27 Ağustos 2019 Salı

Suat Bayrak...

Günaydın dostlar…

Eskişehir’deki şirketimde işe başladığım zaman, diğer bütün şirketlerin de yaptığı gibi, ilk haftaları tanışma programları için ayırmıştık. Bütün müdürlerle tek tek toplantı yapıp; hem yaptıkları işler hakkında, hem de şirket kültürü hakkında bilgiler almaya çalışıyordum.
Bir yandan da yavaş yavaş işlere girmeye başladığım için bu toplantılar uzun bir süre devam etti. Hatta bazısını defalarca yeniden planlamak zorunda kaldık. Herkes elinden geldiği kadar yaptığı işleri anlattı.


Samimi ve sıcak bir hava içinde geçen sohbetler bazen planlanan sürenin çok üzerine çıktı. Elektriğiniz tuttuğu zaman laf da bitmez. Uzayan sohbetlerden bir tanesi de sevgili Suat Bey ile yaptığımız sohbet olmuştu. İstanbul’dan, eski işyerlerinden, oradan, buradan birçok farklı konudan konuşmuştuk.

Suat Bey’in ilk günkü iyi niyetli ve samimi tavrı beraber çalıştığımız yıllar içinde de hep devam etmişti. Yapıcı bir insandı, bağcı dövmek isteyenlerden değildi. Her zaman “nasıl yaptırmam” diye değil, “nasıl yapabiliriz” diye düşünürdü.

Muhakkak da bir çözüm bulur, şirketin pazardaki fırsatları kaçırmamasını sağlardı. Çok tecrübeli, zeki ve bilgili bir insandı ama ön planda olmayı çok da sevmiyordu. Kendi tercihi; işimi yapayım, iyi yapayım, şirketimin değerlerine sahip çıkayım yönündeydi. Odalarda dolaşıp kulis yapan insanlardan değildi. Eskişehir’de çalıştığım süre içinde dedikodu yaptığını da hiç duymadım.

Suat Bey bizim yakın çalıştığımız arkadaşlardan bir tanesiydi. Ne zaman bir bağlantı yapmamız gerekirse hemen büyük bir ciddiyetle konunun üzerine gider, çok kısa bir sürede sonlandırırdı.

Bize sürekli olarak “Beni önceden haberdar edin, ben de ona göre plan yapayım” derdi ama biz çoğu zaman onun bu arzusunu yerine getiremezdik. Piyasa bu, ne olacağı belli olmuyor. Keşke daha planlı olabilseydik ama fabrikanın biri aniden bir kampanya açıkladığında yapacak başka bir şeyiniz kalmıyor.
Herkes gibi o da planlı olmak istiyordu ama bir kere bile bize “Yine son günde geldiniz kardeşim, ben size yardımcı olamam” demedi. “Saat de geç oldu, bu saatten sonra halledebilir miyiz?” diye odasına gittiğimde, her zaman “Yaparız, sorun yok, daha vaktimiz var” derdi. Gerektiğinde hiç üşenmeden bizle şehir dışı seyahatlere de gelir, bağlantılarımızı yapmamıza yardımcı olurdu.

Suat Bey, çok düzgün bir insandı. Sessiz, sakin yapısının altında çok kaliteli bir ruhu vardı. Kötü haber bu sefer çabuk yayılmadı. Dün akşam arkadaşlarla sohbet ederken sevgili Suat Bey’in vefat ettiğini öğrendim. Hatta aradan epeyce de gün geçmiş ama benim haberim olmamış. Eskişehir’de bir cenaze töreni yapıldı mı veya namazı kılındı mı bilmiyorum ama haberim olsaydı muhakkak gitmek isterdim.

Suat Bey iyi bir insandı ama onun da (maalesef) kötü bir alışkanlığı vardı. Sigara içmeyi çok seviyordu. Ben emekli olmadan kısa bir süre önce de işe gelmemeye başlamıştı. Sorduğumda da “Sağlık sorunları var” deniliyordu. Söz konusu sorunların ortaya çıkmasında yüksek miktarlarda sigara tüketiminin de etkili olmuş olabileceğini düşünüyorum.

Anladığım kadarıyla, o zamanki ayrılıştan sonra bir daha da hiçbir zaman işe geri dönüş olmamış. Değerli ve iyi niyetli bir insanı kaybettik.
Ara sıra bana rastladığında hemen piyasalarla ilgili bir şeyler sorardı. Sokağın ne yöne doğru gittiğini anlamak isterdi. Zaman zaman da kısa süreli dertleşmelerimiz olurdu. Bazı şeyleri nasıl daha iyi yapabiliriz diye sohbet ederdik.

