30 Haziran 2014 Pazartesi

İzmir'i Görmeden Olmaz

Günaydın Dostlar,

Aylardır internette dönüp duruyor, tahmin ediyorum görmeyeniniz de kalmamıştır. “İzmir’i görmeden olmaz.” diyor. Üstelik görmek de yetmiyor, İzmirli birini sevmen ve rakı içmen de diğer aranılan şartlar. Sabah sabah ne kadar çok şart değil mi?

Nedense internette dönen bu tip yazıların hepsi de hep İzmir içindir. Diğer vilayetler için hiç böyle bir şey göreniniz var mı? Bu tip yazıları İzmirliler mi başlatıyor acaba?

Üstelik konu biraz da muallakta. Örnek olarak Çeşme'yi görsen oluyor mu mesela yoksa ille de merkez ilçeyi mi görmen gerekiyor? “Rakı içmen şart.” derken rakının büyükşehir belediye sınırları içinde mi içilmesi gerekiyor yoksa Alaçatı’da içilen rakı da sayılıyor mu?
Yazanlar, çizenler; ne zaman ellerine bir fırsat geçse hemen İzmir yazıveriyorlar. İnternette ben hiçbir zaman “Giresun’da rakı içmeden ölmeyin.” gibi bir yazı gördüğü mü hatırlamıyorum. Net olarak “rakı” diye belirttiklerine göre, Ilıca Kumsalı'ndaki büyük otelin denizin üzerindeki barında içilen bir kokteyl sayılmaz diye düşünüyorum. Öyle olsa "içki" diye yazarlardı, çok detaylı olarak rakı diye belirtmişler.

Rakı içilecek tamam da kimle içileceği net olarak belirtilmemiş. Arkadaşlarla içilse olur mu? Kızdan da bahsettiğine göre rakının kızla beraber mi içilmesi gerekiyor acaba? Çeşme Marina’da kızla beraber içilen rakı bütün şartlara uyuyor gibi geliyor bana. Bu konuda İzmirli uzman arkadaşlardan görüş bekliyoruz.

İzmirli kıza aşık olacaksın ama o da çok net değil. Aranan şart kızın İzmir’de doğmuş olması mıdır yoksa kütüğünün İzmir’de olması mıdır? İzmir’in ilçelerinde doğmuş bir kıza aşık olursan ne olacak? Her zaman Tokat’ın kızlarının çok güzel olduğunu duyarız. Hatta benim Sivaslı bir arkadaşım, “Sivaslılar kız istemeye muhakkak Tokat’a giderler.” derdi. Hal böyleyken neden internet ortamında “Tokatlı (veta Muğlalı) bir kıza aşık olmadan ölmeyin.” lafları dolaşmaz.
Aslında yazı “seveceksin” diyor ama komşunun kızı gibi mi seveceksin yoksa büyük bir aşkla mı seveceksin o konu biraz muallakta. Ben bu sabah, bu cümleleri "Doğru dürüst seveceksin." denmek istenmiştir varsayımıyla yazıyorum.
Amaç İzmir doğumlu olmak veya yedi sülalesinin İzmirli olması değil bence, amaç İzmir kalbi taşımak. İzmirliliği dışından çok içinde yaşayan bir kıza aşık olacaksın. Hani hep derler ya “Ruhu güzel olsun.” diye, buradaki arzu da ruhu İzmirli olsun.
Neden ille de "İzmirli bir kızı seveceksin." diye yazılmış o da ayrı bir konu. Aynı durum İzmir erkekleri için geçerli değil diye anlıyorum.
İzmir, benim en sevdiğim şehirlerden bir tanesidir. Allah'a şükür; orada çok fazla dostum, arkadaşım var. Benim için her zaman sohbetin de eğlencenin de  rakının da dostluğun da dibine vurulduğu bir yer olmuştur. Çok uzun süredir de gidemedim ama ilk fırsatta bir İzmir yapmak istiyorum.
Mevsim belirtilmediğine göre her mevsim olabilir diye düşünüyorum. Yay burcu olduğuma göre biraz değişik olmam gerektiği için ben İzmir’e ve Çeşme’ye yazın değil de kışın gitmeyi seviyorum. Her zaman Alaçatı’nın boş sokaklarını ve Köşe Kahve'nin boş masalarını, insan yoğunluğundan yürünemeyen günlerine tercih ederim.

Unutmayın, yapacağınız iş çok basit; İzmir’e gideceksiniz, İzmirli bir kızı seveceksiniz (İzmir’e gitmeden sevip sonra gitseniz de olur) ve onunla İzmir’de rakı içeceksiniz. "Çok basit." diyenleri duyar gibiyim. Sizlere tek bir sözüm var,  siz öyle zannedin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

28 Haziran 2014 Cumartesi

Çöplükteki Martılar

Günaydın Dostlar,

Bu sabah biraz martılardan bahsetmek istiyorum.
 
"Neden?" diyorsanız, her hangi bir nedeni yok. Bir Yay burcuna neden diye sorulmaz.
 
Daha doğrusu martılardan değil de bizim oradaki martılardan bahsetmek istiyorum . Şu anda bile bağırışlarını duyuyorum. Bizim oradakiler koyun gibi. Havalarından da geçilmiyor. Bunların öyle denizden balık yakalayacak halleri filan da yok. Buradaki martılar balığı en fazla çöpten yakalıyor. Kıçlarını kaldıramadıkları için denize gitmek de zor geliyor, hepsi bizim burada.
 
 
Bu martılar zaten evrim geçirmiş. Koyun, martı, insan arası bir şey olmuşlar. İnsan gibi pis pis de bakıyorlar.
 
Çocukluğumuzda bize ne öğretilmişti? Kediler kuşları yer. Sıkar vallahi. Kediler oralı bile olmuyor. Karizmayı çizdiririm diye martılara hiç bulaşmıyorlar bile. Vallahi ben de bulaşmıyorum. Bir tanesi de benle itleşiyor. Her sabah sabahın köründe Kaptan Arif’in tam ortasında duruyor. Ben arabayla gelirken de hiç istifini bozmuyor. Kafasını çevirip bana bir de şöyle bir bakış yapıyor, “Bana çarp da gör ebenin ninesini.” Arabadan iniyorum, “Çok rica ediyorum, biraz kenara kaçılsanız da ben de geçsem." diyorum. Keyfi yerindeyse birazcık bir iki adım atıyor, keyfi yerinde değilse o da yok. O zamanlar bana "Hadi …….. git." gibi bakıyor. Kutsal martı gibi yolun ortasında! Arabalara filan da alışmış, hiç taktığı yok. Güç savaşını martı kazanmak üzere. Ben en iyisi Ethem Efendi'den gideyim artık.
 
Martı lider, martı korkusuz, martı değişik. Ne der Robin Sharma? Yapabileceğinin en iyisini yapıyor musun? Yapıyor vallahi. Her sabah bana posta koyuyor. Daha ne yapsın. Bir martıdan daha fazlasını beklemek de fazla olur.
 
Martı lider. Bu kesin.
 
 
 
Robin Sharma der ki "Bir insanın lider olabilmesi için tek gerekli olan şey nefes alıyor olabilmesidir, nefes alan herkes lider olabilir." Lider olmak için CEO olmak veya general olmak gerekmiyor. Nefes alabiliyorsan demek ki sende de lider kumaşı var. Bu devirde ancak yaptığı işte liderlik gösterenler bir farklılık yaratabilirler. Gün yaratılan küçük farkların, küçük değerlerin günüdür.
 
Siz de yaptığınız işin lideri olun ve Robin Sharma’yı da martıyı da kızdırmayın.
 
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

27 Haziran 2014 Cuma

CCI Ankara Depo Ziyareti...

Günaydın dostlar...

