30 Ağustos 2015 Pazar

Pişmiş Domates

Günaydın Dostlar,

Ben, bu “pişmiş domates” olayına doğduğum günden beri karşıyım.
Pilav yerken içinde domates parçacıkları olmasından da hoşlanmıyorum ama asıl derdim et pişirilirken mangallarda, ızgaralarda sanki et parçasıymış gibi kızartılan domatesler. Güzelim domatesi al, mangalda pişir ve öldür.


Bu işten anlayan arkadaşlara soruyorum şimdi. Domates mangalda kızartılıp vücudunun belli bölgelerinde siyahlıklar oluşunca daha mı güzel oluyor? Belki de domatesi pişirmek bir “sürü psikolojisi” düşünce tarzının eseri midir? Hazır etler pişerken domatesi, biberi hepsini atalım ateşin üzerine.

Etler pişerken portakalı ateşin üzerine atıyor musun? Evet, atmıyorsun. Peki, domatesin günahı nedir? Merak ettiğim bir diğer konu da bu fikrin ilk olarak kimden çıktığıdır. Kimsenin durup dururken domates pişirmek için mangal yaktığını zannetmiyorum. Bu olayın başlangıcı kesinlikle et kızartma olayına dayanıyordur. Etler pişmeye başlayınca amcam onları teker teker mangalın üzerinden atmaya başlıyor, mangalda boş yer kalınca da aklına oraya da domatesleri atmak geliyor. Bakıyor birazcık daha yer var, oraya da biberleri atıveriyor.

Kardeşim niye atıyorsun ateşe? Olduğu gibi yesen olmuyor mu? Neden domates ateşte pişiriliyor da salatalığa dokunulmuyor. Hâlbuki adı gereği onun ateşe atılması sanki daha uygun gibi. Kim bilir belki de domatesleri ilk olarak ateşe atan amca onu da denemiştir ama iyi netice alamamıştır. Sonuç kötü olunca da kimseye söylememiştir. Kimse marulu, rokayı ateşe atmaya kalkmıyor. Her zaman kırmızı ön plana çıkıyor.

Her ne kadar kızarmış salatalığı beğenmese de görülüyor ki amcam kızarmış domatesin tadını beğenmiş. Kendi kendine, “Süper oldu be.” bile demiştir. Bu şahıs, kim bilir bizim haberimiz olmadan daha neleri pişirmeye kalkmıştır?

“Sana ne kardeşim, ben pişmiş domatesi çok seviyorum.” diyen dostlarımı duyuyor gibiyim. Benim eş, dost, akraba çevremde de bu işe bayılan çok insan var ama ne yapalım ben böyleyim. Bazen ziyarete gittiğim dostlarım, “Şimdi attık mı domatesleri de mangala, of yeme de yanında yat.” filan gibi cümleler kuruyorlar; ben de ayıp olmasın diye yarım ağızla, “Çok iyi olur.” diye kısık bir sesle geveliyorum. Ne yapabilirim ki? “Sakın atmayın.” diyecek halim yok. Belli ki adamlar domatese eziyet etmeyi seviyorlar.
“Kardeşim, ülkede bu kadar dert varken bütün derdin pişmiş domates mi?” diyen dostlarımı da duyabiliyorum. Endişelenmeyin (evet yay burçları %13 oranında çatlak olur ama) henüz üşütmedim. Tek derdim domates değil ama diğer dertlerin neresinden tutacağımı bilemediğim için bu sabah domatese saldırdım. Ülke pişmiş tavuğa dönmüşken (yoksa pişmiş hindi mi deseydim), domatesin kırmızısı her yerdeyken her akşam eteğinin ucunu minicik domates renkli elleri ile tutan şehit kızları karşımdayken domatese sataşmayayım da ne yapayım?

