27 Aralık 2019 Cuma

2020 Hedeflerim...

Günaydın dostlar…

Bir yılı daha geride bırakmak üzereyiz. Yeni bir yıl yaklaşırken Amerikalılar gibi ben de yeni yıl hedeflerimi yazıya dökmeye karar verdim. Aklımda kalmasın, kâğıt üzerinde olması her zaman daha iyidir. Yazılı olduğu zaman sene sonunda bir değerlendirme yapabilme şansı da verir.
İlk olarak, çok daha fazla kitap okuma hedefim var. “Çok daha fazla ne demek?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ayda en az üç kitap olarak düşünüyorum. Sene sonunda toplam otuz beş kitaba ulaşmışsam, bu hedefi gerçekleştirdiğimi düşüneceğim. Çok uzun yıllar önce Nutuk’u okumuştum, şimdi (vakit bulabilirsem) bütün bildiklerimi, tecrübelerimi de işin içine harmanlayarak bir kere daha okumak istiyorum.


Bütün gün evde oturup kitap okuyacak değilim, gezme hedeflerim de var. En az üç yeni ülkeyi görmek istiyorum. Bunlardan biri Avustralya olabilirse kendimi hedefin de üstüne çıkmış sayacağım. Tabii, çok fazla yurtiçi hedeflerim de var. Daha Kapadokya’yı bile görmemiş bir insan olarak, gideceğim çok yer var. Bu konudaki hedefim, en az on tane yeni yer görebilmek. En başta da Mardin var.

Arkadaş ortamlarında bu tip sohbetler yaptığımız zaman, “Ne çok gezme hedefin var” diyorlar. Emekli olmuş bir insan olarak, krapon kâğıdından kedi merdiveni yapma hedeflerim olacak değil ya, doğal olarak gezme hedeflerim olacak. Allah izin verirse, kurlar da iyice başa çıkılamaz boyutlara gelmezse, gerçekleştirmeye çalışacağım.

Her ne kadar evde maçları izlesem de, en az üç-dört tane Fenerbahçe maçını gidip statta izlemek gibi bir arzum da var. Saraçoğlu’nun atmosferi bir başka oluyor. Fenerbahçe Bayan Voleybol Takımı’nın maçlarına kombine almak da bir diğer hedefim. Birkaç tane basketbol maçına da gidebilirim.

Konu spordan açılmışken; yurtiçinde veya yurtdışında bir tane tenis turnuvası izlemek istiyorum. Tek bir maç değil; bütün bir hafta boyunca orada o havayı yaşayıp, mümkün olduğu kadar da çok maç seyretmek istiyorum.

Oyuncak trenimin bazı bozuk lokomotiflerini Göppingen’e götürüp tamir ettirmek de listem de var. Tam bir “hem ziyaret, hem ticaret” durumundan bahsediyoruz. Bu lokomotiflerin bir kısmı neredeyse benle yaşıt. Onları yeniden çalışır hale getirebilirsem çok mutlu olacağım.
Ben şanslı bir insanım. Çok fazla sevdiğim dostum, arkadaşım, akrabam var. İnşallah önümüzdeki yıl onlara daha fazla vakit ayırmak istiyorum. Ankara’ya, İzmir’e, Eskişehir’e, Giresun’a, Antalya’ya ve diğer şehirlere daha sık gitmeye çalışacağım. Kim bilir belki Asmadan’a bile gideriz.

Her gün ama az, ama çok yürüyüş yapmaya çalışırım. Dönüp de geriye baktığım zaman geçen sene averajda günde 3204 adım yürümüşüm. Bu sene bu rakamı günde 5875 adıma kadar yükselttim. Hiç fena değil, neredeyse iki misli. Gelecek sene bu rakamı günde 7000 adıma doğru yaklaştırmak istiyorum. Yürümek iyi geliyor; insanı rahatlatıyor, daha enerjik hissettiriyor ve ferahlatıyor. Belim de sorun çıkartmazsa yapabilirim gibi duruyor.

Olmayan aletlerin, eşyaların olan parçalarını yok etmek de bir diğer önemli hedefim. Ana eşya çoktan rahmetli olmuş gitmiş ama bütün kabloları, parçaları, kullanım kılavuzları duruyor. Hatta bazı durumlarda kutusu bile duruyor. Bu aslında yazıldığı kadar kolay bir iş değil, zira yanlışlıkla gerekli şeyleri de atma riski var. Tek tek her bir parçayı/kabloyu elime alıp, “Bu gerekli mi acaba?” diye sorgulamak gerekiyor.

En zor hedefi en sona bıraktım. Kullandığım şeker miktarını azaltmak istiyorum. Bu sene epeyce azalttım. Önümüzdeki sene de Allah’ın izniyle daha da azaltmak istiyorum. Çayda, kahvede yıllardır şeker kullanmıyorum. Ekmek yemeyi de zaten çok uzun bir süre önce bıraktım. Burada sözü geçen konu, şekerli ürünlerin tüketimini azaltmaya çalışmak. Alkolden çikolataya kadar çok geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. Hepsi de hepimizin çok sevdiği şeyler. Küçüklüğümde fıstıklı baklavayı ağzıma sürmezdim, şimdi ne kadar verseniz yerim.
Zor bir yılı geride bıraktığımız bu günlerde, naçizane bunlar benim hedeflerim. “Kul kurar kader güler” derler. İnşallah hepimizin hedeflerimize yürüyebilecek sağlığı, mutluluğu ve ağız tadı olur.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Aralık 2019 Salı

Vana Tamircisi Mustafa...

Günaydın dostlar…

Yılın başında yazdığım “Kombi Bozuk” yazısını umarım herkes hatırlıyordur. Hatırlamayanlar lütfen bulup yeniden okusun. Kombi hikâyesi aslında orada bitmemişti ama ben bir türlü vakit bulup sonunu getiremedim. Kısmet bu sabahaymış.
Aslında düşünüyorum da, konu ne olursa olsun bir kere tamirat işine başladınız mı o konu hiç bitmez. Çorap söküğü gibi sürekli arkası gelir. En sonunda da baştan evi yıktırıp yeniden yaptırmadığınız için pişman olursunuz.


Hafızası kuvvetli olan dostlarımız hatırlayacaktır; Mustafa sabahın köründe damlamıştı, en son orada kalmıştık...

Vana tamircisi Mustafa ile mutfakta baş başa oturuyoruz. Mustafa kombinin altındaki dolaba yarı bedenine kadar girmiş, ben de mutfak masasında telefonumla oynuyorum. Kısacası beraberce huzurlu, mutlu bir şekilde oturuyoruz. O çalışıyor ben de boş boş oturuyorum. Mayamızda var, severiz boş boş oturmayı.