Son zamanlarda her Cuma sabahı bir yerlere gitmek adet oldu. Bu güzel Cuma sabahında da, bir Ankara Depoya uğrayalım ve bakalım herkesin keyfi yerinde mi?

Hatırlayacağınız gibi Ankara Fabrikaya ziyarete gitmiştim ama Ankara’da bir tek fabrika yok ki, bir de depo var. Oraya kadar gitmişken depoya uğramadan dönmek olmaz. Seyahatimi planlarken ertesi günü de Ankara depoya ayırmıştım. 
O zamanki depo, eski İstanbul yolu üzerinde, şehre oldukça yakın bir yerdeydi. Her sabah, şehir içi dağıtım yapan kamyonlar, bu depodan Ankara sokaklarına dağılırlardı. Ben her zamanki gibi erkenden damladığım için, henüz kamyonlar çıkmamıştı ama depodan sorumlu arkadaş oradaydı. Anlayacağınız fabrikadaki gibi tek başıma kalmamıştım.
Beraberce kamyonların çıkışını bekledikten sonra, ambarın köşesindeki mütevazı ofise girdik ve arkadaşın ilk sözü, “Çay içeriz değil mi ağabey?” oldu. Bir gün evvel fabrikada ne çay, ne kahve vermeyen bayanı düşündüğünüz zaman, bu teklif biraz sürpriz oldu. Hava soğuk, ambarın içi de soğuk, dolayısıyla ambarın içindeki ofis de soğuk. Uyduruk bir ısıtıcı var ama hiçbir işe yaramıyor. Bu kadar soğuk bir ortamda çay iyi gider vallahi.

Çaylar içildi ve ambarı dolaşmaya başladık. Ambar küçük, 25 dakikada minik ambar turumuz bitti. Küçük ama muntazam yerleşmiş, yerleri temiz, etrafı toplu güzel bir ambardı. Kim bilir, belki de ben gideceğim diye, birazcık ekstra bir temizlik de yapmış olabilirler.

Ambar turundan sonra odaya döner dönmez, yine çaylar geldi. Hava soğuk, Allah var, çay da iyi gidiyor. İkinci çaylar da içildi ve ambarcı arkadaşla beraber bahçeyi dolaşmaya başladık. Bahçe soğutucular ve diğer pazarlama malzemeleri ile doluydu. Hepsi güzel istiflenmiş ve üstleri brandalarla örtülmüştü. Bahçe turumuz, havanın soğuk olmasına rağmen, ambar turumuzdan daha uzun sürdü.
Bahçe dönüşü ne mi oldu? Tabi ki çaylar geldi. Hava soğuk, üşüdük bir çay içeriz artık. Çayları içtikten sonra kalan zamanımızı, ambarda kullandıkları formların ve oluşturdukları raporların üzerinden geçerek tamamladık ve ofislerin içindeki küçük kafeteryaya gittik. Dağıtım ambarlarında, kamyonlar gittikten sonra ofislerde pek kimse kalmıyor. Satış bölümünden birkaç kişi, bir iki finansçı ve ambarda kalanlar ve birkaç arkadaş daha. Hepsini toplasanız 30 etmez.

Yemekler yenildi, geri ofise gittiğimizde çaylar gelmişti bile. “Yemek üstüne çay iyi gider ağabey” dedi, ben de hafif bir sırıtmayla, “Tabi, tabi” dedim..

Ambar gezildi, bahçe gezildi, kâğıt kürek işlerine bakıldı ve işler bitti. Benim dönüş uçağım 7.00 de, bu da demek oluyor ki, en az saat 5.00’e kadar buradayım. Sabahtan beri benle ilgilenen arkadaş biraz da sıkılarak yanıma geldi ve “Ağabey ambarda işler bitti, kamyonlar da 3.00’e, 4.00’e kadar gelmez” dedi. Ben de “Eee” deyince, “Biz de aradaki bu boş zamanı her gün bahçede maç yaparak geçiriyoruz” dedi.

Biraz şaşırsam da bozuntuya vermedim. Hemen minyatür kaleler getirildi, takımlar belirlendi ve başlamak üzereyken aralarından biri elinde bir düdükle gelip, “Ağabey sen de hakem olur musun?” diye sordu. Aldım düdüğü, başlattım maçı. 1,5 saate yakın bir süre, soğuk havada kıran kırana maç yaptılar. Hangi takım kazandı hatırlamıyorum ama bana hiç itiraz eden olmadı.
Maç sonu bizimkiler soyunup döküldüler ve yeniden CCI’cı oldular. "Soğukta üşüdük artık bir çay içeriz değil mi ağabey?" deyince, "İçeriz vallahi gerçekten de üşüdük" diye cevap verdim.

Kamyonların dönüşü, geri gelen mallar, filan derken yavaş yavaş Emin’in dönme vakti geldi. Sevgili ambarcı kardeşim elinde çaylarla geldi. İyi oldu, bugün pek de çay içememiştik! Son çaylar da içildi, rahmetli Yaser Arafat gibi sarılmalar yapıldı ve depodan ayrıldım.
Bir gün önce fabrikada uykusunu alamamış bayandan bir gram çay alamazken ertesi gün depoda çaya boğulduk. Hayatta böyle bir filmdir işte, bugünkü karelerin yokluğu, sizi yarınki karelerin bolluğu için umutsuzluğa sürüklemesin…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

26 Haziran 2014 Perşembe

Ben Her Bahar Rio'ya Giderim...

Günaydın dostlar…

Her bahar olmasa bile, ayıptır söylemesi, üç kere gitmişliğim vardır. Televizyonda Brezilya ile ilgili bir belgesel izlerken Rio’da geçirdiğim güzel günler aklıma geldi. Üç kere gittim ama benim için her açıdan en güzeli ve özeli, sevgili arkadaşlarım Sevim ve Selim ile Michigan’da öğrenci olduğumuz yıllarda gittiğimiz seyahattir.
Arkadaşlarım gezmeyi çok seviyordu, ben de yeni yerleri görmeye meraklıyım, Rio’da yaşayan bizi davet eden arkadaşlarımız da vardı ama tek bir sorunumuz vardı; paramız yoktu. Bir turla en parasız zamanımızda gayet ekonomik bir fiyata Rio’ya gitmeyi başarabilmiştik. O günlerin üzerinden en az otuz yıl geçti ama anılar dün gibi taze.
 
 
Kimse uyduruk bir yerde kaldık zannetmesin, Copacabana Kumsalı’nda gayet de iyi bir otelde kalmıştık. Kahvaltı fiyata dâhil olduğu için Selim her sabah, “Çatlayana kadar yiyin; öğlen yemeği yiyecek ne paramız var, ne de zamanımız var” derdi.
 
Her yere de yürüyerek giderdik. Selim’in sayesinde Rio’da belediye otobüsüne bile bindik. Türkiye’den gidip Rio’da belediye otobüsüne binen bizden başka kimse olmamıştır. Rio, dünyanın en güzel ve de en tehlikeli şehirlerinden bir tanesi. Şimdi düşünüyorum da, ne cesaret şehrin dış mahallelerinde otobüse binmişiz.

