30 Mayıs 2014 Cuma

İşyerinde İlk Gün...

Günaydın dostlar…

Dün akşam bir arkadaşımın arkadaşının iş yerindeki ilk günü ile ilgili bir yazısını okudum. Böyle bir yazı okuyunca da insan ister istemez kendi ilk gününü düşünmeye başlıyor. Sıcak bir ekim sabahındaki karmaşık adımlar. Aklınıza gelebilecek her türlü heyecan vardı.

Bu şirkette çalışmak istememin iki ana nedeni vardı. Birincisi şirketin bu ülkede çalışabileceğimiz en iyi şirketlerden biri olması, ikincisi de yerinin Altunizade’de yani Asya Yakası’nda olması.


Tatilya’da çalıştığım süre içinde, iki yıldan uzun bir süre boyunca her gün Suadiye’den, Beylikdüzü’ne gidip gelmekten epeyce yorulmuştum. Hiçbir sorun olmayan günlerde bile yol en az 1,5 saat sürüyordu. Tabii dört beş saatte döndüğüm günler de oldu. Elimde maddi açıdan daha iyi teklifler de vardı ama bu iki ana nedenden dolayı bu şirketi seçmiştim.

O zamanki yöneticim, kendisinden çok şey öğrendiğim sevgili Pat Paya, “İlk sabah çok erken gelme, ben sabahleyin işlerimi yoluna sokayım, sen de 10.00-10.30 gibi gel” demişti”. Bir an önce gitmek istiyor olsam da benim açımdan sorun yoktu. Saat 9.30 da en şık lacivert takımlarımı giyerek yola çıktım.

Henüz on dakika bile gitmemiştim ki, Pat Paya’nın asistanı Nevin Hanım aradı. “Sen bugün işe başlıyorsun değil mi?” diye sorduğunda ne düşüneyim bilemedim. Ben de “En son bilgi öyleydi, ne oldu bir şey mi değişti?” diye sordum. “Bir şey değişmedi ama sana burada yer yok” diye cevap verdi. Ben, “Nasıl yani?” diye sorunca, “Vallahi bu bina tıklım tıklım dolu, burada hiç kimseye yer yok, Pat, senin bugün için bizim Yenibosna’daki fabrikamıza gitmeni istiyor” dedi. Altunizade diye işe girmişim, ne Yenibosna’sı, bu da nereden çıktı şimdi?

“Ben sana Ergun Bey’i telefona veriyorum, o sana nereye gideceğini tarif edecek, biz ayrıca fabrika müdürü Alp Bey’e de senin geleceğini söyledik, seni bekliyor” dedi ve telefonu Ergun Bey’e verdi. Ergun Bey mümkün olduğu kadar tarif etmeye çalıştı ama Basın Ekspres yolu dışında söylediklerinden hiçbir şey anlamadım. Bir de; sağa içeri doğru gidiyormuş gibi yapıp, 180 derece dönerek yan yola gireceksin gibi bir şey söyledi ama bana o aşamada çok da bir şey ifade etmedi.

Ne yapalım çıktık TEM’e, gittik Yenibosna’ya. Tahmin edebileceğiz gibi, labirent gibi sokakların içinde kayboldum. Ona buna sorarak bir şekilde fabrikayı buldum ama fabrikada beni bekleyen hiç kimse yoktu. “Alp seni bekliyor” dediler ama küçük bir sorun vardı, Alp’e haber veren olmamış. Odasının dışında da, kale muhafızı gibi bir asistanı vardı “Alp Bey toplantıda içeri giremezsiniz” diyerek insana adım attırmıyordu. Sonradan öğrendim ki ne toplantı varmış ne de başka bir şey. Klasik arkadaş sohbeti. Sevgili Alp’e de bana gösterdiği bütün yakınlık ve öğrettiği her şey için buradan bir kere daha çok teşekkür ederim.

Alp ile iyi dost olduk ama ilk dakikalar hiç de öyle başlamadı. O da benim kim olduğumu ve neden orada olduğumu anlayamadı. “Altunizade’de yer yokmuş beni buraya gönderdiler” diye girdim söze. Daha sonra Pat Paya ile konuşuldu ve bana, “Sana ikinci bir bilgi vereceğimiz zamana kadar, sen her gün Yenibosna Fabrikası’na git” dedi. Tamam, gideyim de, işin ilginç yanı fabrikada da gram yer yok. Muhasebe bölümünde bir masada üç kişi oturuyor.

Sevgili Alp’in odasında otururken, insan kaynaklarından aradılar ve “Sen her ne kadar bugün işe başlamış olsan da, biz daha önce bütçelemediğimiz için sana yılbaşına kadar bir araç almamız mümkün gözükmüyor” dediler. Hadi buyurun bakalım; oda yok, masa yok, araba yok, Anadolu Yakası yok, inşallah maaş vardır. Allahtan “Sen kendi arabanla gidip gelirsen, biz benzin parasını öderiz” diye bir öneri de yaptılar ama birçok defa fatura filan almadığım için onların da çoğunu alamadım. Bu tabii benim kabahatim.

Daha sonra çok uzun yıllar devam edecek olan maceranın ilk tohumları bu şekilde atıldı. Şimdiki y,z jenerasyonu çocukları düşünüyorum da, bu konularda yarım yıl boyunca söylenirlerdi. Yarım yıl demişken, ben tam altı ay boyunca Alp’in odasında oturdum. Sonunda da sevgili Alp, “Al odam da, fabrikam da senin olsun” dedi ve Kanada’ya kaçtı. Şaka bir yana, bir insanla, altı ay boyunca aynı odayı paylaşmak kolay bir iş değil. Sabrından, dostluğundan ve bana öğrettiği her şeyden dolayı kendisine tekrar çok teşekkür ediyorum.

Bizim kuşak iyi niyetli, fedakar ve işler yürüsün düşünceli bir jenerasyon olduğu için, bu yaşananların hiçbiri beni çok rahatsız etmedi. Anadolu Yakası diye işe girdim 2,5–3 yıl kadar karşıya gittim geldim.

İşe yeni başlayan genç kardeşlerimize de tavsiyem, sabırlı olmaları yönündedir. Hemen başladığınız gün her şey hazır olmayabilir ama zaman içinde her şey rayına oturur.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

29 Mayıs 2014 Perşembe

Parayla Satılsa...

Günaydın Dostlar,

Hiç kimsenin aklına gelmeyecek konular bazen benim aklıma gelir. Bu güzel İstanbul sabahında da "Acaba her şey parayla satılsa nasıl olurdu?" diye düşünmeye başladım. “Zaten her şey parayla satılıyor.” diye hemen cevap vermeyin.
Elle tutulan, gözle görülen hemen hemen her şeyin parayla satıldığını zaten biliyoruz. Çark nasıl dönüyor? Parası olan gidiyor en iyisini alıyor, parası olmayan da en kötüsünü. Birçok konuda da parası olmayan en kötüsünü bile alamıyor.