Bu arada da benim telefonumdan sürekli mesaj sesleri geliyor. Daha doğrusu tweet sesleri geliyor. Takip ettiğim yerler tweet atınca sürekli bildirim geliyor. Bloomberg’den birbiri ardına tweetler geliyor. Muhtemelen döviz kurlarının yüksek atlama oynadığı bir gündü. Bildirimler hiç susmadı. Bir yandan da her bildirim geldiğinde Mustafa kafasını dolaba vuracak diye korkuyorum.

En sonunda Mustafa dayanamadı, çıktı dolaptan ve “Ağabey kim sana bu kadar çok mesaj atıyor?” dedi. Sorunun arkasındaki gizli ima, “Sen ne boksunki birileri sana bu kadar çok mesaj atıyor?”. Öldüm gülmekten. Şeytan dedi ki “Bloomberg” de. Sonra vazgeçtim. Daha sonra şeytan dedi ki “Eb…. ….” de ama sonra ondan da vazgeçtim.

“Onlar mesaj değil tweet” şeklinde çok cici bir cevap verdim. Arkasından da, “Twitter diye bir şey var biliyor musun?” diye sordum.
Mustafa uzun uzun baktı, “Bilmiyorum” deyip yeniden dolabın içine girdi.

Beş dakika sonra geri çıktı ve “Twitter nedir ağabey?” diye sordu. Şeytan dedi ki eb…. ….   ama şeytana uymadım. “İnsanlar akıllarına gelen her şeyi mesaj gibi telefonlarından yazıyorlar ama bu mesajları herkes görebiliyor” şeklinde kendimce güzel bir cevap verdim. “Çok iyiymiş ağabey” dedi ve geri dolabın içine girdi.

Beş dakika sonra geri çıktı ve “Ben de görebilir miyim mesela bu mesajları?” diye sordu. Şeytan dedi ki “E…… ….” ama yine şeytana uymadım. Zorla da olsa “Tabii kardeşim sen de üye olursan bu tweet olayını sen de görebilirsin” şeklinde bir şeyler çıktı ağzımdan.  Bu sefer de “Sen üye misin?” diye sordu. Yapacak bir şey yok, Mustafa meraklı bir tip.  Dedim “Üyeyim”. “Sen üyeysen o zaman sana gelenleri göreyim” diyerek yanıma geldi. Yine aklıma bin türlü şey geldi ama hepsini kısa sürede aklımdan çıkardım.

“Tamam ulan gel buraya” dedim ve en son Bloomberg’den gelen tweetleri gösterdim. Baktı baktı ve “Bu televizyondaki Bloomberg ile aynı mı?” dedi.

Bu sefer de salak salak bakma sırası bana geçti.
Varsayım işi tehlikeli bir iştir. Bu devirde; kimin ne bilip ne bilmediği, aklından ne geçip, geçmediği hiç belli olmuyor. Boşuna dememişler para ile imanın kimde olduğu hiç belli olmaz diye…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

15 Kasım 2019 Cuma

Balıkçı...

Günaydın dostlar…

Balıkçı olmayan yerlerde balık yemeyi hiç sevmiyorum. Menüsünde birçok yemek olan restoranlar, benim balık yiyebilmem için hiç uygun değiller. Lazanyadan, çökelek kavurmasına kadar her şey olduğu zaman, otomatik olarak tadım kaçıyor. Balık yenecekse bir tek balık olmalı.
Sebebini sormayın, unutmayın ki ben bir yay burcuyum. Üstelik yükselenim de yay. Oralarda yiyemediğim gibi, işin kötü tarafı, balıkçılarda da balık yiyemiyorum.


Neden balıkçılara gidip de balık yiyip çıkamıyoruz? Bizi zorlayan gizli bir güç var. Tahmin ediyorum Anayasa’mızda bir balık kanunu var. “İlk önce meze yenmeden hiçbir şekilde balık yenemez” filan yazıyor herhalde.

Balıkçıya gitmeden önce kendi kendime karar veriyorum. “Bu sefer kesinlikle meze filan istemiyorum, doğrudan balık yiyeceğim” diyorum. Mezeler insanı tıkıyor, sonra balığa yer kalmıyor. Tek başına balık yemek de olmaz, en fazla yanında bir de bol soğanlı çoban salatası.

Böyle diyorum demesine de, balıkçıya girince bir şeyler oluyor, bir de bakıyorsun ki masa yine birçok meze ile dolmuş. “Hadi bir de beyaz peynir alalım” ile başlayan siparişler, ara sıcakları konuşarak son buluyor.

İşin acı tarafı, ara sıcaklar bir anda son sıcaklar oluveriyorlar. Onlar da yenildikten sonra kimse de balık yiyecek hâl kalmıyor. Bazen ayıp olmasın diye ortaya bir balık ısmarlanıp laf olsun diye yeniliyor ama onun da ne tadı oluyor, ne de amacına ulaşıyor. Zaten çatlamış durumdayken bir de üzerine balık yemeye çalışıyorsun.

Ne yalan söyleyeyim, ben son gidişlerimin hiçbirinde balıkçılarda balık yiyemedim. Eskişehir’de de durum aynıydı, İstanbul’da da değişen bir şey olmadı. Hadi Eskişehir’deki mekân zaten mezeci olarak nam salmış, peki İstanbul’da neden yiyemiyoruz?
Şöhretleri meze üzerine olmasa da, İstanbul’daki balıkçıların da mezeleri çok güzel oluyor. Hele bir de restoran suyun kenarındaysa, o mezelerin lezzetleri iki kat artıyor. “Sadece balık yiyeceğim” diyerek saçma sapan planlar yapan Emin de, hemen “Patlıcanlı olarak neleriniz var?” diye sormaya başlıyor. Hani meze yemeyecektin Emin Efendi?

Meze işi o kadar fazla kontrolden çıktı ki, balıkçılar da artık çok az balık alıyorlar ve seni mezeye yönlendiriyorlar. Restoranlara girdiğinizde dikkat edin, artık görücüye çıkmış çok az sayıda balık oluyor. “Şu anda mevsimi olmadığı için az var” diye düşünmeyin, her zaman durum böyle. Balık sezonunda da sergideki balık sayısı çok fazla artmıyor.

Balıkçılar bu işten memnun mu? Bence mutlular. Birçok balıkçıda, ne yediğin çok da fark etmiyor. O akşamki ziyaret, ne yersen ye belli bir fiyata ulaşıyor zaten. Hele de alkollü içkiler yemeğin bir parçasıysa, yenilen şeylerin toplam fiyat içerisindeki yüzdesi oldukça düşük kalıyor.