Herkesin bildiği meşhur Copacabana, Ipanema ve Leblon plajları gerçekten çok güzel. Bunların bulunduğu kumsal kesimi de oldukça emniyetli ama plajların biraz arkasına dağlara doğru gitmeye başladığınız zaman hemen gecekondular başlıyor. Şunu da belirtmeliyim ki, otuz sene içerisinde gecekonduların sayıları bir hayli azaldı ve halkın refah seviyesi biraz daha yükseldi ama yine de büyük bir fakirlik ve işsizlik var.
Bir gün, o zaman dünyanın en büyük stadı olan Maracana Stadı’na bir tur vardı. Biz de hemen bindik otobüse gittik, ama stat o kadar kötü bir mahalledeydi ki otobüs durduğu zaman yüzlerce insan otobüsün etrafını çevirdi ve “Otobüsten inmek tehlikeli” deyip bizlerin stadı görmesine müsaade etmediler. Otobüsten çekebildiğimiz resimlerle yetindik. O günkü stat daha sonraki yıllarda dünya kupası için yıkılıp yeniden yapıldı.
Bugün dahi yolarda yürürken kolunuzdaki saatten, elinizdeki telefondan veya fotoğraf makinasından dolayı başınıza iş gelebilir. Benim Rio’ya en son gitmem iki sene önceydi ve grubumuzda bulunan bazı arkadaşlar otelin bahçesinde bulunan ATM’den bir akşam para çektiler. Ertesi sabah kalktıklarında hepsinin hesabından başka paralar da çekilmişti.
 
Rio gerçekten de tehlikeli bir şehir. Yolculuğu bitirip de otele vardığınız zaman, tur operatörleri size bir saat boyunca neler yapmamanız gerektiğini anlatıyorlar. Kumsal bölgesinde bile zaman zaman gecekondulardan gelen çocukların saldırıları olabiliyor. Rio’da tahmin edemeyeceğiniz kadar çok sokak çocuğu var. Havaların da uygun olması (hiçbir zaman 15 derecenin altına düşmüyormuş) bu çocukların sokaklarda yaşayabilmesini sağlıyor.

Otuz sene önce üç dört dolara yediğimiz tabağa sığmayan etler bu günlerde artık o kadar ucuz değil ama yine de buralara mukayese edersek fiyatlar çok uygun. Herkes Arjantin’i bilir ama Brezilya’nın da et restoranları çok meşhurdur.
Orada yaşayan arkadaşlarımız gündüz işe gittikleri için ancak akşamları buluşabiliyorduk. Onlar işe gidiyordu, biz geziyorduk, akşamları da buluşuyorduk. “Akşam yemeğini beraber yeriz, biz gelip sizi otelin lobisinden alırız” dediler. Biz de, “Tamam” dedik. Saat 8.00 gibi lobiye indik. Açlıktan ve günün yorgunluğundan lobideki kanepelerde saatlerce süründük ve sonunda 10.00 gibi geldiler. Tabii bu bize ders oldu, Brezilya’da da aynı Yunanistan gibi akşam yemeklerinin geç saatlerde yenildiğini öğrenmiş olduk. Ondan sonraki buluşmalarda saat 8.00 gibi hafif bir şeyler yiyip öyle buluşuyorduk.
Arkadaşlarımız sayesinde normal bir turistin hayatta gidemeyeceği restoranlara filan gittik. Dağların tepesinde, kayalıkların içinde, Rio manzaralı bir restoranı halen hatırlarım.
 
İnanmayacaksınız ama Brezilya, Türklerden artık vize istemiyor. Bizim ilk gittiğimiz zamanlarda vize gerekiyordu. Babam her zaman, “Paran ve zamanın varsa bir yerleri gezip görmek lazım” derdi. Bu düşünceden hareketle ben de gidebilen herkesin Rio’yu gidip görmesi gerektiğini düşünüyorum.

Artık THY’nin de doğrudan Brezilya’ya uçtuğu düşünülürse, gitmemek için pek bir neden kalmıyor. Dünyanın en meşhur plajlarıyla, Corcovado’suyla (İsa Heykeli), Sugarloaf Mountain’ıyla, 25.000 kişilik diskolarıyla, hiç bitmeyen sokak gösterileriyle, siyah ve beyazın dünyada eşi benzeri olmayan uyumuyla, samba okullarıyla Rio muhakkak görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

 

25 Haziran 2014 Çarşamba

Biz Dedikoducu Bir Milletiz

Günaydın Dostlar,

Biz dedikoducu bir milletiz. Kimse inkâr etmesin, hepimiz dedikodu yapmayı severiz. Kimimiz azıcık sever, kimimiz çok sever ama hepimizde belli bir oranda bir dedikodu geni vardır. Bir de dedikoduya bayılan ve yeni bir şey duyduğunda birilerine yetiştirmek için yerinde duramayan tipler vardır ama onları şimdilik ayrı bir kategoriye koyalım. Bu insanlar, duydukları haberi (doğru veya değil hiç fark etmez) bir an önce birilerine anlatmazlarsa çatlayacakmış gibi hissederler kendilerini.


En güvendiğin insana “Bak sakın kimseye anlatma.” diyerek anlattığın şeyleri, o da gider en güvendiği insana “Bak sakın kimseye anlatma.” diye anlatır. Her zaman, beraber çalıştığım arkadaşlarıma da “Bakın birine bir şey anlatırken onun da gidip birilerine anlatma ihtimalini göz önünde bulundurarak anlatın.” demişimdir.

Eski işyerinde, çok sevdiğimiz bir arkadaşımıza toplantılara girmeden önce "Sakın, şunu söyleme, bunu söyleme." diye anlatırdık, o da toplantıya girer girmez her şeyi ortaya dökerdi. Toplantı sonrası "O kadar tembih ettik neden söyledin?" dediğimizde de “Hiçbir şey gizli kalmasın, ben sevmiyorum öyle." derdi”. İş dünyasında, her zaman her şeyi ortaya dökmek çok da geçerli bir yöntem değil.

Ülkemizde kabul edilmiş bir dedikodu protokolü vardır. Bu protokole göre, herhangi bir grup bir yere gittiğinde o grubun birkaç elemanı o toplantıya, yemeğe gelmediyse onlar hakkında dedikodu yapılır. Bu her zaman böyledir ve bunu da herkes bilir. Gelmeyenler, o akşam haklarında yapılacak bütün dedikoduları önceden kabullenmiş sayılırlar.

İnsanların günlerinin çok büyük bir bölümü işyerlerinde geçtiği için işyeri dedikodu ağı, evdeki ağa göre çok daha güçlüdür. Bütün gün orada burada dolaşıp dedikodu yapmayı tam günlük bir iş haline getirmiş tipler vardır. Her iş yerinde bir iki tane vardır bunlardan. Evrak taşır gibi odadan odaya dedikodu taşırlar.
Dedikodu için en verimli ortamlardan biri sigara odalarıdır. Sigara odalarındaki dedikodunun ve kulisin gücünü kimse yabana atmasın. Her şirkette bir sigara içenler dayanışması vardır. Bu Darüşşafakalı olmak gibi filan bir şeydir. O kadar insan duman kaplı, küçücük bir odaya doluşmuşlar, doğal olarak dedikodu yapacaklar, kulis yapacaklar.

Sigara odalarında şirketlerin bütün sorunları çözüldüğü gibi üzerine bir de dünyanın bütün dertleri yeniden yapılandırılıp Fener’in, Galatasaray’ın dertlerine de çare bulunur. Verimli ve sonuç odaklı bir ortamdır.

Şimdi diyeceksiniz ki "Her şeyi Amerika’ya mukayese edersin, sanki orada hiç dedikodu yok muydu?" Olmaz olur mu? Amerikalılar da güzel dedikodu yapar ama onların dedikoduları genellikle iş ortamına yöneliktir. En büyük dertleri de, “Birileri bir şeyler yapar da iş hayatında benim önüme geçer mi?” korkusudur. Şahsi dedikodulara hiç girmezler. Kimin kimle çıktığı veya öğlen çorbasını içerken kime bakış attığı Amerikalıların gerçekten hiç umurunda değildir.

Amerika'da kafeteryada otururken genelde kimse başka masalara bakmaz. Baksa da siz geri baktığınızda hemen kafasını çevirir. Bizde durum nasıl? Bizde millet elini çenesine dayayıp film seyreder gibi seyreder vallahi. Yemeğini bitirip, masalarda oturup "Bakalım neler oluyor?" diye etrafı seyreden aktif dedikodu takımları vardır. Bunların haberi olmadan işyerlerinde kuş uçmaz.

