30 Haziran 2015 Salı

Adamına Göre Muamele...

Günaydın dostlar.

Neredeyse senenin ortasına geldik ama halen Survivor bitmedi. Daha doğrusu bitemedi. Dün akşam yine ekranlarda saatler boyunca Survivor vardı. Bu sabah yine Survivor üzerinden bir şeyler yazacağım ama konumuzun asıl amacı ıssız ada da yaşam değil.
Her oyunun kendine göre bir kuralı var. Futbol maçlarının da bir kuralı var, iş hayatının da kuralları var. Siz de bu kurallara uyduğunuz müddetçe ve de oyunun ortasında kurallar değişmediği ve adamına göre muamele yapılmadığı sürece hiçbir sorun yok.

Peki, sorun ne zaman başlıyor? Sorun Ahmet’e, Mehmet’e göre oyunun ortasında kuralları değiştirmeye başladığınız zaman başlıyor.



Bugün iş yerlerinde ki mutsuzluğun en büyük nedenlerinden biri, adamına göre değişen kurallardır.
Aynı şeyi Acun amca da yapıyor. Kalan yarışmacılara göre ve reyting kaygısına göre her hafta yeni kurallar icat ediyor. Bir takımın daha hızlı, öbür takımın daha güçlü olduğunu biliyor ona göre haftalık oyunları ayarlıyor. Hızlı olan takımın kazanmasını istiyorsa o hafta hıza dayalı bir oyun açıklıyor.

Her hafta konsey kuralları da değişiyor. Bir gün birden çıkıyor ortaya, “Bu gün kazanan oyuncu doğrudan Kıbrıs’a gidecek” diyor veya “Halk oylamasının şeklini değiştirdik” diye bir açıklama yapıyor.
Hiçbir şaibeye yer vermemek için daha Survivor başlamadan ilk günden itibaren son güne kadar oynanacak bütün oyunlar belirlenmeli ve herkese açıklanmalıdır. Ondan sonra da kim giderse gitsin oyun programı hiç değiştirilmeden uygulanmalıdır. Hıza dayalı, güce dayalı, hafızaya dayalı, soğukkanlılığa dayalı, bunların beraberliğine dayalı çeşit çeşit oyun var ve bu durum gayet normal ama bunların sırası baştan belirlenmeli.  Her hafta kalan insanlara veya azalan takımlara göre açıklanan oyunlar adalet duygusu getirmez. Tamam sen reyting derdindesin ama orada da aylarca çok zor şartlarda bir şeyler yapmaya çalışan insanlar ve bunların aileleri, dostları, arkadaşları var.
Televizyon programlarında böyle de iş yerlerinde durum farklı mı? Hiç değil. Aynı sorunlar orada da mevcut. İnsanları en çok mutsuz eden şeylerin başında, “yapılan işlerin adil olmadığı” duygusu geliyor. Bunun bir kısmı dedikoduya dayalı gerçeklik payı olmayan mutsuzluklar olsa da, çok büyük bir kısmı gerçek durumlardan ve adamına göre yapılan muamelelerden ortaya çıkıyor.

İster iş yeri ortamı olsun, ister aile ortamı, ister arkadaşlık ortamı, isterseniz de ülke ortamı. Adalet hissinin toplumların ortak yaşamındaki en önemli parametrelerden biri olduğunu düşünüyorum. Bugün ülkemizdeki mutsuzluğun en büyük nedenlerinden biri adalet hissinin kaybolmasıdır. Ayrıca sadece hukuksal parametrelerden bahsetmiyorum. “Adalet” kelimesinin gelir dağılımından tutun da, insan ilişkilerine kadar çok çeşitli boyutları var.

