacaksın, umursamaz tavırlarınla 2 santimden topu kaleye yuvarlayamayacaksın, sonrada en ufak bir eleştiri kaldıramayacaksın. Böyle bir dünya yok.
Emenike amca, bu ülke ayda 900 TL maaş alabilmek için işitmediği laf kalmayan insanlarla dolu. Şımarıklığın da bir üst sınırı olmalı.

Emre’nin insanları usandıran küçük dev adam tavırları, Biliç’in sinsice ortalığı germeleri derken insanlarda futbol zevki bırakmadınız. Bir de üstüne kibirli başkanları ekledin mi, ortada futbol diye bir şey kalmadı…

Dikkatimi çeken bir diğer konuda artık insanların hiçbir şeyi umursamıyor olması. Eskiden olsa böyle bir maçtan sonra insanlar birbirlerini kızdırmak için 500 tane şey yazarlardı. Herkes o kadar mutsuz ki kimse artık yazı bile yazmıyor. Ülkenin genel mutsuzluğu ve futbolun çirkinlikleri bu sektörü bitme noktasına getirdi.
Fenerbahçe kazandı. İyi güzel mutlu olduk ama futbola karşı 3-5 yıl önceki hevesin, arzun var mı derseniz, kesinlikle yok… Saha içinde ve dışında bu kadar kalitesiz işlerin görüntülendiği, bir gram seyir zevki kalmamış bir futbol maçını seyretmek inanın artık çok zor geliyor. Maçı seyrederken 50 kere kanallarla oynuyorum…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Mart 2015 Pazar

Seviyorsan Git Konuş...

Günaydın dostlar.

Kanada’da yaşayan çok sevdiğim bir dostum ve arkadaşım, dün akşam Facebook ortamında, “Neden severler ama gidip konuşamazlar?” konusunu işleyen kısa bir yazı yazmış. Dostumuzun burada kastettiği erkekler ama bence bu durum her iki cinsiyet için de geçerli olan bir ruh halidir.
Bu yazıyı görünce Emin de düşündü, neden gidip konuşamıyorlar diye ama artık günümüzde çok da konuşulamayan bir şey kalmadı. Artık herkes sevgisini de, nefretini de büyük bir açıklıkla söylüyor.


Birine, "Seni seviyorum", diyebilmek kadar, böyle bir açıklamayla karşı karşıya kalmak da çok hassas bir konudur. Sana değer vermiş ve hislerini açıklamış birine, öküzce cevaplar vermemek gerekir diye düşünüyorum. “Güzel diyorsun da, ben sana karşı hiçbir şey hissetmiyorum ki”, gibi cevaplar biraz hassasiyetten uzak yanıtlar gibi geliyor bana.

Bu devirde bile, sevgili dostumun sözünü ettiği gibi, sevdiği halde bir türlü gidip konuşamayan insanlar yok mu? Tabi ki var. Bu sevgi işleri biraz hislere bağlı işlerdir. Bir türlü gidip konuşamamasının, en büyük nedeni de, %99 gıcık bir cevap alacağını hissetmesidir

İkinci bir neden de, ret cevabı aldıktan sonra artık hiçbir umudun kalmayacak olmasıdır. Konuşmadığın müddetçe %1’de olsa halen bir umut vardır ama konuşup da ters bir cevap alınca o umut da ortadan kaybolur.
Unutmayın, konu ne olursa olsun insanları yaşatan kalplerindeki umutlardır. Umut kaybolduğu zaman ışıklar söner ve odayı karanlık bir hüzün kaplar.
Bu umudu kaybetmeyi göze alamayan insanlar, sevgilerini asıl söyleyecekleri insandan başka herkese söylerler. Bu konuya yönelik sözleri olan şarkılar eşliğinde içilmedik şişe kalmaz. "Güzel gözlerinin içinde kayboldum" şarkısından tutun da, "Sokakta her gün yolunu beklerim" şarkısına kadar her şarkı bu gibi hallerde mubahtır.

Benim de aylarca derdini anlatamamış arkadaşlarım yüzünden Ankara’nın meyhanelerinde, İstanbul’un barlarında çok içki içmişliğim vardır. Sonunda insanlara tak eder ve “Sen konuşamayacaksan, senin yerine ben gidip konuşacağım.” demeye başlarlar. Bu da zaten kötü olan durumu daha boktan bir hale sokmaktan başka bir işe yaramaz.

Karşı tarafın bir milim bir niyeti varsa bile, bu tavuk boku kıvamındaki cesaretten sonra o da gider. Bu devirde artık kimse iki lafı bir araya getiremeyecek bir insandan etkilenmez.

Tabi, burada sorulması gereken soru, ille de gidip bir şeyler söylemeye gerek olup olmadığıdır. Her şeyin doğal gelişmesi gerektiğini ve böyle güzel olduğunu düşünen bir insan olarak, ben böyle bir milat noktasına gerek olmadığı kanısındayım.

Bu işlerin gelişeceği varsa, zaten sen istemesen de o kendiliğinden gelişir. Armut gibi bir açıklamaya gerek yok. Böyle bir açıklama karşıdakini de zor duruma sokar. Tam olarak ne diyecek o anda? “Evet ya, ben de seni çok seviyorum ama bir türlü ben de söyleyemiyordum” deme ihtimali bence çok az.
Bu hassas bir konudur. "Söyle kardeşim net ol", diyenler de olabilir veya "Her şeyin söylenmesine gerek yok, hisler zaten karşılıklı anlaşır", diyenler de olabilir.