Bir de orada burada, çeşitli yerlerde ortaya laf atıp, aldığı cevapları kafasındaki hafıza hücreciklerine tek tek yerleştirip, sonra da gidip insanlara yetiştirenler vardır. Bunlar ortaya yetmiş tane laf atıp seni konuştururlar, sonra kendin de şaşırırsın neler söylemişim ben diye.
İnsanın olduğu her yerde dedikoduda muhakkak olacaktır. Her şeyin kalitelisi makbuldür. Emin, der ki “Sen de dedikodu yapacaksan kaliteli olmasına özen göster, gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan kalitesiz dedikodular, insanları dedikodudan soğutuyor."

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

24 Haziran 2014 Salı

Neden Başkası Değil de Ben...

Günaydın dostlar...

Muhtemelen ikinci veya üçüncü buluşmanızdır, her şey süper giderken, tam kocaman bardağınızdan bir yudum kırmızı şarap alacakken, bir anda hiç çalışmadığınız yerden o meşhur soru geliverir.


Neden başkası değil de ben? Neden benle birlikte olmak istiyorsun?

Erkeklerde nadiren bu tip sorular sorarlar ama bu genellikle bir kadın sorusudur. Erkeklerin %90’ı böyle bir soru sormaz. O anda insanın aklına bin türlü cevap gelir ama ortamı bozmamak için düşüncelerini kendine saklarsın. Erkekler, nedeninden ziyade, o an orada beraber olmanın güzelliğini daha çok önemserler. Nedense neden, şu anda buradayız ya sen ona bak.

Hazırlıksız bir şekilde yakalanan erkek, bu saçma ve gereksiz soruya, saçma sapan bir cevap verir. “Senin haksızlıklar karşısındaki dik duruşunu çok beğeniyorum” filan gibi bir şey zırvalar. Gelin size burada gizli bir bilgi vereyim. Arada okul arkadaşlığı, iş arkadaşlığı, uzun yılların dostluğu filan yoksa hiçbir erkek, kadının biri haksızlıklara karşı dik duruyor diye onunla yemeğe gitmez.
Burada doğru cevap, “Senin fiziksel görünüşünü beğendim” olacaktı. Bunun dışında verilen her türlü cevap, karşısındakini mutlu etmeye ve anı kurtarmaya yönelik kaçamak cevaplardır. Demin cümleyi yazarken bile bir garip geldi. Döndüm baktım 3 kere, bir şeyleri yanlış mı yazıyorum diye.
Zaten işin doğrusu da bu, ilk görüşmede, ilk tanışmada başka yürüyebileceğin bir parametre de yok zaten. Görünüşünü beğenmişsindir, hepsi budur. Bir erkek çok da tanımadığı bir kızla (yukarıdaki durumlar da yoksa) görünüşünü beğenmiyorsa, sokaktaki simitçiye bile gitmez. Hayatta kıçını kaldırmaz.

Haksızlıklara mı tahammül edemiyor, hayvan hakları savunucusu mu, felsefeye mi meraklı onların hepsi daha sonraki konulardır. “Dışının güzel olması önemli değil, yeter ki içi güzel olsun” diyenlerden değilim. İç güzelliği çok önemli bir konu ama dış güzelliği de en az onun kadar önemli. Bir insanla, bir şeyler paylaşacaksan, dış görünüşünü de beğensen iyi olur.

Hiç kimse bir ilişkiye başlarken, “Görünüşünü beğenmiyorum ama bu akşam bir yemek yiyelim bakalım içi güzel mi” demez. Bir elektrik alma durumu yoksa iç güzelliğini hiçbir zaman öğrenemezsin.

Nedenini sorgulamayan erkek o akşam mutludur. Güzel olduysa yine görüşülür, yine güzel olduysa bir daha ve bu böyle sürüp gider. Yolun sonu dostluğa mı varır, yarı yolda sağa mı sapılır, sevgili mi olursunuz yoksa İstanbul’un en büyük aşkı mı doğar, onu Allah Baba bilir.

Emin, her zaman bazı şeylerin sorgulanmaması gerektiğini düşünür. Bu akşam seninle beraberse istediği için beraberdir. Kimse, kimseyi zorla bir yere getirtemez. Hele erkekler hayatta gelmez. Geldiyse istediği için gelmiştir. Belki de kalbinden, midesine doğru giden ve bir anda bütün vücudunu saran, bir türlü ne olduğunu anlayamadığı, o ılık hava akımı yüzünden gelmiştir.
Belki de, seni görmediği zamanda, seni gördüğü için gelmiştir. Hayatta yarın ne olacağı belli olmaz. “Niye ben?” sorularını, bir kenara koyup, iyi ki ben hissiyle yaşayın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

23 Haziran 2014 Pazartesi

Hepsi Kumpas Ama Biri Hariç...

Herkes, benim çok iyi bir Fenerbahçeli olduğumu iyi bilir. En yakın arkadaşlarımın, dostlarımın, çok büyük bir çoğunluğu da, Galatasaraylıdır. Ankara’da beraber büyüdüğüm en samimi arkadaşım bile ortaokulda Galatasaray Lisesine gitmiş bir insandır. Bütün bunlardan dolayı da, çok iyi bir Fenerli olsam da, içimde hiçbir zaman bir Galatasaray nefreti yoktur. Yeri geldiği zaman, bütün takımları da, insanları da aynı şekilde eleştirebilirim. Benim Fenerli olmam, Fenerbahçe’nin veya çalışanlarının yaptığı veya yapacağı her şeyi doğru bulmam anlamına gelmiyor.


Galatasaraylı arkadaşlarımla sık, sık konuşuyoruz ve konu son yılın favori davalarına geliyor. Balyoz davası? Kumpas ağabey. Ergenekon? Kumpas. Oda Tv?  Kumpas. KCK?  Kumpas. Casusluk davası? Kumpas. O dava? Kumpas. Bu dava? Kumpas. Hepsi kumpas. Şike davası? “Aziz Yıldırım yapmıştır ağabey”. Nereden biliyorsun? Sevmediğim, pis adamın teki, kesin yapmıştır o. Bu işte olmuyor. Günlük yaşamlar, yüzeysel cevaplar, duyumlarla verilen kararlar ve en önemlisi fanatik ve sırf bizden değil diye verilen kararlar.

Bir şeyi seviyorsak veya bir takımı tutuyorsak, onlara toz kondurmuyoruz. Bir şey denildiğinde de hemen, “biz duygusal bir milletiz” diyoruz. Duygusallığın arkasına sığınamayız, her yaptığımız fanatikliği, radikalliği duygusallıkla izah edemeyiz. Aziz Yıldırım ve etrafındakilerin iletişim tarzını beğenmiyoruz diye konuyla hiç alakası olmayan bambaşka parametrelerde de sonuçlar çıkaramayız.

İyi bir Fenerbahçeli olarak, Aziz Yıldırım’ın ve etrafındakilerin tarzını bende beğenmiyorum ama bundan dolayı da çıkıp bunlar şunu yapmıştır, bunu yapmıştır diyemem. Tersi bir bakış açısıyla da, sırf Fenerliyim diye, her ortamda, “Emre Belezoğlu dünyanın en efendi futbolcusudur” yaygarası da yapmam.

Duygusallıkla, fanatiklikle günlük yaşamın doğrularını birbirinden ayırmayı başarabilmemiz şart. Kimsenin aynı takımı destekliyor diye, aynı partinin üyesi diye, aynı şehirden geldik diye vs. vs. içlerindeki fanatik, radikal insanları desteklememesi ve onların her yaptığı iş doğruymuş gibi davranmaması lazım. Yanlış bir şeyler düşünüyorlar veya yapıyorlarsa, onlara doğruları anlatmaya çalışmak bizim görevimizdir. Anlar veya anlamaz o ayrı bir konu ama en azından denemeliyiz. Her zaman aynı grubun içerisinden gelen bir eleştiri, karşıt bir gruptan gelen eleştiriden daha etkili olur.

