23 Aralık 2016 Cuma

İlk Önce Ben İneceğim...

Günaydın dostlar…

İlk defa Pendik – Ankara Yüksek Hızlı Treni’ne bindiğimde, 15 dakika sonra tren Gebze’ye vardığı zaman, neredeyse vagonun yarısının inmek için hazırlanmasıyla büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. “Ulan adamlara bak, 1 istasyon için yüksek hızlı trene binmişler” diye kendi kendime söylenmiştim.
Gelin görün ki olay farklıymış. Amcalar, teyzeler sigara içmek için aşağıya iniyorlarmış. Meğerse 15 dakika içinde sigarasızlıktan ölmüşler. 3 dakika içinde içecekleri 3 nefes sigara yanlarına kar kalacakmış. İşin ilginç yanı, sigaracı arkadaşlar tren her durduğunda aynı senaryoyu bir kere daha tekrarlıyorlar.


Hayatı boyunca hemen hemen hiç sigara içmemiş bir insan olarak benim bu durumu anlamam çok kolay olmasa da, sigara konusunun büyük bağımlılık yaratan, değişik bir tiryakilik olduğunun da bilincindeyim. Sigara içmesem de yakın dostlarım sayesinde bu konuda epeyce bir uzman oldum. Yanımdaki bütün insanlar maşallah iyi sigara içicisi. Günde 3 pakete yakın içen dostlarım bile var. Tek bir güne 3 paket sigarayı nasıl sığdırabiliyorlar bilmiyorum ama bu konu da gerçekten de çok başarılar.

Bu konunun uzmanı olan arkadaşlar bizi aydınlatsınlar. Buz gibi bir havada trenden inerek, sigaradan iki nefes çekmeye çalışmak bu işin gerçeği midir? Trende giden bir insan 15 dakikayı zar zor mu geçiriyordur?

Tren istasyona geldiğinde, kapılar açılıyor ve büyük bir güruh aceleyle aşağıya iniyor. Bu grubun zamanı kıymetli olduğu için, hepsi paltolarını giyip kapının önünde hazır bekliyorlar. Sigara yolcuları yüzünden, gerçekten o istasyonda inmek durumunda olanlar ikinci planda kalıyorlar. Doğal olarak, binerken de ilk önce sigaracıların inmesini bekliyorsunuz. Onların acelesi var, sizin binmenizi beklerlerse sigara içecek vakit kalmaz.

2-3 kişiden söz etmiyoruz, tren her durduğunda vagonun neredeyse yarısı boşalıyor. Bütün bu sigara iniş binişleri, trenin her istasyonda averajda 1-2 dakika geç kalmasına neden oluyor. Bu gecikmeleri genelde yolda kapatıyor ama bazen kapatamadığı zamanlar da oluyor.

Dünyanın ilerlemiş memleketlerinde herkes sigaradan uzaklaşırken, bizim halen (15 dakika daha dayanamayacak bir halde) çok yoğun bir şekilde sigara içiyor olmamızı büyük bir talihsizlik olarak görüyorum. İnsanların kalplerinin sıkıntı ve üzüntü dolu olması da, bu yüksek kullanım oranının nedenlerinden biri olabilir. Sebebi ne olursa olsun; ister sıkıntıdan, ister mutluluktan sigara içmeyi çok sevdiğimiz de bu işin bir başka gerçeği.
Trendeki sigara acelesi, bana Burdur 58. Topçu Tugayı’ndaki günlerimi hatırlattı. Sabahları kahvaltıda iyi bir şeyler olmadığı zamanlarda, tugay içindeki büfeden bir şeyler almaya çalışırdık ama çoğunlukla sıra bize gelmeden içtima vakti gelirdi. Bir paket Burçak alamadan sıradan ayrılmak zorunda kalırdık.
Bu esnada da sürekli sıranın arkasından taciz olurdu. “Arkadaşlar yiyecek almak isteyenler lütfen sıradan çıksın, biz burada sigara almak derdindeyiz” tipi bağırmalar hiç bitmezdi. İnsanlar sigara işine o kadar odaklanmışlar ki, “Gerekirse sen aç kal, yeter ki ben sigara alabileyim” demek istiyor. Sigara içebilmek askerlikte büyük keyifti. Bazen, “İsteyen sigara içebilir” denildiğinde, millet bayram ederdi.

Amerika’da sigarayı artık gizli kapaklı dolapların içinden satıyorlar. Sağa sola gittiğiniz zaman çok fazla sigara içen de görmüyorsunuz. Gelişmiş ülkelerde satışları azalıyor ama Orta Doğu, Asya ve Afrika gibi yerlerde satışlar tavan yapıyor.