İşin içine kalp, sevgi, hisler, şu, bu girdiği zaman kesinlikle doğru yol diye bir şey yoktur. En ummadığın yol bir anda karşı kalbe çıkabilir…
İçinden öyle geliyorsa, git konuş kardeşim, gelmiyorsa da akışına bırak…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

19 Mart 2015 Perşembe

Didişen İnsanlar

Günaydın Dostlar,

Sizlerin de bildiği gibi bir ülkenin refah seviyesi körling oynayıp oynamadığına göre belirlenir. Etrafınıza bir bakın, körling oynayan ülkelerin hemen hemen hepsi refah seviyesi çok yukarıda olan ülkelerdir. Biz de artık zengin bir ülke olduğumuz için bizde de yavaş yavaş oynanmaya başlandı!
Bilmeyen arkadaşlar olabileceği düşüncesiyle hemen birazcık körlingin ne olduğundan bahsedeyim. Televizyonlarda görmüşsünüzdür. Bir tanesi buzun üstünde bal kabağı gibi bir şeyi dizlerinin üzerinde kayarak ileri doğru bırakıyor, diğerleri de ellerindeki çalı süpürgeleri ile kabağın yolunu açıyorlar. İlerideki noktaya kabakları kim en yakın durdurabilirse onlar oyunu kazanıyorlar.


Körling gerçekten de ileri bir refah seviyesi. Körling olmasa da biz de buz hokeyi seviyesine gelmişiz. Buna da şükür. Buz hokeyi de fena bir seviye değil ama şöyle bir sorun var, bu oyun bizim duygusal yapımıza hiç uygun değil. Geçen gün Erzurum’da kadınlar buz hokeyi maçı yapılmış, kavga etmeyen insan kalmamış.

Ben Amerika’da çok fazla buz hokeyi maçı seyrettim ve kavga etmek artık oyunun bir parçası haline gelmiş. Ediyor kavgasını, alıyor iki dakika veya beş dakika cezasını, cezası bitince de hiçbir şey olmamış gibi oynamaya devam ediyor. Bizde olsa kavgalar salonun dışında da devam eder ve eninde sonunda kan davasına dönüşür.

Duygusallığı işin içine katmadan yaşamak hiç bize uygun bir iş değil. Spor dünyasında durum böyle de diğer yerlerde farklı mı? Hiç değil. Hem de hiç değil. Orada da durum aynı, hiçbir farkı yok. Örnek olarak işyerlerindeki günlük işe yönelik didişmeleri hemen kişisel nefrete dönüştürüyoruz.

İşyerlerinde çeşitli birimlerin birbiri ile didişmesi gayet normaldir. Sağlıklı bir şirket yapısında birimlerin hedefleri birbiri ile çelişiyor da olabilir. Fabrikalar malzemelerini garantiye almak için önceden büyük siparişler vermek isterken finans envanter maliyetlerini düşünerek bunun tam tersi bir hedefe yönelik çalışıyor olabilir.

Günlük iş akışında en ufak bir didişme yaşandığı zaman insanlar hemen “Ben ondan nefret ediyorum.” demeye başlıyorlar. Durun ya, sakin olun, hemen bu kadar çabuk nefrete ulaşmayın. Sonuçta hepiniz aynı gemidesiniz.
Günlük işlerin içinde olan bölümler, her gün birbirleri ile temasta oldukları için sık sık didişme ortamları yaşanabilir. Hele de bizim gibi plansız programsız çalışan topraklarda bu didişmeler daha da artar. Her iş acele olduğu için bir şeyler geç kaldığında herkes topu atacak birilerini arar.
Bir e-mail yazıp gerekli gereksiz beş yüz kişiye kopyalamak da bu didişme ortamının yarattığı "Aman bana bir şey girmesin." korkusunun bir ürünüdür. Herkese yazayım da kimse benim haberim yoktu diyemesin.

Eğitim bölümü gibi günlük işlerin içinde çok da olmayan departmanlarda çok fazla didişme olmaz ama üretim, satış, planlama, satınalma gibi bölümler her gün bu didişmenin içindedir.

Refah seviyemiz her ne kadar Kuzey Avrupalı buz hokeyi oynayan ülkelerin seviyesine ulaşmış olsa da iş yapış şekillerimiz henüz o seviye de değil.
Konu ne olursa olsun ister spor, ister iş, ister ev ortamı; bir takım süreçlerle kişisel nefreti bir birine karıştırmayalım. Gereksiz duygusallığın kimseye bir yararı yok.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Mart 2015 Salı

Survivor İsteksizler...

Günaydın dostlar.

İnanmayacaksınız ama televizyonda yine bir Survivor var. Aylin’in de burada olması sebebiyle son 3 akşamdır epeyce bir Survivor seyrettik. Bu herhalde 1300’üncü program olsa gerek. Oturup saatlerce baştan sona seyretmesek te, kanallarla oynarken program hakkında epeyce bir bilgimiz oldu.
Yine her zamanki gibi iki takım var ve bu sefer ki programın adı, Survivor All Star. Her ne kadar adı yıldızlar yarışması olsa da, gerçek adı Survivor İsteksizler olmalıymış. Bilhassa ünlüler takımı nasıl isteksiz anlatamam. Pascal Nouma, Emenike’nin ikiz kardeşi ruh hali içine girmiş, geçen yılların şampiyonları da, elensem de bu dertten kurtulsam havasındalar.


Takım demişken, Survivor takımları da bizim Süper Lig takımları gibi. İçinde yabancılar var, Avrupa doğumlu gurbetçiler var ve de Anadolu çocukları var. Programda 13 çeşit Türkçe konuşuluyor. Bir birleriyle anlaşabiliyor olmaları büyük başarı.

Bilhassa ünlüler takımı, Fenerbahçe’nin forvet hattı gibi. Ne bir arzuları var, ne bir motivasyonları var, ne de enerjileri var. Adaya geldiğinden beri güneşlenmekten başka bir işe yaramayan eski futbolcu, haftanın şampiyonu oldu ve dokunulmazlık kazandı.