Konu ne olursa olsun, bu içimizde büyütüp, beslediğimiz, hatta zaman, zaman işimize geldiği için desteklediğimiz fanatikler, bir gün gelir onlar gibi düşünmediğiniz için bizi de beğenmezler. Sizin, onlara göre daha ılımlı olan tavırlarınız, aşırı uçları rahatsız etmeye başlar.
Yıllardır her ortamda söylediğim bir konu var. O da şudur ki, biz konuları bir birinden ayırmayı beceremiyoruz. Bir insanı seviyorsun, beğeniyorsun diye, onun her yaptığı doğru demek değil. Hem de hiç değil. Eminim Hitler’in ailesi de, onu seviyordu ama yaptığı işler doğru değildi.
Duygusallığın arkasına sığınmayı bir kenara bırakıp, bir şeyler öğrenmeye çalıştığımız gün, daha iyi bir ülke olacağız. Örnek olarak, bir araştır bakalım neden Fenerbahçe’ye kumpas kurulmuş, arkasındaki gerçekler nedir, tarihi gerçekler nedir, neden Fenerbahçe’de, başka bir takım değil vs. Bütün bunları araştırıp öğrendiğin zaman, kumpas da diyebilirsin, Aziz Yıldırım şike yapmış da diyebilirsin.

Araştırıp öğrenmek, tabi ki zahmetli ve bizim hiç sevmediğimiz bir yöntem. “Oğlum bizim manavın amcaoğlu Fener tesislerinde çalışıyormuş, o söyledi şike yaptıklarını” gibi uzman açıklamalar bizim için daha geçerlidir. Daha sabah olmadan 500 kişiye yayarız bu bilgiyi.

Artıyı, eksiyi bilerek, araştırarak öğrenerek yorum yapanlara sonsuz saygım var. Araştırmıştır, öğrenmiştir, artık onun kendine göre bir yorum yapma hakkı vardır (ister doğru olsun, ister yanlış) ama sen kardeşim, mahalle dedikodularını, sanki olayın içindeymiş gibi yayan kardeşim, senin yorum yapma hakkın yok. Çünkü sen bilmiyorsun ve bilmediğin bir konuda dedikodu yapıyorsun.
Konu ne olursa olsun, duyduklarımızla değil, bildiklerimizle hareket etmemizde yarar var…

20 Haziran 2014 Cuma

Mersin Fabrika Ziyareti

Günaydın Dostlar,

Eski iş yerimdeki fabrikaları ve ambarları dolaşmaya devam ediyoruz ve bu sabah hazırsanız hep beraber Mersin’e gidiyoruz. Mersin’e gidiyoruz derken tabii Adana üzerinden Mersin’e gidiyoruz. Daha önce Adana Mersin yöresine hiç gitmediğim için bu seyahat benim için de bir ilk olmuştu. İlk şoku da uçak Adana’ya inerken gördüğüm korkunç çirkin görüntü sayesinde yaşamıştım. Türkiye’nin en büyük şehirlerinden birinin gecekondular içinde sıkışıp kalmış havaalanı beni çok şaşırtmıştı. Ben üç dört yıldır, Adana’ya gitmedim ama eminim şu anda da görüntü çok farklı değildir.


Adana havaalanının çirkinliğini Mersin’in deniz kenarının güzelliği unutturdu. Her zaman söylerim, deniz oldu mu her şey farklı oluyor. Ayrıca sadece görüntüden söz etmiyorum, insanların yaşam tarzları, hayata bakışları bile bir farklı oluyor.

Sağ olsunlar beni havaalanında karşıladılar ve Mersin fabrikaya doğru yola çıktık. Şimdi düşünüyorum da fabrikaya ilk vardığımda sevgili kardeşim Mutlu ile görüştüğümü hiç hatırlamıyorum. Muhtemelen o da yoktu ben gittiğimde. Nedense ben nereye gitsem fabrika müdürleri hep şehri terk edip kaçmış.

Ambarlarla uğraştığım için, o zaman ambarlardan sorumlu olan sevgili Abidin Bey’in yanında aldım soluğu. Ben kendim mi gittim yoksa Mutlu oradaydı da, o mu götürdü tanıştırdı hiç hatırlamıyorum. Aynı odada sevgili Ertuğrul’da otururdu o zamanlar.
Bu arada inanmayacaksınız ama Mersin’de sıcaklık 0 derece. O yöre, yüz yılda bir kere 0 derece olur o da beni buldu. Mersin’e gidiyorum diye yün donlarımı da götürmediğim için çok hazırlıksız yakalandım. Abidin Bey’de, “Toroslara kar yağdı, o yüzden çok soğuk” deyip durdu. Bende içimden, “ulan daha önce hiç kar yağmadı mı bu Toroslara” diye düşünüyordum.

Abidin Bey, sanki Mersin Fabrikası, babasının fabrikasıymış gibi çalışan bir arkadaştı. Her dakika ne yapabilirim, nereden bir kazanç sağlayabilirim, nasıl işlerin daha iyi bir şekilde akmasını sağlayabilirim diye sürekli düşünüyordu. En çok da paletlere takmıştı. Bilmeyenler için hemen açıklayayım, bizler ürünlerin üzerine istiflendiği ve nakledildiği platformlara palet deriz. Bunlar plastik veya tahtadan yapılmış olabiliyor.
Sürekli bir içeri bir dışarı girip çıkmakla geçen bir sabah seansından sonra beraberce yemeğe gittiğimizde muhabbet hep paletler üzerineydi. Ben bu yemekhane kaç kişi yemek yiyor diye soruyordum, Abidin Bey, “ne dersin acaba paletleri daha hafif yapabilir miyiz” diye cevap veriyordu. Daha sonra tanıştığım bir kişi, “sen onu boş ver, o paletlerle kafayı bozdu” yorumunu yapmıştı.
“Aslında bu işin çaresi, plastik palete geçmek” gibi bir yorum yapmak gafletinde bulundum, o da bana bu işin neden olmayacağına dair 1 saat cevap verdi. En büyük nedeni de, zincir marketlerden paletleri doğru dürüst geri alamayışımızdı. Daha sonraki günlerde, zincir marketlerin bir tanesi ile yapılan bir toplantıya katıldıktan ve de paletlerin bahçedeki hallerini gördükten sonra, geri alınamayacakları konusunda bende ikna olmuştum. Tabi o günlerden, bu günlere 18 yıldan fazla bir zaman geçti ve şu andaki en son durum nedir bende bilmiyorum.

Abidin Bey, paletler konusunda, o zaman ki direktörümüz sevgili Pat’in bile takdirini kazanan çalışmalar yaptı ve sisteme değer katacak neticelere ulaştı. İki gün boyunca aralıksız paletleri dinledim ama çok da güzel vakit geçirdim. Bir de yün donsuz yakalanmamış olsaydım, süper olacaktı.

Sen de her fabrika için aynı şeyi yazıyorsun diyeceksiniz ama gerçekten de bu durum bütün fabrikalar için geçerli. (Ankara’da kahve vermeyen bayan hariç). Mersin fabrikasında da, başta sevgili kardeşim Mutlu olmak üzere büyük dostlukların temelleri atıldı. Şu anda halen sistemin çeşitle yerlerinde çalışan veya sistem dışına çıkmış çok sevdiğim arkadaşlarım dostlarım var. Herkesi yazabilmem mümkün değil (kimse küsmesin) ama şu anda Bursa’da olan sevgili kardeşim Enver, Elazığ’da olan sevgili Hakan, şimdiki operasyon müdürü sevgili Murat, Altunizade ofiste çalışan, Musa, Gürkan ve diğerleri, sevgili Arif, şimdiki satınalmacılar, Mert ve Gürdal ve diğer bütün arkadaşlarım dostlarım hepinizin kalbimde ayrı, ayrı yeri vardır…

19 Haziran 2014 Perşembe

Has Survivor...

