27 Şubat 2016 Cumartesi

İki Genç Kız...

Günaydın dostlar…

Bu sabah size iki genç ve güzel kızdan söz etmek istiyorum.
Geçmişte de belirttiğim gibi; evde olduğum günlerde ben televizyonu akşama doğru 16.00 – 17.00 gibi açarım. Bu saatte de karşıma, ya izdivaç programları çıkar, ya da haber programları. Bugünkü kahramanlarımız da bu programlar sayesinde karşıma çıktı.


İlk kahramanımız, Çağla Büyükakçay. Bu kızcağız Türkiye’nin parlayan yıldızı ve gururu ama birçok kişinin Çağla’dan haberi bile yok.

Sevgili Çağla, Katar’da düzenlenen WTA Doha Premier Turnuvası’nda, dünya 12 numarası Lucie Safarova’yı yenerek, bugüne kadar bu seviyede elde edilmiş en büyük başarıyı gerçekleştirdi. Tenis tarihimizde bundan daha büyük bir başarımız yok. Bu başarıdan kaç kişinin haberi oldu bilmiyorum ama medya da çok fazla yer almadığı kesin.

Futbol dışında hiçbir sporu adamdan saymadığımız için, tenis başarısına kimse çok fazla yer ayırmadı. Epeydir bu kızcağızın çalışmalarını ve gelişimini takip eden bir insan olarak Twitter’dan kendisine bir mesaj yollayıp, ileride daha da büyük başarılar beklediğimizi yazdım.

Bilmiyorum mesajımı gördü mü, görmedi mi ama zaten amacım da mesajın okunmasından ziyade duyduğum gururu paylaşmaktı. Mesajı gönderirken de, Çağla’nın 9000 civarı bir takipçisi olduğunu gördüm…

Çağla’ya kariyerinin bundan sonraki duraklarında da başarılar diliyoruz.
İkinci kahramanımız, izdivaç programındaki Hanife Hanım. Burada isim çok önemli değil zira programdaki diğer katılımcılar için de durum çok farklı değil. Hanife Hanım, 1 yıla yakın bir süredir bu programların bir tanesinde adaylarını bekliyormuş. Sporcu değil, sanatçı değil, şarkıcı değil, yazar değil; anlayacağınız izdivaç programı öncesine dayanan bir ünü yok. Hepimizin bildiği, düzgün bir aileden gelen komşu kızından bahsediyoruz.

Hanife Hanım’ın ve locadaki benzer diğer adayların sosyal platformlarda kaç tane takipçileri olduğunu biliyor musunuz? Ben, hemen cevap vereyim. 130,000’den fazla. Düşünün ki, bu arkadaşların ağızından çıkan her söz, anında 130,000’den fazla insana gidiyor. 130,000 kişi demek büyük bir kasaba veya küçük bir şehir demek.

İki güzel genç kız. Biri tenisteki en büyük başarıyı yakalamış, 9,000 takipçisi olan Çağla, biri de 130,000’den fazla takipçisi olan komşu kızı gelin adayı.

“Tenis başarısından ziyade, boş işlere ve milletin özel hayatına meraklıyız” diyebilir miyiz? “Çağla’nın başarısının bana ne yararı var?” diyen dostlarıma soruyorum; Ayşe’nin, Fatma’nın, Hanife’nin kiminle evlendiğinin veya evlenemediğinin sana ne faydası var?
Başka sözüm yoktur efendim.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Şubat 2016 Çarşamba

Benimle Saklambaç Oynama

Günaydın Dostlar,

Saklambaç, her türlü parametresinin ayrı ayrı yaşanması ve planlanması gereken çok derin ve stratejik bir oyundur. Bazen bağırarak koşmayı gerektirir, bazen de sessizce saklanmayı. Büyük kavgalara da vesile olmuştur, İstanbul’un en büyük aşklarının doğmasına da.
Bir yandan kaleni korurken bir yandan da saklı düşmanları bulmanı gerektirir. Burada en önemli konu dengeyi iyi ayarlayabilmektir. “Ben düşmanlarımın hepsini bulacağım, oraları da ben kontrol edeceğim.” diyerek kalenden çok uzaklara gidersen döndüğünde kaleni de bulamayabilirsin.


Bu oyunun garip de bir kader yolculuğu vardır. Beş dakika önce dünyanın en pahalı arabasının arkasına saklanmışken bir sonraki oyunda kendini çöp kutusunun içinde bulabilirsin.

Sağa sola saldırmadan önce kaleni garanti altına almak bu oyunun olmazsa olmazlarından biridir. Aniden çöp tenekesinin arkasından kalene doğru bir saldırı başlarsa koşup yakalayabilecek misin yoksa diğer bahçeleri de ele geçirmek sevdasıyla çıktığın yolda kalen de mi elden gidecek?

Gündüz de oynanabilir ama saklambaç oynamanın zevki asıl gece çıkar. Bu nedenle de çocukluğumuzda bilmediğimiz mahallelerde saklambaç oynamayı hiç sevmezdik. Sen, yöreyi tanımadığın için armut gibi saklanırsın, mahalleyi iyi tanıyan çocuklar da gelip bir dakika içinde elleriyle koymuş gibi seni bulurlar.
“Acele işe şeytan karışır.” derler ya, bu oyun da acele bir oyundur. Oyun başladığı andan itibaren karışanları da artar. Bir bakarsınız ki mahallenin bütün büyükleri oyunun içine girmişler. Çaktırmadan saklananın yerini işaret edenlerden tutun da nereye saklanılması konusunda fikir yürütenlere kadar her cinsi vardır. Bazılarını da senin arkandaymışlar zannedersin ama gerçekte onlar komşunun çocuğunu destekliyorlardır. Etrafta bir kaos ve koşturmaca durumu hakim olduğu zaman kimin işin içine gireceği hiç belli olmaz.
Gerçekten de saklambaç acele bir oyundur. Ortalıkta sallanmaya gelmez. Birileri saymaya başladığı zaman süratle ortadan yok olmanız gerekmektedir. Daha önceden yapılmış bir planınız yoksa kendinizi olmadık bir ortamın içinde bulabilirsiniz.