Hepimizin içi karanlık, hepimizin içi kırmızı, aynen domates gibiyiz. Mutsuzluk her yerde, kan ve gözyaşı her yerde. Bazen bütün bu yaşananlar karşısında kendimi çok lüzumsuz ve çaresiz hissediyorum. O zaman da aklıma, “Bu domateslerin neden ateşe atıldığı” konusu geliyor.

Üzülmeyin tek derdim pişmiş domatesler değil. Fırında makarna denilen olaya da son derece soğuk bakıyorum. Eminim, makarna ile böreği karıştırma fikri ilk aklına gelen şahıs ile domatesleri ateşe atan sivri zekâlı aynı kişidir.

Kimse üzülmesin, karamsarlığa kapılmasın. İçinde pişmemiş, diri domateslerin olacağı çoban salataları yiyeceğimiz günler de mutlaka gelecektir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…  

25 Ağustos 2015 Salı

11 Yılda 1 Şehir...

Günaydın dostlar.

Eski bakan amcalarımızdan biri, Artvin’de yaşanan sel felaketinin nedenini, “havaların çok sıcak gitmesi” olarak açıkladı. Sevgili bakan amca sana bir şey diyeceğim; yaz aylarında her zaman havalar sıcak gider.
Artvin, Rize, Trabzon, Giresun ve Ordu; ben doğduğum günden beri sel felaketlerinden yakasını kurtaramamış beş ayrı vilayetimiz. Bunların arasına Samsun’u da katabiliriz ama genelde sel baskınları belirttiğimiz bu beş şehirde oluyor.


Ben de bir Giresunlu olarak, artık bu şehirlerin yapısını çok iyi biliyorum. Nedir yapısı? Arkada dağlar, ortada daracık bir alan, diğer tarafta da deniz. Bütün iller ve ilçelerde bu daracık alanda kurulmuş durumda. Peki, ne tarafa doğru büyüyorlar? Dağlara doğru. Dağların alt eteklerine, hatta bazı yerlerde ortalarına kadar beton dökülmüş durumda.

En önemli noktayı söylemeyi unuttum. Sahilde yolun hemen yanında da (deniz manzaralı) birbirine bitişik olarak inşa edilmiş on katlı apartmanlar var. Bu apartmanların arkasında kalan yapılar, dağlar ve Çin Seddi arasında sıkışmış durumda.

Bir dağa, tepeye çıkıp da aşağıya baktığınız zaman, etrafın ne kadar çirkin olduğunu bütün çıplaklığı ile görebiliyorsunuz. Her yöne yapılmış şekilsiz yapılar ve estetikten yoksun inşaat zihniyeti her yerde olduğu gibi bu bölgemizde de bütün doğal güzelliklerin içine etmiş. Çocukluğumuzda gördüğümüz “Yeşil Karadeniz” artık bir efsane olarak kalmış.

Bütün bu çirkin evler, apartmanlar yapılmış da, bunlara uygun altyapı da yapılmış mı? Tabi ki yapılmamış. Her yağmur çiselediğinde senin başkentini bile sel basarken, zavallı Doğu Karadenizliler ne yapsın? Bu yöne yönelik bir gram iyileştirme yapılmadığı gibi zaman içinde artan nüfus ve çarpık yapılaşma ile durum daha da vahim bir hal aldı. Koca ülkede bir tane altyapısı düzgün şehrimiz yok. Bütün paralar pazarlama değeri yüksek çalışmalar için harcanıyor.