Yaptığınız iş veya taşıdığınız sorumluluk ne olursa olsun, adaletli davranmak herkes için bir yaşam şekli olmalıdır. İş yerinde biri bir şey ister yapılmaz ama iki gün sonra bir bakarsınız ki, “hayatta yapılamaz” denilen şey, yeterlilikleri ilk geri çevrilen insan kadar bile olmayan başka bir insan için yapılmış. Buyurun cenaze namazına. Böyle bir durumdan sonra kaybolan adalet duygusunu 10 sene uğraşsanız yerine geri koyamazsınız.
Yapılan her iş, sorgulandığında mantıklı ve adil bir şekilde açıklanabilir durum da olmalı. “Ben yaptım oldu” zihniyeti her ne kadar kısa vade de bir takım yararlar sağlıyor gibi görünse de, uzun vade de büyük zararlar getirir.

İster Survivor ortamı, ister şirket ortamı, ister ülke ortamı olsun, adalet duygusunun kaybolmamasını sağlamak en büyük hedeflerimizden biri olmalıdır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

26 Haziran 2015 Cuma

Bıçakladığımız Zaman Ayıp Oluyor

Günaydın Dostlar,

Dönüşümlü olarak yapılan satınalma yöneticileri toplantısına ev sahipliği yapma sırası Güney Afrika’ya gelmişti. Onlar da toplantıyı Cape Town’da yapacaklarını belirttiler. Johannesburg’a da uğrayan uzun bir uçak yolculuğunun ardından öğleden sonra saat 15.00 gibi Cape Town’a vardım ve şehrin en güzel noktalarından biri olan marina bölgesine çok yakın bir yerde güzel bir otele yerleştim.
Bu tip toplantılarda sabahtan akşama kadar toplantı yapar, sonra da aynı grupla akşam yemeğine gidersiniz. Toplantı bittiğinde (üç dört gün) artık herkes herkesle akraba olmuş, birbirlerinin yün don ölçüsüne kadar öğrenmiştir.


Hadi gündüzü bir şekilde geçirirsiniz ama akşam yemeğindeki boş sohbetler daha da sıkıcıdır. “Türkiye’de kışın hava soğuk olur mu?” sorusundan tutun da “Irak, Türkiye’ye tam olarak ne kadar yakın?” sorusuna kadar bütün gece her türlü saçma sapan soruya cevap vermek zorunda kalırsınız. Türkiye’de kar yağıp yağmadığından sana ne be güzel kardeşim. Gidip çadır mı kuracaksın?

Sohbet etmeyi severim ama bu tip sohbet yaratmaya yönelik sorular da beni çok sıkar. Ne derim her zaman? Her şeyin doğal gelişeni güzeldir. Bırak da huzur içinde yemeğimi yiyeyim, şarabımı içeyim. Ne yapacaksın benim ülkenin nüfusunu? Mukayese tablosu mu hazırlayacaksın?

Bu yemeklerin bir diğer özelliği de uzun sürmeleridir. Bitmek bilmezler. Yemek beleş olduğu için herkes normal hayatında yemediği, içmediği her şeyi yemeye, içmeye kalkar. Kahvesi, tatlısı, purosu derken yemek uzar da uzar. Yemek uzadıkça da Emin’e sıkıntı basar. Bitse de gitsem yastığıma kavuşsam diye beklemeye başlarım.
Sağ olsunlar, Cape Town’da da marina bölgesinde güzel bir restorana bizi yemeğe götürdüler ama güzel Güney Afrika şaraplarının eşliğinde yemek uzadı da uzadı. İşin komik tarafı sadece ben değil birçok insan uzayan yemekten sıkılmaya başladı. Otel hemen hemen bir km kadar uzaklıkta ve yemek yediğimiz yerden görünüyor ama yine de gelirken otobüsle gelmiştik.
Otobüsün geleceği yok, insanlar da yerleştikçe yerleşiyor. Baktık olacak gibi değil on kişi kadarlık bir grup biz ayaklandık ve yürüyerek otele gitmeye karar verdik. Kalkanların hepsi Meksika, Brezilya, Yunanistan, İspanya gibi sıcak bölge vatandaşlarıydı. Kuzey Avrupalı veya Amerikalı hayatta böyle bir riske girmez. Sabaha kadar otobüsü beklerler ama yine de yürüyerek gitmezler. İnsanların gitmeyin ısrarlarına rağmen başladık yürümeye.