Çabucak saklanayım telaşı içinde bilmediğiniz bir duvarın üzerinden atlarsınız ve kendinizi hiç beklemediğiniz bir çamur deryasının içinde bulursunuz. Koşturup sağa sola atlamadan önce etrafla ilgili bilgi sahibi olmak zorundasınız. O bahçenin son altı saattir sulandığını bilseydiniz belki de koşa koşa gidip o bahçeye atlamazdınız.

Havanın kuruluğuna ve çöl sıcaklarına aldanmayın. Yeni sulanmış bir bahçe bataklık gibi yapışır ayaklarınıza. Çıkmaya çalıştıkça paçalarınıza kadar daha beter çamura batarsınız.

Diyelim ki bir şekilde çamur bahçesinden çıkmayı başardınız. Bu sefer de sokak şartlarında üstünüzü başınızı temizlemeniz çok zordur. Pantolonunuzu temizlemeye çalışırken yapışkan çamur bu sefer de kazağınıza bulaşır. Debelenip durursunuz ama çıkmaz, yapışmıştır bir kere. Gidip büyüklerinizden yardım istemek zorunda kalırsınız. Bu duruma düşünce de “Neden bu kadar çamura battın?” diye söylenerek dayak yeme ihtimaliniz de çok kuvvetlidir.

Tek derdimiz çamur olsa yine de sorun yok. Bilmeden atladığın bahçenin içinde seni başka türlü tehlikeler de bekliyor olabilir. Gece karanlığında güm diye üzerine atladığın köpek, seni evine kadar kovalayıp evinin önünde kıçını ısırabilir. Komşunun bahçesindeki huzuru bozarsan köpek korkusu yüzünden kendi evinin önünde sokağa çıkmaya çekinir hale gelirsin.
Sulanmış bahçede huzur içinde birbirlerini yiyen sivrisinekler de sana saldırabilir. Onları da huzursuz ettin. Akşam balkonunda otururken gelip kıçını ısırırlar. Önlem alayım diye balkonunu üç metrelik telle kaplatırsın ama nafile. Sivrisinekleri önleyemediğin gibi artık balkondaki hürriyetini ve manzaranı da kaybedersin.

Emin der ki saklambaç çok güzel bir oyundur ama bilmediğiniz mahallelerde oynamayın. Bilmeden girilen bir bahçede karşınıza neyin çıkıp da kıçınızı ısıracağı hiç belli olmaz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Şubat 2016 Pazartesi

Kalbim Ege'de Kaldı...

Günaydın dostlar…

İzmir’in her zaman kalbimde ayrı bir yeri vardır ama bu şehirden mi kaynaklanıyor yoksa çok sevdiklerimden mi diye düşündüğümde, sevdiklerim çok ağır basıyor. Tartının diğer kefesi havada kalıyor.
Bu kadar çok sevdiklerim olmasına rağmen yıllardır İzmir’e gidemiyordum. Hani insanın üzerine “bir türlü kıçını kaldıramama” ruh hali çöker ya, bende de bu konuda o durumdan vardı. Sonra ne yaptım? Tipik bir yay davranışı olarak, bir anda karar verip, kalkıp İzmir’e gittim.


En son yazacağım cümleyi hemen en başta yazayım. Her zamanki gibi yine çok güzel vakit geçirdim. Etrafımızda bu kadar sıkıntı ve gözyaşı varken, herkesin kafasında bin bir türlü endişe varken; İzmir’e gidip de ortalarda Asena gibi oynamayı planlamıyordum ama yine de dostları görmek gerçekten çok iyi geldi. Hemen belirteyim; İzmir’de de durum çok farklı değil. Hiç kimsenin çok fazla keyfi yok, herkes endişe ve üzüntü ile yaşananları takip ediyor.

Balık rakı mı dediniz? Bu dediğiniz ortam çok fazla yaşandı. Şubat ortasında, 26 derece havada, denizin dibinde oturmuş kardeşimle sohbet ederken rakı içmeden olmazdı. Zaten biz içmesek, İzmirliler bu duruma çok kızarlardı. Denizin o kadar dibindeydik ki, neredeyse akşam yemeği turu teknesindekilerle kadeh tokuşturacaktık. İzmir’in bütün çöplerinin denizin üzerinde geçit töreni yapıyor olması bile keyfimizi kaçıramadı.

Denizin dibindeki masalara karşı eskiden beri bir zaafım vardır. Nedenini bilmiyorum, çocukluğuma inmek lazım. Bu durumu bilen sevgili kardeşim de neredeyse masayı denizin içinde ayırtmış. Tek kelimeyle ortam harikaydı. Sohbet ve dedikodu da güzeldi ama hiç heveslenmeyin onu burada paylaşmıyorum.

Tamam tamam, madem çok ısrar ediyorsunuz azıcık bir dedikodu vereyim. İnek büyütmek işinden vazgeçen sevgili kardeşim, solucan üreticiliğine soyunmuş. “O da ne demek?” diye bana sormayın zira ben de bilmiyorum. Çok merak edenler, kendisine yazabilirler.