Yağmur yağar, dağlardan aşağıya seller akar ve önüne ne gelirse hepsini denize sürükler. Ben doğduğumdan beri hiç değişmeyen senaryo budur. Doğu Karadeniz’de bir yerleri sel basmadan bir seneyi tamamlayamayız. Her sene insanlar ölür ve muazzam bir maddi hasar oluşur ama bir gram bir önlem alınmaz.
Yukarıda da belirttiğim gibi bu bölgedeki 5 şehirden ve 55 yıldır hiç değişmeyen bir senaryodan bahsediyoruz. Her 11 yılda bir şehir düzeltilmiş olsaydı, bugüne kadar 5’i de düzelmiş olurdu. Koskoca bir devlet 11 yılda ufak bir şehrin altyapısını düzeltemez mi? Yağmur sularının tepelerden aşağıya uygun yer altı tünelleri içinden akması sağlanamaz mı?
Arkadaşlar 55 yıldan bahsediyoruz. Bu da benim bildiğim süre. Eminim durum son 550 yıldır da aynıdır.
Doğal yapısı zaten sel sularının dağlardan aşağıya akmasına çok müsait olan bir bölgenin bir de çarpık yapılarla daha fazla içine eder ve de iklimsel dengesini bozarsanız, sonuç da kaçınılmaz olur.

Geçen gün bu sayfamda, İstanbul’un, betonlaştırma yarışı altında içine edilmiş bir resmini paylaşmıştım. Bu şehirlerde de durum çok farklı değil. Genel de hepsinde korkunç çirkin bir görüntü var. Doğaya uygun bir yapılaşmayla bir cennete dönebilecek olan bir bölge umursamazlığımız ve estetik anlayışımız olmaması yüzünden bu hale gelmiş durumda.

Hiçbir konuda içimizde artistik değerler yok ki, yapılaşma konusunda olsun. Bizim için önemli olan paradır, gerisi de detaydır. Ev mi istiyorsun? Al sana ev. Çevre ile bir bütün olarak güzel görünmesini ne yapacaksın. Isınıyorsa, damı da akmıyorsa, gir içine otur. İşte bu kadar basit.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…  

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Öldük Biz...

Adına ne derseniz deyin, aynadaki gerçek hiçbir zaman yanılmaz dostlar. Bugünün aynadaki acı gerçeği; öldük biz dostlarım…


Neden öldüğümüzü bilmeden öldük. Bilip de söyleyemeden öldük.

Öldük biz… Ben ölünce, annem öldü, babam öldü, kardeşlerim öldü; hepimiz öldük.

Neden öldük?
Neden öldürdün beni Afran? Ne yaptım ben sana? Nedir bu nefret? Bin parçaya ayırdın beni, mutlu musun şimdi?

Yan evdeki komşumuzun torunu, Afran; beni sen öldürdün. Mutlu musun şimdi?
Bu nefret hiç bitmesin, analar ağlamaya devam etsin. Bu mudur istenen? Birileri bir yerlerde marka don giyebilsin diye biz ölmeye devam mı edelim?

Kaç ölüm, yeterli ölümdür? Bu hesabın kapanması, formülün denkleşmesi, prizmaya yansıması için daha kaç çocuk can vermeli? Kaç çocuk babasız kalmalı? Kaç anne gözlerinden kanlar akıtmalı?
Kaç can, kaç gramlık menfaate eşit geliyor?

Allah hepimize daha güzel günler göstersin…  

18 Ağustos 2015 Salı

Değer Vermek

Günaydın dostlar.

“Değer vermek” diye bir başlık attım ama belki de yazımızın başlığı, “Değer Vermemek” olmalıydı. İnsanların kendini değerli hissetmemesi, bu topraklarda her platform için geçerli bir konu ama biz bu sabah daha çok iş ortamındaki durumu inceleyeceğiz.
Yıllardır birçok şirketin içine girer çıkarım ve karşıma çıkan en yaygın durumlardan birisi, insanların çalıştıkları şirketlerin kendilerine değer verdiğini düşünmemesi, konusudur. Burada sorulması gereken soru, gerçekten mi değer verilmiyor yoksa verilen değer çalışanlara hissettirilemiyor mu?