Daha yolun yarısını bile gitmemiştik ki etrafımızda on beş tane yirmi yaşlarında çocuk beliriverdi. Ne mi istiyorlar? Tabii ki para istiyorlar. Sürekli konuşuyorlar, bizim gruptan bazıları da sürekli onlara cevap veriyorlardı. Yaptığımız en akıllı iş de sürekli yürümek oldu. Biraz daha ilerleyince gruba üç dört tane daha yaşları daha büyük olan (yirmi beş civarı) çocuklar katıldı.

Evet, belirli bir risk var ama attığımız her adımda da otele biraz daha yaklaşıyoruz. Sıcak ülkelerin insanları olduğumuz için de herkesin üstünde garip bir rahatlık var. Sonradan gelen büyük çocuklardan biri çok nazik bir şekilde konuşmaya başladı.

Adam o kadar nazik konuşuyor ki sanırsın ki turist rehberi. Şimdi düşünüyorum da bizleri sokakta görünce onlarda inanamamıştır. Akşam hediyesi gibi bir şeydi herhalde onlar için. Çocuk o kadar nazik bir dille neden onlara para vermemiz gerektiğini izah ediyor ki üç dakika daha konuşsaydı ikna olacaktık ama zamanı yetmedi.

Otele iyice yaklaştığımız bir nokta da, “İyilikle istediğimiz zaman vermiyorsunuz, sonra bıçakladığımız zaman ayıp oluyor.” dedi. “Kesinlikle çok ayıp olur. Ayrıca siz bir turist ülkesisiniz, misafirlere bu tip bir muameleyi sizlere hiç yakıştıramam.” dediğimi hatırlıyorum. Bu lafa bizim gruptakiler çocuklardan daha fazla bunadılar. Herkes şaşkın şaşkın birbirine bakarken çocuklar otelin köşesindeki sokaktan öbür tarafa doğru gitmeye başladılar ve mucize kilometredeki yolculuğumuz da kazasız belasız sona ermiş oldu.
Ne öğrendik bu olaydan? Bu tip yerlerde akşam akşam sokaklarda yürümenin çok iyi bir fikir olmadığını öğrendik, diyeceğim ama onu zaten biliyorduk. Orta Amerika, Güney Amerika, Asya ve Afrika’da bu tip tehlikeli ülkelerden çok var.

Bence buradan çıkarmamız gereken ders, “İş yemeklerinin çok uzatılmaması gerektiği.” konusudur. Her gün on beş saat aynı insanlarla sohbet eden katılımcılar, sonunda bunalıp kendilerini tehlikeli sokaklara atıyorlar.
Allah hepimizi tehlikeli sokaklardan uzak tutsun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

23 Haziran 2015 Salı

Fakir Başarır

Günaydın Dostlar,

Sevgili babam, “Maddi imkânları kısıtlı evlerde büyüyen çocuklar, genellikle zengin evlerde doğmuş çocuklara nazaran daha başarılı olurlar.” derdi. Bu tespit ne kadar doğrudur bilmiyorum ama gerçek bir payı olduğu da kesin.
Geçen akşam bir kanalda Süleyman Demirel’in hayat hikâyesini izliyordum. O programı izlerken gerçekten de Demirel’in çok kısıtlı imkânları olan bir aileden geldiğini gördüm. Babamın tezini doğrular nitelikteydi.


Birkaç ay önce de Kemal Kılıçdaroğlu’nun hayat hikâyesini izlemiştim. Onun da ortak paydası çok limitli imkânları olan bir aileden geliyor olmasıydı. Herkesin hayat hikâyesini bilmiyorum ama etrafınıza baktığınız zaman bugün en tepedeki liderlerin birçoğu hep çok kısıtlı imkânları olan ailelerden gelmişler.

Belki vardır ama çok zengin bir aileden gelmiş bir siyasi lider ben hiç duymadım.