İzmir günleri o kadar dolu geçti ki, kahvaltıda ayrı arkadaşlarımla buluştum, öğlen yemeğinde başka bir grupla, akşam yemeğinde de ayrı bir grupla. Buna rağmen İzmir’de yaşayan dostlarımın çok küçük bir bölümünü görebildim. Kimse sitem etmesin sizleri de en kısa zamanda görebilmeyi çok istiyorum.
Şimdi oradan bir tanesi çıkacak ve “bütün yemekleri yazmışsın ama öğleden sonra çay sohbetlerini eklememişsin” diyecek. Bu konuyu da böylece kapsama alanımıza aldıktan sonra sizlere daha ilginç bir konudan bahsedeyim. Arkadaşlarımdan bir tanesi, özçekim eğitimi almış ve telefonu eline aldığı gibi şahane resimler çekebiliyor. Anladığım kadarıyla, telefonu hangi açıdan nasıl tutacağını filan kursta öğretmişler. Garson da 150 tane resim çekti ama başarılı olamadı.

Tabi ki, İzmir’in en popüler pastanesinde en popüler masayı ayarlayan sevgili Oğuzhan’a da ayrıca çok teşekkür ediyorum. Söylediğine göre, o masayı ayarlamak için perşembe akşamından gidip, orada sabahlamış.
Kaldığım otelin Kordon’da ve Alsancak’ın azma mekânlarının dibinde olması büyük bir avantaj oldu. Hemen hemen her yere yürüyerek gittim. Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nden sapılan bir sokakta bulunan ve içeri zar zor bin çeşit rica ile girilen bir mekânda içmediğim bira kalmadı. Adam dünyanın her yerinden bira getirmiş diye, ben de sanki onların hepsini içmek zorundaymışım gibi bir sorumluluk içine girdim. Sohbet çok güzel olunca, ortam güzel olunca biralar da su gibi gitti.
Biraları içtik ama içeri girip de doğru bir masaya oturana kadar anamız ağladı. Güzel bir masaya ancak 3 aşamada ulaşabiliyorsunuz. Öküz’ün kapanmış olması can sıkıcıydı ama ne yapalım artık; Allah başka dert vermesin.

Otelin civarında gitmediğim yer kalmadı. Her yere yürüyerek ulaşabilmek çok hoşuma gitti. Sadece dün gece Levent Marina tarafına giderken taksiye bindim. Onun dışında her yere yürüyerek ulaştım.

Sayılı gün çabuk geçti, İzmir’de güzel hatıraları ile geride kaldı. Bazı dostlarımı, sevdiklerimi gördüm, bazılarını göremedim ama şunu bilmenizi isterim ki, kalbim Ege’de sizlerle kaldı…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Şubat 2016 Salı

Düşmanlık...


Günaydın dostlar…
Mademki bu sabahki durumu sordunuz, ben de anlatayım.

Amerika Birleşik Devletleri: Müttefik görünen düşman. Türkiye dışında herkesi destekliyor. Sözleri ve icraatları hiçbir zaman güven vermiyor.
Çin: Dost olmadığı kesin. Uygur Türkleri konusu bize karşı sevimsizliklerini arttırıyor.

Japonya: Hiç umurunda değiliz.
 
Almanya: Çeşitli konularda kendi başı derde girmesin diye dost görünmeye çalışıyor. Aslında en sever görüneni bile sevmiyor.

Birleşik Krallık: Tarihi nefretleri içinde saklamaya çalışan gizli düşman
Fransa: Eskiden aktif düşmanlık göstermezlerdi. Şimdi her türlü düşmanlığı göstermekten hiç çekinmiyorlar. Hiç sevmedikleri kesin.

Brezilya: Kendi dertlerinden bizi düşünecek halleri yok.
İtalya: Sevimli görünmeye çalışsa da, hiç sevmediği kesin.

Hindistan. Düşman. En büyük düşmanı Pakistan bizim en büyük dostlarımızdan biri. 

Rusya: Düşman.
 
Kanada: Amerika ile ters düşemez. Gizli düşman.

İran: Düşman
İsrail: Düşman

Hollanda: Hiç sevmediği kesin

Mısır: Düşman.

Libya: Yarısının düşman olduğu kesin, diğer yarısı meçhul. Haftanın günlerine göre değişebilir.
Irak: Düşman.



Meksika: Kendi dertlerinden bizi düşünecek halleri yok.
Yunanistan: Çok sevdiğim dostlarım var. Gittiğimizde inanılmaz güzel ağırlanıyoruz ama tarihi düşmanlıklardan beslenenler de çok fazla.

Ermenistan: Düşman.
Belçika: Aktif düşmanlık göstermese de, hiç sevmediği kesin.

Avusturya: Düşman ve nefret ediyor.
İspanya: Kendi dertlerinden bizi düşünecek halleri yok

Suriye: 1000 km’lik, içi düşman kaynayan bir düşman
Lübnan: Düşman

Suudi Arabistan: Çıkarlarına ve ilişkilerine göre oynayan, hiçbir zaman güvenemeyeceğimiz bir ülke. Örnek olarak, son zamanlarda düşman.
Bu sabah bu listeye yazamadığım diğer ülkelerin de durumları çok farklı değil.

Büyüklerin sözünü dinlemek lazım, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye boşuna söylenmemiş.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Şubat 2016 Pazar

Kim?