CCI, bu ülkede çalışabileceğiniz en iyi şirketlerden bir tanesidir ama ne yazık ki aynı sorun benim çalıştığım dönemlerde orada da vardı.
“Ben şirketimden çok memnunum, ayrıca da maddi ve manevi olarak şirketimin bana çok değer verdiğini düşünüyorum.”. Bu toprakların insanlarının büyük bir çoğunluğunun yapılarının böyle bir cümle kurmaya müsait olmadığının da farkındayım. Mutluluktan ölsek, yine de böyle bir cümle kuramayız.
Durum böyle iken, nedir insanları mutsuz eden ve değersiz hissettiren? Doğal olarak ilk başta para konusu geliyor. İnsanlar, (doğru veya yanlış) yaptıkları iş için diğer çalışanlarla mukayese edildiğinde adil bir ücret almadıklarını düşünüyorlar. Adam kayırmaca çalışmaları ve kim olduğuna bağlı olarak verilen maaşlar, insanları mutsuzluğa sürüklüyor. Doğal olarak da bu konuda en büyük görev insan kaynakları yöneticilerine düşüyor. Bölüm yöneticileri istese bile, onların bu tip haksızlıklara direnmeleri gerekiyor. Belirlenmiş maaş politikaları ve seviyeleri adamına göre saptırılmadan uygulanmalıdır.

Bu konuya doğrudan bağlı olarak ortaya çıkan diğer bir konu da işlerin dağılımı ve iş yükü konusudur. Herkes, en yoğun kendinin olduğunu düşünür ve etrafına da bunu böyle satar ama gerçek hayattaki durum hiç de böyle değildir. Geçen gün bir ambar ortamında yaptığımız çalışmada aynı işi yapması gereken 6 eleman arasında en çok iş yapanın en az maaşı aldığını gözlemledik. Peki, böyle bir durum nasıl oluşuyor? Kimin ne kadar çalıştığını belirleyecek sistemler yerine oturtulmamışsa açıkgözler parayı götürürken, iyi niyetliler de sırtında malları oradan oraya götürüyor. Konu ne olursa olsun, her yönetici çalıştırdığı insanların verimliliği hakkında bilgi sahibi olmalıdır.

Amerika’da hiç kimse bir birlerinin maaşını bilmezdi ama burası Türkiye. Hiçbir şey gizli kalmıyor ve millet birbirinin maaşını SSK kesintisine kadar biliyor. Bütün ay boyunca ortalıkta gezinen birinin ay sonunda en yüksek maaşı alıyor olması, adaletsizlik duygusunun artması için yetiyor da artıyor bile.

Çalışanları mutsuzluğa iten nedenlerden bir diğeri de, aynı bina içinde çalışan çeşitli yöneticilerin farklı uygulamalarıdır. Bölümlerden bir tanesi sürekli dışarılarda yemeklere giderken başka bir bölümde böyle bir konunun gündeme dahi gelemiyor olması, çalışanları ciddi biçimde olumsuz etkiliyor. İşini halleden bölüm, “iş yemeği, müşteri yemeği, yönetici yemeği, şu yemeği, bu yemeği” deyip her akşam restoranlarda dolaşırken, diğer bölümler peynir ekmek bulamıyor. Böyle bir ortamda da adaletsizlik ve kendini önemsiz hissetme duyguları tavan yapıyor.

Seyahat konularında da durum çok farklı değil. Birileri business class uçarken aynı seviyedeki başka birilerinin aynı noktaya ekonomi uçuyor olması, insanların kendini değersiz hissetmesine neden oluyor. Bazı şirketlerde de birileri uçakla giderken diğerleri otobüsle gitmeye zorlanıyor. Sen gitmişsin 1 saatte, adam otobüsle 12 saatte gelmiş. Şimdi sen bu çalışandan şirkete bağlılık mı bekliyorsun? Bu tip harcamalar küçük harcamalardır ama mutsuzluk katsayıları çok yüksektir. Kendini “ikinci sınıf” hissetmeye zorladığın çalışandan “birinci sınıf” iş alamazsın. Seyahat prosedürü çok net olarak belirlenmeli ve her seviye için ayrı ayrı tanımlanmalıdır.
“Verilen sözlerin tutulmaması”, bir diğer önemli konumuz. Yöneticiler 50 çeşit söz veriyorlar ve zaman içinde bu sözlerini unutuyorlar. Yönetim açısından çok da önemli olmadığı için unutulan bu sözler, çalışanın kalbine yeni bir çentik atmaya yetiyor. Zamanla da her yerinden kesilip paramparça oluyor.