Beraber çalıştığımız süre içinde bana göstermiş olduğu samimiyeti, iyi niyeti, dostluğu ben hiçbir zaman unutamam. Mekânın cennet olsun, asil duruşlu, asil yürekli sevgili Suat Bey. 
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Ağustos 2019 Cuma

Herkes Bizi Gözetliyor...

Günaydın dostlar…

Birkaç yıl önce “Biri Bizi Gözetliyor” diye bir program vardı. Bir villanın içine doldurulmuş bir sürü genç kurgulanmış hayatlarını yaşarlar, eve yerleştirilmiş kameralar sayesinde bütün Türkiye de onları izlerdi.
Bu evde yaşayan çocukların birçoğu içi boş bir şöhrete sahip olmuşlardı. Ben de dâhil olmak üzere isimlerini bilmeyen yoktu. Attıkları adımı takip ediyorduk. Her şeylerinden haberimiz vardı. Kim kime yılışıyor veya yavaştan da olsa yürüyor hepsini takip edip, fikir yürütüyorduk.


O zamanlar biri bizi gözetliyordu ama günümüzde artık herkes bizi gözetliyor. Ne yapsak takip ediliyoruz. Akıllı cihazlar yaşamımızı takip ediyor ve bizler hakkında bilgi biriktiriyor.

Eskişehir’de yaşadığım dönemlerde, pazar günleri saat 15.00-16.00 gibi dönüş yoluna çıkardım ve arabaya biner binmez telefonum bana, “Hoşnudiye Mahallesi iki saat, yirmi beş dakika” derdi. Kardeşim nereden biliyorsun Eskişehir’e gittiği mi? Biliyor çünkü her gün benim ne yaptığımı takip ediyor. Her pazar günü bu saatlerde Eskişehir’e gittiğimi ezberlemiş.

Sosyal platformlarda her dakika karşımıza tanıyor olabileceğimiz insanların isimleri çıkıyor ve “Bunlarla da arkadaş ol” diyorlar. Ortak arkadaşlarımızı, rehberimizi, gittiğimiz yerleri, çalıştığımız yerleri, okuduğumuz okulları, yemek yediğimiz restoranları, uzaktan baktıklarımızı, yakından baktıklarımızı hepsini biliyorlar.

Bu sabah karşıma çıkan bir aplikasyonda da bu durum gruplara bölünmüş olarak karşıma çıktı. Bunlar okuldan tanıdıkların, bunlar işyerlerinden tanıdıkların, bunlar da oturduğun yerlerden tanıdıkların diye tek tek ayırmış. “Sen yorulma biz her şeyi takip ediyoruz” diyor.

Zannediyorlar ki, ben Ankara Bahçelievler’de yaşayan herkesi tanıyorum veya tanıma ihtimalim var. “Giresun” desen benim bilgim en son Balkaya Pastanesi’nden dondurma aldığım günlerde kalmış. Ey sosyal platformlar, görülüyor ki o kadar da iyi takip edemiyorsunuz.
Amerika ve Çin’in bir birlerini yemesinin arkasındaki en büyük nedenlerden bir tanesi de bu. Ekonomik kavgaların arkasındaki gizli parametrelerden bir tanesi de “Kim takip edecek?” konusu. Yaşananlar Apple ve Huawei arasındaki basit bir ticari rekabet değil. İki devletin takip konusunda üstünlük sağlama savaşı.

Neymiş efendim, kişisel bilgilerin korunması kanunlarla her ülkede güvence altına alınıyormuş. Alınıyor da, bu amcalar benim her pazar günü İstanbul’dan Eskişehir’e gittiğimi nereden biliyorlar?

Dün sabah süpermarketin birinden Eti petit beurre aldım. Bugün sosyal platformlarda karşıma çıkmadık petit beurre reklamı kalmadı. Benim aldığım şeyler bir şekilde gidiyor ve sosyal platform sayfamda anında karşıma çıkıyor. İşin komik tarafı, aldım artık kardeşim, sen geç kaldın. Aslında o da biliyor aldığımı da, hakemlerle oynar gibi, bir sonraki pozisyon için yatırım yapıyor.

Eskişehir’de yaşarken, kaldığım mekânı değiştirmeye karar vermiştim. Daha ben bile ne zaman ve nasıl taşınacağımı bilmezken, herkes bütün detayları benden daha iyi biliyordu. Kaldığım yerdeki çalışana “Ben bir hafta sonra çıkacağım, siz de planlarınızı ona göre yapın” dediğimde, “Evet biliyorum” deyip, benim bütün planımı benden daha iyi anlatmıştı. Durun bir dakika, bunun akıllı cihazlarla alakası yok, bu akıllı dedikoducuların eseri, yanlış yazdım.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Ağustos 2019 Cuma

Coca-Cola Günü...