Günaydın dostlar…

Bunu, klasik bir sabah yazısı değil de, bir öğlen düşüncesi olarak görelim.
Televizyon kanallarını izliyorum da, birçok kanal Suriye’ye yapılması muhtemel olan bir kara harekâtından bahsediyor. Hatta bazı kanallara göre bu işleri Suudi Arabistan ile birlikte yapacakmışız…


Emin de bu haberleri duyunca kendi kendine düşünüyor ve düşmanımızın kim olduğuna tam olarak karar veremiyor. Suriye bataklığına bulaşınca bir daha çıkabilir miyiz yoksa kaygan kumda boğulup gider miyiz konusunu hiç bilmiyorum. O konuyu bilmediğim gibi, kime saldıracağımızı da bilmiyorum.

Beşşar Esad ve Suriye ordusu mudur bizim düşmanımız? Amacımız Esad’ı devirmek midir? Eğer amacımız buysa, Esad’ı devirmenin bize ne faydası vardır?

Bilemiyorum. Belki de amacımız YPG ve PYD’ye saldırmaktır. Onların orada çeşitli özerk yönetimler kurma çalışmalarına mı karşıyız yoksa etrafı ele geçirip, Türkmenlere karşı bir etnik temizliğe girmelerinden mi çekiniyoruz? Orada yaşanacak bazı gelişmelerin, yarın buralara örnek olması ihtimali de ayrı bir konu.

Yazarken kendim de inanmıyorum ama belki de amacımız IŞİD terör örgütünü Suriye’den çıkarmaktır. IŞİD ile komşu olmak mıdır bizi rahatsız eden. Sınırdaki bir örgütün, sınırın öbür yanında nasıl faaliyetler içinde olabileceğini defalarca gördük.

Gıcık olduğumuz konu, Rusya’nın Suriye’deki varlığı mıdır? Amacımız Rusya’yı oradan çıkarmak mıdır? Geldikleri gibi, füzelerini de yanlarına alıp giderler.
Asıl derdimiz, Amerika’yı Suriye’den atmak da olabilir. Samimiyetsiz dostlukların ardında yatan gerçek, bizim de bilmediğimiz bir Amerika düşmanlığı mı acaba? Suriye ile sınırı olmayan Amerika’nın bu ülkede ne işi var?

Buldum buldum. Bence düşmanımız İran ve Hizbullah. Bu iki unsurun Suriye’den çıkmasını ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasını istiyoruz.
Suriye’ye doluşmayan terör örgütü kalmadı. Ilımlısı var, ılımsızı var, istediğiniz her çeşit var. Belki de büyüklerimizin kafasındaki düşünce, ülkeyi bu terör örgütlerinden temizlemektir. Bu örgütler, bu noktada sana dost olurlar, 500 metre ötede sana karşı savaşırlar. Ne yapacağı belli olmayan örgütleri buralardan uzaklaştırmak iyi bir düşünce olabilir!
Bu konulardan çok da anlamayan bir insan olarak; Emin’in düşüncesi Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yana. Bunun dışında kalacak olan hiçbir ihtimalin Türkiye’nin yararına olduğuna inanmıyorum.

Yüce rabbim ülkemizi ve çocuklarımızı düşmanımızın tam olarak kim olduğunu bilmediğimiz bataklıklarda savaşa gitmek zorunda bırakmasın. Bu çocukları pul gibi zarflardan sökerek biriktirmedik. Her bir çocuk büyük bir emekle, sevgiyle, maddi, manevi çabayla bu günlere geldi.

Çocukları ailelerinin kucağından alıp al bayrakla sarmadan önce, bir kere daha, bin kere daha düşünmek gerekiyor…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Şubat 2016 Çarşamba

Yanlış Parametreler Yanlış Sonuçlar...

Günaydın dostlar…

Dünya kurulduğundan beri iki şeyi birbirinden ayırmayı başaramıyoruz.
Bu tip bir düşüncenin ürünü olarak da, Diyarbakır’ın Amedspor takımı ile Fenerbahçe arasında oynanan maçı, bir futbol müsabakasından başka her şeye çevirdik. İnsanları yakınlaştırması gereken spor faaliyetlerini, etnik kutuplaştırmalar için kullanmak kadar kötü bir düşünce olamaz.


Herkes, ortamı germek için elinden geleni yaptı ama Allah’tan insanlar bu tuzağa düşmedi. Bu günlerde ortamı normalleştirmek bir numaralı hedefimiz olması gerekirken, bazı menfaat çevreleri işleri çığırından çıkartmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Güneydoğumuzdaki durum, bu işten nemalanan bazı çevreler hariç, hiç kimsenin yaşamayı arzu etmediği bir ortamdır. Bu ortamı elbirliği ile sonuçlandırıp, barışın hâkim olmasını sağlamak, bu ülkede yaşayan herkesin en önemli hedefi olmalıdır. Ülkesini terör örgütlerinin oyun parkı haline getiren milletlerin başına neler geldiğini hep beraber aylardır izliyoruz.

Sevgili basın mensuplarımız gitmişler, Diyarbakır Havaalanı’ndan Fenerbahçe’nin gelişinin canlı yayınını yapıyorlar. Şimdi sizlere soruyorum; neden böyle bir yayın yapılıyor? Fenerbahçe Kayseri’ye gidince böyle bir yayın yapılmıyor da, neden Diyarbakır’a gidince yapılıyor?

Efendim Diyarbakır’daki ortam olay çıkmasına müsaitmiş ve bunun bir haber değeri varmış. Haber değerini ne yapmanız gerektiğini sonra yazarım ama ortam olay çıkmasına müsaitse, tam tersine ortamı germemek lazım. Yüzlerce kamera oraya yerleşirse, o zaman suni bir şekilde olayın boyutu büyür.