Ayrıca siz ünlüler takımı dediğime bakmayın. Bir iki futbolcu ve bir milli atlet dışında gerisinin ünlü olmasının nedeni daha önce Acun’un herhangi bir programına katılmış olmaları. Acun ile bir yerlerde dirsek teması kurabildiyseniz ünlü tarifesinden bu programa katılabilirsiniz.

Gönüllüler takımında durum biraz daha iyi ama orada da geçmiş yıllardaki hırsları yok. Aslında insanları çok ta kınamamak lazım, her şeye rağmen bu kolay bir yarışma değil. O şartlarda aylarca yaşayabilmek herkesin harcı değil. Öyle bir adada 5 yıldızlı otelde bile kalsanız bu kadar uzun süre kalamazsınız…

Açlık ve isteksizlik insanların sinir katsayısını hızla yükseltiyor. Aç oldukları için oyun kazanamıyorlar, oyun kazanamadıkları için de aç kalıyorlar. Ben daha önceki yıllarda da programı izlemiştim ama hiç bu kadar, bitse de gitsek havası görmemiştim. Elenip adadan giderlerse (birkaçı dışında) çok mutlu olacakları kesin…
Programın reytingleri nasıl bilmiyorum ama geçmiş yıllardaki seyir zevki ve mücadelenin olmadığı kesin. Bu seneye özgü gözlemlediğim bir diğer konu da takımların eşit kurulmamış olması. Takımlardan bir tanesi çok zayıf kalmış…

Bildiğiniz gibi bu yarışmacılar daha önce bu yarışmaya katılanlar arasından seçilen en iyiler. Madem bu kadar isteksizler neden o zaman bu yarışmaya tekrar katıldılar diye soracaksınız. Cevap veriyorum, tabi ki Acun ile kötü olmamak için.

Bunların birçoğu Acun sayesinde meşhur olmuş ve para kazanmış insanlar. Siz olsanız bu ilişkiyi bozmak ister misiniz? Yolda bakkala giderken Acun ile selamlaşsan köşeyi dönüyorsun. Ben de bir yerlerde rastlayayım diye uğraşıyorum ama hiç karşıma çıkmıyor.

Bir yarışmaya katılan, bir bakıyorsun iki hafta sonra şampuan reklamına çıkıyor veya dizinin birinde Hürrem Sultan’ın saçlarını yıkıyor. Bir sonraki aşamada da kendi programlarını sunmaya başlıyorlar. Böyle bir olanak varken sen olsan bu insanla kötü olmak ister misin?
Hepsi, giderim biraz takılırım, Acun’u da kızdırmadan idare etmeye çalışırım havasında.

Bilmiyorum kaç yıldır bu program var ama katılanlara da, izleyenlere de kabak tadı verdiği kesin. Önceden çekilen bir programda, daha sonra izleyenlerin verdiği oylar nasıl devreye girebiliyor, onu da anlamış değilim…
Ben bu sabah kısıtlar teorisi üzerine çalışıyorum, işin o kısmını da Acun düşünsün…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Mart 2015 Pazartesi

Hiç Yapmadığım İşler

Günaydın Dostlar,

Bu sabah sizlere bir takım hiç yapmadığım işlerden ve hiç yemediğim yemeklerden bahsetmek istiyorum Belki de daha uygun başlık "Uzun Zamandır Yapmadığım İşler" demek olacaktı.
Geçen hafta sonu sevdiğim arkadaşlarımın ısrarları üzerine Galata’da akşam yemeğine gitmeye karar verdim. Bu işin ilk basamağı da en az yirmi senedir binmediğim Karaköy vapuruna binmek oldu. Kadıköy’den Kabataş’a, Eminönü’ne, Beşiktaş’a yüzlerce defa vapurla geçtim ama Karaköy’e hiç yolum düşmüyordu. Hemen belirteyim, Karaköy ve çevresi bu süre içinde çok değişmiş. Basbayağı piyasa yapılan bir yer haline gelmiş. Benim en son hatırladığım oraya bir takım elektrik malzemeleri için gidişimizdi.


İkinci adım da dünyanın en eski ikinci metrosu olan Tünel’e binmek oldu. Ona binmeyeli de en az yirmi sene olmuştur. Ben İstiklal Caddesi'ne filan gidiyorum ama hep öbür taraflarına gidiyorum.

Utanarak belirtmek zorundayım ki ben Galata Kulesi'ni de hiç görmemiştim. En azından bu akşam yemeği bahanesiyle uzaktan da olsa boyunu posunu görme şansım oldu. Dar bir sokağın sonunda evlerin arkasında güzel duruyordu. İlk fırsatta dibine kadar gidip bakmam lazım. Belki bir resim çekip Instagram’a bile koyabilirim.

Arkadaşlarım çok ayıp, diyorlar ama ben bütün ömrünü Ankara’da yaşamış biri olarak Kapadokya’yı da görmedim ki. Sen, dünyanın birçok yerini gez ama burnunun dibindeki yerleri görme. Hayat böyle bir şey işte.
Üç vasıta ve üç ayrı yürüme sürecinin sonunda Galata’daki restoranımıza geldik. Geldik gelmesine de amca beni içeri almadı. "Daha erken, kapıyı yarım saat sonra açacağız." dedi. Geç kalmayı sevmediğim için biraz erken gitmişim.
Arkadaşlarımın söylediğine göre insanlar buraya gidebilmek için bir ay öncesinden yer ayırtıyorlarmış. Bu tip parametreler baştan benim tadımı kaçıran işlerdir. Ne bir ay öncesinden rezervasyon yaptırırım ne de o restorana giderim.