Zengin neden en iyisini almak istiyor? Cevabı çok basit, en iyisi olduğu için. Tabii bir de pahalı olduğu için. En iyisi ucuz olsa kimse almaz. Yıllar önce otomobil üreticisi Rolls Royce, fiyatlarında indirim yapmaya karar vermiş ve anında satışları düşmüş. Neden? Çünkü o arabayı alanların birçoğu pahalı olduğu için alıyor. İyi bir arabaya biniyor olmak çok önemli olsa da eşe dosta ne kadar iyi ve pahalı bir arabaya bindiğini göstermek daha önemli.

Bu işler böyle. Asıl konumuz elle tutulamayan şeyler ve benim merak ettiğim de bunlar.

Örnek olarak, sevgi de parayla satılsaydı, en sevgi dolu insanlar zenginler en sevgisizler de fakirler mi olurdu? “Merak etme bu devirde sevgi de zaten parayla satılıyor” diyen arkadaşları duyuyor gibiyim ama o bu sabahın konusu değil. Fakir sevgi satın alamadığı için sevemez miydi?
İnsanlar, en pahalı arabayı aldıkları gibi gidip en iyi sevgilerden, en pahalı sevgilerden de alırlar mıydı acaba? “Tabii herkesi sever, tonla parası var.” gibi cümleler duyar mıydık?

Nankörlük parayla satılsa sizce en nankör zenginler mi olurdu? Gelirin artıkça nankörlük oranın da artar mıydı? Küçük Emrah, filmlerinde “Biz hiçbir zaman nankörlük alamadık ki.” diye ağlar mıydı? Nankörlük iyi bir şey değil ama bunu bile bile sadece etrafa ne kadar zengin olduklarını göstermek için insanlar gidip nankörlüğün en iyisini, en büyüğünü alırlar mıydı? Öyle bir durumda da en zengin olduklarını bildiğin için doğal olarak en büyük nankörlüğü onlardan beklerdin.

Adaletin en büyüğü zenginlerde mi olurdu? Parası olmayan kıt kanaat geçinen işçiler, madenciler, emekçiler, sokakta yaşamak zorunda kalan çocuklar hiçbir yerde adaletle tanışamazlar mıydı? Bugün artık Adalet’in, bir bayan ismi olmaktan bile çıktığı bir ortamda, etrafta kalan üç beş Adalet isimli kız hep zenginlerle mi çıkardı?

Vefa’da bir tek zenginler otururdu her halde. En çok para onlarda olduğuna göre en vefalı onlar olurdu.

Her gün parayla alınabilecek şeylerin listesi artıyor ama yüce rabbim bütün bunları düşünmüş ve bazı şeyleri, herkesin içine doğuştan yerleştirmiş. Kimse iyilik, dostluk, kötülük, nankörlük, vefasızlık, sevgi satın almak zorunda kalmasın diye.

Kimsenin en iyisini, en büyüğünü almasına gerek yok. İçimizdekini doğru kullanalım yeter.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Tribünlere Oynama Çağı...

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, artık öyle eskisi gibi çalışmana, iş yapmana, dürüst olmana, başarılı olmana, iyi bir insan olmana, hiç birine ama hiç birine gerek yok. Tribünlerdeki insanları, bütün bunları yaptığına ikna edebiliyorsan, sorun kalmamıştır.

Tribünleri ikna ederek her türlü ayıbın kapanabileceği günlerden geçiyoruz. Pazar ve Pazartesi gecelerinde de, bu taktiğin, bu topraklarda ne kadar güzel işlediğinin canlı bir örneğini bir kere daha gördük.
 
Bu hafta sonu (utanarak mı söylesem, sevinerek mi söylesem bilmiyorum ama) epeyce bir Survivor seyrettim. Verimsiz tartışma programlarından sıkılınca (futbol ligleri de bittiği için) sık, sık Survivor’a döndüm.
Pazar akşamı sonunda, ünlüler ekibi yarışmayı kaybetti ve oyun kuralları gereği, bir arkadaşlarını adadan göndermek için aralarında oylama yaptılar. Ekip 5 kişi kalmış ve Tolga Karel dışında, kalan 4 kişinin, 4’ü de gitmesi için Tolga’nın ismini yazdı. Bu sonuç zaten bekleniyordu. Ada yaşamına yardımcı olmayan, zorla mırın kırın ederek iş yapan, her daim ben sakatım deyip yarışmalara katılmayan, elim uf oldu, kolum uf oldu diye sürekli mızmızlanan vs. Tolga’nın isminin çıkmasından daha doğal bir şey olamazdı.

Ertesi gün birde halk oylaması olacağını ve de Pazartesi gecesi karşısına çıkarılacak olan rakiple beraber, halk oylamasında en düşük oy alan ikisinden birinin gideceğini iyi bilen Tolga başladı tribünlere oynamaya.

Acun’un “ne düşünüyorsun” sorusu üzerine de, yüzünde mağdur ve ağlamaklı bir ifadeyle, “Acun ağabey, halkım bana dön artık Türkiye’ye derse ben hemen onların arzularına uyar ülkeme dönerim.  Tolga, kal orada, terinin son damlasına kadar, kemiklerin acıyıncaya kadar savaş derlerse de, o zamanda elimden gelen, gelmeyen her şeyi yaparım” gibi halkın hoşuna gidecek birçok cümleyi arka, arkaya sıraladı. Bütün bu cümleleri söyleyen insanda, 50 çeşit bahane bulup yarışmalara katılmayan insan.  Emin’de televizyon başında, “ne biçim tribünlere oynuyor, yarın halk oylamasında birinci olur” dedi.
İnsan, bir an için oy verecekler bu sözleri yemesin istiyor ama her seferinde de yiyorlar. Bu yöntem yüzlerce defa denenmiş çok başarılı bir yöntem. Şarkı yarışmasında da, yarışmacının birinin adam öldürmekten dolayı hapiste yattığı ortaya çıkmış ve o hafta yarışmacı halk oylamasında birinci olmuştu.

Nitekim beklenen oldu ve Tolga halk oylamasında birinci olunca, karşısına çıkarılan Serenay adadan gitmek zorunda kaldı. Serenay her alanda çok daha başarılıyken, hiçbir iş yapmayan, hiçbir yarış kazanamayan, oradan oraya laf taşıyıp insanları birbirine düşüren Tolga (artist olmanın verdiği beceriyi de kullanarak) tribünleri kendi tarafına çekmeyi başarabildiği için adada kaldı. Kendi takımı da, rakip takımda gerçekleri görüyorlar ama ne işe yarar ki, tribünleri kandırdı bir kere.