Nitekim de hiçbir olay olmadan, güzel bir ortamda, güzel bir havada maç tamamlandı. Etrafımızda bizleri kutuplaştırmak için sürekli üzerine odun atılan ateşler varken, son kalan bir iki yakınlaştırıcı ateşi de söndürmeyelim. Hangi ortamda olursa olsun, hiç fark etmez; herkes ortamı gerecek söylemler yapmamaya çok dikkat etmelidir.
Her zaman farklı parametreleri ayrı ayrı tutmayı başarabilmiş bir insan olduğuma inanırım. Örnek olarak, hiçbir zaman işyerindeki günlük didişmeleri, şahsi nefretlere dönüştürmedim. Fikirleri benden farklı olan insanlara karşı da bir nefret beslemiyorum. Her platformda inandıklarımı savunurum ama karşımdaki ikna olmuyorsa bunu nefrete dönüştürmem.

Amedspor, çeşitli şehirlerde maçlar yaptı ve her gittiği yerde ama az ama çok tepki ile karşılandı. Tabi ki, bunda kendi taraftarlarının attığı sloganların da etkisi çok büyük ama Türkiye’nin 100 yıllık sorunları ile bir futbol takımını ayrı tutmayı başarabilmeliyiz.

Bir yerlerde açılmış bir pankartta, “burası Türklerin takımı” gibi bir şey yazıyordu ama o anda sahada oynayan takımda sadece bir tane Anadolu çocuğu vardı. Geri kalanların hepsi yabancı oyunculardı.

Küreselleşen bir dünyada, etnik ve mezhepsel kutuplaşmalar içine girmek, ülkelerin fakir kalmasından, birbirini yemesinden ve de Batı’da birilerinin marka don giymesinden başka bir işe yaramaz. Kısır çekişmeleri bir yere bırakarak, hep beraber ileri gitmenin yollarını aramalıyız.
Ortamı germeme konusunda, en büyük pay da basın mensuplarına düşüyor. Laf taşıma işini eskiden sokaktaki dedikoducu insanlar yapardı, günümüzde artık basın bu görevi üstlenmiş durumda. Her cümlelerini milyonların takip ettiği, basın mensupları, köşe yazarları, program sunucuları bu konuda çok ama çok dikkatli olmak zorunda.

Unutmayın, ırkçılığa yönelik laf taşımalar, Demet Akalın’dan bir şeyler duyup, Hande Yener’e yetiştirmeye benzemez…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Şubat 2016 Pazartesi

Simitçi Hiçbir Zaman Bilmeyecek...

Günaydın dostlar…

Bu sabah bilgisayarın başına otururken aklımda bambaşka bir konu vardı fakat geçen hafta yazmış olduğum yazının son cümlesiyle ilgili olarak sizlerden gelen mesajlar ve yorumlar beni bambaşka bir konuya yöneltti.
Geçen haftaki yazımı, “Tabii en yakınlar hiçbir zaman unutmayacak ama her gün hayatımızın bir parçası olan konuların ve insanların birçoğu, artık burada olmadığımızı hiç bilmeyecekler.”, şeklinde bir cümleyle bitirmişim. Hiçbir zaman geri dönüp eski yazılarımı okumuyorum ama yapılan yorumlar karşısında geri dönüp bir kere daha okumak zorunda kaldım.


Herkes bu cümleyi kendine göre yorumlamış. Sabahın erken saatlerinde benim düşündüğüm şekilde yorumlayanlar da var, benim düşüncelerimden çok uzaklarda olanlar da var. Zaten bu işin büyüsü de burada gizli. Yazılan cümlelerin herkesi kendi yönüne doğru götürmesinden daha güzel bir şey olamaz.

Sabahın durgun saatlerindeki cümle, bizi tanımayıp da tanıyanlardan söz ediyordu. Bu konuda da en büyük örnek futbol takımlarıdır. Biz hayattayken kendimizi futbol takımının önemli bir parçası zannediyoruz ama aslında takımların bizim yaşadığımızdan haberi bile yok. Yaşadığımızı bilmeyen takımlar, artık yaşamadığımızı da hiç bilmeyecekler.

Her sabah Gürsoylu Sokak’ın köşesinde kaçamak bakışlarla bakıştığın o kadın da gittiğini hiç bilmeyecek. Son dört yıldır o köşede olmanız hiçbir şey değiştirmez. Aslında birbiriniz için yoksunuz. Muhtemelen, “Her sabah buralarda olan adama ne oldu acaba?” bile demeyecek.

Hayatımız var olan ilişkilerden daha çok hiç olmayan ilişkiler üzerine kurulmuştur. Her akşam eve gelirken uğrayıp da sigara aldığın büfe sahibi, senin hayatında en çok gördüğün insanlardan biri olabilir ama ne o seni bilir, ne de sen onu. 13 yıldır sigara alıyorsundur ama kimse kimsenin ismini bile bilmez. Bir akşam gelmemeye başladığın zaman, beki seni düşünecek, belki de hiç düşünmeyecek. Sokağın öbür ucundaki caminin avlusundaki kalabalığın, son 13 yıldır her akşam sigara alan adam için olduğunu bile bilmeyecek.