Mezeler güzel. Allah var, çok da iyi gidiyorlar ama balığa da yer bırakmayı başarabilmek gerekiyor. İki çeşit patlıcanlı meze gördük diye, hemen yelkenleri suya indirmemek lazım. İşin komik tarafı küçükken patlıcanlı yemekleri de hiç sevmezdim. Zararlı olduğunu bile bile patlıcan kızartmasını da çok seviyorum ve yılda iki, üç kere yiyorum.
Patlıcan salatası harika (hele bir de güzel yapıldıysa), çoban salatası muhteşem hepsini kabul ediyorum ama en önemli parametrelerden biri de mezeleri kiminle yediğindir. Karşına öyle biri oturur ki, en sevmediğin ortamda, en sevmediğin deniz otlarını bile bayıla bayıla yersin. Önemli olan kadehleri doğru dizip, doğru kişiye “Sağlığına” diyebilmektir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

25 Ekim 2019 Cuma

Fal Bakmak...

Günaydın dostlar…

“Fal bakan insan çok büyük bir ihtimalle mutsuzdur” diyerek, çok iddialı bir cümle ile bu sabahki yazıma başlıyorum. Bu durum geniş kapsamlı bir mutsuzluk da olabilir, sadece o anki sıkıntıyı geçirmeye yönelik bir mutsuzluk da olabilir.
“Canı sıkılmış olan insan mutsuz mudur?” gibi bir cephe de açmak istemiyorum ama keyfi çok yerinde olan insan fal bakmaz diye düşünüyorum. Yapacak bin türlü şey bulur.


Çeşit çeşit fallar var ve acaba ilk olarak hangi sivri zekâlı bunu keşfetmiştir diye de merak ediyorum. “Dur bir dakika fincanı yıkama, dibinde kalan kahve tortusundan bir şeyler uydurmaya çalışacağım” cümlesini ilk olarak kim kurmuştur?

Kahve fallarının çok popüler olduğunu da bilmekle beraber, benim bu sabah sözünü ettiğim iskambil falları. Eskiden oyun kâğıtlarını masaya veya koltuğa dizerdik, şimdi de telefona veya tabletlere diziyoruz.

Değişen platformlar fallara yönelik beklentilerimizi değiştiremedi. Zaman öldürme falları dışındaki bütün fallar beklenti fallarıdır. Acaba işe girebilecek miyim? Acaba o da beni seviyor mu? Acaba bugün iyi bir haber alır mıyım?

Kanımca, sosyal medya aplikasyonlarının artmasıyla zaman geçirme falları önemini kaybetti. Fal bakacağıma sosyal platformlara girer milletin nerede gezdiğini, nerede yediğini görürüm fikri çok daha cazip geliyor.

Bir insan sizi fal bakmak zorunda bırakıyorsa, bence o durumu da, o insanı da hemen aklınızdan çıkarın. Seni gerçekten sevseydi, sevgisini görebilmen için kartlara bakmana gerek kalmazdı. O fal zaten gözlerinin en ortasında çıkardı.
En sıkıntılıları da “Acaba beni arayacak mı?” fallarıdır. Seni yediliyi sekizlinin altına koymak zorunda bıraktıysa zaten aramasın. Böyle bir durumda sosyal platformlarda gezmek de riskli. Seni koltuğun üstünde fal bırakmak zorunda bırakan şahsı sağda solda sürterken görmek ne kadar korkunç olur. Böyle bir durumda Allah hepimizi korusun.

En geçersiz fallardan bir tanesi de, “Acaba o da beni düşünüyor mu?” falıdır. Lafı çok uzatmadan hemen cevap vereceğim, düşünmüyor. Düşünseydi seni kâğıtların insafına bırakmazdı. Bir yerlerde beraberce Suavi’den Drama Köprüsü’nü dinliyor olurdunuz.

İşin bir diğer kötü tarafı da; bizim sevgisiz hedef aramayınca da, fal çıkmadığı için aramıyor hissine kapılıyoruz. Telefonu elinden fırlatanları bile gördüm. Sakin ol kardeşim, aramak içinden gelmediği için aramıyor. Sen burada fal bakarken, o fal bakmaya gerek duymayan biriyle geziyor.

Etrafımda çok fazla fal meraklısı arkadaşım var. Herkes bir şeylerin peşinde koşuyor, bir şeyler olsun istiyor. İşin acı tarafı %95’i de olmuyor. Tek başına baktığın için de kimseyi suçlayamıyorsun.
Dostlar; kendinizi falların insafına, iskambillerin doğru karışmasına bırakmayın. Vakit geçirmek için fal bakmak tamam ama beklentiler içine girerek heveslenmek biraz fazla oluyor sanki. İskambilleri elinize alıp fal bakmaya gittiğiniz zaman, hemen durup yönünüzü değiştirin.

Sokaklara çıkın, belki o falda çıkıp da aramayan kişiye sokakta rastlar sitem edersiniz. Rastlamazsanız da inşallah evinde oturmuş “Acaba beni düşünüyor mudur?” diye fal bakıyordur.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Eylül 2019 Cuma

Aslanım Benim

Günaydın Dostlar,

Belgesel izlemek ile yaş artışı arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. Küçüklüğümden beri belgesel izlemeyi severim ama son yıllarda daha çok izlediğimi gözlemliyorum. Yaşımız ilerledikçe belgesel seyretme oranımız da artıyor.
Rahmetli babamla (sürekli seyahatlerde olduğu için) çok fazla bir paylaşımımız olmazdı. Denk getirebilirsek hafta sonlarında belgesel seyretmek nadir aktivitelerimizden bir tanesiydi. Bir de çok özel ve büyük yapıların inşaatını izlemeyi severdik.


Belgeselleri çok izliyorum ve en çok da aslanları görüyorum. Diğer hayvanlar, en başta da kaplanlar pek karşıma çıkmıyor. Kendi kendime, “Acaba kaplan nüfusu çok mu azaldı?” diye düşünüyorum. Geçen akşam yine böyle bir programda dünyada çok az sayıda çita kaldığını belirttiler. Rakamı şu anda hatırlamıyorum ama inanılmayacak kadar azdı.

Ebatları farklı olsa da aslanların yaptıkları şeylerin birçoğu benim evdeki kediyle birebir aynı. Kedilerin kaplan soyundan geldiği söylense de aslanlarla da bir yerlerde bir akrabalık olmuş.