Günaydın dostlar…

Her sabah, şehrin büyük bir kısmının uyuduğu saatlerde mahallemizin sokaklarında yürüyüş yapmaya çalışıyorum. O saatlerde uyumayanlar da zaten çoktan işe başlamış oluyorlar. Erenköy sokaklarında Cadde’nin de bir kısmını içine alan minik bir yürüyüş güzergâhım var. Çok günümdeysem en fazla 4,5 km oluyor. Normalde 4 km’den az oluyor.
 
Bu sabah yine minik yürüyüşüm için hazırlık yaparken gözüm dolabın köşesindeki Coca-Cola tişörtlerine takıldı. On yedi yıl boyunca ne verdilerse hepsini biriktirmişim. Yemeklerde, toplantılarda, yılsonu değerlendirme organizasyonlarında, eğitimlerde, orada, burada verilen tişörtlerin hepsi duruyordu.
“Madem burada duruyorlar, Hatice Teyze de tatile gitmişken ben bunlardan bir tanesini giyeyim” diye karar verdim. Yıllardır orada durduklarına göre, demek ki çok fazla giyebileceğim bir ortam olmamış. Teyze dönene kadar bana zaman kazandırırlar. Bundan daha iyi bir taşla iki kuş vurma durumu olabilir mi?

Giydim Coca-Cola kırmızısı tişörtümü çıktım yola. Asansörde aşağıya doğru inerken de kendi çapımda ısınma hareketleri filan yapıyorum. Uzanıyorum, eğiliyorum, çömeliyorum kalkıyorum.

Tam çömelmiş bir durumda hareketlerimi yaparken, bir yandan da telefonuma bakıyordum ki, bir anda asansör duruverdi. “Ne oluyor?” bile diyemeden, bizim emekli teyze ile göz göze geldik. Kadıncağız çok nazik bir tavırla “Nasılsın Emin Bey oğlum?” dedi ve gözlerime baktı. Çömelmiş halimle “Çok iyiyim sağ olun” diyebildim. Ne diyeceğini bilemeyen kadıncağız, “Tişörtün çok güzelmiş” dedi ve kapattı kapıyı. Tuvalette yakalansaydım herhalde çok daha kötü olmazdı.
Teyzeyi atlatıp yola çıkabildim ama bu sefer de yoldaki köpekler Coca-Cola kırmızısını çok sevdiler. Yüzlerinde adeta bana saldırmak istiyorlarmış gibi bir ifade vardı. Bazısı da, “Ya git işine, sabah sabah başımızı belaya sokma” gibi bakıyorlardı. Bir kısmı da sıcaktan mayışmış yerlerde yatarken şöyle bir bakıp, sonra bir daha bakıyorlardı.

Tişörtü giydik ama sonuçta bunlar yıllar önce verilmiş tişörtler. O günden bugüne kadar da (ayıptır söylemesi) götümüz, göbeğimiz azıcık büyüdü. Kırmızı tişörtümün içinde ağlara sıkışmış balık gibiyim. Hiç giyilmediği, hiç yıkanmadığı için “yıkandı da çekti” bahanesinin de arkasına sığınamıyorum.
Köpekleri atlatıp Cadde’ye çıktığımda, daha iki adım atmadan içi Coca-Cola ürünleri ile dolu bir minibüs ile karşılaştım. Adamlar bakkala ürün indiriyorlardı. Bir anda karşılarında yaşı yarım asırdan büyük Coca-Cola tişörtlü bir adam görünce ne yapacaklarını bilemediler. Karşılıklı uzun uzun bakıştık. “Bu da nereden çıktı şimdi sabahın bu saatinde?” der gibiydiler.
Minik yürüyüş güzergâhımın son dönemecinde, Noter Sokak’tan yukarı doğru çıkarken, bu sefer de karşıma dağıtım kamyonu çıktı. Dağıtım kamyonu kenara park etmiş, amcalar da doldurmuş bir sürü koliyi el arabasına yolu karşıdan karşıya geçiyorlardı. Coca-Cola kırmızısı adamı görünce on üç saniye kadar yolun ortasına kalakaldılar. Kimseyle bu kadar uzun bakışmamıştım. Amca bir kendine baktı, bir de bana baktı; hemşerisi filan zannetti. Bu arada, yol ortası bakışması neredeyse ezilmeyle sonuçlanıyordu.