Keşke bizim topraklarımızda da insanlar daha bilinçli olsa da sigaradan vazgeçebilse. Hem sağlık açısından, hem de finansal olarak birçok artı getirisi olacağına eminim. Umarım bir gün herkes sigara bağımlılığını kontrol altına alabilir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Aralık 2016 Cumartesi

Soğuk Geceler

Günaydın Dostlar,

Bu haftaki gibi soğuk gecelerde sıcak bir ortamda olduğum için Allah’a şükrediyorum ama bir yandan da aklım soğukta çalışmak veya daha da zoru soğukta yaşamak zorunda olanlarda kalıyor.
Dün gece salonda oturmuş boş boş televizyona bakarken (izliyordum demiyorum zira bakıyordum) sokaktan geçmekte olan bozacının sesi beni bir kere daha çocukluğuma götürdü. Zaten bozacılar, küçüklüğümden beri hep aklımdadır; bir de üzerine geçen sene Orhan Pamuk’un romanını okuduktan sonra hiç aklımdan çıkmaz oldular.


Allah kimseyi soğuklukla veya açlıkla terbiye etmesin. Soğukta yaşamak kolay bir iş değil. Ayrıca bu durum sadece insanlar için geçerli değil. Bu gibi akşamlarda sokak hayvanlarının da çok üşüdüğünü düşünüyorum. Yüzlerine baktığınız zaman da üşüdüklerini hissediyorsunuz. Belli bir dereceye kadar bizden daha dayanıklı oldukları kesin ama onlar da üşüyor. Hem de çok üşüyorlar.

Tüyleri sırılsıklam olmuş bir köpeğin rüzgâr altında, -5 derecede üşümediğini düşünmek bana hiç inandırıcı gelmiyor.

Dediğim gibi sokaktaki bütün canlılara sempatim var ama aklım bozacılarda. Koskocaman bir güğümle buz gibi havada saatlerce yürümek her babayiğidin becerebileceği bir iş değil. Zaman zaman da "Bozacı amcalar için başarılı bir akşamın tanımı nedir acaba?" diye düşünürüm. Bu kadar eziyetin karşılığında bir gecede kaç para kazanıyorlardır acaba?
Herkesi düşünüyorum ve “Allah yardımcıları olsun.” diyorum ama bozacılar ve sokak hayvanları benim listemde ilk sıradalar. Nedenini ben de bilmiyorum. Muhtemelen Ankara'da büyürken Bahçelievler’in buz gibi kış akşamlarında boza satan amcalardan etkilenmişimdir. Evcil hayvanlar konusu da annemin kedilere olan merakından kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Evlerini, yurtlarını terketmek zorunda kalanlar da her zaman aklımın bir köşesinde. Natamam inşaatlarda veya naylon branda duvarlı odalarda soğuğa karşı direnmek acı bir iş. Allah yardımcıları olsun.

Her zaman “Rutin hayatımız için Allah’a şükretmeliyiz.” derim. O sıkıcı bulduğumuz, işten eve evden işe gidip geldiğimiz hayat bizlere Allah’ın bir lütfudur. Bu lütfu iyi anlayıp soğukta kalan canlılara her kim olursa olsun (elimizden geldiği kadar) yardım etmeliyiz. Bir insanı, bir köpeği, bir kediyi bile soğuktan kurtarabiliyorsak insanlık adına büyük bir hamle yapmış oluruz.

Geçen akşam tren istasyonuna geldiğimde oradaki taksileri organize etmeye çalışan şahsın karla kaplanmış hali de içimi burkmuştu. Üzeri gayet az giyimli olan bu amca, tipi şeklinde yağan kar altında minicik bir karton bardaktan içtiği çayla ısınmaya çalışıyordu.
Bilmiyorum sizlere de aynı durum oluyor mu ama ben bu tip durumlar gördüğüm zaman hepsine birden yardım etmek istiyorum. Yağan karın altında beklerken keşke imkânım olsa da herkese yardım edebilsem diye düşünüp duruyorum.
Sevgili dostlar, hayat zor. Bazılarımız için de çok daha zor. Birçok insanın aklına bile getirmediği problemleri her gün yaşayan insanlar var. Her gün “Acaba bu akşam nerede sıcak bir ortam bulacağım da donmadan uyuyabileceğim?” diye düşünmenin nasıl bir duygu olduğunu Allah hiçbirimize göstermesin.

Sobaya iki kürek fazla kömür atabilenler, “Ahmet Efendi kaloriferin ısısını biraz artır.” diyebilenler, “Acaba bu gece kombinin sıcaklığını bir derece daha arttırsak mı?” gibi çok zor bir karar vermek zorunda olanlar veya elektrikli ısıtıcılarla uyuyanlar; bunları ancak kıvrıldıkları merdiven altında rüyalarında görerek ısınanları hiç unutmasınlar.  

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

5 Aralık 2016 Pazartesi

Amerikalının Sıkıntısı...

Günaydın dostlar…

Güzel ülkem derin bir uykuya daldıktan sonra otelin lobisine iniyorum. Lobinin sakin kafe ortamında, iki teyze ve bir amca oturmuş bağıra bağıra dertlerini ortaya döküyorlar. Yaşları muhtemelen benim yaşıma yakın olan bu insanların sıkıntıları çok büyük. Milletin ne konuştuğunu hiç dinlemem, hiç de merak etmem ama samimi bir ortamda, konuşmalar da yüksek sesle olunca ister istemez her söyleneni duyuyorsunuz. Önce sarışın teyze alıyor sazı eline.
 