Hiçbir yönetici, yerine getirebileceğinden emin olmadığı bir konuda çalışanına söz vermemelidir…

İstisnalar hayatımızın bir parçası ama konunun içinde insan faktörü olduğu zaman istisnalar konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bir bakıyorsun, “Böyle bir şeyin olması kesinlikle mümkün değil.” denen bir konu, Ayşe gidip de Fatma gelince mümkün oluvermiş. Çalışanların gözünde de sizin lafınızın hiçbir değeri kalmamış.
İnsanların büyük hassasiyet gösterdiği bir diğer konu da şirket arabası konusu olarak karşımıza çıkıyor. Hemen hemen her şirketin bir “araç politikası" var ama onun dışında neden altında araç olduğu bilinmeyen insanlar da var. Bir şekilde bu arkadaşa görevi gereği bir araç verilmesi doğru bulunmuş ama ne araç politikasına uyuyor, ne de insanlar bu aracın gerekliliği konusunda ikna olmuşlar. Buyurun cenaze namazına. Bazı yöneticiler, arabayla gelen çalışanlarına benzin parası öderken, diğerlerinin ödemiyor olması da ayrı bir rahatsızlık konusu. Bunlar hassas ve şirket içinde sorun yaratabilecek konular olduğu için çok dikkatli uygulanmalılar. Şirketin bir araç politikası olmalı ve de adamına göre istisnalar yapılmamalı.
Her zaman sorun çıkaran bir diğer konu da, “pool car” tabir edilen ortalıkta duran ve de ihtiyaca göre kullanılması gereken araçlardır. Bu araçlarla ilgili tartışmalar ve gereksiz kişiler tarafından kullanıldığına dair yorumlar hiç bitmez. Şimdi nasıldır bilmiyorum ama benim zamanımda CCI, pool carların hepsini yok etmişti ve bu sorun da çözülmüştü. Bizim ülkemizde, ortalığa tahsis edilmiş bir şeylerin 500 çeşit dedikodu yapılmasına neden olmasını önlemek çok zor.

Burada tek tek özetlemeye çalıştığımız konuların ve bunların şirket içinde adil uygulandığının takipçisi olması gereken birim, insan kaynakları bölümleridir. Üzülerek söylemeliyim ki, 27 yıllık çalışma hayatımda ne Amerika’da, ne de Türkiye’de bu konuların adil yürümesi için gidip de diğer birim yöneticileriyle didişen hiçbir insan kaynakları yöneticisi görmedim. Bir, iki arkadaşımın bu yöndeki çabalarını biliyorum ama onlarda çok fazla bir yere varamadılar.

Genelde insan kaynaklarının tutumu, bu gibi konuları bölüm yöneticisine bırakmak şeklinde oluyor. Bölüm yöneticisi yaşananlardan ve çalışanlarının söylenmelerinden mutsuz değilse, insan kaynakları için düğün bayram. Gidip de şimdi durup dururken kavga mı çıkarsınlar?
İnsan kaynakları bir şeyler yapmaya çalışabilir ama gerçekten de burada büyük sorumluluk (bugünkü iş hayatımızın bir gerçeği olarak) bölüm yöneticilerine düşüyor. Konu dönüyor, dolaşıyor gelip “adalet” kelimesinde tıkanıyor. Bu işlerin hepsinin altında adalet ve adil olma duygusu yatıyor. “Yan masadaki çalışanın durumu seni alakadar etmez.” yaklaşımları bu topraklarda yürümüyor. Bırakın bu toprakları Amerika’da bile yürümez.