"Yarım saat bekle." demek, bir kadeh kırmızı şarap içecek kadar vaktin var, demektir. Allah'tan oralarda bu tip yerlerden çok fazla var da girdim bir tanesine, içtim şarabımı. Artık hazırım. Diyeceksiniz ki “Neden hemen restoran açılır açılmaz gitmek zorundasınız?”. Gitmek zorundayız çünkü zaman sınırlı. İçeride en fazla iki saat oturma hakkın var, sonra kalkman gerekiyor.

Anlayacağınız zaman kıymetli. Adamlar bir lütufta bulunuyorlar ve senin orada iki saat yemek yemene izin veriyorlar. Allah var ortam güzel ama bu iki saat işi baştan beni sinir etti. Hiç sevmem böyle ısmarlama işleri. Bir saat içinde de kalkabilirim ama baştan iki saat hakkın var, diye belirtmeleri insanın tadını kaçırıyor. Böyle doğal olmayan ve ısmarlama işler hiçbir zaman yay burçlarına uygun işler değillerdir.

"Bir şarap daha alayım." diyorsun, adam "Yirmi dakikanız kaldı." diyor. Her zaman böyle bir stres halindesin. Getir kardeşim, sana ne belki yirmi dakikada üç tane daha içeceğim, keyfim misin? Şarap demişken restoranın en iyi yanı sevgili dostlarımın Urlice Vineyards şaraplarını bulundurmasıydı. Bir yandan şarapların güzel tadı, bir yandan da zaman bitecek korkusuyla epeyce içmişiz.

Madem geldik çok meşhur bir restorana, hadi yiyelim o zaman. Ne yalan söyleyeyim gelen menüye on dakika baktım ve bir tane yiyecek bir şey bulamadım. Tecrübeli ve sosyetik arkadaşlarım, buranın bir gurme restoranı olduğunu ve bu gibi yerlerde normal yemeklerin bulunmayacağını anlattılar. Anadolu’nun bağrından çıkmış bir insan olarak ben ne anlarım bu işlerden. Bu arada sosyetik dedim ama içerdekilerin yarıdan fazlası Türkiye’de çalışan yabancılardı.
Adam yazmış oraya, "vişne parçacıklı kısır" diye. Ben kısır yemem ki vişnelisini yiyeyim. Neyse abartmayayım, ortaya gelen yemekler oldukça lezzetliydi ama hiçbiri benim daha önce yemiş olduğum veya ileride yiyeceğim şeyler değildi. Güzel şarap ve dostlarla sohbet olunca yemeklerde arada kaynadı gitti.

Başta da belirttiğim gibi bu yemek esnasında ne kadar hiç yapmadığım iş varsa hepsini yaptım. Hayatım boyunca hep barbunya ezmesine sarılı, bilmem ne sosunda kızartılmış sucuk yememiş olmanın eksikliğini hissediyordum ama artık o açlığımı da giderdim.
Ortam güzeldi, şarap güzeldi, yemekler değişikti ama en güzeli bütün bunları bize verilen iki saatin içine sığdırıp oradan azar işitmeden çıkmış olabilmekti.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Mart 2015 Çarşamba

Kızlar Geliyor

Günaydın Dostlar,

Bunu bir sabah yazısı değil de erkeklere ufak bir uyarı yazısı olarak düşünelim. Geçen sene bu zamanlarda yazmış olduğum “Siz Bu Ülkenin Kadınını Yabana Atmayın” yazısında aynı konuyu işlemiş ve erkekleri uyarmıştım ama dün sabah gördüğüm minik bir örnek tespitlerimin ne kadar doğru olduğunu bir kere daha bana gösterdi…
 
Sevgili erkekler, annelerimiz bize ne kadar süper olduğumuzu, bulunmaz bir Hint kumaşı olduğumuzu sürekli anlatsa da sokağın gerçekleri hiç de böyle değil. Kardeşlerim sizleri bir kere daha uyarıyorum, biz kasıla kasıla enerjisiz bir şekilde otururken kızlar son hız koşuyorlar.
Bizim tek işlemcili beynimizin kızların aynı anda birden fazla işi hakkını vererek yapan beyinleriyle başa çıkmasının mümkün olmadığını biliyorduk ama bilhassa akademik olarak durum düşündüğümüzden de daha vahim.

Geçmişte işe eleman alırken yapılan müzakerelerde ve yabancı dil sınavlarında son yıllarda kızların erkeklerden çok daha başarılı olması zaten dikkatimizi çekmeye başlamıştı ama adını koyamamıştık.


Düşünün ki bütün bu başarılar üstelik kızların son derece okul ortamından uzak tutulmaya çalışıldığı bir coğrafyada geliyor. Demek ki bir de herkes eşit şartlarda okula gidebilse, aileler kızları okullardan uzak tutmasalar erkeklere gidecek okul kalmayacak.

Bütün bunlar iyi güzel ama dün tam olarak ne oldu? Sevgili öğretmenlerimizin talebi üzerine dün sabah daha tavuklar uyanmadan Eyüboğlu Koleji’ne gittim. Benim babam okulun mahallesini bile bilmezdi, biz okulda yaşanan her konuya hâkimiz ama neyse o konuyu şimdilik bir kenara bırakalım.

Malum erken gitme huyum olduğu için orada beklerken gözüme bir kütük ilişti. Sonra gidip daha yakından baktığımda okul birincilerinin isimlerinin minik plâketler halinde çakılı olduğunu gördüm. Dikkatimi çeken şey isimlerin hemen hemen hepsinin kız ismi olmasıydı. Üşenmedim saydım. Kütüğün üzerinde 26 tane isim vardı ve bunların sadece dört tanesi erkek ismiydi.
 