İster istemez aslanların yaşamını bizim yaşamımıza da mukayese ediyorum. Bize çok benzeyen tarafları var. Onlar da bizim gibi çocuklarını koruyorlar, besliyorlar, büyütüyorlar. Ne yazık ki çocuklara gösterdikleri ilgiyi yaşlılarına göstermiyorlar. Yaşlanıp kendi başına avlanamayan bir aslana çocuklarına getirdikleri gibi yiyecek getirmiyorlar.
Sadece aslanlar değil, hemen hemen bütün hayvanlar böyle. Onların dünyasında yaşlılara yardım etmek diye bir yaşam şekli yok. Ava katılamayacak kadar yaşlı olanları çoğu zaman bırakıp gidiyorlar. Ne zaman böyle bir belgesel izlesem çok üzülüyorum.
Yolun sonu geldiği zaman, aslanlar genellikle avlanamadıkları için ölüyorlar. Bunun da iki ana nedeni var. Ya birbirleri ile (bilhassa erkek aslanlar) veya sırtlanlarla kavga ederken yaralanıyorlar ya da çok yaşlanıyorlar.

Beni çok üzen bir diğer durum da işe yaramayanları sürüden kovmaları. Erkek aslanlar, çoğu zaman küçük yavruları bir yaşına geldiklerinde sürüden kovuyorlar. Anne çok üzülüyor ama elinden bir şey gelmiyor. Buradaki en önemli mantık da sürüden doyuracak bir boğaz eksilsin.

Her sürünün kendine ait bir bölgesi oluyor ve bu sınırları aşmak genelde gürültüye patırtıya neden oluyor. Sürüden kovulmuş aslanları bir başka sürü kabul de edebiliyor, üzerlerine de saldırabiliyor. O gün ne taraflarından kalktıklarına bağlı herhalde.
Yaralanmak; aslanlar için de, diğer benzer hayvanlar için de çok tehlikeli bir durum. Hareket kabiliyetleri azalınca her türlü tehlikeye açık oldukları gibi yaralarının enfeksiyon kapmasından da sık sık ölüyorlar.

Aslanların en çok didiştikleri iki hayvan leoparlar ve sırtlanlar. Bilhassa sırtlanlarla dertleri hiç bitmiyor. Bir av yakaladıklarında istemediğin ot dibinde biter misali hemen sırtlanlar yanlarında bitiveriyor. Sayıları daha çok olduğu durumlarda da aslanların elinden avı alıyorlar.

Hayat acımasız, doğanın kanunu böyle, döngü devam etmek zorunda; bunların hepsini anlıyorum ama yine de aslanlar daha bir dakika önce doğmuş bir yavruyu yakaladıklarında içim bir tuhaf oluyor. On bir ay karnında taşımışsın, zar zor doğruyorsun; saniyesinde aslana akşam yemeği oluyor. Gerçekten de çok sıkıntı veren bir durum. Bu gibi durumlarda aslanlara çok kızıyorum ve Afrika mandaları gelip onları boynuzladıkları zaman, kendi kendime “İyi yaptınız.” diyorum.

Hayat bu, her şey bir anda değişiveriyor. Aslanlar da çok zavallı durumlarda kalabiliyorlar. Sürüden kovulan yavruları, terk edilen yaşlıları veya yaralıları görünce de bu sefer de onlara üzülüyorum. “Nasıl da bırakıp gittiler?” diye onların arkasından söyleniyorum.
Sevgili dostlar; birkaç istisna olsa da hayvanların hepsi yavrularına bakıyorlar, büyütüyorlar. Yaşlıya veya yaralıya bakmak gibi bir adetleri ise hiç yok. Hayat acımasız; güçlü olan yoluna devam ediyor, yola devam edemeyecek olanı oracıkta bırakıveriyorlar. Hatta o da gelmek isterse geri dönüp kovuyorlar. Sedye yapıp taşıyacak halleri olmadığını biliyoruz ama yine de çok gaddar bir terk ediş oluyor.

Aslanlar ile ilgili gördüklerimi bu sabah sizlerle paylaşmaya çalıştım. Hayatları beni etkiliyor ve ne zaman görsem izliyorum. Bu işin kitabını yazmış, sonra bir daha yazmış arkadaşlarım var. Lütfen bana “Aslanlar öyle yaşamıyor.” diye mesaj atmayın zira tabii siz haklısınız. Benim bilgim oturma odasından aslanları izlemekten ibaret, sizlerin birikimleri ise gerçek yaşam.
Aslanların yüzlerinde yaşayan sinekler de onlardan çok beni rahatsız ediyor.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Eylül 2019 Cuma

Metrobüs Aşkı...

Günaydın dostlar…

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir numaralı koltuğunda adını koyamadığımız bir sorun var. Koltuğa hangi amca oturursa otursun, anında bütün ruhlarını bir metrobüs aşkı kaplıyor. Seçim öncesinde hiç böyle bir şey vadettiğini duymadığım halde, bizim Ekrem amca da “Her yeri metrobüs yollarıyla donatacağım” demeye başladı.
Gerçi seçim öncesi adaylardan İstanbul’a yönelik çok da fazla plan duymadık ama metrobüsü hiç duymadık. Birkaç kere Ekrem amcanın metroya yönelik afişlerini gördüm ama geri kalanların hepsi insanlara yönelikti. Seçmeni hedef alan adaylar; bedava internetten tutun da, iş bulmaya kadar her türlü sözü verdiler ama “İstanbul’a da şunu yapacağım” diyen pek olmadı.


Nereden çıktı bu metrobüs aşkı? Metro lafları nasıl oldu da metrobüse döndü? Cevabı çok basit; metro yapmak çok pahalı ve uzun sürüyor, metrobüs yapmak çok daha kolay.

Çok güzel, metrobüs yapalım da, benim bir sorum var. Ekrem amca, bu metrobüs yollarını nereye yapacaksın? Yapılan yolların ortasında, kenarında, altında, üstünde metrobüs için yer mi ayrılmış? Çok uzun yılların ihmalkârlıkları ve plansız, programsız büyümeler bizi bugünlere getirdi. Bırakın metrobüsü bisiklet yolu yapacak yer yok.

Hal böyleyken, geriye tek bir çare kalıyor, her zaman yaptığımız gibi yollardan birer şerit alıp metrobüs yolu yapmak. Zaten yetmeyen, ömür törpüsü haline gelmiş yolları daha da yaşanmaz hale getirmek. Hemen şunu da belirteyim, metrobüs yapıldı diye o yollardaki trafik azalmıyor. İnsanlar her zamanki gibi otomobilleri ile işe gitmeye devam ediyorlar.

Mevcut yolların sağında, solunda metrobüs yolları planlanmış olsa; ağzımı açmam, ben de desteklerim ama iş, kapasitesi zaten yetmeyen yollardan birer şerit daha eksiltmeye dönünce, benim çok aklıma yatmıyor.