İlginç bir dönemde yaşıyoruz. Gece, gündüz çalışmanın, uğraşmanın çok da bir anlamının olmadığı, bir şeyler yapanlardan ziyade, tribünleri bir şeyler yaptıklarına inandırmayı başarabilenlerin her zaman daha başarılı olduğu bir süreçten geçiyoruz.

İçimizdeki, “birileri bir gün hakikatleri görecektir” mumu da, yavaş, yavaş yanıp erimeye devam ediyor…

27 Mayıs 2014 Salı

Unuttuk Gibi Bir Şey...

Neredeyse unuttuk. Biraz daha gayret edersek tamamen unutacağız.

Okmeydanı’nda yaşanan, tahrik kaynayan (belki de planlanmış) eylemler, masum bir vatandaşımızın durup dururken vurulması, ertesi gün hemşerimin rahmetli olması, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve futbolcu transferleri derken gündem bir anda değişiverdi.
 
Bu sabahki konum bu değil ama nerede olursa olsun her eylemde, her protestoda ortaya çıkan, bu yüzleri maskeli kişiler kimdir?  Protestoyu fırsat bilip ortaya çıkan gençler midir yoksa her eylemde bir yerlerden düğmeye basılıp, ortalığı karıştırmak ve protestocuları halkın gözünde çirkin göstermek için, eylem alanlarına gönderilen insanlar mıdır onu da bilemiyorum.
Onu bilemiyorum ama bildiğim bir konu varsa Soma’yı unuttuk.

Madencileri yine kaderleri ile baş başa bıraktık. Televizyon programlarında 1-2 hafta tartıştık her şey düzeldi, madenlerde bir gram tehlike kalmadı. İnanın hiçbir şey düzelmedi. Her şey eski tas, eski hamam. Ankara, madenlerin düzeltileceği yönünde sözler verirken, Soma’da da madenci kardeşlerimiz sessiz, sedasız işe çağırıyorlar. Birileri, iyi polis, kötü polis oynuyor. Ayrıca konumuz sadece Soma’da kaza olan maden de değil. Soma’da, Zonguldak’ta, orada, burada bütün madenler aynı durumda.


Hepimizin gerçekçi olmasında yarar var. Bizim madenlerimiz hiçbir zaman Avrupa’da ki madenler gibi olamayacaklar. Uzun yılların neticelerini birkaç haftada değiştirmemiz mümkün değil ama en azından madenleri şimdiki hallerinden çok daha iyi, çok daha güvenli bir hale getirebiliriz. Olası bir kazadan sonra can kaybı olmaması için çalışmalar yapabiliriz. Maskesinden, yaşam odasına, kaçış tünellerinden, gaz dedektörlerine kadar, insanları korumaya yönelik her türlü önlemi alabiliriz.

Ben ne yapabilirim ki demeyin. Hiçbir şey yapamasak bile sosyal medya ve diğer iletişim kanallarını kullanarak bu konuyu hükümetin, sendikaların, gazetecilerin, televizyon yorumcularının vs. vs. gündeminde kalmasını sağlayabiliriz. Devir iletişim devri. Artık bir e-mail, bir tweet ile herkese ulaşabiliyorsunuz.

Ben çok iyi hatırlarım, Münevver Karabulut cinayeti, rahmetli Mehmet Ali Birand ve ekibinin her akşam konuyu gündemde tutması ve hiçbir zaman unutulmasına müsaade etmemesi sayesinde çözüldü. Kimse medyanın gücünü hafife almasın.
 
Arkadaşlar 301 kişi öldü. Bir kere daha yazayım tam 301 madenci kardeşimiz öldü. Yarın yine böyle bir kaza olmayacağının da, şu anda hiçbir garantisi yok. Bu kadar insanın ölümünden bir ders çıkaramıyorsak yazıklar olsun bize. Bunun partiler üstü bir konu olduğunu unutmayarak herkesin elinden gelen çabayı göstermesinin şart olduğunu düşünüyorum.
Sokağa çıkında sağa, sola saldırın demiyorum. Herkesin olanakları ve ulaşabileceği noktaları farklıdır. Kimi Facebook ortamında konuyu taze tutar, kimi sokak protestolarına katılır, kimi de sorumlu bakan ile konuyu görüşebilir. Daha öncede yazdığım gibi, dünyanın önde gelen hızlı tüketim ürünleri firmaları çalıştıkları firmalardan iş sağlığı ve iş güvenliği yönetmeliklerine uymalarını ve bu konuda 0 hata ile çalışmalarını bekliyorlar. Bu konuda da çok başarılı oldular.

Aynı bakış açısıyla bu madenlerle çalışan bankalar veya diğer kuruluşlar, madenlerden bu tip taleplerde bulunabilirler. Kredi vermenin ön koşullarından biri, madenlerin bu tip denetimlerden geçmiş olması gibi bir şey olabilir. İyileştirme çalışması yapacak madenlere devlet bir takım teşvikler de sağlayabilir.

Sabah sabah bu konunun nasıl işlemesi konusunda detaylarda boğulmak istemiyorum. Burada vurgulamak istediğim tek bir konu var, Soma’yı unutamayız, unutturamayız, aksi takdirde, “dinimiz zaten kabullenmeyi ve sabır göstermeyi buyuruyor” baskıları altında bu konu unutulup gider…

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Yetki de Sorumluluk da Sende...

Soma’da yaşanan korkunç facianın üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Kaybettiğimiz madenci kardeşlerimizin mekanları cennet olsun. Yılların ihmalleri ve sonuçtan başka hiçbir şeyi umursamayan çalışma şekli, madenci kardeşlerimizin bir daha güneş görememesine neden oldu.

Kardeşlerimizi kaybettik ama olayın bir de adli boyutu var. Sis biraz dağılınca gözaltılar ve tutuklamalar başladı. Kimler tutuklandı? Madende her gün işçilerle aynı risk altında çalışan üretim mühendisleri, üretim müdürü ve genel müdür. Firmanın sahibine veya işletmenin sahibine bir şey diyen oldu mu? Olmadı.
 
Tutuklanan en üst düzey insanlar genel müdür ve işletmenin CEO’su. CEO’da, genel müdürün, imzamı taklit etmiş filan gibi beyanlarından dolayı tutuklandı yoksa ilk aşamada serbest bırakılmıştı. Genel müdürün ve eşinin bir takım çevrelerle yakın olduğundan filan bahsediliyor ama o başka bir sabahın konusu.
Görevim gereği, yıllarca birçok firma ile görüşmeler, toplantılar, pazarlıklar yaptım ve de çok iyi biliyorum ki, bizim ülkemizde patron şirketlerinde, genel müdürlerin bile bir gram yetkisi yok. Konuşursunuz, anlaşırsınız sıra el sıkışmaya gelir ve muhakkak ve muhakkak, “biz patrona bir soralım da size bir geri dönelim” derler. %99 en büyük patron şirketlerinde bile bu durum böyledir.