Eyüboğlu, İstanbul’un çeşitli yerlerinde okulları ve binlerce öğrencisi olan oldukça büyük bir eğitim kuruluşu. Bu kadar çok öğrencisi olan bir okulda 26’da 4 gibi bir oranın biz erkekler açısından alarm verici bir durum olduğunu düşünüyorum.
Sevgili kardeşlerim, okula başladığınızda ve iş hayatına atıldığınızda kimse sizi benim aslan oğlum diye şımartmayacak. Evin gerçekleri bitip de sokağın gerçekleri başladığı zaman aradığımızı bulamıyoruz ve sonra işi hırçınlığa döküyoruz.

Dün akşam minik bir köyde yapılan bir programda ilkokul öğrencilerine mikrofon uzatıp büyüyünce ne olmak istediklerini soruyorlardı. Oğlanlardan sadece bir tanesi ben polis olmak istiyorum diyebilirken kızların hepsi cevap verdi ve büyük bir enerjiyle, doktor, hâkim, avukat, mühendis ne varsa sıraladılar.

Yukarıda da belirttiğim gibi ister inanın ister inanmayın ama kızlar geliyor. Kızlar daha cesur, daha iş bitirici, daha azimli ve daha motiveler.
Sık kullandığım bir laf vardır. “Her şeyi aşarsınız, erkekleri aşarsınız ama siz bu ülkenin kadınını aşamazsınız.” derim. Gerçekten de aşamazsınız zira kızlar güçlü geliyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın.

9 Mart 2015 Pazartesi

Gel Kutlayalım Bacım

Günaydın Dostlar,

Hepinizin bildiği gibi bugün dünya kadınlar günü. Amerika’da hayatını kaybeden bütün kadın işçi kardeşlerimizi saygı ile anıyoruz. Böyle bir günde senden de bir yazı beklerdik, deniliyor. "Neden kadınların gününü kutlamadın?" diye soruyor insanlar. Tamam, gel kutlayalım bacım.
Trafikte sadece kadın olduğun için sıkıştırıldığın bir ortamda, gel kutlayalım bacım.


Sabahın köründe evden çıkıp, bütün gün çalışıp kazandığın paranı istasyon yolunda seni bekleyen kocana verip eve gidip yemekleri hazırladıktan sonra, bir de üstüne dayak yiyip kafan kırılmazsa gel kutlayalım bacım

Yerleri süpürüp, camları silip, tuvaletleri temizleyip, ütüyü yapıp, kapı önünü yıkayıp, çocukları temizleyip, yemekleri yapıp, tozu alıp, sobayı yakıp iki de dedikodu yapabildiysen gel kutlayalım bacım.

Oyuncak bebeklerine sarılıp yatması gereken çocukların, dedelerinden büyük adamlara sarılıp yattığı bir ortamda seksen yaşındaki kocan izin verirse gel kutlayalım bacım.
Doğduğun günden beri belli olan ve gözünü açtığın günden itibaren tepende dikilip her işine musallat olan beşik kertmen müsaade ediyorsa gel kutlayalım bacım.
Kaç altın bileziğe, kaç dolara, kaç avroya, ne kadar metrekare toprağa, kaç büyükbaş hayvana satılacağın netleştiyse gel kutlayalım bacım.

Her bir erkek annesinin çakma Hürrem Sultan kesildiği bir ortamda kaynanandan, kayınpederinden, eşinin ağabeyinden, küçük kardeşinden dayak yemen bittiyse gel kutlayalım bacım.

"Boşansak da sen halen benimsin, en ufak bir yanlışını görürsem seni gebertirim." diyen eski kocandan canını kurtarabildiysen gel kutlayalım bacım.
Parfüm sıktın, mini giydin, dekolte giydin zırvaları yüzünden; tacizlere, tecavüzlere, ölümlere maruz kalmadıysan diri diri yakılıp kesilmediysen gel kutlayalım bacım.

Tecavüze uğradın, diye töre seni ölüme mahkûm etmediyse küçük kardeşe seni öldürme görevi verilmediyse gel kutlayalım bacım.
Erkek çocuk doğurmadın diye bin bir türlü hakarete ve aşağılanmaya maruz kalıp kendini sıfır gibi hissetmene neden olanlar yoksa gel kutlayalım bacım.
Sadece ve sadece kız olduğun için okula gönderilmediğin bir ortamda, belki de okula gönderilen erkeklerden iki kat daha başarılı olacağın halde bu hakkın elinden alınırken gel kutlayalım bacım.

“Benim olmayan kadını kimseye yar etmem.” diyerek aylarca peşinde dolaşan manyaklar tarafından bugüne kadar öldürülmediysen gel kutlayalım bacım.

Akşam iki duble içip yatmadan önce de seni dövmeyi adet haline getirmiş kocan bu akşam kafanı kırmadıysa gel kutlayalım bacım.
Kadınlar gülmez, kadınlar konuşmaz, kadınlar internete girmez, kadınlar hamileyken sokağa çıkmaz gibi yapamaz, edemez kelimelerinin hiç bitmediği bir ortamda, vaktin ve cesaretin varsa gel kutlayalım bacım.

Dolmuşta, otobüste, takside, orada, burada tek kalmak korkusu içinde yaşadığın bir dünyada, gel kutlayalım bacım. Gelirken tek başına kalmamaya dikkat et ama.
Sen, buralarda kutlama filan yazdığımıza bakma bacım. Sakın eve gidip de ben kadınlar günü kutlamalarına katıldım, diye anlatma. "Kadınlar dışarıya gitmez, kutlamaya katılmaz." diye bir araba dayak yersin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

6 Mart 2015 Cuma

Sabır...