Her sabah sana sıcacık çıtır çıtır ekmekler satan fırıncı için de durum çok farklı değil. “Nerede bu her sabah ekmek alan insan?” bile demeyecek. Her hangi bir sabah gibi işine devam edecek. Sen onun için ismini hiç bilmediği ve sadece birer sayı olarak gördüğü yüzlerce müşteriden bir tanesisin. Ne seni hatırlayacak, ne de minik sohbetlerinizi.
Sık sık cafe latte aldığın kahvede çalışanlar seni hatırlayacak mı zannediyorsun? Onlar da hiç bilmeyecek. Son yıllarda midenin içine edene kadar içtiğin bütün kahveler birer rakam olarak kalacak. Sen kahve aldığın müddetçe varsın. Almadığın gün, bir daha hiç hatırlanmayacak olan bir geçmişsin.
Ya Cadde'nin köşesindeki simitçi amcaya ne demeli? Sanki sana çok değer veriyormuş gibi çift naylon torbaya koyduğu simitler, bir şey değiştirecek mi sanıyorsun? Hayır. “Bir adam vardı, ara sıra gelip simit alırdı,” diye düşünecek mi kendi kendine. Düşünmeyecek. Simitçi amca da, tanımadık tanıdıklar kategorisinde yer alıyor.

Yıllarca, her gün gördüğümüz veya bir temasımız olan insanlar aslında hayatımızın çok büyük bir parçası ama bizim onların hayatındaki varlığımız pamuk ipliği ile bağlı. Seni gördüğü müddetçe varsın. Görmediği gün, zaten hiç olmamıştın ki…

Unutmayın ki, bizim yaşamımız unutulmaya çok yatkın bir masaldır. Sadece masalı ezbere bilenlerin aklında kalır. Olmadığın zaman, tanıyıp da tanımayanların yarınının dünü olursun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Şubat 2016 Cumartesi

Ben Olmayınca...

Günaydın dostlar…

“İyiler erken gider,” diye boşuna söylememişler. Bu tezi doğru çıkarmak için sanki acelesi varmış gibi, kocaman kalpli bir adam da bu erken giden iyiler zincirinin kocaman bir halkası oldu.
Ben bu sözün sadece bir atasözü olduğuna inanmıyorum. Tıbbi bir açıklaması olduğunu düşünenlerdenim. İyilik misyonu ile doğmuş olan insanlar, zararlı şeyleri dışarı atıp rahatlayamadıkları için, kendi hayatlarını bitiriyorlar. İçlerinde sakladıkları şeyler, onları bir ömür törpüsü gibi eriterek bitiyor.


Evet, kalbi kocamandı ama bu kadar stres, üzüntü, kârlılık, satışlar, işten çıkarmalar gibi konular ona çok fazla geldi. Fabrika ayarları, insanlar için iyi bir şeyler yapmak için düzenlenmiş olan o kalp, insanları üzecek parametreleri taşıyamadı.

Hepimizi şaşkın ve üzgün bırakıp gitti. Böyle beklenmedik, sırasız, erken kayıplar karşısında; sanki birisi elektrik süpürgesi ile içimdeki havayı çekmiş ve bomboş kalmışım gibi bir şeyler hissediyorum. Bir akşamüstü şaka gibi başlayan bir haber, çok kısa bir süre içinde acı bir gerçeğe dönüştü.

Nedendir bilmiyorum ama yaşlandıkça terkedilişleri daha zor kaldırmaya başladım. Belki her gün görmeye alıştığımız şehit cenazelerinin içimizde yarattığı birikimden, belki de artık eşi, dostu en sık gördüğümüz yerin, cami avluları olmasındadır. Kim bilir belki de artık sıranın yavaş yavaş bizlere de yaklaşıyor olmasının yansıttığı gerçeklerin ufuktaki parlamasındandır.

Ataköy’ün sessiz sessizliğinde en çok telaffuz edilen laf, “Neden artık hep cami avlusunda görüşüyoruz?” sorusuydu. Bizle beraber etrafımızdakiler de yaşlandı da ondan. Ben yarıyı geçtiğimi biliyorum. Sadece ne kadar geçtiğimi bilmiyorum.

İşin bir diğer acı yanı da, artık yüreğimizde kalan yaraların iyileşmiyor olmasıdır. İçimizde bir yerlerde sızlayan yaralar, her kaybettiğimiz dostumuzla beraber tekrardan kıpkırmızı bir ırmak gibi kanamaya başlıyor.
Cami avlusunda son görevimizi yerine getirmek için beklerken, bütün kaybettiklerimiz bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Rahmetli dedemden tutun da, minicik çok güzel bir kıza kadar çok uzun bir film bu. Hayatımızdaki iyilerin birçoğu bizi bıraktılar, gittiler. Onlar artık Hulusi Kentmen ile sohbet ediyorlar.

Son görev ortamlarının en çok kullanılan cümlelerinden biri de, “Görüyorsunuz işte, bu yalan dünyada hiçbir şeyi kendimize çok da dert etmememiz lazım,” cümlesidir. O anki üzüntüyle sık sık tekrarlanan bu cümle, daha merhumun yedisi çıkmadan unutulur gider ve her zamanki koşuşturmamıza geri döneriz.

Bir bakıma da devam etmek zorundayız. Üzüntümüz içimizde baki ama bir yandan da hayatın acı parametreleri kılıçlarını çekmişler, karşımıza dikilmişler bizi bekliyorlar. Gidenler için de, kalanlar için de yaşamamız gerekiyor.