Hiçbir şeye yetkisi olmayan bu yöneticiler, işler kötü gittiğinde, bir bakarsınız şirketteki en yetkili insan oluvermişler. Her şeyden onlar sorumlular. Soma kazasından sonra yapılan ilk basın toplantısında firma sahibi ne dedi? “İşte Genel Müdürüm, işte İşletme Müdürüm her türlü yetkide, sorumlulukta bunlarda, ben 3 senedir madene bile inmedim” dedi. Yılların ihmalleri, hataları, eksiklikleri, sömürüleri bir anda bu insanların omuzlarına yüklendi.

Her zaman söylediğim bir söz vardır, “sabahtan akşama bir anda şirketteki en yetkili kişi olabilirsiniz” derim ve bu sözümde her zaman doğru çıkar. Bir bakarsınız, gündemdeki konu ile ilgili olarak, meğerse kimsenin haberi olmadan bütün kararları siz vermişsiniz. Herkes bir anda müthiş bir hafıza kaybı yaşar.

Neden şirketin veya işletmenin sahibi görüşmeye bile çağrılmazken bu yöneticiler tutuklanıyor? Çünkü, her ne kadar gerçek hayatta hiçbir yetkileri olmasa da, kanun önünde ve kağıt üzerinde bu arkadaşlar yetkili görünüyorlar. Savcılar da bakıyorlar, kim bu işin yetkilisi diye ve bu kişileri gözaltına alıyorlar.

Genel müdür şirketteki en yetkili işveren temsilcisidir ve genelde yönetim kurulunda da oturur, o yüzden onu ayrı bir yere koyalım ama yılların ihmallerini bir gram yetkisi olmayan üretim mühendislerinin üzerine yıkıp, bu çocukları tutuklamak bana hiç adil gelmiyor. Nitekim bu mühendislerden de, o vardiyada olanların hepsi öldü.
Buradan bütün arkadaşlarıma ve bilhassa da yöneticilik yapan arkadaşlarıma sesleniyorum. Bu yazımı bir sabah yazısı değil, bir uyarı yazısı olarak okuyun. Attığınız her imza, verdiğiniz her karar, yarın size gözaltı kararı olarak geri dönebilir. Günlük iş koşuşturması içinde, iyi niyetle, işler yürüsün diye hepimiz yüzlerce imza atıyoruz ama işler kötü gidip te tavan üzerinize çöktüğü gün bir anda şirketin en yetkili insanı oluverirsiniz.

Ben hiçbir şeye imza atmam diye işleri durdurmak da olmaz ama imza atarken neye imza attığınızdan ve de günün birinde sorgulanırsa ne cevap vereceğinizden emin olun. Yapılan işlerin şeffaf ve izlenebilir olması her zaman herkes açısından bir güvencedir.
Kimse çekinmesin, korkmasın, kritik konularda işlerin yazılı olarak yapılması herkesin menfaatinedir. Patron söyledi diye bir işi yaparsınız ama iki gün sonra patron hiçbir şey hatırlamaz. Bu yazılı onayları da muhakkak bir yerlerde saklayın…

Unutmayın söz unutulur (hem de ne biçim unutulur) yazı kalır…

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Hepsi Öldü...

Eskişehir’de, Gezi Parkında ağaçlar kesilmesin protestosuna katıldı, sokak arasında döve döve öldürüldü.

Ankara’da, rastgele açılan ateş sonrası, 3 metre mesafeden başından vurularak ölen kardeşimizin ne anarşistliği kaldı, ne vatan hainliği. Oysa ortada tek bir gerçek vardı, o artık yaşamıyordu, o öldü.
 
Adana’da, amirinin, “git olaylara müdahale et” dediği polis kardeşimiz köprüden düştü öldü. Mustafa’da bizimle değil artık.
Antakya’da ki direnişte polis tarafından başından vurulan Cömert kardeşimizde yok artık. O da öldürüldü.

Ümraniye’de, gözü dönmüş insanların taksi ile kalabalığın içine dalması sonucu, Ayvalıtaş’da rahmetli oldu. O da öldürüldü.

Lice’de, protesto sırasında hayatını kaybeden kardeşimizin nasıl öldüğünü kimse bilmiyor. Tek bildiğimiz, Yıldırım kardeşimiz de öldürüldü..
 
Ben bir koşu gider ekmek alır gelirim dedi, ekmeği aldı ama yüzüne isabet eden ve çenesini ve burnunun kıran, bir gaz fişeği yüzünden eve dönemedi, 15 yaşında öldürüldü.
15 yaşındaki kardeşimin cenaze töreninden sonra karşıt görüşlü gruplar arasında çıkan kavgada genç bir hemşerim hayatını kaybetti. O da öldürüldü.

Şırnak’ta, yakılan polis arabası az daha Zeynep polise ve arkadaşlarına mezar oluyordu. Vücutlarının birçok kısmında yanıklarla canlarını zor kurtardılar.

Hiçbir emniyet tedbiri alınmadan, insan hayatına değer vermeyen, sadece sonuç odaklı bir zihniyetle yeraltı cehennemlerine sokulan kardeşlerimiz, bir daha güneşi göremedi. 301 madenci kardeşimiz öldü.
 
Araçlarının içinde diri, diri yakılmaya çalışılan polisler, gömlekleri yanarken kendilerini güçlükle dışarı atıp canlarını zor kurtardılar. Canını kurtaran polislerin etrafa saçtığı kurşunlar, gitti yakınının cenazesine katılan zavallı Uğur’u buldu. Uğur öldü…
Uğur’un ölme haberi, olayları ateşledi ve atılan bir parça tesirli ev yapımı bomba, oradan geçmekte olan bir hemşerimi daha aramızdan aldı. O da öldürüldü.

Biliyor musunuz, bu ölümlere neden olanların birçoğu, bizim aramızda yaşıyor, işine gidip geliyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Vicdani rahatlık açısından da, en ufak bir sorunları yok.

İnsanlık mı dediniz? O da öldü…

23 Mayıs 2014 Cuma

Ben Yardım Etmek İstiyorum...

Sen yardım etmek istiyorsun, ben de istiyorum ama hiçbirimizin nasıl yardım edebileceğimiz konusunda en ufak bir fikri yok.

Çok garip bir milletiz. Kazalardan önce önlem alma konusunda ne kadar beceriksiz ve isteksiz olduğumuzu artık bütün dünya biliyor. Bu konuda dünya sonuncusu bile olabiliriz. Zaten bu ruh halimiz değil midir, bizi iş kazaları ve trafik kazaları konusunda dünya liderliğine taşıyan.
 