Günaydın dostlar.

Dün sabah Emek Mahallesi ile ilgili anılarımı yazarken, yarın sabah sizlerle minik bir anımı paylaşacağım diye söz vermiştim.  Yarın sabah olduğuna göre, Emin’de sözünde dursun o zaman.
İşin enteresan tarafı, yaşananların üzerinden 50 sene geçmiş ve ben dün sabah Emek Mahallesi yazısını yazana kadar da bu konu hiç aklıma gelmemişti.


Bu sabah sizlere sevdiğimiz bir komşumuzun oğlu Sabır’dan bahsetmek istiyorum. Benle aynı yaşlarda, iyi kalpli ama son derece yaramaz bir çocuktu. Okul hayatı da hep yaramazlıklarla ve başarısızlıklarla doluydu.

Dün de bahsettiğim gibi bizim yaşadığımız 71. Sokak çok işlek bir sokaktı. Bütün dolmuşlar, otobüsler oradan geçerdi. O yüzden de biz genelde hep bahçede oynardık. Sokağa çıkarsak ta en fazla kaldırımda duvarın üzerinde otururduk. Yok ki elimizde I-Pad’imiz, Minecraft oynasak…

Yine böyle sıcak bir yaz gününde duvarın üstünde boş boş otururken yanımıza Sabır geldi. Saat te akşamüstü 5.00 gibi. Hava sıcaklığı gayet yüksek olduğu gibi, sıkıntı katsayımız da gayet yüksek. Yaş durumumuzu hatırlamıyorum ama en fazla 5-6 yaşındayız.
Bizim Sabır, “Çocuklar ben çok güzel bir şey buldum.” dedi. Meraklı ve araştırmacı ruhlu çocuklar olarak biz de hemen “Nedir?” diye cevap verdik.
“Gidiyorum yolun ortasına yatıyorum, iki yanımdan arabalar, otobüsler, kamyonlar filan geçiyor çok zevkli.” diye anlattı. Sonra da “Hadi gelin siz de deneyin.” diye bizi de çağırdı. Her haltı denemeye meraklı yay burcu olarak biz de kalktık 4 çocuk uzunlamasına yolun ortasına yattık.

İki yanımızdan vızır vızır arabalar geçiyor ve biz yolun ortasında yüzükoyun yatıyoruz. Etraftan teyzeler filan bağırmaya başladı ama Sabır, “Aldırış etmeyin ben her yattığımda onlar öyle bağırıyorlar.” deyince, bir bildiği vardır her halde diye ona inandık.

Daha aradan 1 dakika geçmemişti ki adamın biri bir anda Sabır’ı dövmeye başladı. Bir de baktık ki babası. Sıra bize de gelmesin diye biz de hemen kalktık kaldırıma çıktık. Sabır’ın dayak yemesi bitince adamcağız bize gelip, “Hadi bizimki geri zekâlı ama sizler akıllı çocuklarsınız buna nasıl uyarsınız?” diye bir de bize çıkıştı.

Babası kendi malını iyi bildiği için, bu fikrin Sabır’dan çıktığını biliyordu. Hiç sormadı bile bu kimin fikriydi diye. Kafadan Sabır’ı dövmeye başladı.

Şimdi düşünüyorum da, yanımızdan geçen araç sürücülerinin yaşadığı şoku düşünebiliyor musunuz? Yolun ortasında yatan dört tane çocuk ve iki yanlarından araçlar geçiyor. Ben, belediye otobüsünün lastiği ne kadar da büyükmüş diye içimden düşündüğümü hatırlıyorum…
Sizlerin de tahmin edebileceğiniz gibi, bu yolun ortasına yatma oyunu bir daha denenmedi. Şu anda hatırlamıyorum ama kesin üstümüz kirlenmiştir, bir sorun da akşam eve gittiğimde yaşamışımdır.

Sabah sabah bu hikâyeyi neden mi anlatıyorum? Her zaman söylediğim bir laf vardır. Çocuk milletinin ne yapacağı hiç belli olmaz derim. Sevgili anneler babalar, çocuklar çok kısa bir süre içinde öyle işler yapabilirler ki küçük dilinizi yutarsınız. Yolun ortasına yatmak gibi…
Sağlıklı kalın, yollara yatmayın…


5 Mart 2015 Perşembe

Emek Mahallesi...

Günaydın dostlar.

Geçen gün, çok sevdiğim bir arkadaşımla çocukluk yıllarımın geçtiği Emek Mahallesi’nden söz ediyorduk ve o yıllardaki günlerimizi çok özlediğimizi fark ettik. O zaman gelin bu sabah hep beraber Emek Mahallesi'nde bir gezi yapalım.
Böyle yazınca da, sanki sevmediğim arkadaşlarım da varmış gibi oldu ama Allah’a şükür sevmediğim arkadaşım hiç yok. Bu konuda her zaman kendimi şanslı görmüşümdür. Belki de sevmediğimi hissedeceğim insanlarla zaten arkadaş da olmuyorumdur.



Ben Bahçelievler’de doğdum ama çocukluk yıllarımın çoğu Emek Mahallesi’nde, 71. Sokak’ta geçti. Ankaralı dostlarımız bilirler, Emek Mahallesi, 8. Cadde ile 4. Cadde arasında sıkışmış şirin bir mahalledir. Zaten ne varsa da bu caddelerin üzerindedir. Bizim büyüdüğümüz 71. Sokak da bu iki caddeyi birbirine bağlayan bütün trafiğin üzerinde olduğu çok yoğun bir sokaktır. Adının sokak olduğuna bakmayın aslında küçük bir cadde gibidir.

