29 Ocak 2015 Perşembe

Sweetmans Road...

Günaydın dostlar…

Güncel haberlerden artık hepimiz yorulduk ve hepsini ezberledik. Gelin bu güzel perşembe sabahında sizleri eskilere, Sweetmans Road’a götüreyim.  Siz, “Orası da neresi kardeşim?” diye sormadan ben hemen anlatayım.
Sweetmans Road, benim Oxford’da okula giderken yaşadığım sokağın ismi. Daha önce de belirtmiştim, herkes beni Amerika’ya gitti zanneder ama ben aslında ilk Oxford’a gitmiştim. Yenişehir Koleji gibi İngilizce ağırlıklı eğitim veren bir okuldan hiçbir şey öğrenmeden çıkmayı başarabildiğim için, biraz İngilizce öğrenmem gerekiyordu.


Niyetim de İngiltere’de üniversiteye gitmekti ama sonradan Amerika işi çıkınca İngiltere’den vazgeçmiştim. İyi ki de vazgeçmişim, hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biri olmuş. Oxford’da bir lisan okuluna kaydımı yaptırmıştım, kalmak için de "aile yanı" seçeneğini seçmiştim. Komiktir bu hayat, kimsenin evinde kalmayı sevmeyen Emin, gitti İngiliz bir ailenin yanında kaldı.

Aslında düşündüğünüz zaman 17 yaşında bir çocuğu hiç tanımadığı bir ortamda, hiç bilmedikleri bir ailenin yanına yollamak çok da kolay bir iş değil. Bizimkiler iyi cesaret etmişler.

Oxford’a gidildi, kayıt yaptırıldı ve Sweetmans Road’daki ailenin yanına doğru yola çıkıldı. Taksi gitti de gitti. “Ulan Emin sıçtın, burası cehennemin dibi” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Babam ile beraber gitmiştik. Kısa bir sohbetten sonra, babam aynı taksi ile 15-20 dakika sonra geri döndü. Bir anda hiç tanımadığım bir evde armut gibi kaldım. Hani insanda “Ulan ben burada ne yapıyorum?” duygusu oluşur ya, işte bende de ondan vardı.
Ailenin iki küçük çocuğu vardı ama onlar ben gittiğimde okuldalardı. On kelimelik İngilizcemle, toplasan beş tane cümle kurabilecek lisanımla 35 yaşlarında bir çift ile baş başa kalakaldım.
Bir müddet sonra da; evde bir öğrencinin daha kaldığını, adının Sami olduğunu ve Ermeni asıllı, Lübnan’da yaşayan biri olduğunu öğrendim. Bir gün önce çocuğa, “Türkiye’den bir öğrenci gelecek.” demişler, o da “I hate Turks.” demiş…

Durumu özetlersek; ilk günkü tablomuz da, iki gram İngilizce bilmeyen Emin, cehennemin dibinde bir ev ve yan odasında Türklerden nefret eden bir Sami. Hadi bakalım hayırlısı. Bu arada hemen belirteyim, sonraki günlerde Sami ile büyük dost olduk. Beraber kavgalar da ettik, seyahatlere de gittik, her türlü eğlenceyi, sıkıntıyı da yaşadık. Birçok insana değişmeyeceğim çok mert ve iyi bir çocuktu.

Ben Amerika’ya gittikten sonra yıllarca temas halindeydik ama sonra yaşamın parametreleri herkesi kendi yoluna doğru itti ve irtibatımız yavaş yavaş koptu. Şimdiki sosyal platformlar olsa eminim halen görüşüyor olurduk.
Dediğim gibi, Sami sorun değildi, sorun Sweetmans Road diyebilmekti. Her zaman otobüsle gelip gidiyorduk ama bazen son otobüs saatini kaçırdığımız için taksiye de binmek zorunda kalabiliyorduk.
Taksiye bindik binmesine ama gideceğimiz sokağın adını söyleyebilmek büyük bir sorundu. Sivitmens Rood diyom ama adam öküzcük gibi bakıyor. Her türlü aksanımla yetmiş çeşit söylemeye çalışıyorum ama anlaması mümkün değil. En sonunda, taksicilere göstermk için  yazılı bir kâğıdı yanımda taşımaya başlamıştım.

Bir müddet sonra biz de onlar gibi sıvıtmıns rood demeyi öğrendik de kâbus bitti. O zaman anladım ki; sadece kelimeleri, cümleleri öğrenmek değil, onların konuştuğunu anlayıp, onların anlayabileceği şekilde geri konuşabilmek de gerekiyor.