Sporcularda da durum çok farklı değil. Bugünün başarılı sporcularının hemen hemen hepsi çok limitli imkânlarla büyümüşler. Siz hiç Robert Kolej’de okumuş ve çok meşhur olmuş bir futbolcu duydunuz mu?
Çocukları Fenerbahçe voleybol okuluna götürdüğümüz dönemlerde derslerin bitmesini beklerken oradaki eğitmenlerle sohbet ederdim. “Bu spor okullarındaki binlerce çocuk arasından yetişmiş ve A takımına girmiş çocuklar var mı?” diye sorardım. Onlar da “Kesinlikle hayır.” diye cevap verirlerdi.
“Neden?” diye sorduğumda da cevabı “Bunlar parası olan ailelerin çocukları, bunlardan yıldız çıkmaz, yıldız dar gelirli ailelerden çıkar.”  şeklinde olurdu. Spor okullarından yıldız çıkmıyor. Yıldızlar, takımların zaman zaman yaptıkları seçmelerde göze batan çocuklardan çıkıyor.

Amerika’da da durum çok farklı değil. Orada yaşadığım dönemlerde bir televizyon programında sadece bir tane zengin aile çocuğunun NBA’de oynadığını duymuştum. Detroit Pistons’da oynayan Bill Laimbeer, zengin bir aileden geliyordu ve bu bir istisnaydı. Hatta “Babası kendinden zengin olan tek NBA oyuncusu.” şeklinde espriler yapılıyordu.

Ferdi Tayfur, bir röportajında “Ben aslında komedyen olmak istiyordum ama bu kadar sıkıntı, bu kadar dert olan bir evden komedyen çıkmaz.” demişti. Sanat dünyasında da durum diğer sektörlerden çok farklı değil. İbrahim Tatlıses ve diğer sanatçıların hayatlarını incelediğinizde de durumun çok da farklı olmadığını görüyorsunuz.
Babamız, her şeyimiz, Atatürk’ümüz de fabrikatör çocuğu değilmiş. O da yine çok mütevazı imkânları olan bir aile de büyümüş.
Baktığınız zaman bütün bu insanların ortak yanları bir şeyleri başarma hırsı ile dolu olmalarıdır. Bu hırs kiminde az var, kiminde daha çok var ama hepsinde var. Unutmayalım ki Atatürk de küçüklüğünden itibaren her zaman hırslı bir insanmış. Genelleme yapmak istemiyorum ama bu insanların çoğunlukla yapılanı beğenmeme ve sürekli tenkit etme gibi özellikleri de var. Düşündüğünüz zaman bu durum başarma hırsları ile de doğru orantılı.

Dünyanın kanunu böyle yazılmış. Bir şeyleri çok kolay elde edebiliyorsan o zaman çok da kıymeti olmuyor ve insanlardaki başarma hırsı düşüyor. Çocukların her dediğini yapmaya çalışmak mücadele ruhu olmayan nesiller yetiştirmekten başka bir işe yaramıyor. Bu şekilde yetişmiş ve mücadele ruhu olmayan çocuklar da en ufak bir zorlukta hemen pes ediyorlar.

Bugün sokaklarda otomobillerin camını silmek zorunda kalan çocukların birçoğu yarın bir yerlerde lider olacaklar. Hayatı en derin çizgileriyle yaşayan bu çocuklar, birçok insanın beş yüz sene yaşasa kazanamayacağı tecrübeyle donanıyorlar.
Hepsinin Allah yardımcısı olsun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Haziran 2015 Perşembe

Aşkım İstanbul

Günaydın Dostlar,

Ben İstanbul’a âşık mıyım?
Kesinlikle değilim ama aramızda bir elektrik olduğu da kesin.

Ankara’da doğmuş ve büyümüş çocuklar olarak küçüklüğümüzde İstanbul’u çok da fazla sevmezdik ama yazın dedemlerin Beylerbeyi’ndeki evine gelip geniş bahçesinde oynamak hoşumuza giderdi.
Kime sorsan ille de İstanbul diyor. Dün televizyon programındaki kadıncağız “İstanbul’dan başka hiçbir yerde yaşamam.” diye bir yorum yaptı. Programın sunucusu neden diye sorduğunda da “Bu boğaz nerede var?” diye cevap verdi.