Tabi ki, en yakınlar hiçbir zaman unutmayacak ama her gün hayatımızın bir parçası olan konuların ve insanların birçoğu, artık burada olmadığımızı hiç bilmeyecekler…
Allah, herkese sevdikleriyle beraber uzun ömürler versin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

3 Şubat 2016 Çarşamba

Cem Becel

Günaydın Dostlar,

Bazı insanlar kocaman bir kalple doğarlar. Göğüs kafeslerine sığmayan o kocaman kalp, onları hep birilerine yardım etmek zorundaymışlar gibi hissettirir. Her şeyleriyle sıkıntıda olanın yanında olmak onlar için bir yaşam şeklidir.
Coca-Cola’nın Dudullu’daki Ofisi'ne taşındığımız ilk yıllarda, merdivenlerden yukarı çıkarken iki kişiye rastlamıştık. Yanımda kim vardı hatırlamıyorum ama bize satış bölümüne nasıl gideceklerini sordular.


Satış ofisi, Dudullu Ofis'te gidebileceğiniz en uzak noktadır ve yol üzerinde de kart okuyuculu kapılardan filan geçmeniz gerekir. Açıkçası onları oraya götürmeye üşendik. “Siz şimdi şuradan kafeteryaya doğru gidin.” diye anlatıyorduk ki birden sıcak bakışlı, samimi gülüşlü bir genç adam belirdi.

Aldı gelenleri, satış ofisinin kapısına kadar götürdü. “Kimdir bu kişi?” diye sorduğumda "Cem Becel" dediler. İşte benim iyi kalpli, yardım sever, güler yüzlü Cem Becel İle tanışma anım o andır. Hiç üşenmeden onları labirent gibi bir ortamda gidecekleri yere kadar götürmüştü.

Gölcük depremi yaşandığında şaşkınlık ve üzüntü içinde tam olarak ne yapacağımızı bilemiyorduk. Oraya gidip bir şeylere yardım mı etsek yoksa buradan bir şeyler mi yapmaya çalışsak diye çelişki içindeydik.

"Sahadaki arkadaşlarımız oraya gitmenizi istemiyorlar, buradan yardımcı olmanızı istiyorlar." diye bir bilgi geldi. Sahadaki arkadaşın yönlendirmelerine göre biz de bazen Coca-Cola bünyesinden, bazen de beraber çalıştığımız tedarikçilerimizin yardımıyla ihtiyaçları karşılamaya çalıştık. Arkadaş arıyordu, “Çok acele fanila, külot, ihtiyacı var.”diyordu, biz de hemen bize üniforma tedarik eden firmalardan rica ediyorduk, onlar da anında yardımcı oluyorlardı.

Birçok konuda bu süreç böyle sürdü, gitti. Elimizden geldiği kadar Gölcük’teki arkadaştan gelen bilgilerle yaşanan trajediye yardımcı olmaya çalıştık. “Biz de gelelim mi?” diye sorduğumuzda “Sakın gelmeyin.” demişti. Daha sonraki sohbetlerimizde gelmeyin dememin iki nedeni vardı, “Birincisi orası herkesin kaldırabileceği bir ortam değildi, ikincisi de siz bulunduğunuz yerde ihtiyaçları karşılayarak daha çok yardımcı oluyordunuz.” diye izah etmişti.
Gölcük’te, Sakarya’da, orada, burada canla, başla çalışan bizim “sahadaki arkadaş” Cem Becel’den başkası değildi. İçindeki arzular her zaman olduğu gibi onu yine ihtiyaç ortamının göbeğine götürmüştü.

İstanbul’da çalıştığı yıllarda, beraber çalıştığı elemanlara söz verdiği zammın daha sonra üst yönetim tarafından kabul görmemesinden dolayı farkı cebinden ödemeye kalkan kocaman yürekli bir insandı. Detaylarını hatırlamıyorum ama bu davranışı yüzünden işini kaybetme senaryosu ile karşı karşıya kalmış bile olabilir. Her zaman kalpten çıkan değerlerin ön planda olduğu çok farklı bir insandı.

Bu zamansız haber beni çok sarstı. Bir müddet, bir şekilde yanlış bir bilgi gelmiştir diye düşündüm. Bu kadar erken olamazdı. Daha dün sosyal platformlarda resim paylaşıyordu.

Cem, deyince benim aklıma gelen; her zaman alçak gönüllü, insancıl, yardım sever davranışlar olmuştur. Bu sabah buralara yazmaya çalıştığım her üç konuda da tema hep aynıdır. Her zaman saygılı olmuş ve hep mütevazı kalmıştır. Ulaştığı yüksek pozisyonlar hiçbir zaman kocaman kalbi kadar yüksek olamamışlardır.
Üzgünüz be Cem. Tabii Allah’ın takdiriyle pazarlık yapmıyoruz ama yine de çok üzgünüz, çok şaşkınız. “İyiler her zaman erken gider.” sözünü zaten ezberledik. Bir kere daha senin teyit etmene gerek yoktu.

Sen bu dünyadan bir iz bırakarak gittin. Mekânın cennet olsun güzel kardeşim.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Şubat 2016 Pazartesi

Amerikalı Gibi Baseball Oynamak

Günaydın Dostlar,

Zaman zaman çeşitli konuların Avrupa’ya veya Amerika’ya mukayese edilmesini şaşkınlıkla karşılıyorum.  Hayatımızın hiçbir parametresi benzemiyor  ve eşit değil. Konulardan bir tanesini cımbızla çekip “Biz de Amerikalılar gibi baseball oynayabiliriz.” demek, bana hiç doğru gelmiyor.
Amerika’da çok uzun yıllar yaşamış ve onların yaşam şekillerini ve değerlerini oldukça iyi bilen bir insan olarak, nasıl onlar gibi baseball oynayabileceğimizi bir türlü anlayamıyorum. Baseball Amerikalıların hayatının önemli bir parçası. Doğdukları günden itibaren (ama az ama çok) baseball oynuyorlar.