Teyzemin derdi otoban bağlantı yolları ile alakalı. Birçok ülkede olduğu gibi Amerika’da da büyük otobanların, yoğun trafik olan bağlantı noktalarında otobana giriş ışığı var. Trafiğin yoğunluğu otomatik olarak ölçülüyor ve akışın hızına göre otobana girecek olanlara yol veriliyor.
Işık belirli aralıklarla yeşil yanıyor ve her yeşilde bir araç otobana dâhil oluyor. Bizde olsa kaç araç girebileceğini düşünebiliyor musunuz? Yoğunluk azaldıkça da yeşil ışık daha sık ve daha uzun yanmaya başlıyor. Doğal olarak bunun nedeni de, anayolu sürekli akar bir halde tutup, içinden çıkılmaz bir düğüm haline getirmemek.

Bizim teyzenin sıkıntısı da bu noktada başlıyor. Buraların göbeğinden geçen 495 numaralı otobanda, yeşil ışık yanma sürelerinin trafik yoğunluğu ile çok da uyumlu olmadığını düşünüyor. Kadının sıkıntısına bakın; oturmuş bunları düşünmüş. Allah başka dert vermesin. Masalarına gidip, “Bizde de her gün trafik kazalarında 20 kişi ölüyor” demek istiyorum.

Teyzem, iki bira içim süresi kadar bir zamanda bu konu ile ilgili bütün sorunlarını dile getirdikten sonra, söze öbür teyze giriyor. Onun derdi de itfaiye araçları. Amerika’da her şeye itfaiyeciler koşuyor. Günde 20 defa siren sesleri duyuyorsunuz. Bizden farklı olarak, buradaki itfaiyeciler can kurtarma işi de yapıyorlar. Biz de o işleri ambulans ile gelen sağlık personeli yapıyor.

İyi güzel de sıkıntı nerede? Durun bir dakika, hemen anlatacağım. Bu itfaiye araçları bütün ışıklarını ve sirenlerini açıp yollarda giderlerken, teyzemi ürkütüyorlarmış. Aynadan kocaman bir aracın bu şekilde üstüne geldiğini görünce, teyzem ne tarafa kaçacağını şaşırıp, bulunduğu şeridin ortasında duruyormuş. Aslında belki de en iyisini yapıyor.

Amerikalıların bir iyi tarafı vardır. Gidip de problemlerini başkalarının kucağına atmazlar. Muhakkak problemleri ile ilgili olarak bir de öneri getirirler. Teyzemin önerisi de, itfaiye araçlarının sadece yan taraflardaki ve arkadaki ışıklarını açarak hareket etmeleri yönünde. Allah başka dert vermesin. Masalarına gidip, “Bizde de geçen gün köprünün yüksekliğini hesap edemeyen itfaiye aracının merdiveni, köprüyü yıktı” demek istiyorum.
Biralar bitiyor, Amerikalının derdi bitmiyor. Kadınların 4 saatlik seansından sonra sıra zavallı amcama geliyor. Amcamın derdi saat 17.00 – 19.00 arası 5 Dolara satılan biraların neden daha sonraki saatlerde fiyatının arttığı konusu.

“Bence hiçbir mantığı yok” diye söze başlıyor sevgili amcam. Bira aynı bira, mekân aynı mekân; ne değişiyor da bira fiyatı artıyor? “Saat 19.00’dan sonra biraya zam mı geliyor, vergisi mi artıyor, ne oluyor?” diye soruyor bizim amca. Sorularına cevap bulabilir mi bilmiyorum ama beni çok güldürdüğü kesin.

Her şeyi bilen teyzeler, “Belli saatlerde müşteriyi buraya çekmek için fiyatları ucuzlatıyorlar” diyerek izah etmeye çalışıyorlar ama bizim amca oralı bile olmuyor. “Ucuzlattıkları saatlerde zararına mı satıyorlar?” diye sorunca beni bitirdi. Allah başka dert vermesin. Masalarına gidip, “Bizde de zaten üzerinde 70 çeşit vergi olan biranın vergi oranları arttırıldı” demek istiyorum.

Gördüğünüz gibi dostlar, Amerika’nın (ve Amerikalının) her şeyi farklı olduğu gibi, sıkıntıları da farklı. Görülüyor ki, sıkıntılar büyük olmayınca, küçükler hemen onların yerini dolduruveriyor. Allah, bize de itfaiye araçlarının hangi ışıklarını yakacakları konusundan başka hiçbir derdimizin kalmadığı günler göstersin.
Hepimizin sıkıntısız günler görmesi dileği ile ilk defa Türkiye dışında bir yerlerde yazdığım sabah yazımı noktalıyorum.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…