Dün gece maçları seyrederken ve de kanallarla oynarken yine kanalların birinde Survivor vardı. Yanılmıyorsam, final akşamıymış. İnanmayacaksınız ama artık bitiyormuş. Okullar bitti, Survivor halen bitemedi.


Düşünüyorum da, bu oyun %99.9 zengin bir ülkede icat edilmiştir. Muhtemelen de Amerika’da ortaya çıkmıştır. Tam böyle, zenginlikten, rahatlıktan ne yapacağını şaşırmış insanların ortaya çıkarabileceği bir oyun gibi durmuyor mu? “Bir oyun yapalım, insanlar gönüllü olarak gidip orada aç susuz yaşamaya çalışsınlar, bizde, Kardashian’ların evi gibi bunları filme çekip her gün televizyonda yayınlayalım” fikri cazip gelmiştir

Fakir bir Orta Afrika ülkesinden Survivor fikri çıkmaz. Onlar en fazla, eski araba lastiklerini yollarda yuvarlayıp, patlak toplarla futbol oynarlar. Hayat, onlar için zaten her gün Survivor’dır.

Bugün, Survivor’ın hası, Dominik Cumhuriyetinde veya Panama’da değil, bu coğrafyada Irak’ta, Suriye’de yaşanıyor. Başta Türkmen kardeşlerimiz olmak üzere, herkes bir var olma mücadelesi veriyor. Devlet otoritesinin sıfır olduğu, 70 çeşit örgütün cirit attığı topraklarda gerçek bir yaşam savaşı var.
İnsanlar korumasız, gidecekleri bir yer yok, şikayet edebilecekleri bir merci yok. Ne ordu var, ne polis. Yanına bir bavulunu alan, çocuğunun eline en sevdiği oyuncağını tutuşturan kaçıyor. Üstelik de, çoğu nereye kaçtığını bilmeden kaçıyor. Gazeteci soruyor, nereye gidiyorsunuz diye, Erbil’e diyorlar. Erbil’de yakınlarınız mı var deyince, “yok” diye cevap veriyorlar.
Yaklaşan ve de ne yapacağı belli olmayan bir terör örgütünden kaçıyorlar, ölmemek için kaçıyorlar. Allah kimseye vermesin, evini barkını her şeyini bırakıp, bir iki günlük eşyayı bir bavula ve bir çamaşır sepetine koyarak kaçmak ne kadar korkunç bir durum. Döndüğünde, evin yerle bir olmuş da olabilir veya hiç de dönemeyebilirsin.

Ellerdeki, kucaklardaki minik çocukların üzgün, durgun, yaşlı gözleri,, bütün bilmek istediklerinizi size anlatıyor. Annesi iki bebeğini birden almasına müsaade etmediği için, bebeklerinden birini garip bir belirsizliğe bırakmak zorunda kalan minik Ayşe’nin gözyaşlarını kim silecek? Çıktığı bu belirsizlik yolculuğunda, bir elinde sarı saçlı bebeği, diğer elini annesi çekiştirirken, onun aklı, üşümesin diye kendi yatağına yatırıp, üstünü örterek, geride bırakmak zorunda kaldığı siyah saçlı bebeğinde kaldı. Gözyaşları minicik yanaklarından aşağılara süzülürken, içinden kendi kendine söz veriyor minik Ayşe ve “üzülme siyah saçlım benim, bir gün mutlaka geri gelip seni alacağım” diyor.

İnsanlar korkuyor, kaçıyor, 50 derece sıcaklıkta, aç, susuz yollara dökülüyor. Yarını belli olmayan yolda, takım oyunları yok, oylamalar yok, iletişim oyunu hiç yok, hediye yiyeceklerde yok. Belirsizlik var, korku var, ölüm var. Dokunulmazlık da kazanamıyorlar. Gelenler, kim dokunulur, kim dokunulmaz, dinlemiyor. Burası Dominik Adası değil, hayatın ta kendisi.

Ne yazık ki, minik Ayşe’nin Survivor’ı, Acun’un Survivor’ı kadar ilgi çekmiyor. Irak’ta yaşanan insanlık dramına ilgi çekebilmek için, Acun’un, Survivor’ı Irak’tan mı yapması gerekiyor? Yüce rabbim, kimseyi evini, barkını bırakıp, belirsizliklere kaçmaya mecbur etmesin. Böyle bir acıyı ve korkuyu ancak yaşayan bilir, başkalarının tahmin bile edemeyeceği bir hayattır bu.

Kimse evini, son defa toplayıp, yatakları yapıp, bulaşıkları yıkayıp, kapı önündeki ayakkabıları dizip bırakıp gitmek zorunda kalmasın. Son defa sokak kapısını kilitleyip, elindeki anahtarın, bir daha gerekli olup, olmayacağını bilmeden giderken, yatak odasının penceresinden size “beni bırakmayın” gözlerle bakan, siyah saçlı bebekler üzülmesin.
Bundan sonra minik Ayşe’ye bin tane de bebek alsanız, Telafer’in dar sokaklarındaki, minik evdeki, minicik yatağında, üzerinde yemek lekeleri olan, minik pembe battaniye ile üzerini örtüp, bıraktığı, siyah saçlı bebeğini unutabilir mi?

18 Haziran 2014 Çarşamba

Ters Köşeye Giden Çatı Adayı...

Çatı Adayı, gerçekten de herkese ters köşe yaptı. Hiç beklemediğimiz, hatta hiç bilmediğimiz bir isim, çatı adayı olarak açıklandı. Birçok insan gibi, bende, Ekmeleddin İhsanoğlu ismini, ilk defa, dün açıklandığı zaman duydum.


Geçen ay, “Cumhurbaşkanı nasıl bir insan olmalı” diye bir yazı yazmıştım, sonrada benim gibi bir aday olmalı diye sözlerimi bitirmiştim ama görülüyor ki yazdıklarımı pek ciddiye alan olmamış. Ciddiye alınsaydı artık bu saate kadar bir teklif gelmiş olurdu. “Çıkmadık candan umut kesilmez” derler ama zamanın benim aleyhime işlediği de kesin. Beni aday olarak düşünecek partilere son defa buradan sesleniyorum, geç kalıyorsunuz.

Dün İhsanoğlu ismi açıklandıktan sonra, bende herkes gibi, internete saldırıp kimdir, kim değildir diye araştırmaya başladım. Etkileyici bir özgeçmişi olduğu kesin ama düşünceleri ve hedefleri hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bence acilen bir takım programlara çıkıp, düşüncelerini, ideallerini, hedeflerini, yapmak istediklerini bizlerle paylaşmalı. Şu anda kimse, amcanın nerede durduğunu bilmiyor. Hangi takımı tuttuğu hakkında bile bir fikrimiz yok.

Belirsizliğin çok olduğu ortamlar, her türlü yorum, şikayet, görüş, hakaret, yaygara için zemin hazırlıyor. Bu belirsizlik ortamının acilen ortadan kaldırılması lazım ki, insanlarda ne yapacaklarsa ona göre yapsınlar. Çıksınlar ortaya hep beraber, koysunlar ortaya bisküvileri ve seçmene bir açıklamada bulunsunlar.