Sevgili yöneticiler, çözüm sizsiniz. 3 kuruşluk tasarruf yaratacağız diye (üst kattan gelen baskıların da bunda rolü var) 5 kuruşluk mutsuzluk yaratmayın. İnanın aldığımız tasarruf tedbirleri insanları mutsuz etmekten başka bir işe yaramıyor. İşler gerçekten kötü gidiyorsa, çay yapan arkadaşları ve şoförleri işten çıkararak şirketi kurtaramazsınız. Tam tersine herkesin moralini bozarsınız.
Unutmayın ki çalışanlarınızın haklarını korumak ve de genel sistem içinde adil bir konumda bulunduklarından emin olmak da sizin sorumluluklarınız arasında. Çalışanlarınızın hakları ile ilgili makul konuları çeşitli platformlarda anlatmaya çalışmaktan korkmayın. Mantıklı ve nezaket kuralları içinde anlatılmaya çalışılan bir konuya, kimse “Dinlemek istemiyorum” demeyecektir.

Çalışanlarınızla arkadaş olun, dost olun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Hafta Sonu Gezmeleri

Günaydın Dostlar,

Allah var, gezmeyi seven bir milletizdir. Bir yerlere gitmediğimiz zaman “bir şeyler kaçırıyorum” hissine kapılıp kendimizi kötü hissederiz.  Bu his bizim coğrafyamıza özgü bir durumdur. Örnek olarak bir Amerikalı bütün bir hafta sonu boyunca dışarı çıkmazsa kendini bir gram kötü hissetmez.
“Bu hafta sonu hiç dışarı çıkmayalım.” Böyle bir cümle kurulduğu zaman “Aman ne güzel fikirmiş.” diyecek bir tane eş, dost, akrabam yok. Bizim ülkede ev mutsuzluğu, sokaklar mutluluğu temsil eder. Kendimizi sokaklara atmadan da mutlu olabilme yetkinliğimiz çok gelişmemiştir.


Neden evimiz de mutlu olamıyoruz? Neden evimizde huzur içinde istediğimiz bir şeyi yapmak varken İstanbul trafiğinde çile çekmek bize daha cazip geliyor. Evde mutlu olamayışımızın en büyük nedenlerinden bir tanesi, “kitap okumak” gibi evde kendi başımıza yapabileceğimiz yönlerimizin gelişmemiş olmasıdır.

İstanbul trafiği demişken hemen belirtmek isterim ki Avrupa’nın birçok büyük şehrinde hafta sonları trafik rahatlarken İstanbul’da bu konuda en ufak bir iyileşme olmuyor. Bunun da en büyük nedeni evde oturamama hastalığımız. Bütün bir hafta sonunu evde geçirirsek sonra pazartesi günü insanlara ne deriz. İşyerlerinde pazartesi sabahlarının ilk saatleri hafta sonu yaptıklarımızı anlatmakla geçer. İki gün boyunca hiçbir şey yapmamış olan bir insan böyle bir sohbet ortamında ne anlatacak? Herkese rezil olur vallahi.

Her hafta sonu sosyal medyada birkaç tane yarım yenmiş yemek tabağı resmi paylaşmak her vatandaşımızın en asli görevidir. Bunu gerçekleştirmek için gerekli olan “kendimizi sokaklara atma” geni de zaten damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.

“Hadi arabaya binelim de şöyle bir dolaşalım.” Bu ruh halinin de bu coğrafyaya özgü bir durum olduğunu düşünüyorum. Ben Almanya’da hiç yaşamadım ama bir Alman’ın böyle bir cümle kuracağını gözümün önüne bile getiremiyorum. Hiçbir iş güç olmadan yoğun trafikte sürünmek için yola çıkmak bize ne kadar mantıklı geliyorsa onlara da o kadar mantıksız geliyordur diye düşünüyorum.