Aile yanında yaşamak zor oldu ama çok kısa sürede iyi İngilizce öğrenmem açısından da çok faydalı oldu. Yaşadığım yerin şehre uzak olması, şehirdeki Anadolu çocukları ile çok fazla takılamama neden oluyordu, bu da evdeki, sokaktaki insanlarla samimiyetimi arttırıp İngilizcemi geliştirmemi sağladı.
Oxford anıları bitmez. Bir seneye çok fazla şey sıkıştırdık ve oldukça iyi bir seviyede İngilizce öğrenmiş olarak, Amerika’nın yolunu tuttuk. Yine bir sabah aklıma gelirse, o günlerden bir şeyler daha yazmaya çalışırım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

26 Ocak 2015 Pazartesi

Mesaj Yok...


Günaydın dostlar...

Her yerde arıyorum…
 
Kalabalıktan adım atılamayan boş sokaklarda, gürültünün sessizliğinde, sakin denizin masmavi sularının karanlığında, beraberce dinlediğimiz şarkıların içinde, onun resimleriyle dolu boş duvarlarda, şarap şişesinin dibinde, kadehlerin kocaman kenarlarında, telefonun yanan her ışığında, soğuk kış günlerinin yakıcı sıcaklığında, kapı her çaldığında, karşıma çıkan her yüzde, her yerde, her zaman onu arıyorum.
Bilmiyor mu onu ne kadar aradığımı? Neden bir mesaj bile yok?

Yanılıyorsun güzel kardeşim…

Mesaj var…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

24 Ocak 2015 Cumartesi

Dikkatli Oynayın Camları Kırmayın...

Günaydın dostlar...

"Dikkatli oynayın camları kırmayın" denirdi ama Emek Mahallesi'ndeki apartmanın bahçesinde cam kırmadan futbol maçı yapmak imkânsız gibi bir şeydi. Dar alanda kısa paslaşmalar yapalım derken eninde sonunda bir gün zemin katındaki dairenin camlarından biri kırılırdı.

Anneler, babalar cam parası ödemekten bıkmıştı. Beş altı çocuk bahçede sürekli maç yaptığı halde, cam kırıldığı zaman en son topa kim dokunmuşsa, parayı ödemek de onun ailesine düşerdi. Köşeden topu çıkarırsın; Allah’ın cezası top da gider oturma odasının camını kırar, ödemek de senin ailene düşer.
 
Hiçbir zaman, yahu biz bu oyunu hep beraber oynuyoruz, cam kırıldığı zaman da hep beraber ödeyelim gibi bir durum olmadı. İhale her zaman topa son vurana kaldı. Hâlbuki icraat ortak, cezası da ortak olmalıydı.
Düşünüyorum da; ha cam kırmışsın, ha kafa kırmışsın bizim ülkede hiçbir şey değişmiyor. Beş altı tane Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka kimsenin alamayacağını bilmeyen cahil toplanıyor, karanlık sokaklarda 19 yaşında bir genci öldürüyor, ihale de en son tekmeyi atana kalıyor.

En sondan bir önceki darbeyi indiren cahil suçlu değil mi? Veya daha mı az suçlu? En son tekmeden sonra bir tekme daha atılsaydı, bu sefer de en suçlu en son tekmeyi atan mı olacaktı? Burada hep beraber yapılan bir vahşet var, durup dururken bilerek ve isteyerek bir genci öldürmek var. Camın kırılması gibi en son topa sen dokundun diyemeyiz. Maçı yapanların hangisinin ne oranda suçlu olduğuna, bir tanesinin topa en son dokunmuş olmasıyla karar veremeyiz. Bu oyunu oynayanların hepsi aynı ölçüde suçludur.

Neymiş? Ali İsmail korkmazmış, Fenerbahçe de yıkılmazmış. Fenerbahçe, 100 senedir yıkılmadığına göre muhtemelen bundan sonra da yıkılmaz ama inanın Ali İsmail korkmuştur, hem de çok korkmuştur.

Karanlık bir sokakta altı yedi kişi tarafından kıstırılan ve tekme tokat dövülen bir çocuk. Siz olsanız korkmaz mısınız? Dayak yerken de, sonrasında da ölebileceğini düşünmüyor. Neden? O kadar genç ki, ölüm henüz onun sözlüğüne girmemiş. Konuyu bile bilmiyor. O daha çocuk ama korkuyor, çok korkuyor.