Mevcut metrobüs hattının yerine metro yapılması gerektiğini de geçmiş yazılarımda defalarca belirtmiştim. O zamanlarda başlamış olsaydı bugüne kadar çoktan bitmiş olurdu. Üstelik o günlerde para da vardı, yapılabilirdi. Nitekim bir konuşmasında Kadir amca da hata yaptıklarını, mevcut hattın yer altına alınması gerektiğini belirtmişti. Şimdi o hat yer altında olsa ve o iki şerit karayoluna katılsa kötü mü olurdu?
Zamanında yapılmadı, bugünden sonra da zor görünüyor. Sıkıntılı günlerde bu tip işler için kredi bulmak çok zor.

Metrobüs güzergâhında çok fazla nüfus var. Metrobüs götürüyor 50-60 kişi, metro götürecek 600-700 kişi. Arada büyük fark var. Üstelik üstteki yoldan da çalmamış olacağız.
Yapıldığı dönemde (her ne kadar yanlış bir karar olsa da) metrobüs gerekliydi. Kısa sürede daha ekonomik bir çözüm bulmak mümkün değildi. Metrobüs görevini yaptı ama artık yer altına alınmalı. Talep çok yüksek olacağı için bu durgun piyasada bile kısa sürede parasını çıkartabilir. Belki halen bir Yap-İşlet-Devret heveslisi vardır.
İtiraf edeyim, ben de metrobüsü defalarca kullandım. Bu şehirde, Söğütlüçeşme’den Zincirlikuyu’ya on beş dakikada başka hiçbir şekilde gidemezsiniz. Nefes alamayacak kadar kalabalık bir araçta on beş dakika kadar tahammül edebilirseniz, kendinizi kısa bir sürede başka bir kıtada bulabilirsiniz.

Naçizane görüşüm, bundan sonra da mevcut yollardan şerit azaltarak metrobüs yolu yapılmamalı. 16 milyonluk kocaman bir şehirde zaten sadece iki ana arter var. Bir de bunları daraltmaya başladığımız zaman çile katlanarak büyüyor.

Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ndeki raylı sistem geçişi daha şimdiden planlandı ve köprü ona göre yapıldı. Köprünün ortasında iki demiryolu hattı için yer bırakıldı. Metrobüs için de böyle planlanmış yerler varsa, hiç beklemeden hemen yapalım. Böyle bir durumda ilk tebrik eden de ben olurum.
Günü kurtarmaya yönelik çabalar ve rant merakı bu şehri bu hale getirdi. Lütfen geçmiş yılların göz boyamaya yönelik çözümlerine değil, orta ve uzun vadede bütün vatandaşların hayatını kolaylaştıracak çözümlere yönelelim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Ağustos 2019 Salı

Suat Bayrak...

Günaydın dostlar…

Eskişehir’deki şirketimde işe başladığım zaman, diğer bütün şirketlerin de yaptığı gibi, ilk haftaları tanışma programları için ayırmıştık. Bütün müdürlerle tek tek toplantı yapıp; hem yaptıkları işler hakkında, hem de şirket kültürü hakkında bilgiler almaya çalışıyordum.
Bir yandan da yavaş yavaş işlere girmeye başladığım için bu toplantılar uzun bir süre devam etti. Hatta bazısını defalarca yeniden planlamak zorunda kaldık. Herkes elinden geldiği kadar yaptığı işleri anlattı.


Samimi ve sıcak bir hava içinde geçen sohbetler bazen planlanan sürenin çok üzerine çıktı. Elektriğiniz tuttuğu zaman laf da bitmez. Uzayan sohbetlerden bir tanesi de sevgili Suat Bey ile yaptığımız sohbet olmuştu. İstanbul’dan, eski işyerlerinden, oradan, buradan birçok farklı konudan konuşmuştuk.

Suat Bey’in ilk günkü iyi niyetli ve samimi tavrı beraber çalıştığımız yıllar içinde de hep devam etmişti. Yapıcı bir insandı, bağcı dövmek isteyenlerden değildi. Her zaman “nasıl yaptırmam” diye değil, “nasıl yapabiliriz” diye düşünürdü.

Muhakkak da bir çözüm bulur, şirketin pazardaki fırsatları kaçırmamasını sağlardı. Çok tecrübeli, zeki ve bilgili bir insandı ama ön planda olmayı çok da sevmiyordu. Kendi tercihi; işimi yapayım, iyi yapayım, şirketimin değerlerine sahip çıkayım yönündeydi. Odalarda dolaşıp kulis yapan insanlardan değildi. Eskişehir’de çalıştığım süre içinde dedikodu yaptığını da hiç duymadım.

Suat Bey bizim yakın çalıştığımız arkadaşlardan bir tanesiydi. Ne zaman bir bağlantı yapmamız gerekirse hemen büyük bir ciddiyetle konunun üzerine gider, çok kısa bir sürede sonlandırırdı.

Bize sürekli olarak “Beni önceden haberdar edin, ben de ona göre plan yapayım” derdi ama biz çoğu zaman onun bu arzusunu yerine getiremezdik. Piyasa bu, ne olacağı belli olmuyor. Keşke daha planlı olabilseydik ama fabrikanın biri aniden bir kampanya açıkladığında yapacak başka bir şeyiniz kalmıyor.
Herkes gibi o da planlı olmak istiyordu ama bir kere bile bize “Yine son günde geldiniz kardeşim, ben size yardımcı olamam” demedi. “Saat de geç oldu, bu saatten sonra halledebilir miyiz?” diye odasına gittiğimde, her zaman “Yaparız, sorun yok, daha vaktimiz var” derdi. Gerektiğinde hiç üşenmeden bizle şehir dışı seyahatlere de gelir, bağlantılarımızı yapmamıza yardımcı olurdu.

Suat Bey, çok düzgün bir insandı. Sessiz, sakin yapısının altında çok kaliteli bir ruhu vardı. Kötü haber bu sefer çabuk yayılmadı. Dün akşam arkadaşlarla sohbet ederken sevgili Suat Bey’in vefat ettiğini öğrendim. Hatta aradan epeyce de gün geçmiş ama benim haberim olmamış. Eskişehir’de bir cenaze töreni yapıldı mı veya namazı kılındı mı bilmiyorum ama haberim olsaydı muhakkak gitmek isterdim.

Suat Bey iyi bir insandı ama onun da (maalesef) kötü bir alışkanlığı vardı. Sigara içmeyi çok seviyordu. Ben emekli olmadan kısa bir süre önce de işe gelmemeye başlamıştı. Sorduğumda da “Sağlık sorunları var” deniliyordu. Söz konusu sorunların ortaya çıkmasında yüksek miktarlarda sigara tüketiminin de etkili olmuş olabileceğini düşünüyorum.