“Sabah sabah milletin hafta sonu gezmelerine neden taktın?” diye siz sormadan ben söyleyeyim. Dün öğleden sonra kızımı karşılamak için gittiğim otobüs terminalinin simitçisinde gelen giden otobüs sayısıyla bağdaşmayacak kadar çok insan gördüm. Oturmuşlar çay içiyorlar ve bir şeyler yiyorlardı. Daha sonra içerideki çocuk ile konuştuğumda bunların yolcu veya yolcu karşılamaya gelenler olmadığını öğrendim. Meğerse çay bahçesine gider gibi oraya gezmeye geliyorlarmış. Vallahi pes diyorum. Gezmeye gitmediğimiz bir otobüs terminalinin çaycısı kalmıştı.
"Evde oturmayalım da nereye gidersek gidelim," zihniyeti simitçilere kadar uzanmış. İnsanları eleştiriyorum ama biz de küçükken Ankara Esenboğa Havalimanı'na pastaneye gider gibi giderdik. Ankara’nın en havalı gezme yerlerinden biriydi. Hadi o zamanlar çok fazla gidilecek bir yer yoktu. Bugün her yer bitti de bir tek otobüs parkının simitçisi mi kaldı?
Aslında düşündüğünüz zaman mekânın çok da fazla önemi yok. Önemli olan hafta sonu evde olmamamız. Dosta düşmana karşı hangimiz gidip de “Ben bu hafta sonu hiç evden dışarı çıkmadım.” diyebiliriz? Allah korusun “uyuz” diye yaftalarlar vallahi. Hayatındaki en büyük gurur kaynaklarından biri futbol takımları olan bir toplumda, hafta sonu (dışarlarda) önemli ve havalı bir şeyler yapmak da en az futbol kadar önemli bir konudur.

Arkadaşınızın birine, “Bu hafta sonu gel de bir iki opera dinleyelim, sonra da televizyonda Namibya’daki hayat ile ilgili bir belgesel izleriz.” deseniz, ne cevap alırsınız? Cevabını ben vereyim. Sizi yetkili mercilere şikâyet eder, bir müddet sonra da amcalar gelip sizi alıp götürürler.

Gezmek, dolaşmak hayatımızın olmazsa olmazı ama emin olun mutluluğun tek adresi sokaklar değil. Kendi evimizde kendi başımıza da mutlu olabilmeyi becerebilmemiz lazım.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…  

4 Ağustos 2015 Salı

Gezi Listem

Günaydın Dostlar,

Birçok arkadaşımın da bildiği gibi benim bir gezi listem vardır. Görmeyi istediğim yerlerin öncelik sırasına göre bir listesini yaparım. Bu liste bilgisayarda veya bir kâğıt parçasının üzerinde değil, beynimin minicik bir köşesindedir. Minicik bir köşe, diyorum zira bu listeye daha fazla yer ayırırsam bana günlük ihtiyaçlarımı yerine getirebilecek kadar akıl kalmaz.
Bizler meraklı insanlarız, o yüzden siz sormadan ben hemen söyleyeyim; bugün listemin ilk sırasında Norveç Fiyortlarına yapılacak bir gemi turu var. Alaska gemi turu, Avusturalya ziyareti, Kanada tren turu (snow train) ve Buenos Aires gibi yerler de yine listemin ilk sıralarında yer alıyorlar.


Yedi sekiz yıl kadar önce bu listenin en üst sıralarından birinde yer alan mekânlardan bir tanesi de Mısır Piramitleriydi. Özel olarak Piramitler için bir seyahat yapamadım ama bir Coca-Cola toplantısı sırasında öğlen yemeğinde iki saatlik bir kaçamak yaparak 60 derece güneşin altında görme şansım olmuştu.

Hemen belirteyim, gözümde çok daha farklı bir şekilde canlandırdığım için Piramitler benim için bir hayal kırıklığıydı. Açıkçası ben çok etkilenmemiştim. Daha farklı, daha mistik, daha çölün ortasında bir yerlerde olmalarını bekliyordum. En büyük piramidin yanından bakınca biraz ileride Pizza Hut görmek bütün tadımı kaçırdı.