Bu insanların, sırf kendileri gibi düşünmüyor diye öldüresiye üzerine saldırmalarına bir anlam veremiyor. Adam mı öldürdü, hırsızlık mı yaptı, birine mi vurdu, silah mı çekti, ne yaptı Ali İsmail Korkmaz?
Tek suçu, karanlık yolda kendini kıstıranlarla aynı görüşte olmamak, başka hiçbir suçu yok. Bu nasıl bir nefrettir? Bu nasıl bir düşmanlıktır? Her önüne gelen kendi gibi düşünmeyenin üzerine saldırıp öldürmeye kalkarsa ne olur bu dünyanın hali? İzinsiz gösteriye mi katılmış, taş mı atmış, varsa bir suçu alıp götürürsün bağımsız yargı önünde hesabını verir. Döve döve öldürmek ne oluyor? Sen mi verdin ona o canı da almaya kalkıyorsun?
Arkadaşlar hepimizin kendine göre farklı görüşleri var. Bu konu siyaset için de geçerli, futbol için de, yaşamın diğer parametreleri için de. Sizin gibi düşünmeyenler sizin düşmanınız değil. Farklılıklara ve farklı görüşlere saygılı olmayı öğrenip, medeni eleştiriler yapabilmeyi öğrenebildiğimiz gün çok yol almış olacağız.

Sen benim gibi düşünmüyorsun, o yüzden de ben senden nefret ediyorum duruşu kimseye bir şey kazandırmaz. Arabaya bindiğiniz zaman isterseniz gaza sonuna kadar basıp karşıdaki duvara çarpabilirsiniz. Çok kolay. Önemli olan arabayı sağa sola çarpmadan kullanabilmek. Marifet yanlış işler yapmakta değil, doğru olabilmeye çabalamakta.

Hiçbir din, insanlara "Git de senin gibi olmayanlardan nefret" et diye öğüt vermiyor. Konu ne olursa olsun, karşımızdaki kim olursa olsun, “Bunu güzel yaptın kardeşim”, “Bunu da kötü yaptın kardeşim” diyebilecek olgunluğa ulaşmamız gerekiyor.
Her zaman söylediğim gibi, ben çok iyi bir Fenerbahçeli olabilirim ama efendiliğiyle, sporculuğuyla da Muslera’yı severim. Aslında konu bu kadar basittir.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

15 Ocak 2015 Perşembe

Ben Bilerek Yaptığını Düşünüyorum...

Ben, bilerek yaptığını düşünüyorum ama aslında hiç fark etmez, bilerek de yapıyorsan, bilmeyerek de yapıyorsan artık yapma…

İnsanları mutsuz etmek, sinirlendirmek hoşuna mı gidiyor, yoksa işine mi geliyor? Belki de bu yolla belli bir kazanç sağlıyorsun ama nedenin her ne ise, artık yapma...
 
Rahmetli anneannem anlatırdı, uzun yıllar önce Ramazan aylarında apartmanda yaşayan Rum kökenli komşuları da onlarla beraber oruç tutarlarmış. Düşünceliliğe bakın, zarifliğe bakın, bir de bugünkü halimize bakın. Herkesin birbirinden nefret ettiği kutuplaşmış bir ortam.
Komşuya saygı ve sevgi göstermek en değerli davranışlarımızdan biridir. Yanıbaşınızdakilerin önem verdiği, inandığı şeylere sizlerin de saygı göstermesi sokaktaki mutlu yaşamın en olmazsa olmaz parametrelerinden biridir.

Küçük büyük her toplumun inandığı, saygı gösterdiği ve saygı beklediği konular vardır. Bunların en başında da sevgili peygamber efendimiz gelir. Biz, bu gibi konuların yazılmasını, çizilmesini arzu etmeyiz. "Dünyanın en iyi niyeti" ile bile çizilmiş olsa, bu bizi rahatsız eder.

Milyarlarca insan buna inanır, önem verir ve saygı gösterir. İlle de çok dindar olmanıza gerek yok. Peygamber efendimiz ile ilgili çizilen her şey hepimizi mutsuz eder. Avrupa’daki sevgili komşularımız da bunu bile, bile çıkıp sık sık bu yarayı kaşırlar.

İslam âleminin bu durumdan hoşlanmadığını bilmeyen kalmadı. Kimse çıkıp da “Ben bilmiyordum.” diyemez. Peki, biliyorsunuz da milyarlarca insanı üzecek ve sinirlendirecek bu işleri neden yapıyorsunuz kardeşim? Bu işin yine tepki çekeceği koca kafanıza girmiyor mu?