Anladığım kadarıyla, o zamanki ayrılıştan sonra bir daha da hiçbir zaman işe geri dönüş olmamış. Değerli ve iyi niyetli bir insanı kaybettik.
Ara sıra bana rastladığında hemen piyasalarla ilgili bir şeyler sorardı. Sokağın ne yöne doğru gittiğini anlamak isterdi. Zaman zaman da kısa süreli dertleşmelerimiz olurdu. Bazı şeyleri nasıl daha iyi yapabiliriz diye sohbet ederdik.

Beraber çalıştığımız süre içinde bana göstermiş olduğu samimiyeti, iyi niyeti, dostluğu ben hiçbir zaman unutamam. Mekânın cennet olsun, asil duruşlu, asil yürekli sevgili Suat Bey. 
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Ağustos 2019 Cuma

Herkes Bizi Gözetliyor...

Günaydın dostlar…

Birkaç yıl önce “Biri Bizi Gözetliyor” diye bir program vardı. Bir villanın içine doldurulmuş bir sürü genç kurgulanmış hayatlarını yaşarlar, eve yerleştirilmiş kameralar sayesinde bütün Türkiye de onları izlerdi.
Bu evde yaşayan çocukların birçoğu içi boş bir şöhrete sahip olmuşlardı. Ben de dâhil olmak üzere isimlerini bilmeyen yoktu. Attıkları adımı takip ediyorduk. Her şeylerinden haberimiz vardı. Kim kime yılışıyor veya yavaştan da olsa yürüyor hepsini takip edip, fikir yürütüyorduk.


O zamanlar biri bizi gözetliyordu ama günümüzde artık herkes bizi gözetliyor. Ne yapsak takip ediliyoruz. Akıllı cihazlar yaşamımızı takip ediyor ve bizler hakkında bilgi biriktiriyor.

Eskişehir’de yaşadığım dönemlerde, pazar günleri saat 15.00-16.00 gibi dönüş yoluna çıkardım ve arabaya biner binmez telefonum bana, “Hoşnudiye Mahallesi iki saat, yirmi beş dakika” derdi. Kardeşim nereden biliyorsun Eskişehir’e gittiği mi? Biliyor çünkü her gün benim ne yaptığımı takip ediyor. Her pazar günü bu saatlerde Eskişehir’e gittiğimi ezberlemiş.

Sosyal platformlarda her dakika karşımıza tanıyor olabileceğimiz insanların isimleri çıkıyor ve “Bunlarla da arkadaş ol” diyorlar. Ortak arkadaşlarımızı, rehberimizi, gittiğimiz yerleri, çalıştığımız yerleri, okuduğumuz okulları, yemek yediğimiz restoranları, uzaktan baktıklarımızı, yakından baktıklarımızı hepsini biliyorlar.

Bu sabah karşıma çıkan bir aplikasyonda da bu durum gruplara bölünmüş olarak karşıma çıktı. Bunlar okuldan tanıdıkların, bunlar işyerlerinden tanıdıkların, bunlar da oturduğun yerlerden tanıdıkların diye tek tek ayırmış. “Sen yorulma biz her şeyi takip ediyoruz” diyor.

Zannediyorlar ki, ben Ankara Bahçelievler’de yaşayan herkesi tanıyorum veya tanıma ihtimalim var. “Giresun” desen benim bilgim en son Balkaya Pastanesi’nden dondurma aldığım günlerde kalmış. Ey sosyal platformlar, görülüyor ki o kadar da iyi takip edemiyorsunuz.
Amerika ve Çin’in bir birlerini yemesinin arkasındaki en büyük nedenlerden bir tanesi de bu. Ekonomik kavgaların arkasındaki gizli parametrelerden bir tanesi de “Kim takip edecek?” konusu. Yaşananlar Apple ve Huawei arasındaki basit bir ticari rekabet değil. İki devletin takip konusunda üstünlük sağlama savaşı.

Neymiş efendim, kişisel bilgilerin korunması kanunlarla her ülkede güvence altına alınıyormuş. Alınıyor da, bu amcalar benim her pazar günü İstanbul’dan Eskişehir’e gittiğimi nereden biliyorlar?

Dün sabah süpermarketin birinden Eti petit beurre aldım. Bugün sosyal platformlarda karşıma çıkmadık petit beurre reklamı kalmadı. Benim aldığım şeyler bir şekilde gidiyor ve sosyal platform sayfamda anında karşıma çıkıyor. İşin komik tarafı, aldım artık kardeşim, sen geç kaldın. Aslında o da biliyor aldığımı da, hakemlerle oynar gibi, bir sonraki pozisyon için yatırım yapıyor.

Eskişehir’de yaşarken, kaldığım mekânı değiştirmeye karar vermiştim. Daha ben bile ne zaman ve nasıl taşınacağımı bilmezken, herkes bütün detayları benden daha iyi biliyordu. Kaldığım yerdeki çalışana “Ben bir hafta sonra çıkacağım, siz de planlarınızı ona göre yapın” dediğimde, “Evet biliyorum” deyip, benim bütün planımı benden daha iyi anlatmıştı. Durun bir dakika, bunun akıllı cihazlarla alakası yok, bu akıllı dedikoducuların eseri, yanlış yazdım.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Ağustos 2019 Cuma

Coca-Cola Günü...

Günaydın dostlar…

Her sabah, şehrin büyük bir kısmının uyuduğu saatlerde mahallemizin sokaklarında yürüyüş yapmaya çalışıyorum. O saatlerde uyumayanlar da zaten çoktan işe başlamış oluyorlar. Erenköy sokaklarında Cadde’nin de bir kısmını içine alan minik bir yürüyüş güzergâhım var. Çok günümdeysem en fazla 4,5 km oluyor. Normalde 4 km’den az oluyor.
 
Bu sabah yine minik yürüyüşüm için hazırlık yaparken gözüm dolabın köşesindeki Coca-Cola tişörtlerine takıldı. On yedi yıl boyunca ne verdilerse hepsini biriktirmişim. Yemeklerde, toplantılarda, yılsonu değerlendirme organizasyonlarında, eğitimlerde, orada, burada verilen tişörtlerin hepsi duruyordu.
“Madem burada duruyorlar, Hatice Teyze de tatile gitmişken ben bunlardan bir tanesini giyeyim” diye karar verdim. Yıllardır orada durduklarına göre, demek ki çok fazla giyebileceğim bir ortam olmamış. Teyze dönene kadar bana zaman kazandırırlar. Bundan daha iyi bir taşla iki kuş vurma durumu olabilir mi?

Giydim Coca-Cola kırmızısı tişörtümü çıktım yola. Asansörde aşağıya doğru inerken de kendi çapımda ısınma hareketleri filan yapıyorum. Uzanıyorum, eğiliyorum, çömeliyorum kalkıyorum.