Yollarda karşınıza her şey çıkabilir, yolların insana ne getireceği hiç belli olmaz. Emin’in de bugün bakışmadığı insan kalmadı. Coca-Cola tişörtüm çarpıcı rengi ve albenisiyle çok ilgi çekti. Önümüzdeki günlerde bir de Fanta tişörtümü deneyeceğim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Darüşşafaka

Günaydın Dostlar,

Yıllar önceydi, küçük bir kız büyük bir sevgi ile koşup daha büyük bir sınıftaki ablasına sarıldı. Biraz üzgündü, biraz buruktu. Ablası da ona sarıldı ve büyük bir içtenlikle teselli etmeye çalıştı. Abla kardeş bir müddet öylece kaldılar.
Sarılmayı görmeliydiniz. Böyle bir ablalık yok, böyle bir sahip çıkma yok. Daha üst bir sınıfta okuyan kendi ablası zannetmiştim. Aralarında hiçbir bağ olmadığını duyunca çok duygulanmıştım ama daha sonra düşündüğümde aslında aralarında çok büyük bir bağ olduğunu anladım.
Onların aynı kandan, aynı candan çıkmaları gerekmiyordu; onlar Darüşşafakalıydı. Bu hiçbir yerde göremeyeceğimiz bambaşka bir bağlanma şekli, hatta bir yaşam şekli. Galatasaraylıları, Askeri Okulları, diğer okulları hepimiz bilmekle beraber; Darüşşafaka yaşam şeklinin, Darüşşafaka bağlılığının bambaşka bir şey olduğunu da biliyoruz.

Minicik bir kız dudakları düşmüş bir şekilde Darüşşafaka ablasına koşarken “O benim ablam değil.” diye düşünmüyor. Minik kalbinde o ablanın onu bağrına basacağını biliyor. “Yaşayan bilir.” derler ya, Darüşşafakalı olmayı da yaşayan bilir.

Öyle bir yuva ki burukluklarla, sıkıntılarla, üzüntülerle başlayan yolculuklar; hiç bilmedikleri, hiç tanımadıkları dostlar tarafından desteklenip büyük bir sevgi yumağı haline dönüşüyor.
Bu camiadan yolu geçmiş çok fazla arkadaşım, dostum var. Sevgili Bengi abla ve Taşkut ağabey de bu okulda yıllarca öğretmenlik yaptılar. Bütün dostlarımda gördüğüm hep aynı bağlılık. Birisi için “O da Darüşşafakalıymış.” dediğiniz zaman akan sular duruyor. Fabrika ayarlarını hemen kardeşlik düğmesine çeviriyorlar.

Elimden geldiği kadar, yapacağım bağışları bu aileye yapmaya çalışıyorum. Miktar önemli değil. Kim bilir belki de bugün doktor olan, hakim olan, bursla Amerika’ya, Kanada’ya giden kardeşlerimizin yaşamında bir kum taneciği kadar benim de katkım olmuştur. Bu duygu bana yetiyor, başka hiçbir beklentim yok.
İster kurban karşılığı olsun, ister zekât veya fitre. Bu aile bizim bağışlarımızla ayakta duruyor ve çok güzel işler yapıyor. Yıllardır bu camiayı bilirim, çok fazla eşim, dostum, arkadaşım var; hiçbir zaman “Paraları ziyan ediyorlar.” hissine kapılmadım.
Para olmadığı zaman hiçbir şey olmuyor. Günümüzde nefes bile alsanız para gerekiyor. Darüşşafaka Cemiyeti’nin de çok büyük bağışçıları var ama inanın bizlerin göndereceği bağışlar da en az onlarınkiler kadar önemli. Birilerinin onları düşündüğünü ve ellerinden geleni yaptığını bilmek, o ailedeki kardeşlerimiz için en az işin maddi boyutu kadar önemli.
Çok kısıtlı imkânlarla Darüşşafaka’ya sürekli bağış yapan gönlü zengin insanlar tanıyorum. Birilerinin hayatına katkıda bulunabilmek bizlerin bu dünyadan götürebileceği en büyük zenginliktir.

Vefatından sonra bütün malvarlığının Darüşşafaka’ya kalmasını isteyen çok fazla insan var. Böyle gönlü zengin insanları çok takdir ediyorum. “Koca okul benim üç kuruş bağışımla mı dönecek?” diye düşünmeyin. Her üç kuruşun hem maddi hem de manevi çok büyük önemi var. İnternet ortamında bilgisayarınızdan veya akıllı telefonunuzdan bağış yapmak çok kolay, sadece birkaç dakikanızı alır.
Sevgili dostlar; herkesin sevdiği, çeşitle nedenlerle gönlünde olan bağış yaptığı yerler var. Gönlünüzdekileri değiştirin demiyorum, sadece lütfen Darüşşafaka’yı da kalbinizin bir köşesine koyun diyorum.

Buruk başlayan yolculuklar hepimizin gurur duyacağı serüvenlere dönüşsün.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…