Sorumun cevabını da ben vereyim. Tabi ki kafalarına giriyor ama bilerek yapıyorlar. Bir şeyleri ispat etmek için bilerek yapıyorlar. Dikkat ederseniz, bu tip davranışlar da genelde hep Avrupa’dan çıkıyor. Avrupa’da, İslam ile hiç bitmeyen bir çekişmeleri olduğu gibi, aynı zamanda da "ben Avrupalıyım, özgürüm istediğimi yaparım" şımarıklığı var.
Yapamazsın kardeşim. Özgürlük demek, insanların inandığı, sevdiği, değer verdiği ve yapılmaması gerektiğini düşündüğü işleri yapmak değildir. Sen burada otururken, yaptığın işlerle komşunun manevi değerlerine saygısızlık edemezsin. Özgürlük, sana başkalarını maddi veya manevi olarak rencide etme hakkı tanımaz.
Mahallede şımarık çocuklar olur ya, insanları sinirlendirip, dayak yiyeceğini anlayınca da babalarına kaçarlar; işte tam da öyle bir durum. Her türlü şımarıklığı yapacaksın, ondan sonra da "Neden sinirlendiniz?" diyeceksin. Böyle bir dünya yok kardeşim.

Bu dünyada herkes birbirinin inancına, ırkına, yaşamına, manevi değerlerine saygılı olmak zorundadır. Anlamayabilirsin veya sana çok ters veya değişik de gelebilir ama kitlelerin inandığı değerlere de saygısızlık yapamazsın.

"Benim ülkemde özgürlük var, ben istediğimi yazarım, çizerim" ruh haliyle bir yere varamayız. Yanlış bir şeyler yapmak çok kolaydır ama önemli olan doğru şeyler için uğraşmaktır. Ey Avrupalı kardeşim, sen de bizim inançlarımıza ters düşen işler yapacağına, bizi anlamaya çalışırsan daha güzel günler yaşayabiliriz diye düşünüyorum…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Ocak 2015 Salı

Hangi Ağaç Olmak İsterdin?

Günaydın dostlar...

Facebook’ta aktif olan arkadaşların da çok iyi bildiği gibi hepimize çeşit çeşit talepler geliyor. Oyun talepleri, şunlar, bunlar tamam da, “Hangi ağaç olmak isterdin?” veya “Geçmiş hayatınızda hangi hayvandınız?” gibi talepler benim çok canımı sıkıyor.

Yazılmış bir takım basit aplikasyonlar, sizlere yüzlerce ahret suali sorarak, sizin hakkınızda bir takım kararlara varıyorlar. Bunu yapmak için de muhakkak aplikasyonu yüklemeniz gerekiyor. Sonuçta parayı oradan kazanıyorlar.
 
Bu sabah daha gözümü açmadan yine böyle bir uygulama çıktı karşıma. Hangi şehirde oturmak isterdiniz? Sana ne kardeşim. Ayrıca ben bunu zaten biliyorum. Bunu öğrenmek için senin yüzlerce salak soruna ihtiyacım yok.
Nerede yaşamak isterdin, nerede çalışmak isterdin gibi sorular yine bir ölçüde mantıklı sorular. Veriyorsun cevaplarını sana uygun bir şeyler çıkıyor. Sonra da dünya âlemle “Bakın ben meğerse hep San Diego’da yaşamak istermişim” diye paylaşıyorsun. Allah'tan bu program bunu ortaya çıkardı da rahat ettik.

Eş, dost, akrabalar da yorum yazıyorlar, “San Diego çok güzel bir şehirdir, ben de çok severim”.

Dediğim gibi bunlar yine katlanılabilir aplikasyonlar. Bir de “Sen hangi renksin?” veya “Sen hangi doğa olayısın?”  tipi işler var. Bu nedir kardeşim? Biri bana izah etsin. Bunu kim, niye yazar ve biz niye bir sürü soruya cevap vererek ne renk olduğumuzu veya hangi doğa olayı olduğumuzu anlamaya çalışırız? Bunu hiçbir zaman anlayamadım. Belki de bir çeşit bilgi toplama yöntemidir.

"Sen kar yağışısın" diye bir sonuç çıktığı zaman, bu tam olarak ne ifade ediyor? Senin soğuk bir yapın var anlamına mı geliyor?

Başka bir tanesi de “Hangi marka araba olduğunu öğrenmek istiyor musun?” diye soruyor. Şimdi ben ne cevap vereyim böyle bir soruya? Aslında insanın aklına bin türlü cevap geliyor da, sabah sabah terbiyemi bozmak istemiyorum.
Bana daha da enteresan gelen konu, birileri oturuyor bunları yazıyor ve bu işten para kazanıyor. Yaratıcı düşünce böyle bir şey olsa gerek. Biri gelse size ve dese ki, “Bir program yazıp insanların hangi içecek olduklarını ortaya çıkaracağız ve bu yolla da çok para kazanacağız”, gülersiniz herhalde.
Aslında bu gibi durumlar para kazanma işinin ne kadar büyük bir okyanus olduğunu gösteriyor. Adamlar denemiş. Biz olsak “Çok saçma” der teşebbüs bile etmeyiz. Bu tip girişimler fikirlerden korkmamamız gerektiğinin en büyük ispatı. İletişim çağında bilhassa şimdiki gençlik ile neyin tutacağı hiç belli olmuyor.