Önlem konusunda çok kötüyüz, kaza olduktan sonraki çalışmalarımızda iyi değil, tek becerebildiğimiz şey, para yardımı yapmak. Bu konuda gerçekten iyi sayılırız. Her kaza arkasında tonla maddi ve manevi acı bırakıyor. Manevi acılar konusunda başarılı olamasak da, maddi acıları azaltabilmek için omuz vermeyi başarabiliyoruz.
Başarabiliyoruz da, işin acı tarafı genelde ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bir çok firma sahibi ve arkadaşlarım da dahil olmak üzere, insanlar telefon açıp bana soruyorlar, nereye ve nasıl yardım edebileceklerini. Sen bilirsin, sana güveniyoruz, sen söyle de oraya yatıralım diyorlar.

Soma faciasından sonra, resmi ve özel kuruluşlar tarafından yüzlerce yardım hesabı açıldı. Hesap numaraları ortalıkta uçuşuyor. Fenerbahçe’nin açtığı hesaptan tutunda, başbakanlığın açtığı hesaplara kadar, yüzlerce ne amaç için açıldığı belli olmayan hesap var.

İnsanlar güvenmiyor. Geçmiş tecrübeleri, onları bu hesaplara para yatırma konusunda isteksizleştiriyor. Yatırılan paraların, gerçek ihtiyaç sahiplerine gideceği konusunda emin olmak istiyorlar. Bu hesapları açanların hiçbiri ortaya çıkıp ta, biz toplanan parayı, şu şekilde dağıtacağız diye, herkesi tatmin edebilecek bir açıklama yapmıyor.

Paraların boşa gideceği korkusu çok yaygın. Kaza öncesini beceremiyoruz, kaza sonrasını beceremiyoruz, görülüyor ki iyi niyetli, yardım sever, maddi acılara destek olmaya çalışan insanlardan yardım toplamayı da beceremiyoruz. Konu ne olursa olsun, hiçbir şekilde organize olamıyoruz. Bende neler istiyorum, 15 kişi bir araya gelip belli bir günde yemek, toplantı yapmayı beceremeyen bizler, böyle bir şey için mi organize olmayı başarabileceğiz.

Yardım konusunda herkes şaşkın. Çeşitli kimseler, Barolar Birliğinin açtığı hesabı, “en güvenilir” hesap ilan ettiler. Neye dayanarak bunu yaptılar, hiçbir fikrim yok. Tamam, güvenelim de, toplanan paralarla ne yapmayı düşünüyorlar? Mağdur olan ailelere eşit miktarda dağıtacaklar mı, çocuklara burs mu verecekler, ailelerin hukuki masrafları için mi kullanacaklar, vs. vs.
Yanlış haberler insanları yanıltıyor. Biri çıkıyor  “Fenerbahçe babasız kalan bütün çocukları okutacak” veya “eski bir futbolcu, babası madenci olduğu için çarşafı kirletmeyen madencinin bütün borçlarını üstlendi” gibi laflar ediyor ama sonra gerçeklerin tamda öyle olmadığı anlaşılıyor. Bu yanlış bilgiyi alan insanlar veya firmalarda, burs vermeyi düşünürken “bak Fenerbahçe hepsini okutacakmış” diye düşünerek yanlış sonuçlara ulaşıp, burs vermekten vazgeçiyorlar.
Ben açıkçası hiçbir sisteme veya açılan hesaba güvenmiyorum. Her türlü yardımın, ihtiyacı olan insanlarla birebir organize edilmesinin daha etkili bir yöntem olduğu görüşündeyim. Diyeceksiniz ki, ben şimdi oturduğum yerden Soma’da kimi bulacağım. Evet, çok kolay değil ama inanın düşündüğünüz kadar zor bir iş de değil. Maddi sıkıntıları olan aileler de belli, ihtiyaçları da belli.

En iyi niyetle bu işe kalkmış olan insanlar bile, bir takım idari ve bürokratik işlemlerden dolayı, toplanan paraları gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştıramayabilirler. Tek başına olmanızda gerekmiyor. Örnek olarak 3-4 aile birleşip, bir çocuğun tahsil masraflarını üstlenip, o çocuğu hem okutup, hem da arkadaşı dostu olabilirsiniz. Uzaklarda da olsa, onu düşünen, seven birileri olduğunu hissettirebilmek çok önemlidir.

Birçok işi beceremediğimiz gibi, organize ve etkili bir şekilde para toplama işini de beceremiyoruz. Sisteme güvenemeyen yardımsever insanlarda, istedikleri halde, ihtiyaç sahiplerine yardım da bulunamıyorlar…
Çaresi, bu paraları doğru dürüst toplayıp, dağıtıldıktan sonrada, hiçbir şüpheye gerek kalmayacak şekilde, insanlara göstermektir.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Barış Manço...

Günaydın dostlar…

Bu sabah yine geçmişe geri dönüyoruz. Gelin hep beraber çok güzel ve sıcacık bir yaz sabahında Tekirdağ'a doğru yola çıkalım. Hem de Tekirdağ Sahili'nin bozulmamış doğal zamanlarına.
"Etrafımızda bin türlü sıkıntı varken, sabah sabah Tekirdağ'a gitmek de nereden çıktı?" demeyin; unutmayın, burası Sabah Sabah Evrankaya.


Amerika’da yaşadığım dönemlerde nadiren de olsa yaz tatillerinde Türkiye’ye geldiğimde; genelde zamanımın çoğunu Ankara’da geçirir, İstanbul’daki dayımı, dedemi, anneannemi görmek için de Amerika’ya dönmeden önce üç dört gün de İstanbul’a uğrardım.

Hangi yıl olduğunu çok iyi hatırlamıyorum ama kardeşim Ayşın, o sene Çanakkale’nin, Ayvacık İlçesi’nin, Gülpınar Köyü’nde arkeoloji kazısındaydı ve dolayısıyla Ankara’da görüşemedik. Gitmeden önce yine her zaman olduğu gibi İstanbul’a uğradığımda sevgili kardeşim Sinan’ın kardeşi Mehmet ile sohbet ederken, “Kardeşimle filan da görüşemedim” dediğimde, “Ağabey Çanakkale dediğin yer şurası; atlarız arabaya gideriz, bir gece kalır döneriz. Ne olacak ki?” dedi.

Olurdu, olmazdı derken ertesi sabahın çok erken saatlerinde yola çıktık. Gelibolu üzerinden gitmenin daha kolay olacağına karar verdik. Tabii o zamanlar şimdiki gibi hızlı feribotlar filan yok. Gelibolu’ya gidip oradan arabalı vapur ile karşıya geçmek gerekiyor.