İstanbul Boğazının bir çekim merkezi olduğu kesin ama kaçımız gerçekten de bu Boğaz’dan yararlanabiliyoruz. Ben kendi adıma konuşayım, benim boğazda balık yeme averajım yılda bir bile değil (hatta son yıllarda sıfır). Çay bahçesi derseniz, o da yılda sıfırdır.

İstanbul’da birçok şey olduğu kesin ama İstanbul’u neden sevdiğimiz sorulduğunda sıraladığımız şeylerin hiçbirini yaşayamıyoruz ki. Bu şehirde bir şeyler yapabilmek hem çok zor hem de çok pahalı. Geçen sene karşı tarafta bir arkadaşımla 1,5 saat yemek yiyebilmek için gidiş dönüş 3,5 saat yollarda harcamıştım.

Nişantaşı, Etiler, Beyoğlu gibi semtlerle (orada yaşamıyorlarsa) ben dâhil zaten hiçbir İstanbullunun işi olmuyor ki. Eskiden arabayla Nişantaşı’na gitmek zorunda olduğum zamanlarda bir gün önceden huzurum kaçardı. Bu semtlerde yaşayan bazı arkadaşlarım “Bir daha park yeri bulamam.” korkusuyla arabalarını kullanamıyorlar.

İki saatte Avrupa’dan gelip sonra havaalanından eve gitmek için üç dört saat uğraştığım çok olmuştur. Durum böyle iken hiçbirimiz İstanbul’dan kopamıyoruz. Garip bir cazibesi var bu şehrin. Kim bilir, belki de çile çekmeyi seviyoruz.

İstanbul dışındaki şehirlerde Ankara ve İzmir de dâhil olmak üzere iş bulmak kolay bir iş değil ama insanları İstanbul’da tutan çekimi iş imkânları ile açıklayamayız. İş konusu gündemde olmasa da herkes yine de İstanbul’da yaşamak istiyor. İnsanları çeken paradan daha farklı parametreler de var.
Enteresandır İstanbullu. Her sabah iki saat köprü kuyruğunda bekler ama kafasını kessen beş dakika önce yola çıkmaz. Bu durum artık onun hayatının bir parçası olmuştur. Tıkış tıkış olmak İstanbul hayatının bir parçasıdır. Bazı arkadaşlarım, bir restorana veya bara gittiğimizde içerisi tıklım tıklım dolu değilse içeri girmek istemezler. Öyle alıştıkları için rahat ve huzurlu mekânlar neşelerini kaçırıyor.
İstanbul’da yaşamak ve nimetlerinden faydalanabilmek kolay bir iş değil. Trafik rezilliğini aşıp da evine girmeyi başarabilen insanlar bir daha dışarı çıkmak istemiyorlar. Zaten İstanbullu akşam bir yere yemeğe filan gidecekse %90 işyerinden doğrudan gider. İlk önce eve gidip sonra evden dışarıya gitme işi bu şehirde pek de olacak bir iş değildir.

“Ne senle ne de sensiz.” diye bir laf var ya işte bizim İstanbul’la ilişkimiz öyle bir seviyede. Her gün sabahtan akşama kadar söylenen insanlar, İstanbul’dan başka bir yerde yaşama ihtimalini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar. Bu düzene alışmış bir insan başka bir yerde iki günde sıkılır zaten.

Söyleniriz, ömrümüzü trafikte tüketiriz, kalabalıktan bunalırız, agresif insanlardan sıkılırız, saygısızlıklar canımıza tak eder, başkalarının hakkına tecavüz hiç bitmez ama bu şehirden de hiçbir yere gidemeyiz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Haziran 2015 Çarşamba

Restorasyon...

Günaydın dostlar.

Restore edilmesi gereken şey nedir?
Tabi ki bozulan her şeyin yeniden yerine konulması gerekiyor.