Çocuklar hangi sebze olduklarını merak ediyorlar. Hele bir de sen salatalık, sevdiğin insan da domates çıkarsa sizden iyisi yok. Bu nasıl bir uyumdur. Neredeyse çoban salatası uyumu var.

Bir sürü soruya cevap vererek bir neticeye ulaşıyorsun. Niçin yapıyorsun bunu? Paylaşabilmek için. Sayı Olsan Hangisi Olurdun aplikasyonunun neticesi 13 çıkıyor. İnsanlar da başlıyorlar yorum yapmaya. "Bizim kedi de ayın 13'ünde üç tane yavru doğurmuştu" diye. Sanki aralarında bir bağ varmış gibi. Bazen de "Benim en samimi arkadaşımın doğum günü de ayın 13'ünde" gibi tutarsız yorumların ardı arkası kesilmiyor.
Bu sabahlık da bu kadar arkadaşlar. Uzaktan adalara bakmaktan sıkıldım. Gidip bir ada olsaydım hangisi olurdum, onu öğrenmeye çalışacağım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

5 Ocak 2015 Pazartesi

Her Türlü Önlemi Almak

Günaydın Dostlar,

Aklımın erdiği günden beri bu cümleyi bir türlü anlamadım. Bu cümlem şaka değil, gerçekten anlamazdım.

Biraz evvel de vatandaşın biri çıkmış, “Çok soğuk ve kar geliyor, herkes önlemini alsın.” diyor. Böyle bir cümle duyduğum zaman, tam olarak ne yapacağımı bilemiyorum. Soğuk ve kar geliyorsa Emin bu konuda ne yapabilir? En fazla yapabileceğim şey, dışarı çıkmamak olur. Onun da kimseye bir faydası olmaz.
 
“Yağmur yağacak, her türlü önlemi alın.” denildiği zaman, "Nasıl alacağız ki bir gecede şehrin bütün altyapısını mı düzelteceğiz?" diye düşünürdüm. Tabii bu olaya tersinden de bakabiliriz. Belediyeler çıkıp da “Kar yağışı için her türlü önlemi aldık.” dediklerinde tam olarak ne demek istiyorlar?
Ben söyleyeyim. “Bütün kamyonlarımızı yollara saldık, şoförlerini 24 saat uyumamaları konusunda uyardık.” demek oluyor. Zaten başka da yapacakları bir şey yok. Yetersiz yolları ve altyapıyı değiştiremeyeceklerine göre ancak bir şeyler yapıyormuş gibi görünme turları atabilirler.

Yetkililer çıkıp da “Her türlü önlemi aldık.” diye açıklama yaptıklarında içiniz rahat ediyor mu? “Tamam; devletimiz her türlü önlemi almış, artık korkusuzca sokağa çıkabilirim.” diyebiliyor musunuz? Vallahi, ben diyemiyorum. Son derece iyi niyetli de olsalar, ağır hava koşullarına karşı yapabilecekleri çok fazla bir şey olmadığını biliyorum.

Yıllarca Michigan’da metrelerce kar yağan bir ortamda yaşamış biri olarak, 5 cm kar yağdığı zaman İstanbul’un ne hale geldiğini görmek, ilk döndüğüm yıllarda beni çok şaşırtıyordu ama sonra alıştım. Bırakın kar yağmasını yağmur bile yağsa hayat düğüm oluyor.

Bunun nedeni de ne kar ne de yağmur. Zaten pamuk ipliğine bağlı olarak yaşayan bir şehir, en ufak bir sorun çıktığında anında yaşanmaz hale geliyor. Üç beş yıl önce, İstanbul il sınırları içinde insanların donmamak için arabalarını TEM Otoyolu'nda bırakıp kaçtığı günleri hepimiz hatırlarız.

Yine böyle 3 cm kar yağdığı bir akşamda, Dudullu’dan dört saatte çıktığımızı hatırlarım. (Bir başka gecede de hiç çıkamayan arkadaşlar olmuştu) Tamam, kar yağdı ama asıl neden kar yağışını görünce kendini kaybeden sürücülerdi. Kar yağıyor diye her yola ters, düz, her şekilde girerek ortalığı içinden çıkılmaz bir düğüm haline getirdiler. Herkes doğru dürüst araba kullanmaya devam etseydi, biraz gecikirdik ama böyle bir rezalet yaşanmazdı.
Benim evim Dudullu ofise 10,5 km. Dört saatte yürüsem giderdim. Hiçbir şekilde kış koşullarına hazır veya alışık olmayan sürücüler, en ufak bir yağışta etrafı panayır yerine çeviriyorlar. Kar yağmaya başlaması, senin bulduğun her yola girip etrafı felç etmen için bir neden teşkil etmez.