Tekirdağ’a vardığımızda güneş daha yeni doğmuştu. Yollar, sokaklar bomboştu ve şehirde tatlı bir huzur vardı. Denizin dibindeki çay bahçesi daha yeni açılmış, amcanın biri hortumla yerleri yıkıyordu. “Çay var mı?” diye sorduğumuzda “Buyurun daha şimdi yaptım” diye cevap verdi. Deniz tam anlamıyla çarşaf gibi, dal kıpırdamıyor. Hatta bırakın dalı, yaprak bile kıpırdamıyor.

Çayları beklerken dibimizdeki bir pastanede, siyah tepsilerin içinde daha yeni fırından çıkmış poğaçaları gördük. Sevgili Mehmet hemen gitti birkaç tane aldı. O arada çay da geldi, zaten ortam da süper, nasıl yayıldık anlatamam. Canımız bir türlü kalkmak istemiyor. Sürekli “Bir çay daha içelim de kalkalım” veya “O peynirli poğaçadan birer tane daha yiyelim de kalkalım” diyoruz ama bir türlü de ayaklanamıyoruz.
Tam bu esnada yan masalardan birine 35 yaşlarında filan, gayet uzun saçlı bir amca geldi oturdu. Bize selam verdi, biz de ona verdik ama yüz ifadesinden lafı uzatacağı da belliydi. Oturdu masasına, çayından bir yudum aldı ve “Biliyor musunuz, ben Barış Manço’yum” dedi. Her şey çok fazla güzel gidiyordu, biri veya bir şey bu ortamı bozmasa şaşardım. Adama ne cevap verdiğimizi hatırlamıyorum ama o güzel sabahın içine ettiği de kesin.
“O sizin hepinizin tanıdığı Barış Manço taklit, gerçeği benim” diyerek ikinci bir teşebbüste bulundu. Kafamı çevirip, “Allah cezanı vermesin senin!” bakışlarımla adama baktığımı hatırlıyorum.

Baktı ki ilgilenmiyoruz, bu sefer de korkunç sesiyle, bütün Tekirdağ Sahili’nin huzurunu kaçıracak şekilde, “Dağlar dağlar” diye bağıra bağıra şarkı söylemeye başladı. Mehmet’e dönüp “Kalk gidelim kardeşim” dediğimi hatırlıyorum. Düşünüyorum da, bir bakıma da iyi oldu. Barış Manço gelmese, biz orada daha kaç saat otururduk Allah bilir.
Sonunda köye vardık ve Gülpınar’da kardeşim ve arkadaşları ile çok güzel bir gün ve bir gece geçirdik ama o başka bir sabahın konusu...

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Bu Seferki Bambaşka...

Bu milletin, görmediği, yaşamadığı üzüntü, sıkıntı, felaket kalmadı ama bu seferki gerçekten bambaşka…

Daha dün, on binlerce vatandaşımızı kaybettiğimiz depremler yaşadık. Trafik kazalarına ve iş kazalarına her yıl bir kasaba dolusu insanımızı kaybediyoruz. Hal böyleyken, Soma’da yaşanan faciayı neden bir türlü kabullenemiyoruz. Evler sağlam yapılmadığı için, on binlerce kardeşimizi kaybeden bizler, onu bile “kader” diyerek kabullenebilmişsek, bu faciayı neden kabullenemiyoruz?
 
Öyle bir ruh hali içindeyiz ki, şu anda her şey bize batıyor. İyi niyetle, yüzlerini kömürle boyayıp veya kafalarına madenci bareti giyip televizyona çıkan insanlar beni sinir ediyor. Rahmetli kardeşlerimizi anmak için, son derece iyi niyetle yaptıklarını biliyorum ama yine de, görünce bana samimiyetsiz reklam kokan bir davranış gibi geliyor.
Evet, evleri daha sağlam yapabilirdik ama yine de, depremin bile bizim kontrolümüzün dışında olan bir parametresi olduğuna inanmak bizi rahatlatırken, Soma madeninde ve diğer madenlerde kontrolümüzün dışında bir şeyler olduğuna, ne inanmak istiyoruz, ne de inandırılmak. Hepimiz, yeterli önlemler alınsaydı, bu facia olmazdı konusunda mutabıkız.

Daha öncede belirttiğim gibi, bu gibi yerlere ziyarete giden insanların, ayakaltında dolaşıp çalışmaları zorlaştırdıklarına inanıyorum ve gitmemeleri gerektiğini düşünüp onlara kızıyorum. Buralara gitmeyip, insanlarına acılarına destek olmaya çalışmayan insanlara da kızıyorum.

Politikacıların, bu işi siyasetin üstünde tutulması gereken bir iş olarak görmeyip, yaşananlardan kendilerine menfaat sağlayacak malzemeler çıkarmaya çalışmalarına da kızıyorum. Onca can kaybından sonra, birilerinin aman benim partim bu olaydan zarar görmesin veya bu olayı partimiz açısından lehimize çevirmeye çalışalım çabalarını, oradaki 970 gözü yaşlı çocuğa, anneye, babaya, kardeşe ihanet olarak görüyorum.

“Kaza olduktan sonra çalışmalarımızla harikalar yarattık” gibi sözlere de kızıyorum. Marifet her sabah o madene girenleri, akşam olduğunda oradan sağ çıkartmakta. Marifet her sabah o madene gidenlerin, helalleşmeden evden çıkabilmesini sağlamakta.

Kazazedeleri bir, bir televizyona çıkaranlara da kızıyorum, onlarla ilgilenmeyen televizyon kanallarına da. Bir yandan bırakın adamlar acılarını yaşasınlar diyorum, bir yandan da, evet, doğru yapıyorsunuz, konunun aydınlanması, gündemde kalması ve herkesin gerçekleri duyması gerekiyor diyorum.
Yüzlerce, binlerce eksikleri olduğunu tahmin ettiğim kömür madenlerinin ve diğer madenlerin, halen çalışıyor olmasına da kızıyorum. Kaza olan maden “iyi” olanlarından bir tanesiyse, diğerlerinde çalışanları Allah korusun. Ne iyileştirme yapıldı da, bu madenler tekrar çalışmaya başladı?
TIR’ların önüne, “Soma yardım aracı” diye afiş hazırlatıp asanlara da kızıyorum. Bu nasıl görgüsüz bir şark zihniyetidir. Afiş asmazsan gitmiyor mu TIR’lar, yoksa sen reklam derdinde misin? Birilerine bir yardım yapacaksanız veya acısını paylaşacaksanız, sessizce yapın kardeşim.

Bu kazayı, ömrümüzün sonuna kadar hiç birimizin unutması mümkün değil. Boşu boşuna bunların yaşandığı konusunda da, içimiz hiçbir zaman rahat etmeyecek. Görmediği acı kalmamış bir millet için bile,

bu seferki bambaşka…

20 Mayıs 2014 Salı

Mühendisler Tutuklandı...