Her şey bu iki cadde üzerinde olduğu için, doğal olarak, bütün okullar da bu iki caddenin üzerindeydi. Emek Mahallesi’nde doğup büyüyen Anadolu çocukları; önce 4. Cadde üzerindeki Bahçelievler İlkokulu'na giderler, sonra 8. Cadde’deki Bahçelievler Ortaokulu'na giderler, en son da 4. Cadde’deki, Cumhuriyet Lisesi'ne giderlerdi.

Ben bu güzergâhın ilk iki kısmına katıldım ama son aşamada Yenişehir Koleji'ne gittim. İyi ki de gitmişim, orada ömrümüzün sonuna kadar sürecek dostluklar biriktirdim. O zamanlarda Emek Mahallesi’nin kendi adına bir okulu bile yoktu. 8. Cadde’den sonrası da boş arsalardı. Daha ilerisinde de Konya Yolu vardı. Şimdinin popüler mahallerinin hiçbirinden eser yoktu.

Aslında, "Bahçelievler İlkokulu’na gittim" dedim ama tam biz 3. sınıfa geçtiğimizde Emek’te yeni bir ilkokul açıldı. Hamdullah Suphi Tanrıöver İlkokulu. Nerede açıldı bu okul? Tabii 8. Cadde'de.

Eve daha yakın olduğu için oralarda oturan herkes hemen çocuklarını bu okula aldırdı. Aldırdı aldırmasına da; okulun yolu yok, suyu yok, tuvaletlerinin en az %70’i yok, bir de ısınması yok. Hepsi yarım yamalak. Okul yolunda çamura batıyoruz diye bir de bir torba dolusu azar işitirdik. Sanki Oxford vardı da biz gitmedik.
İşin garip tarafı, ben bu okulla ilgili çok fazla bir şey hatırlamıyorum. 'Okul' deyince, o günlerden aklımda kalan Bahçelievler Ortaokulu. Bu okula fırının yanındaki okul da denilirdi.

Yazılarımda zaman zaman lisedeki matematik hocamız rahmetli Süleyman Bey'den söz ederim ve "O olmasa biz adam olamazdık" derim ama işin gerçeği ortaokuldaki matematik hocamız Perihan Aydemir de sağ olsun bizi çok iyi yetiştirdi. Hayatta mı bilmiyorum ama ona da emekleri için minnettarım. Oğlu Metin de bizim sınıftaydı ve en ufak bir şey olsa annesinden dayağı hep o yerdi. Zavallı çocuk komşunun sınıfında okusa daha iyiydi.

Bu okuldaki en büyük zevkimiz teneffüslerde taş oynamaktı. Nasıl mı? Çok basit. Herkes bir taş seçer. Bir tanesi taşı atar bir yere, öbürleri de ellerindeki taşlarla atılan taşı vurmaya çalışırlar. Doğal olarak vurunca da puan alırsın. Gülmeyin, o zamanlar Minecraft yoktu. Her ne kadar atılan taşlar zaman zaman birilerinin kafasına inse de, yine de taş oyunu çok zevkliydi.

Tahmin edeceğiniz gibi, bu oyunda taş seçimi çok önemliydi ve herkes oyunun kazanılmasını iyi taş seçimine bağlardı. Benim çok güzel bir taşım vardı ve her teneffüs bitiminde onu hazine gibi saklardım. Saklamak şart. Bir kaybolsa bittim ben. Belki de halen sakladığım yerde duruyordur.
Önümüz çok işlek bir yol olduğu için biz genelde bahçede oynardık ama zaman zaman coğrafyamızı genişlettiğimiz de olurdu. Bizim yaşlarda çok fazla çocuk olduğu için, bizim çocukluğumuz çok zevkli geçti. Şimdi bakıyorum da bizim apartmanda bir tane bile benim kızımın yaşına uygun çocuk yok. Zaten olsaydı da, o da Poptropica oynuyor olurdu.

Sizlere Emek Mahallesi ve 71. Sokak ile ilgili bir anımı daha anlatacağım ama o da artık başka bir sabaha kalsın. Ben artık Cadde'ye gidiyorum. Bir bakayım etrafa kim var kim yok.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 Mart 2015 Pazartesi

İsteksiz Yaklaşımlar

Günaydın Dostlar,

Her zaman söylediğim bir lafım vardır. “Konu her ne olursa olsun, doğal geliştiği ve doğal yaşandığı zaman güzeldir.” derim. Kalbin içinde olmadan yaşanan zorlama süreçler hiçbir zaman bir yere varamaz.
İsteksizlik önemli bir parametredir. İçinden gelmediği zaman becerin de düşer, şansın da azalır. Evrenden gelecek katkılar da gelmez.


Umursamaz ve isteksiz yaklaşımlar her sahada çok başarısız olmamıza neden olur. Kalbini koyamadığın sözler rüzgârda uçup giderler. Kalbini koyamadığın şut da kalenin yanından uçup gider.

Bu durum yaşamımızdaki her konu için de geçerlidir. İster iş hayatı olsun, ister ev hayatı kalpten yapılmayan bir işten hiçbir yarar gelmeyeceği gibi ortaya kaliteli bir iş de çıkmaz. Siz hiç söylene söylene yapılan kaliteli bir iş gördünüz mü? Konumuz aşk olduğu zaman kalbini koymak da yetmez, yüreğini ortaya koyman gerekir.

İnternette yıllardır dolaşan, benim de çok sevdiğim bir laf var. “Ağaç değilsin, mutsuzsan yerini değiştir.” diyor. Hem orada ağaç gibi durmaya devam edeceksin, yerini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmeyeceksin hem de aralıksız söylenip etrafına negatif enerji yayacaksın. Böyle bir dünya yok.

Mutsuzum. Git. Gidemiyorum. O zaman her dakika söylenme.