Sürücüler hazır değil de peki araçlar hazır mı? Onlar da değil. Genelde araçların lastikleri de kış şartlarına hazır değil. Bu ülkede, lastik değiştirmek için harcanacak para çok gereksizmiş gibi görünüyor. Her şey değişiyor, en son sıra lastiklere geliyor. Neyse ki son yıllarda bir kış lastiği zorunluluğu getirildi de bu durum biraz düzeldi.

Küçükken, radyodan veya televizyondan "Kar yağacak önlem alın." gibi bir söz duyduğum zaman, "Acaba benden şehrin üstüne tente gibi filan bir şey yapmamı mı bekliyorlar?" diye düşünürdüm. Sonra da “Ben nasıl yapayım ulan?” der vazgeçerdim. Zaten annem de o kadar büyük bir tente için para vermezdi herhalde.

Belki de yapılması gereken herkesin kendi evi için bir tente yapmasıydı ama küçük olduğum için ne o kadarını düşünebildim ne de bu konuda organize olabildik.
Düşündüğünüz zaman belki de işin büyüsü burada gizli. Herkes kendi bahçesi ve kendi kaldırımının sorumluluğunu alırsa epeyce bir yol alabiliriz. Sen bahçeni temizle, nereye kadar varabiliyoruz, bir bakalım. Amerika’da evinize gelen biri (hırsız dahi olsa) buzda düşüp kafasını kırarsa sizi mahkemeye verebiliyor.

Özet olarak, “Her türlü önlemi aldık.” veya “ “Siz her türlü önlemi alın.” sözlerinin karşılığı, “Mümkünse dışarı çıkıp başımıza dert olmayın.” demek oluyor.
Allah bu soğuklarla ve zor şartlarla baş etmek durumunda olan herkesin yardımcısı olsun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 Ocak 2015 Cuma

Yılın İlk Çalışma Günü...

Günaydın dostlar.

“Yılın ilk çalışma günü” diye yazdığıma bakmayın, aslında 2 Ocak günü işyerlerinde hiçbir çalışma olmaz. Zavallı muhasebeciler yılı kapatmakla ve son kalan faturaları girmekle uğraşırlar, onların dışında da kimseden verimli bir çalışma alamazsınız.
Koskoca bir yıl geride kalmıştır. Şimdi bir-iki-üç diyerek yeniden başlamak hiç de kolay bir iş değildir. 365 gün satış yapmışsınız veya 365 gün satınalma yapmışsınız ve sonunda yıl bitmiş. Milyonlarca ambalaj satmışsınız veya almışsınız ama artık hepsi geçen yılın raporlarında kalmış. Bu sabah sıfırdan tekrar başlama zamanı.


2 Ocak sabahı, o beklediğiniz sıfırdan başlama motivasyonu, kimsede yoktur. Herkes işe ilk defa başlamış gibi bir ruh hali içindedir. Geçen iki gün ve yapılan yılbaşı kutlamaları insanlara çıkış kapısının yerini bile unutturmuştur.

Futbolcular üç gün ara ile iki tane maç oynasalar, hemen “Konsantre olamadık” diye yaygaraya başlıyorlar. Bir de kendi halini düşün. 365 gün arka arkaya maç yapmışsın, şimdi iki gün sonra tekrar sahaya çıkıp aynı motivasyonla yeni bir maça başlaman gerekiyor. Senin üç gün dinlenme şansın bile olmadı.

Bu arada tabii şöyle de bir gerçek var, 2 Ocak günü binanın yarısına yakını izinlidir. Hele şirketinizde çalışan yabancılar varsa, onlar o kadar zaman önce ülkelerine giderler ki, döndüklerinde suratlarını bile hatırlayamazsınız. Şimdi binanın yarısı da yokken, sizin de oturup kendinizi parçalamanızın bir âlemi yok.

Birçok insan zaten ofisinde değildir. Bazı alanlarda büyük bir sessizlik hâkimdir. Tatil süresince ısıtıcıları da kapattıkları için binalarda soğuk ve sessiz bir görüntü vardır. Gelenler de sessizce çay içiyor veya boş gözlerle bilgisayara bakıyorlardır. Herkes işle ilgili bir konuya girmemek için azami önem gösterir.

İnsanlar biraz kendilerini topladıktan sonra yılbaşı gecesi dedikoduları başlar. Emin’in sabah yazısı da bu arada okunur. Çayımızı içtik, poğaçamızı yedik artık sohbete başlayabiliriz. Kim evde kutlamış, kim dışarı gitmiş gibi her türlü konunun irdelenme vakti gelmiştir.