Sabah yazılarımda da defalarca yazdığım gibi ben her şeyin doğal olanını ve doğal gelişenini seviyorum. Piramitlerin dibindeki fast food restoranları benim için o doğallığı bozdu. Daha korumalı bir alanda tutulup dibine kadar restoranlar ve oteller sokulmamalıydı diye düşünüyorum.

Sağ olsunlar, Coca-Cola Mısır bizleri orada gezdirsin diye bu işleri bilen bir kızcağız bulmuştu. Kızın söylediği ilk şey de “Yerel kıyafetlerle yanımıza gelip resim çektirmek isteyenlerden uzak durun.” olmuştu. Resmi çektirip sonra da para istiyorlarmış. “Hele hele deveye binmeye hiç yeltenmeyin, çok büyük para isterler.” diye de ayrıca uyarmıştı.

Her ne kadar uzak durmaya çalışsan da yerliler dibinden hiç ayrılmıyor. Bir tanesi bana “Herkes bu piramitleri bilir ama Mısır’ın her yeri piramit dolu, hatta bunlardan daha da büyükleri var.” demişti. Bu konulardan çok anlamadığım için söyledikleri doğru mudur yoksa bu coğrafyadaki inanların çok gelişmiş olan abartma parametrelerinin bir ürünü müdür o kısmını bilemiyorum.
Büyük piramitler demişken hemen şunu da belirteyim, piramitleri yaptıran amcalar kendi piramitlerini kocaman yaptırmışlar ama kadınlarınkini bit kadar yaptırmışlar. Aradaki farkı görmeniz lazım, komik boyutlarda. Tamam, kendine büyük bir tane yaptırırsın, karına da seninkinin yarısı kadar filan yaptırırsın ama bu amcalar kadınlara kendilerininkinin 1/50’si kadar yaptırmışlar. Amcanın biri kendi doktoruna bir tane yaptırmış, o bile kadınlarınkinin on katından daha büyük.

Piramitler, kesinlikle görülmesi gereken bir tarih ama ben her şeye başka bir gözle baktığım için benim için çok etkileyici değildi. Taşların yanında dururken sanki daha dün oraya konmuş gibi bir hisse kapıldım. Hatta daha da kötüsü istesem oradan bir tanesini çekebilirim, diye düşünmeye başladım. Çekebileceğimden değil ama insana öyle bir his veriyor. Yüksekliğinin 150 metre civarında olduğu söyleniyor ama o da bana çok doğru değilmiş gibi geldi. Piramitlerin şekli, büyüklüğü ve yüksekliği konusunda insanı aldatıyor.

Bugünün bakış açısıyla değil de o günün şartları ile düşündüğünüz zaman kendinizi daha iyi hissediyorsunuz. Kocaman taşların Nil Nehri'nden taşınarak oralara getirilip bu şekilde üst üste konulması hiç de kolay bir iş değil. Keops, denilen en büyük piramidi yapmak için yirmi sene uğraşmışlar. Bizim de Bolu Dağı Tüneli'ni hemen hemen aynı sürede yaptığımızı düşündüğümde acaba işi bunlara mı verseydik diye düşünmeden edemiyorum.

Anladığım kadarıyla bu piramitlerin içine de girmek mümkün ama biz zaman darlığından o işi beceremedik. Bırakın içine girmeyi girilecek yeri bile bulamadık. İşin büyüsü ve mimarlık dehası da burada saklı diye düşünüyorum.
Uzun lafı kısası biraz etkilendim, biraz etkilenmedim. Tipik bir yay ve çok gerçekçi bir insan olarak bazen işin büyüsüyle düşüncelere daldım, bazen de “Yemekte hamburger mi yiyorlardı acaba?” diye düşündüm.

Kim bilir belki de 4 bin yıl önce de yemekte hamburger yiyorlardı.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…