Bu tip bir çalışma için bildiğim kadarıyla hükümet kurulmasını beklemeye bile gerek yok. Koalisyon cilveleşmeleri devam ede dursun, bir yandan da bu tip çalışmalar yürütülebilir. Milletvekilleri yemin edip meclise girdikleri andan itibaren bu tip çalışmaların içinde olabilirler.

Meclise neden bir türlü giremiyorlar? 10 gündür süren rozet takma çalışmaları hiç bitmiyor da ondan. Ne kadar yavaş bir milletiz. Sadece futbolumuz değil, her işimiz yavaş. Seçtiklerimiz şu anda her gelen vekilin kendi yöresinden getirdiği yöresel lezzetleri yemekle meşguller. Yemekler yenilip, rozetler takıldıktan sonra inşallah meclis de çalışmaya başlayacak. Muhtemelen verecekleri ilk karar da tatile çıkmak olacaktır.

Her işimizin merasim katsayısı çok yüksek bir toplumuz. İşini gücünü bırakıp havaalanına doluşan bürokratlarda bunun en büyük örneğidir. Gel meclise tak rozetini, ye baklavanı, et yeminini başla çalışmaya. Bu kadar uzatmaya ne gerek var?

Futbolcuların çocuklarıyla sahaya çıkma âdeti artık meclise de yansımış. Bakıyorsunuz bütün aile orada.

Yasa tasarısı önerebilmek için hükümetin kurulmasını beklemeye gerek yok. Herhangi bir parti bu önerileri yapabilir ve mecliste onaylanır. Acilen düzeltilmesi gerekenlerin başında hukuk sisteminin olduğunu düşünüyorum. İçeride ve dışarıda insanların güvenemediği bir hukuk sistemi olduğu takdirde, o noktadan başlayacak olan virüs ülkenin diğer ekonomik ve toplumsan parametrelerine de yayılır.
Bireysel hak ve özgürlüklerin yaşanmasına sorun oluşturabilecek her türlü yasa ve genelge teker teker düzeltilmelidir. Avrupa Birliği hedefi çerçevesinde, demokratik ve çağdaş bir ülke yaşamında olması gereken yasalar çıkartılmalı, bozulmuş olanları varsa da yeniden eski haline getirilmelidir.

MIT yasası gibi herhangi bir devlet kurumuna olması gerekenden fazla yetki ve dokunulmazlık veren yasalarda acilen tekrar gözden geçirilmelidir. Birimlerin birbirini denetleyebileceği çağdaş bir yapıya kavuşmak en öncelikli hedefimiz olmalıdır.

Erken seçim olur veya olmaz ama seçim barajı acilen makul seviyelere çekilmelidir. Seçim bitti artık hiçbir parti seçim barajından söz etmiyor.

Meydanlarda birçok söz verildi. Bu sözlerin bir kısmının tutulabilmesi için hükümet olmaya gerek yok. Yasama koalisyonu içinde bu tip yasalar onaylanabilir. Kimse sokaklarda söylediğinin aksini yapmaya kalkmasın. Seçmen adalet istiyor, seçmen huzur istiyor, seçmen sofrasına iki kap yemek koyabilmek istiyor.
Politikacıların seçim meydanlarında verdikleri sözlerin çoğunu yerine getirmemeleri veya getirememeleri dünyanın her yerinde alışılmış bir konudur ama en azından bir kısmını yerine getirin. En acillerinden başlayın aşağıya doğru gidin. Biz de oturduğumuz yerden, “Adamlar elinden geleni yaptı” diyebilelim.

Bu günlerde hiç bitmeyen bir “ödünç oy” sohbetleri var ya, unutmayın o oyların hepsi ödünç ve anında geri alınabilir. Herkes ömür boyu milletvekili maaşı almak ister. Bana da verseler, ben de isterim ama aynı zamanda da akşam başımı yastığa koyduğumda, o maaşı hak ettiğimi de düşünmek isterim.
Sizlerden de tek bir ricamız var. Parti menfaatlerini değil, sizlere oy verenleri ve onların beklentilerini düşünün ve akşam rahat uyuyun.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Haziran 2015 Salı

Kim Gitsin?