Hayatımızın hiçbir parametresi aynı değilken Amerikalı gibi baseball oynayabilmemiz pek mümkün gözükmüyor.

İlk gözüme çarpan konu, bağımsız yargı konusu oluyor. Oradaki tam bağımsız yargıyı, bizdeki hiçbir dönemde bağımsız olamamış yargıya mukayese ettiğimde bana pek de eşitmiş gibi gözükmüyor. Bu ülkede yargı her zaman çeşitli odaklardan etkilenmiştir. Tam bağımsız yargı gibi bir kültürümüz hiçbir zaman olmadı.

Tam bağımsız yargı yok da tam bağımsız basın var mı? O da yok. Amerika’daki basın özgürlüğü dünyanın hiçbir yerinde yok. Basın çok güçlü olduğundan dolayı, Nixon’un, Clinton’un başına gelenleri unutmayalım. Tabii her yolun bir de dönüş şeridi var. İspat edemeyeceği bir yazıyı yazanın da canına okuyorlar. Bir şeyler yazıyorsanız kanıtlarınızın güçlü olmasında yarar var. Basın konusu demokratik hayatın çok önemli bir parametresidir ve bu iki ülke arasında basın özgürlüğü konusunda dağlar kadar fark var.
Peki ya üniversiteler? Onlar da tam bağımsız. Adeta devlet içinde devlet gibiler. Kendilerini çok farklı ve bağımsız birer ilim ve araştırma kuruluşu olarak görüyorlar. Bir üniversite bir karar aldığı zaman epeyce bir ses getiriyor. Hiçbir devlet büyüğü çıkıp da, üniversitelere, “sen şunu şöyle yapacaksın,” diyemiyor.
Amerika’da sendikalar da çok güçlü ve üyelerinin haklarını sonuna kadar savunuyorlar. Hükümettekilerle yakınlaşma gibi bir çabaları da hiç yok. Çok radikal bir şeyler yapmadığı müddetçe; bir işçiyi işten çıkartmak, hemen hemen imkânsız gibi bir şey. Bir şekilde çıkartsanız bile, sendikaların gücü sayesinde 3-4 hafta sonra geri gelebiliyorlar.

Particilik konusu da çok farklı işliyor. Bütün partinin aynı yönde oy kullanması gibi bir konu hiç yok. Hangi partiye mensup olursa olsun, adamlar kendi temsil ettikleri bölgelerin menfaatlerine göre oy veriyorlar. Kimse “acaba nasıl oy versem,” diye genel başkanlarının ağızının içine bakmıyor. Çarşaf liste, yorgan liste gibi kavramların baş harfini bile anlamazlar.

Bence, belki de bütün bunlardan daha önemli olan parametre, Amerikalıların uzlaşmacı kültürüdür. Amerikalılar, bir orta yol bulmayı severler. Ötekileştirmek veya insanları kutuplaştırıcı tavırlar içinde olmak, Amerikalıların bulaşmayı hiç sevmediği tabu konulardır. Bu konuların takibinde olan sivil toplum örgütlerinden de ödleri patlar.
Amerika, başkanıyla, partileriyle, meclisiyle, senatosuyla, bağımsız yargısıyla, tam bağımsız basınıyla, güçlü sivil toplum örgütleriyle, güçlü üniversiteleriyle, nefreti körüklemeyen ve insana değer veren yapısıyla, güçlü sendikalarıyla bambaşka bir ortamdır. Bırakın Türkiye’yi, Avrupa’ya bile benzemez. Herkesin herkesi kontrol ettiği çok güçlü bir sistem kurulmuştur.

Elbette ki, bu sistem de mükemmel bir sistem değildir ve bazı tıkanma noktaları vardır ama o coğrafyada iyi işleyen ve insanlar tarafından benimsenmiş, özgürlükçü bir yapıdır. 500 çeşit ırktan ve dinden insanı, tek bir bayrak altında toplayıp, huzurlu ve adil bir şekilde yaşamalarını sağlayan bir sistemdir. Geçmişi ne olursa olsun, herkesin kendini Amerikalı hissettiği çok özel bir dengedir.

Amerika’da yaşarken bir gün boş bulduğumuz bir baseball sahasına yayılıp “biz de baseball oynayalım,” demiştik. Kendi çapımızda attık, vurduk, yakaladık. Tam çok da güzel oynadığımıza inanıyorduk ki, bizi seyretmekte olan Amerikalı çocuklardan bir tanesi gelip, “Bu oyunun adı ne?” diye sorunca, yıkıldık.

Anadolu çocukları, ellerine baseball sopalarını alıp, baseballcu olduklarını zannederlerse, işte böyle küçük çocukların espri konusu olurlar. Ne demişler? Alışmadık götte don durmaz, durup dururken baseball oynanmaz. Bir baseball geçmişin veya kültürün mü var da, baseball oynayacağım diye çıkıyorsun ortaya?
Şimdi sizlere soruyorum? Yaşam şeklimiz, kültürümüz, tarihimiz, kurumlarımız, çalışma şeklimiz, hayata bakış açımız, tavırlarımız, yaklaşımlarımız, yaşam seviyemiz gibi parametrelerin hiçbiri Amerika’ya uymazken; bizim Amerikalılar gibi baseball oynamamız mümkün müdür?

Unutmayalım ki, Amerikalılar, “Biz, baseball, hot dogs, apple pie ve Chevrolet’e aşığız,” diyorlar; biz de at, avrat, silah diyoruz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…