Tam çömelmiş bir durumda hareketlerimi yaparken, bir yandan da telefonuma bakıyordum ki, bir anda asansör duruverdi. “Ne oluyor?” bile diyemeden, bizim emekli teyze ile göz göze geldik. Kadıncağız çok nazik bir tavırla “Nasılsın Emin Bey oğlum?” dedi ve gözlerime baktı. Çömelmiş halimle “Çok iyiyim sağ olun” diyebildim. Ne diyeceğini bilemeyen kadıncağız, “Tişörtün çok güzelmiş” dedi ve kapattı kapıyı. Tuvalette yakalansaydım herhalde çok daha kötü olmazdı.
Teyzeyi atlatıp yola çıkabildim ama bu sefer de yoldaki köpekler Coca-Cola kırmızısını çok sevdiler. Yüzlerinde adeta bana saldırmak istiyorlarmış gibi bir ifade vardı. Bazısı da, “Ya git işine, sabah sabah başımızı belaya sokma” gibi bakıyorlardı. Bir kısmı da sıcaktan mayışmış yerlerde yatarken şöyle bir bakıp, sonra bir daha bakıyorlardı.

Tişörtü giydik ama sonuçta bunlar yıllar önce verilmiş tişörtler. O günden bugüne kadar da (ayıptır söylemesi) götümüz, göbeğimiz azıcık büyüdü. Kırmızı tişörtümün içinde ağlara sıkışmış balık gibiyim. Hiç giyilmediği, hiç yıkanmadığı için “yıkandı da çekti” bahanesinin de arkasına sığınamıyorum.
Köpekleri atlatıp Cadde’ye çıktığımda, daha iki adım atmadan içi Coca-Cola ürünleri ile dolu bir minibüs ile karşılaştım. Adamlar bakkala ürün indiriyorlardı. Bir anda karşılarında yaşı yarım asırdan büyük Coca-Cola tişörtlü bir adam görünce ne yapacaklarını bilemediler. Karşılıklı uzun uzun bakıştık. “Bu da nereden çıktı şimdi sabahın bu saatinde?” der gibiydiler.
Minik yürüyüş güzergâhımın son dönemecinde, Noter Sokak’tan yukarı doğru çıkarken, bu sefer de karşıma dağıtım kamyonu çıktı. Dağıtım kamyonu kenara park etmiş, amcalar da doldurmuş bir sürü koliyi el arabasına yolu karşıdan karşıya geçiyorlardı. Coca-Cola kırmızısı adamı görünce on üç saniye kadar yolun ortasına kalakaldılar. Kimseyle bu kadar uzun bakışmamıştım. Amca bir kendine baktı, bir de bana baktı; hemşerisi filan zannetti. Bu arada, yol ortası bakışması neredeyse ezilmeyle sonuçlanıyordu.

Yollarda karşınıza her şey çıkabilir, yolların insana ne getireceği hiç belli olmaz. Emin’in de bugün bakışmadığı insan kalmadı. Coca-Cola tişörtüm çarpıcı rengi ve albenisiyle çok ilgi çekti. Önümüzdeki günlerde bir de Fanta tişörtümü deneyeceğim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Darüşşafaka

Günaydın Dostlar,

Yıllar önceydi, küçük bir kız büyük bir sevgi ile koşup daha büyük bir sınıftaki ablasına sarıldı. Biraz üzgündü, biraz buruktu. Ablası da ona sarıldı ve büyük bir içtenlikle teselli etmeye çalıştı. Abla kardeş bir müddet öylece kaldılar.
Sarılmayı görmeliydiniz. Böyle bir ablalık yok, böyle bir sahip çıkma yok. Daha üst bir sınıfta okuyan kendi ablası zannetmiştim. Aralarında hiçbir bağ olmadığını duyunca çok duygulanmıştım ama daha sonra düşündüğümde aslında aralarında çok büyük bir bağ olduğunu anladım.
Onların aynı kandan, aynı candan çıkmaları gerekmiyordu; onlar Darüşşafakalıydı. Bu hiçbir yerde göremeyeceğimiz bambaşka bir bağlanma şekli, hatta bir yaşam şekli. Galatasaraylıları, Askeri Okulları, diğer okulları hepimiz bilmekle beraber; Darüşşafaka yaşam şeklinin, Darüşşafaka bağlılığının bambaşka bir şey olduğunu da biliyoruz.

Minicik bir kız dudakları düşmüş bir şekilde Darüşşafaka ablasına koşarken “O benim ablam değil.” diye düşünmüyor. Minik kalbinde o ablanın onu bağrına basacağını biliyor. “Yaşayan bilir.” derler ya, Darüşşafakalı olmayı da yaşayan bilir.

Öyle bir yuva ki burukluklarla, sıkıntılarla, üzüntülerle başlayan yolculuklar; hiç bilmedikleri, hiç tanımadıkları dostlar tarafından desteklenip büyük bir sevgi yumağı haline dönüşüyor.
Bu camiadan yolu geçmiş çok fazla arkadaşım, dostum var. Sevgili Bengi abla ve Taşkut ağabey de bu okulda yıllarca öğretmenlik yaptılar. Bütün dostlarımda gördüğüm hep aynı bağlılık. Birisi için “O da Darüşşafakalıymış.” dediğiniz zaman akan sular duruyor. Fabrika ayarlarını hemen kardeşlik düğmesine çeviriyorlar.

Elimden geldiği kadar, yapacağım bağışları bu aileye yapmaya çalışıyorum. Miktar önemli değil. Kim bilir belki de bugün doktor olan, hakim olan, bursla Amerika’ya, Kanada’ya giden kardeşlerimizin yaşamında bir kum taneciği kadar benim de katkım olmuştur. Bu duygu bana yetiyor, başka hiçbir beklentim yok.
İster kurban karşılığı olsun, ister zekât veya fitre. Bu aile bizim bağışlarımızla ayakta duruyor ve çok güzel işler yapıyor. Yıllardır bu camiayı bilirim, çok fazla eşim, dostum, arkadaşım var; hiçbir zaman “Paraları ziyan ediyorlar.” hissine kapılmadım.
Para olmadığı zaman hiçbir şey olmuyor. Günümüzde nefes bile alsanız para gerekiyor. Darüşşafaka Cemiyeti’nin de çok büyük bağışçıları var ama inanın bizlerin göndereceği bağışlar da en az onlarınkiler kadar önemli. Birilerinin onları düşündüğünü ve ellerinden geleni yaptığını bilmek, o ailedeki kardeşlerimiz için en az işin maddi boyutu kadar önemli.
Çok kısıtlı imkânlarla Darüşşafaka’ya sürekli bağış yapan gönlü zengin insanlar tanıyorum. Birilerinin hayatına katkıda bulunabilmek bizlerin bu dünyadan götürebileceği en büyük zenginliktir.