Soma, faciası ile ilgili olarak 30’dan fazla kişi gözaltına alındı ve anladığımız kadarıyla, işletme müdürü de dahil olmak üzere, 6-7 mühendis tutuklandı.  Herkes, sorumlu olduğu işin hesabını vermeli, bu konuda hiç birimizin diyeceği hiçbir şey olamaz ama içimizden hak yerini buluyor, suçlular, şu anda cezaevinde diyebiliyor muyuz? Açıkçası, ben diyemiyorum.

O işletmede çalışan mühendisler de tıpkı işçi kardeşlerimiz gibi aynı ortamlarda çalışıyorlar ve aynı risklerin (hepsi olmasa bile) birçoğu onlar içinde geçerli. Daha önce de belirttiğim gibi, bu madenlerdeki uzun yılların eksikliklerini ne şu anda iktidarda bulunan partinin üzerine yükleyebiliriz, ne de 6-7 tane teknikerin, mühendisin omuzuna. Başka bir parti iktidarda olsaydı, böyle bir kaza olmazdı gibi lafları da tamamen politik içerikli, faciadan menfaat çıkarmaya yönelik laflar olarak görüyorum.
 
Bu mühendislerin, sorumluluklarında olan, işletmeye yönelik günlük işlerde, bir takım aksaklıklar varsa, tabi ki hepsi bunların hesabını vermeliler ama yapısal anlamda hiçbir yetkileri olmadığını da çok net tahmin edebiliyoruz. Nitekim de, aynı şekilde çalışıp, aynı şekilde öldüler. Kömür madeni işi, Rus ruleti oynamak gibi bir şeye dönüşmüş. O gün, o vardiyada kim varsa, kimin zamanı gelmişse, işçi, tekniker, mühendis hiç fark etmiyor, hepsi rahmetli oluyor.
Doğal olarak hep Soma madeninden söz ediyoruz ama öbür madenlerde de durumun çok farklı olmadığına eminim. Soma faciasından bir gün sonra Zonguldak’ta bir madenci öldü, bir gün sonrada Konya’da. Umarım, bu konunun partiler üstü bir konu olduğunu ve madencilerin hayatının her gün, her yerde tehlikede olduğunu artık hepimiz çok net anlamışızdır.

Amerika’dan, Avrupa’dan veya Japonya’dan birilerini çağırıp da, parasını vereceğiz bu madenleri adam edin, işçilerimiz için risk olmaktan çıkarın desek, birçoğu için bunların adam olması mümkün değil diye rapor vereceklerini tahmin ediyorum. Umarım ben yanlış düşünüyorumdur. Yarın başka bir madenden gelecek bir haberle güne başlamayacağımızı kim garanti edebilir.

Madencilik zor bir iş, kömür madeni daha da zor bir iş ve doğru anlıyorsam bizim Zonguldak ve Soma kömür madenleri de iyice zor madenler. Almanya ile mukayese ettiğinde, buralardaki kömürün yapısı ve katmanları bile bir takım zorluklar yaratıyormuş. Bütün bunlar doğruysa, bizim onlardan çok daha fazla dikkatli olmamız gerekmez mi?

Kazalar olmadan önlem almak. Bu işin, en önemli noktası, önlem alma konusu. Bu konuyu daha önce de çeşitli platformlarda defalarca yazdım ve yazmaya da devam edeceğim. Madenlerin uzun geçmişlerinden dolayı bunları yapamayacaksak, bu önlemleri alamayacaksak, birileri çıkıp bu gerçekleri bize anlatsın. Kaza olmasını önlememiz mümkün değil, biz o yüzden kaza sonrasına yoğunlaşacağız, yaşam odaları yapacağız, kaçış tünelleri kazacağız, 5 saatlik maskeler dağıtacağız vs. vs. desin de biz de ne ile karşı karşıya olduğumuzu baştan bilelim.


Artık yalan söyleme, uyduruk denetleme yapma, günü kurtarma dönemi bitmeli. Günü kurtarma politikası, arkasında 970 tane gözü yaşlı çocuk bıraktı. Zaman, gerçekleri konuşma zamanıdır. Her türlü riski, artıyı, eksiyi herkes bilmeli.

Rahmetli bir madencinin eşi, televizyonda, “buralarda ara sıra her zaman bir, iki madenci ölüyordu ama bu boyutta hiç olmamıştı” dedi. Halk ara, sıra bir madencinin ölmesi piyangosunu zaten kabullenmiş. Benim kanaatkar, mütevazi, temiz çarşafı bile hak etmediğini düşünen halkım, bir gün kurada kendi isimlerinin çıkması riskini zaten kabullenmiş.

Başta da söylediğim gibi, tamamen sonuç odaklı çalışan bir işletmede, yüzyılların aksaklıklarını, 6-7 tane, hemen hemen hiçbir iyileştirme çalışması yapmaya veya bu yönde para harcamaya yetkisi olmayan, teknikerin, mühendisin sırtına yüklemek, benim vicdanımı rahatlatmıyor.
Düşünüyorum da, 301 kişi bile tutuklanıp cezaevine konsa benim vicdanım hiçbir zaman rahat etmeyecek galiba…

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Dertlerimle Baş Başayım

Günaydın Dostlar,

Madenin yanındaki tepede kamp kurmuş yüzlerce televizyon kamerası yok artık. Meşhur televizyoncular, gazeteciler de gitti. Kurtarma ekipleri evlerine döndüler, çay sohbetlerinde komşularına yaşananları anlatıyorlar. Kızılay çadırı bile yok artık.


Bir tek sen kaldın kardeşim; üzüntülerinle, dertlerinle, sorunlarınla baş başa.

Babasının seyahate gitmediğini daha kaç gün saklayabilirsin ki?

Çok yakında, kazadan sağ kurtulmuş madencileri televizyon programlarına çıkarma yarışı da bitecek; onlar da gidecek ve sen boş sokaklara boş gözlerle bakıp kalacaksın.
Evde oturmak istemiyorsun, dışarılara çıkıp bir şeyler bağırmak istiyorsun. Aslında, dışarı çıkmak da istemiyorsun. O zaman da kaybettiğin ağabeyinin anılarından uzaklaşıyormuşsun gibi geliyor. Dışarılar derdine çare olmuyor, belki de en iyisi evden hiç çıkmamak. Anlıyorum seni, duvarlar üzerine geliyor ve dışarı çıkmak istiyorsun.

Üzgünsün, boşluktasın, öfkelisin ama ne yapmak istediğinden de emin değilsin. Herkes kendi düşünceleri doğrultusunda bir şeyler söylüyor.  Seni bir yerlere çekmeye çalışıyor. Bir anda hepimiz bu maden işini senden daha iyi bilir olduk. Zannedersin ki ölüm tünellerinde yıllardır kader birliği yaptık. Kızıyorsun, şamata bitince yine çarşafın temiz kalmasının senin sağlığının önüne geçeceğini biliyorsun. Sen de yine eskisi gibi yüzü gözü, geleceği, umutları kapkara tozla kaplanmış; bizim hiç bilmediğimiz ve anlamadığımız bir dünyada çalışan; her an ölümle burun buruna olan hayatına geri döneceğinden adın kadar eminsin.