Peki, daha hiçbir şey bilmeden, insanlar neye kızıyorlar? İnsanlar, (CHP’ye oy verenler) adayın partilerinin görüşüyle, duruşuyla, ilkeleriyle uyuşmadığını düşünüyorlar. Diyeceksiniz ki, ne biliyorlar da, yaygara yapıyorlar? Bu çok doğru bir soru. Gerçekten de, birçoğumuz bu amca ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Örnek olarak, Sayın İlhanoğlu, hukukun üstünlüğüne ve erkler ayrılığına inanan, laik, demokratik ve Atatürk ilkelerine gönülden bağlı bir insan mıdır? Bu gibi bilgileri, seçmene net olarak açıklamak zorunda olduğunu düşünüyorum.

Bana deniliyor ki, bu aday geçen ay yazdığın yazında belirtmiş olduğun kriterlere uyuyor. Kesinlikle doğru olabilir ama uyup, uymadığını söylemek için henüz çok erken. Partiler üstü davranabilecek ve sadece ülke menfaatlerini gözetecek bir adaysa neden olmasın. Birçok insan siyasete bulaşmamış olmasını bir eksi olarak, görüyorken ben artı bir parametre olarak görüyorum.

Bu sabah deniliyor ki, “meydanlarda başbakana laf yetiştiremez ve başbakan için kolay bir galibiyet olur”. Unutmayın ki, Ahmet Necdet Sezer’de, meydanlarda başbakana laf yetiştirecek bir aday değildi. “Pirinç almaya giderken evdeki bulgurdan olduk” diyenler mi istersin, “bizim millet maço lider sever” diyenler mi istersin, her çeşit yorum var.

Başta da belirttiğim gibi dün hepimiz ters köşe olduk. Sayın başbakan, “acele etmeyin sonra ters köşe olursunuz” derken acaba bunu mu kastediyordu, yoksa kendi yapacağı ters köşeden mi söz ediyordu. Sizce, başbakan bu adayı bekliyor muydu yoksa o da mı ters köşe oldu.
Emin der ki, benimde çekincelerim var ama acele etmeyelim ve gerçekleri öğrenmeye çalışalım. Seçim sabahı önümüze konulacak olan, seçim pusulasını şu anda bilmiyoruz. Pusula bir basılsın önümüze konsun, sonra bakalım kağıdına, rengine, şekline, cinsine ondan sonra bir karar veririz. Ben hayatta dönmem, tatilimi de yarıda kesmem gibi kararlar için şimdilik çok erken.

Konuyu çok net anlamadan, resmin tamamını ve önümüze konacak seçenekleri görmeden kimse bir takım sonuçlara varıp, “anlamadım ama hayır” durumuna düşmesin…

17 Haziran 2014 Salı

Müşteri Memnuniyeti...

Bu akşam Sabiha Gökçen’e gidip kızları karşılayacağım için, geçen sene orada yaşadığım bir olay aklıma geldi ve sizlerle paylaşmak istedim. Hadi gelin şimdi hep beraber havalimanına doğru bir yola çıkalım..


Sabiha Gökçen Havalimanı tıklım, tıklım dolu, hani iğne atsan yere düşmez derler ya, aynen öyle bir durum var. Bu havaalanını çok kullanan bir havayolunun kontuarlarında check-in yapmak için bekleyen kuyruğun sonu bile görünmüyor. Ben diyeyim 260 kişi, siz deyin 390 kişi. Kontuarların hepsi açık ama kuyruk da inanılmaz boyutlarda. 4 kişilik orta doğulu bir aile, zaten check-in yapan insanların bir tanesini felç etti. Tam 50 dakika sürdü check-in yapmaları.

Bütün bu check-in yapan kontuarların sonunda da 2 adet kontuar daha var. Birinin üzerinde şef yazıyor ve fizik Kadir İnanır, kimyada Kadir İnanır olan bir arkadaş oturuyor orada da. Emin’de bu arkadaşın hemen dibinde orada duruyor.

Birden nereden geldiği belli olmayan bir kadıncağız geldi ve bu şef arkadaşın kontuarının önünde durmaya başladı. Fizik Bennu Gerede, kimya Güllü.
3-5 dakika bekledi ve Kadir’e dönerek,  “kaç dakikadır burada bekliyorum görmüyor musunuz dedi”! Kadir, “hanım efendi ben check-in yapmıyorum” diye cevap verdi.


Bennu : Check-In yapmıyorsun da niye söylemiyorsun, kırk saattir beni burada bekletiyorsun?

Kadir : Ben ne bileyim sizin ne beklediğinizi. Emin : (kendi kendine) ahaa.
Bennu : Ne beklediğimi düşünüyordunuz?

Kadir : Hanımefendi dediğim gibi ben bilemem. Bakın yukarıda şef yazıyor burası check-in kontuarı değil.

Bennu : Geri zekalı.

Kadir : Geri zekalı sensin. Emin : Hadiiii, S……rrr.
Bennu : Hem geri zekalı hem de aptal.

Kadir : Geri zekalıda aptalda sensin.  Emin : Ohaaaa.
Bennu : Birde şef olmuş geri zekalı.

Kadir : Sensin.
Bennu : Seni şikayet edeceğim.

Kadir : Git istediğin yere şikayet et, birde selam söyle.  Emin : Vayyy Kadir.
 
3-5 "sensin" lafı daha dolandıktan sonra,
Bennu : Zevk alıyorsun bana böyle bağırmaktan değil mi?   Emin : Haydaaa. 

Kadir : Hanımefendi ilk siz bana hakaret ettiniz.

Bennu : Yok, yok sen zevk alıyorsun bu işten. Emin : Kadir’i bilmem ama şu anda benim için çok keyifli.  
Kadir : Ne zevk alacağım işim var gücüm var. Kadir Emin’e döner, “götümden ter damlamış gelmiş bana ne diyor” Yalan mıyım ağabey? Emin : Valla iyi gidiyorsun.

Kadir : Sorma ağabey ya, bu yoğun günlerde bir de bunlarla uğraşıyoruz . Bu arada Bennu hemen şefin yanındaki kontuara geçmiş check-in işlemini yaptırıyor.
Edepsizlik, bizim memlekette he zaman işe yarar. Kavga, bağrış, çağrış derken, bir anda yüzlerce kişilik kuyruğun önüne de geçilmiş oldu.

Kadir’in Emin ile konuştuğunu gören kadın, döner ters, ters Emin’e bakar. Bu bakıştaki amaç şudur, bakalım Emin, bu pislik Kadir ile aynı fikirlerimi paylaşıyor. Emin poker face konumunu alır ve sıfır mimik yapmaya özen göstererek bu atağı önler.
Evet, kavgayı Bennu başlattı ama müşteri ilişkisi de hiçbir zaman göz ardı edilmemeli. Müşteri eninde sonunda her zaman haklı çıkar. Yapılan her geri zekalı yoruma, geri zekalı bir karşılık vermek gerekmiyor. Hayat idare etmekten ibarettir. Durumları da, insanları da, yaşananları da, yaşanacakları da hep idare etmek gerekiyor…

16 Haziran 2014 Pazartesi

Nasıl Gidebiliyorlar?

Bu sorunun cevabını gerçekten de çok merak ediyorum. Bu insanlar, dünyanın çeşitli yerlerinden kalkıp, bütün silahlarını, cephanelerini alıp, bir yerlere savaşmak için nasıl gidebiliyorlar?


Amerika’da ve Avrupa’da, bir yerlerde cihat çağrısı olsa da gitsek diye bekleyen, günlük hayatlarının fazla rahat olmasından bunalmış, macera arayan, kendini lüzumlu hissetmek isteyen binlerce genç çocuk var. Bunların bir kısmında da, büyük bir silah ve adam öldürme merakı var.

Bu insanlar kimlerle irtibat kurarlar, buralara nasıl giderler, bu konuyu hiçbir zaman anlayamadım. Bütün silahlarını, cephanelerini toplayıp tarifeli uçakla Suriye’ye veya dünyanın başka bölgelerine gittiklerini düşünmüyorum. Deniliyor ki, “Türkiye üzerinden, Suriye’ye geçtiler”. İyi güzelde, Türkiye’ye kadar nasıl geldiler?