Bence insan kaynakları bölümleri, her yılbaşında kimin yılbaşını nerede kutladığına dair bir tablo hazırlayıp herkese yollasın da çalışanlar da çeşit çeşit dedikodu yapmaktan kurtulmuş olsunlar.
Öğretmenlerin böyle bir şansı yok, her zamanki gibi sınıfın önüne çıkıp ders anlatmak zorundalar. Böyle yazınca da hemen “Onlar da üç ay tatil yapıyorlar” diye yorumlar yapılıyor. Yapsınlar vallahi, dokuz ay boyunca çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak hiç de kolay bir iş değil. Bu sabahın konusu değil ama artık üç ay tatil de kalmadı. Okullar çok daha önceden öğretmenlerin dönmesini istiyorlar.

Bu gibi durumlarda genelde yırtamayan ofis ortamında çalışmayanlardır. Onların işleri sonuç odaklı ve bireysel işler olduğu için ofis ortamı gibi dalga geçmeleri çok kolay olmaz. Hava ne kadar soğuk ve karanlık olursa olsun işlerin de devam etmesi gerekiyor. Ofistekiler yılbaşını kimin kiminle kutladığının dedikodusunu yaparken, onlar soğuk havada yol yapıyorlar.

Yılbaşı tatilinden döndüğünüz zaman gerçekçi ilk çalışma günü 5 Ocak günüdür. Artık tatil iyice bitmiştir ve insanlar daha bir çalışma niyetiyle işe gelirler. Bırakın tatili, yeni yılın bile beş günü geçmiş oluyor. Zaman hızla akıp gider, bir bakarsınız yeni yıl da eskimiş.
İlk birkaç gün sağa, sola yanlışlıkla geçen yılın tarihini yazarız ama sonra ona da alışırız. Bu çift taraflı bir yol. Yeni gelen yıl da bize alışır. Yeni yılda yapacağımız hataların yanlış tarih atmakla sınırlı kalmasını diler, hepinize güzel bir yıl dilerim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Ocak 2015 Perşembe

Sen de Başını Alıp Gitme Ne Olur...

Her zaman yıllar biterken kullandığımız cümleyi bir kere daha kullanalım. “Acısıyla, tatlısıyla bir yıl daha geride kaldı.” Bu sabah, yeni yılın ilk ışıklarında tatlı, özel ve güzel yönlerini kendime saklayıp, kaybettiklerimizden söz etmek istiyorum.

İleriye doğru baktığım zaman (her şeye rağmen) karamsar değilim, mutsuz da değilim, Allah’a şükür keyfim de çok yerinde ama nedenini bilmesem de gözümün önünde hep gidenler var. “Sabah sabah neden ilk günden bu konular aklına geldi?” diyorsanız, cevabı çok net. Bir yay burcuna “Neden?” diye sorulmaz. O an içinden öyle gelmiştir.
 
Doğal olarak bu sabahki hislerimin en önemli nedeni, sevgili Burhan’ın acısının çok taze ve çok yakın olmasıdır. Burhan’ı kaybetmenin derin üzüntüsü, son 15 gündür sık sık bana diğer kaybettiklerimi hatırlatıyor. Başta sevgili Neşe abla olmak üzere bütün kaybettiklerimizin mekânı cennet olsun.
Burhan ile ilgili yazımdan sonra, birçok kişi bana, “Gerçekten seni hastanede ziyarete geldi mi?” diye sordu. Evet geldi. Burhan, böyle bir insandı. En zor anında bile zarifliğinden bir gram bir şey kaybetmeyen vefalı, düşünceli ve çok fazla örneği olmayan bir insandı.

İçi, dışı güzel insanlardan bahsederken Beşiktaş kulübüne yıllarca başkanlık yapmış çok özel bir insan olan Süleyman Seba’dan bahsetmeden geçemeyiz. Taraflı tarafsız herkesin gönlünde taht kurmuş tam bir beyefendi. Sevgili Burhan gibi o da “Kaliteli insan nasıl olur?” sözünün sözlük karşılığıdır. Beşiktaş’ın her zaman onursal başkanı olarak kalacaktır. Umarım bugünün kibirli ve ben odaklı yöneticileri Seba’dan bir gram bir ders almayı başarabilirler.

İyiler hep mi erken gider? Gidiyorlar vallahi. Melek gibi bir insan sevgili Arcan Güner’i de elim bir trafik kazası sonucu kaybettik. Ankara’da, yapıldığı günden beri almadık insan bırakmayan o meşhur kavşak, Arcan’ı da aldı bizden. CCI’dan ayrılmadan bir süre önce beni ziyarete gelmişti. Güler yüzünden, iyi niyetli bakışlarından hiçbir şey eksilmemişti. Ben de onu gördüğüme çok memnun olmuştum ama artık Arcan’da anılarımızda yaşayacak.