Beş altı hafta sonra, işin sorumluluğunu birkaç teknikerin, mühendisin sırtına yükleyip “Her türlü emniyet tedbirini aldık, madeni tekrar işletmeye açıyoruz.” dediklerinde ne yapacaksın? Ben vereyim cevabı senin yerine. Her türlü emniyet tedbirinin alınmadığını bile bile yine gidip gireceksin o ocağa. Gitmeme şansın yok ki başka bir yerde para kazanma şansın olmadığını sen de biliyorsun.

Biz mi ne yapacağız? Korkarım çok fazla bir şey yapamayacağız. Bir kaçımız "Bu maden daha hazır değil, hiçbir iyileştirme çalışması yapılmadı." diye bağıracağız, konuyu gündemde tutabilmek için elimizden geleni yapacağız ama zaten dinleyen de olmayacak. Hiç sesini çıkarmayanlar mı? Bir değişiklik yok. Onlar yine sesini çıkarmayacak. “Nasıl bu insanları bile bile böyle tehlikeli bir ocağa sokarsınız?” demeyecekler.

Bartın'da, Soma’da, Zonguldak’ta, orada, burada yerin altında çalışmayanların anlamasının mümkün olmadığı; sabahları evden helalleşerek ayrılarak işe gitme düzeni sürüp gidecek.

Bir tek sen kaldın kardeşim; üzüntülerinle, dertlerinle, sıkıntılarınla baş başa.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Soma İtfaiyesi...

Vahim olaydan sonra (televizyonda birçok kişiden duyduğuma göre) Soma itfaiyesi aranıyor. Onlarda, olay yerine ilk varan gruplardan biri oluyorlar ve gelir gelmez madene iniyorlar. Nereye kadar iniyorlar, ne yapmaya çalışıyorlar, o kısmını bilmiyorum ama iyi niyet içinde kendi canlarını da tehlikeye attıkları çok açık bir şekilde görülüyor.


Soma’daki kömür ocaklarının, o yöre için tek ekmek kapısı olduğunu 500 kere duyduk. Belli bir nüfusu olan ilçe, bu nedenden dolayı, Türkiye’nin her yerinden çok fazla göç de almış. Ben şimdi merak ediyorum. Soma’da kömür madenlerinden başka bir şey olmadığına göre, oradaki mevcut itfaiye grubu, kömür madeni yangınına karşı eğitilmiş midir?

İlçenin en ana konusu, bu kömür ocakları ise, o ilçede bulunan itfaiye de dahil olmak üzere, her birimin kömür madenlerinin özellikleri ve bu madenlerde çıkabilecek sorunlar konusunda eğitilmiş olmaları gerekmez mi? Kadıköy itfaiyesi kömür madeni konusunda pek bir şey bilmeyebilir ama Soma itfaiyesi için bunu söyleyemeyiz.

Televizyonda konuşan ve bu kurtarma çalışmasının başında olan yetkililerden bir tanesi ilginç bir şey söyledi. “Faciayı duyan, komşu illerin, ilçelerin itfaiye grupları, son derece iyi niyetle kalkıp buraya geliyorlar ama yapabilecekleri hiçbir şey yok, bir de ayakaltında işleri zorlaştırıyorlar” dedi. Kurtarma işinin başındaki insan bunların gelmesini istemiyorsa, kimdir bu itfaiye gruplarını Soma’ya yollayan. Bu bir gövde gösterisi midir, (bakın ne kadar çok insanla buradayız) veya bu gruplar kimseye haber vermeden, iyi niyetle kendiliklerinden mi gelirler? Sen gel, sen gelme diye bir Allah’ın kulu bunları yönlendirmez mi?
 
Madende büyük bir yangın çıkarsa ne yapılacağı konusunda, en ufak bir eylem planı yok mudur? Atıyorum, Soma itfaiyesini çağırmak bu planın içinde midir? İtfaiye bu durumda ne yapacağını biliyor mudur, yoksa madene inip de bir şeylere müdahale etmesi zaten mümkün değil midir?
Hep itfaiyeden söz ettik ama bu durum, oraya giden bütün diğer gruplar içinde geçerlidir. Maden özel bir iş yeri, hele kömür madeni daha da farklı bir yer. Tecrübesi, eğitimi olmayan bir insanın kömür madeninde bir arama kurtarma, yangın söndürme çalışması yapabilmesi ne kadar mümkün olabilir ki?

Zonguldak’tan gelen ve bu işi iyi bilen 18-20 kişilik bir ekip olduğunu anladık ama diğerleri bu işler için ne kadar eğitimlidirler ve onları oraya kim çağırmıştır Allah bilir. Bu bir deprem kurtarması değil, mağara kazası değil, bambaşka bir şey. İçeriden zehirli gazlardan tutunda, devam eden yangına kadar çok zor şartlar var. Orada bulunan Akut ve benzeri grupların hepsinin bu konularda eğitim almış olması bence çok hassas ve gerekli bir konudur.


Oraya gelen 500 den fazla kurtarma ekibinin, çok da iyi organize olamadığını gördük. Bunların birçoğunun bu iş için yetkili ve eğitimli olmadığını, dün akşam, Enerji Bakanı da açıkladı. Hep itfaiyecilerden söz ediyoruz ama bu durum, bu tip ilçelerde bulunan diğer bütün birimler içinde geçerli. Soma’da ki hastaneler, gelecek maden kazası yaralıları için hazırlar mıdır? Bu konuda özel bir eğitim almışlar mıdır? Belediyenin diğer birimleri ve diğer sivil ekipler, kömür madeni kazalarında ne yapmaları gerektiğini biliyorlar mı?

Eğitim şart. Bir kaza anında, kimin ne yapması gerektiği, bir yerlerde çok net bir şekilde yazıyor olmalı. Buna, maden içi ve maden dışı herkes dahil. Madende çalışanlarda, yöneticilerde, itfaiyede, hastanelerde, kurtarma ekipleri de, herkes kaza anında ne yapmaları gerektiğini çok net bilmeli ve bunun tatbikatları yapılmalı…

Bu sabah, kaza sonrasında yapılacaklardan konuştuk ama asıl iş kazanın olmamasını sağlamak. Yaşam odaları, gaz maskeleri, kaçış yolları vs. hepsi mutlaka olmalı ama hep bunlardan konuşarak asıl hedefi de unutmayalım. Asıl hedefimiz kaza olma riskini minimuma indirmek, daha anlaşılabilir bir tarifle, sıfırlamak…