Amerika gibi bir ülkeden, bu insanlar bu kadar silahla nasıl dışarı çıkabiliyorlar? Kimse, bunlara “hop kardeşim sen nereye gidiyorsun” demiyor mu? Bunları örgütleyen ve de bir şekilde savaş mekanlarına ulaştıran birilerinin olduğu kesin. Kimle buluşurlar, nereye giderler, hepsi bir muammadır.

Bizim Amerika’da yaşadığımız dönemde, zengin bir Türk doktor çocuğunun, Müslümanlar için savaşmak için Bosna’ya gittiğini duymuştuk. Birileri çocukcağızı kandırmış ve gitti orada çok kısa bir süre sonra öldü. Amerika, Avrupa doğumlu zengin Müslüman çocuklarını hedef seçiyorlar ve kısa bir beyin yıkama sonrası, çocukları istedikleri her yere gönderiyorlar.

Örnek olarak Suriye’de ki iç savaşa baktığınız zaman, otoriteye karşı savaşanlar arasında Suriyeli yok gibi bir şey. Hepsi bir yerlerden gelmiş. Bu insanlar nasıl gelir, nasıl organize olurlar ve de geldikleri ülkeler, bunların ülkeden çıkmasına nasıl müsaade eder ben anlamıyorum.

Bugün örgüt demek, savaş demek, para demek. Bu tip organizasyonların, örgütlerin arkasında büyük bir mali güç de olması gerekiyor. İnsanlar bankaya azcık bir para yatırsa uluslararası sistem hemen “nereden buldun” demeye başlıyor. Hal böyleyken, bu örgütlerin yaşamasını ve savaşmasını sağlayan para trafiği nasıl yönetiliyor? Arkasında çeşitli devletlerin desteği olmayan örgütlerin bu işleri başarması çok mümkün gözükmüyor.

Bizim hiç haberimiz olmuyor ama zaman, zaman güneydoğudan gidip bu örgütlere katılıp, ölen çocukların cenazeleri geliyor yurda. Sessizce defnediliyorlar. İşin en acı yanlarından biride, İslamiyet gibi bir din, dünyanın gözünde bu terör örgütleri ile temsil ediliyor.

Bugün artık her şeyin taşeronlaştığı dünyamızda, savaşlarda bu furyadan nasibini aldı. Paran varsa, silahlı, eğitimli, savaşacak adam çok. Biz spor takımlarındaki devşirme oyuncular doğru mu, yanlış mı diye tartışırken, artık savaşlar devşirme ordularla kazanılıyor.

Kimse zannetmesin ki, bu tip silahlı örgütler, gelecek, savaşacak, ölecek sonrada işi bitince çekip gidecek. Tam tersine, bulundukları yerde yerleşiyorlar ve de büyük bir güç kazandıkları için onları oradan oynatmak pek de mümkün olmuyor.
Çok inanarak yazmasam da, umarım bu savaşlar, mezhep çatışmaları, dini savaşlara alet etmeler bir gün son bulur. Suriye’ye ve Irak’a gitmiş bir insan olarak çok iyi biliyorum ki, güzelim şehirler harabeye döndü. Bu topraklardaki insanların, çileleri hiç bitmeyecek mi, çocukların ağlamaları hiç durmayacak mı?

14 Haziran 2014 Cumartesi

Evrankaya Ailesinin Zeynep Ablası...

Aylin’in dünkü yazısı hepimizi çok duygulandırdı. Güzel yorumlarınız için hepinize bir kere daha çok teşekkür ediyorum. Dünkü güzel yorumlardan bir tanesi de, Aylin’in ablası kadar sevdiği, bizim dostumuz, arkadaşımız Zeynep Yıldız’dan geldi.

Ben de bu sabah, Zeynep ablayı yazmaya karar verdim. Yazabilir miyim diye de sormadım. Ne yapalım kızarsa da, bana kızar.
 
Zeynep, dün “Evrankaya ailesi benim için çok önemlidir” yazmış. Sen de bizim için öylesin Zeynep abla. Zeynep, aslında kardeşimin arkadaşı ve ilk olarak da o şekilde tanışmıştık. Hani, insanlar hep derler ya, “bizim ailenin bir ferdi gibi” diye, işte bu durumda o “gibi” kelimesi yok. Bizim ailenin bir ferdi ve daha ötesi yok.
Aylin’in büyümesinde ve okul yaşamında, ona ablalık, öğretmenlik, arkadaşlık, dostluk, sırdaşlık yapan Zeynep ablanın kimse yerini dolduramaz, hakkını da ödeyemez. İstanbul’da yaşarken arabası da olmadığı halde, yıllarca Bahçeşehir’den, Suadiye’ye Aylin’e derslerinde yardım etmek için gelen ablamızın ikinci bir örneği yoktur. Gerçekçi olalım, İstanbul trafiğinde, belediye otobüslerini kullanarak, yıllarca, haftada en az 3 gün, siz olsanız gelir miydiniz? Bir kerelik, iki kerelik bir şey değil, yüzlerce defa geldi gitti o yolu sevgili Zeynep ablamız.

Aylin’in bugünkü başarılı öğrencilik hayatı, zamanında ablasının, ona nasıl ders çalışılacağını öğrettiği temeller üzerine kurulmuştur. Uzmanlık alanı Matematik olmasına rağmen, şöyle bir baktı mı, her dersi hemen kavrayan ve de anlatabilen, öğretebilen bir yapısı vardır. Ver eline kel alaka bir kitap, şöyle bir okusun, anlasın, akşama sana anlatır. Aynen öyle, sizin de anladığınız gibi cin gibidir maşallah.

Böyle yazdım diye, dersten başka bir şeyden anlamayan tiplerden zannetmeyin sakın. Sokak zekası da çok gelişmiştir ve her ortama süper uyum sağlar. Rakı ortamıysa, rakı ortamı, çay ortamıysa, çay ortamı, hepsine iyi uyum sağlar ve maşallah güzelde içer. Ortalarda göbek atmayı da becerir, en ağır konferansta konuşmacıyı dinlemeyi de.
Enerji doludur ve hiçbir işe üşenmez. Zaten yıllarca Bahçeşehir’den buralara gelmesi bunu çok net bir şekilde gösteriyor ama bir seferinde (benim işim vardı götüremedim diye) Ankara’dan otobüsle gelip, Aylin’i alıp hemen karşıdaki otobüse binip geri gitmesi, kelimelerle ifade edilecek bir durum değildir. İndi, iki adım attı ve öbür otobüse bindi. İşte bu dostluktur, bu fedakarlıktır, bu arkadaşlıktır, bu sevgidir, ne derseniz deyin, bu Zeynep’tir.

Kötü gün dostudur sevgili Zeynep. Neye ihtiyacınız varsa, hemen o şekle giriverir. Hastanede refakatçi mi lazım, hasta bakıcı mı lazım, evde bekleyecek biri mi lazım, ihtiyacınız her neyse Zeynep oradadır.
Birçok insan tanırım, birçoğu da yardımsever, iyi niyetli insanlardır ama iyi niyet başka, iş halledebilmek başka bir konu. Sevgili Zeynep hem iyi niyetlidir, hem de beceriklidir. Her ortamda işini halleder.

Kader insana her zaman gülmüyor. Zeynep ablamızın da gülmediği günlerde çok oldu ama o her zaman dimdik ayaktadır ve acılarını içine atar ve yoluna devam eder. Sözlerimi bitirirken iki noktaya değinmek istiyorum. Birincisi, iyi ki bizim hayatımızdasın, ikicisi, çok iyi rakı içtiğini söylemiş miydim?