Vefatından sonra bütün malvarlığının Darüşşafaka’ya kalmasını isteyen çok fazla insan var. Böyle gönlü zengin insanları çok takdir ediyorum. “Koca okul benim üç kuruş bağışımla mı dönecek?” diye düşünmeyin. Her üç kuruşun hem maddi hem de manevi çok büyük önemi var. İnternet ortamında bilgisayarınızdan veya akıllı telefonunuzdan bağış yapmak çok kolay, sadece birkaç dakikanızı alır.
Sevgili dostlar; herkesin sevdiği, çeşitle nedenlerle gönlünde olan bağış yaptığı yerler var. Gönlünüzdekileri değiştirin demiyorum, sadece lütfen Darüşşafaka’yı da kalbinizin bir köşesine koyun diyorum.

Buruk başlayan yolculuklar hepimizin gurur duyacağı serüvenlere dönüşsün.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Haziran 2019 Cuma

Yaz Yağmuru...

Günaydın dostlar…

Şarkılarımızdaki, rüyalarımızdaki yaz yağmurları artık kâbus yağmurlarına dönüştü. “Hiç görülmemiş miktarlardaki yağış” cümlesinden de çok sıkıldım. Her şeyin hiç görülmemişini gördüğümüz günlerde, doğal olarak yağmurun da hiç görülmemişini göreceğiz.
Her şey değişiyor da, yağmur neden değişmesin? Penceremden baktığım zaman hiç görülmemiş miktarlarda çirkin beton görürken, hiç görülmemiş boyutlarda yok olan yeşil alanları görürken, çıkar çatışmaları zirve yapmışken; yağmurun da bu değişime ayak uydurması normal değil mi?


Almanya’da, İngiltere’de, Orta ve Kuzey Avrupa’nın her yerinde adeta bahçe sularcasına yağan yağmur, bizim ülkemizde neden hiç görülmemiş boyutlara ulaşıp insanların ölmesine neden oluyor? Oraların yemyeşil olmasının bunda bir etkisi olabilir mi? Bizde yağan yağmur değil artık, o bir doğal afet. Ebe Nine’nin bahçesindeki saksılar yağmurun düzenli yağmasını sağlayamıyor.

Her gün ayrı bir sel felaketi duyuyoruz. Araklı’daki sel baskınında hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. “Sahil yolu gereksiz bir yatırımmış, sellere de bu neden oluyormuş”. Bu zihniyet zamanında Boğaziçi Köprüsü’nün yapılmasına da karşı çıkmıştı. “Hele üç şerit olması çok gereksiz” diyorlardı.

Yolla filan alakası yok. Doğu Karadeniz’in doğal yapısından kaynaklanan gerçekler ve bu konuda hiçbir önlem alınmaması, çarpık yapılaşma, yanlış yatırımlar her sene bu bölgede sellere neden oluyor. Dağlardan gelen sel suları önüne katıp her şeyi götürüyor, ya da uygun bir alanda biriktirip ciddi boyutta zarara neden oluyor.

Hadi Doğu Karadeniz’de dağlardan akan sular var, Trakya’daki tren kazasında sorun neydi? Demiryolunun altındaki toprak akıp gitti, raylar ortada kaldı. Raylar da ortada kaldı, ailelerde. Yazık değil mi bu insanlara? Hayat bu kadar ucuz mu?

Trakya olayından ve hayatlarını kaybeden onca vatandaşımızdan bir ders çıkardık mı? Tabii çıkarmadık. Gidip de dağ başında bir yerlerde menfez çalışması yapmanın siyasi bir getirisi yok. Para, sürekli olarak havaalanı, köprü, tünel, otoban gibi algı yönetimine destek olacak konulara yatırılıyor. Dağlardan akan sular da her sene kardeşlerimizi öldürmeye devam ediyor.
“Ders çıkartmadık” dedik. Çıkartmış olsaydık; daha iki gün önce Arifiye’de yüksek hızlı tren raylarının altındaki toprak, sel sularına kapılıp gitmezdi. Allah’tan trenler gelmeden fark edildi de büyük bir trajedi önlendi. Çok kısa bir sürede de tamir edilip ulaşıma açıldı. Bu da demek oluyor ki yine eski durumuna getirildi. Görülmemiş boyutlarda yağmur yağdığı ilk gün, yine akıp gidecek.

Her zaman söylüyorum; yağmur sularının toplanması konusunda bir tane bile altyapısı düzgün ilimiz, ilçemiz yok. Böyle deyince de, herkes bana Eskişehir’i örnek gösteriyor. Dostlar, ne yazık ki Eskişehir’de de sorun var. Defalarca kavşaklarda, altgeçitlerde su biriktiğini gördüm. Geçen sene temmuz ayında (tam hasat zamanı) Eskişehir’de on sekiz gün yağmur yağdı. İç Anadolu Bölgesi için temmuz ayında otuz bir günün on sekiz gününde yağmur yağması normal bir iş mi?

Başkentimiz Ankara’da daha geçen hafta Etimesgut ve Sincan’da yaşanan sel baskınları, yine çok büyük zarara yol açtı. Alt geçitlere akan tonlarca su, insanlara çok zor anlar yaşattı. Yollarda akan suları hepimiz televizyonlarda izledik. Daha büyük kayıplar yaşamadıysak, Allah babanın bizi koruması yüzündendir.

Mersin ve ilçelerinde iki gün önce sel felaketi yaşandı ve birçok küçükbaş hayvan telef oldu. Yollardaki çökmeleri, akıp giden toprakları filan hiç yazmıyorum; onlar artık hayatımızın olağan gelişmelerinden.
Bu kayıplar ve sel baskınları, bu sabah aklıma gelenler. Düşünsem birçok örnek daha bulabilirim. Madem yağmurları bu duruma getirdik, o zaman bizim de hiç görülmemiş yağmurlara göre altyapımızı yapmamız gerekiyor. Kibrit kutusu büyüklüğünde mazgallarla bu iş yürümez. Gerçi olan da pislikten tıkanmıştır ama o da ayrı bir sabahın konusu.

Amerika’da her ilkbaharda tonlarca kar çok kısa bir sürede eriyor ama hiçbir yeri sel basmıyor. Neden? Altyapıyı düşünerek kurmuşlar da ondan. Kaldırım kenarlarındaki su toplama kanalları o kadar büyük ki, bizde olsa içine gitmedik şey kalmaz.
Uzun yılların sorunları bir günde çözülemez ama bütün belediye başkanlarımızdan bu konuya el atmalarını, yavaş da olsa çözüm üretmelerini bekliyoruz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…