Sevgili Ömer Lütfü Erim, namı değer Ömer ağabeyimizi de kaybettik. Bilgili, disiplinli, ileriyi düşünen hiçbir zaman yeri dolmayacak bir insandı. Gümrük Müşavirlerinin bir numarası, duayen sözcüğünün tam karşılığı, herkesten saygı gören çok özel bir insandı. Birçok sağlık sorunu olmasına rağmen giyimine kuşamına her zaman dikkat eden ayrı bir kalite seviyesinde yaşayan bir beyefendiydi.

Ömer ağabeyi kaybetmemizin üzerinden bir hafta geçmeden sevgili ağabeyimiz Yılmaz İsmailoğlu’da vefat etti. İkisinin de mekânları cennet olsun.
Çok sinemaya gitmem ama bu sabah aklıma gelen isimlerden biri de, Robin Williams. Mork & Mindy yıllarından başlayarak günümüze kadar uzanan 40 yıllık bir sanat yolu. Sanatçı yanını ve zeki esprilerini hiçbir zaman unutmam mümkün değil. Amerika’da çalışırken bana, “Senin konuşma ve espri yapma tarzın Robin Williams’a benziyor.” derlerdi. Bu nedenle de onun bende ayrı bir yeri vardır.

Amerika’dan söz etmişken geçen yıl kaybettiğimiz James Garner aklıma geldi. Çocukluğumuzda sık sık karşımıza çıkan bir dizi de oynadığını çok iyi hatırlıyorum. Daha sonraki yıllarda da The Notebook gibi birçok filmde ve dizide oynadı.
Sıcak bir Ağustos sabahında Ateş Böceği Yalçın Otağı’da hakkın rahmetine kavuştu. Birçoğunuzun yaşı tutmaz ama yıllarca bu ülkenin televizyonlarında karşımıza çıkan bir komedi ikilisinin önemli bir parçasıydı. Onun da mekânı cennet olsun.
Rahmetli Sadri Alışık’ın yine kendi gibi sanatçı olan eşi Çolpan İlhan’ı da kaybettik geçen yıl. Uzun süre sinemaya emek vermiş, birçok filmde oynamış önemli bir isimdi.

Sinema deyince, iki sinema emekçisinden söz etmeden olmaz. Sevgili Altan Günbay ve Süheyl Eğriboz. Yüzlerce filmde oynayan bu iki emekçi de geçen sene kaybettiklerimiz arasında. Kötü adam Süheyl artık kötü değil. Sadece çok yorgun...

Bizim yaştaki erkekler için “Parçala Behçet” filmi alfabe gibi bir şeydir. O filmin başrol oyuncusu Behçet Nacar’da aramızda değil artık.
Aylarca komada kalan Berkin Elvan’ı da 2014’ün ilk aylarında kaybettik. O artık hepimizin oğluydu. Onu ekmek almaya annesi değil, biz hepimiz göndermiştik.

Berkin Elvan’ın ve diğer bütün çocukların acısı yüreğimizde dururken bir de üstüne minik Pamir’in havuza düşmesi hepimizi derinden sarstı. Minik meleğin arkasından ailesi ve diğer konularda söylemediklerini bırakmayanları da Allah’a havale ediyorum.
Herkes gibi onun da seveni vardır, sevmeyeni vardır ama artık Murat Göğebakan’da yok artık. Ciguli’den Binnaz şarkısı da artık sadece tozlu arşivlerin minik bir köşesinde kaldı.

Yazar, Gabriel Garcia Marquez çok önemli bir kayıptır. Nobel ödülü de almış, kitap okumayı sevenlerin yakından tanıdığı usta bir yazarı kaybettik.
İlk kültür bakanımız Talat Halman’da defalarca Amerika’ya gelmiş, yakından tanıdığımız, sohbetlerine doyum olmayan değerli bir insandı.

Ne yazık ki liste bu kadar kısa değil. Eminim bu sabah aklıma gelmeyen yüzlerce isim vardır. Bana şu veya bu şekilde dokunan isimleri bir kere daha anmak istedim. Hepsinin mekânı cennet olsun. 2015’in üzülmekten daha çok güleceğimiz bir yıl olması hepimizin en büyük arzusu.
2015 öyle bir yıl olsun ki, geriye dönüp baktığımız zaman, “Hayatımın en iyisiydi.” diyebilelim. Yeni yıl size şunu getirsin, bunu getirsin diye bir sıralama yapmayacağım. Her ne istiyorsanız onu getirsin. İlk başta da Emin’e getirsin. Çabuk getirsin…