Tabii bu durum sadece spor kulüpleri veya iş hayatı  için geçerli değil. İsteksizce birisiyle yemeğe gittiğinizi düşünün. Geçmez o dakikalar. Konuşacak konu bulamazsınız. Diğer taraftan istekli olduğunuz zaman, doğal geliştiği zaman tadından yenmez. Gece yarısına kadar sohbet etseniz doyamazsınız. Bazen yedi dakika geçmez, bazen de yedi saat yetmez.
İster yeşil sahalar, ister iş ilişkisi, ister aşk ilişkisi konu ne olursa olsun isteksiz yaklaşımlar isteksiz sonuçlar doğururlar. Elde ettiğiniz sonucun içinde de bir isteksizlik vardır. Güzel bir sonuç olmak istemiyordur. Bu davranışlarınızla neticenin de arzusunu, isteğini kaçırdınız.
Futbol örneği üzerinde düşünürsek sizce on bir tane isteksiz oyuncunun harika bir futbol oynayıp harika bir sonuç elde etmesi mümkün mü? İsteksizlik insanın içindeki enerjiyi öldürür. Sadece kendi içini öldürse yine sorun yok, etrafındakilere de sirayet eder. Çok bulaşıcı bir hastalıktır.

Eski şirketimde çalıştığım günlerde en hoşuma gitmeyen şeylerden biri isteksiz ve ağzını açmaya mecali olmayan satıcılarla toplantı yapmaktı. Adamın konuşacak enerjisi yok, bana mal satmaya gelmiş.

Her zaman söylerim. Bir konuyu kalpten yapmıyorsanız, içinizden gelmiyorsa hiç yapmayın daha iyi. Söyledikleriniz, yazdıklarınız, çizdiklerinizle kalbinizin frekansı ve yaptıklarınız aynı ayarda olmalı.
Diyeceksiniz ki "Öyle diyorsun ama finansal gerçekleri ne yapacağız?" Doğru söylüyorsunuz ama finansal ihtiyaçlardan dolayı yapılan isteksiz, kalitesiz işlerin doğurduğu neticeler de ortada.

Bu diyardan gidemiyorsanız, bu deveye çok iyi bakın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

1 Mart 2015 Pazar

Aritmetik...

Günaydın dostlar.

Lise arkadaşlarımın da çok iyi bildiği gibi ben pek parlak bir öğrenci değildim. Cebir, Geometri dışında da hiçbir şeye kafam basmazdı. Minicik tarih, coğrafya kitaplarını okumak, ömrümden ömür alırdı ama rahmetli hocamız Süleyman Bey sayesinde matematikten anlardım.
Lisedeyken iki sayfasını okuyamadığım ders kitaplarının sonraki yollarda bin mislini okudum ama lise yıllarında bir sayfa okusam gözlerim kapanırdı.


Lisedeyken anlamadığım gibi şimdi de birçok konuyu anlamıyorum. O yüzden bu sabah sadece aritmetikten söz etmek istiyorum. Daha doğrusu seçim aritmetiği üzerine konuşmak istiyorum.

Oylar nasıl dağılıyor ve milletvekili sayıları ortaya çıkıyor, onu da bilmiyorum ama gördüğüm kadarıyla partilerin ne kadar çoğu baraj altında kalırsa, birinci çıkan parti o kadar çok milletvekili çıkarıyor.

Amca da her gün 400 milletvekili istiyorum deyip durduğu için, düşünüyorum kendi kendime bu iş nasıl olacak diye…

Tabi ki akla gelen ilk ihtimal, sadece iki partinin meclise girebiliyor olması. Hatta ikinci partinin de öyle çok kuvvetli girmiyor olması gerekiyor. Bugünkü ortamımızda da MHP ve HDP’nin %10 barajını geçemeyerek meclise girememesi demek oluyor.

Bunu sağlamak için bu iki parti çeşitli çatışmaların içine çekilip, seçmenlerin gözünde oy kaybı yaşamalarına zemin hazırlanabilir mi? Bence olmayacak iş değil…
Bu seçimde HDP, çok kritik bir konuma geldi. Barajı geçemezse meclis aritmetiği etkilenecek ve oyların büyük bir kısmı seçimi kazanan partiye gidecek. Peki, barajı geçerse ne olacak? Duruma göre 50’nin üzerinde milletvekili ile meclise girecek.

Bu durumda, bu milletvekillerinin bir pazarlık konusu yapılmayacağının bir garantisi var mı? Eksik kalacak olan oylar, HDP desteği ile tamamlanabilir mi?

Öyle görülüyor ki CHP meclise girecek ama buradaki konu ne boyutta gireceği konusudur. Emine teyzemin kurduğu parti, CHP’nin oylarını bölmekten başka bir işe yaramayacak. Yol yakınken bu sevdadan vazgeçmesinde yarar var. Bu millet, oy bölmekten başka bir işe yaramayan çalışmalardan artık çok sıkıldı.

Bu arada Emine teyzem demişken, teyzemi hiç göreniniz var mı? İki gün sonra seçim var ama kimsenin teyzemin yaşadığından haberi yok. Vazgeçip evine mi gider yoksa bir siyasi partiye mi katılır ona artık kendi karar versin.
Dediğim gibi siyasetten hiç anlamam ama işin aritmetiğine baktığımızda, partilerin barajı geçememeleri veya oyları bölmeleri hep seçimi kazanacak partiye yarayacakmış gibi görünüyor. Politik stratejilerini bilemem ama aritmetiksel planların çok iyi yapılması gerekiyor.

%30’larla partilerin tek başına iktidar olabildiği bir coğrafyada, aritmetiğin önemi bir kat daha artıyor.