Günaydın dostlar.

Yok, yok Turabi değil, tabi ki Volkan Demirel gitsin.
Zaten futbolculuk dışındaki bütün yönleri çok tartışamaya açıkken, bu sene kaleciliğinin de dibe vurması bardağı taşıran son damla oldu. Durum bu haldeyken, Fenerbahçe’nin bu seneki başarısızlığında büyük pay sahibi iken, Volkan Demirel’i tutup, gelecek vaat eden Mert Günok’u göndermek nasıl bir düşüncedir ben anlayamıyorum.


Fenerbahçe’nin iki kalecisi de bu sene iyi bir sezon geçirmedi. Volkan gelmiş 35 yaşına ve halen 40 yaşına kadar oynayacağım diyor. Kimse oynamana mani değil ama lütfen artık Fenerbahçe’de oynama. Git bahçende çimde kendini sağa sola atma çalışmaları yap.

Yedek beklemekten körelen Mert’e artık bir şans verilmesi gerektiğini düşünürken, kulüpten yapılan açıklamada Volkan’ın kalacağı, Mert’in gideceği yönünde bir bilgi paylaşılmış. Çok doğru bir karar olmuş! 26 yaşındaki bir kaleciyi gönder, her sene yaşanan uyurgezerlikleri iyice artmış olan Volkan’ı takımda tut.

Neden? Başkan, Volkan’ı manevi oğlu ilan etmiş de ondan. Tek adam yönetimlerinde bu gibi durumların sık sık karşımıza çıkıyor olması artık hiçbirimizi şaşırtmıyor.
Ülkedeki büyük Fenerbahçe nefretinin en büyük parametrelerinden biri de Volkan’dır. Bu kadar nefreti üzerine çeken bir oyuncunun takımı da negatif bir şekilde etkilediğini düşünüyorum.
Galatasaray’ın bu sene şampiyon olmasının en büyük nedeni neydi? Muslera. Hem de açık ara en büyük faktör. Oturun ve bu iki kalecinin saha içi ve saha dışı bütün parametrelerini birbirine mukayese edin. Çıkaracağınız sonuçların çok net olacağından eminim.

Başka kim gitsin?

Tabi ki Emre Belezoğlu. Yaşı 35 olmuş bir futbolcuya artık bugüne kadarki bütün hizmetleri ve yarattığı nefret için teşekkür edip, yolları ayırma zamanıdır. Senede 3 tane 90 dakika maç çıkaramayan, sık sık sakatlanan bir oyuncu takımın da dengesini bozuyor.
Emre olmazsa takım ileri gidemiyormuş. 25 milyonluk bir camianın takımı, 35 yaşındaki Emre olmadan ileri gidemiyorsa, ileride çoğalamıyorsa, gitmeyelim o zaman ileriye kardeşim. Hep kendi yarı sahamızda oynayalım. Zaten ileri gidince de sanki gol atma rekorlarını altüst ediyoruz.

Top oynuyorsun ve yanında bütün stadın yuhaladığı bir arkadaşın var. Her pas attığında statta bir uğultu başlıyor. İnsanoğlu ister istemez etkilenir ve maçın doğal akışından kopar. Emre, bu durumdan besleniyor olabilir ama başkaları da farklı etkilenebilir.

Etrafı kutuplaştıran ve nefreti körükleyen insanları tutmuyorum. Bunların Fenerbahçeli olmaları hiç fark etmez. Artık bu iki oyucunun hırçın tavırlarını ve diğer kışkırtıcı hareketlerini alıp gitme zamanın geldiğine inanıyorum.

Neden gidemiyorlar? Gidemiyorlar, çünkü sevgili başkanımız ülkenin en çok nefret ettiği 2 ismi, manevi evlatları ilan etmiş. Takımda o kadar isim varken, sen en çok bunlara sahip çıkarsan, onlarda her zaman yaptıklarını yapmaya devam ederler…
Aziz Yıldırım, Volkan ve Emre, bu 3 isim gitse, ülkedeki Fenerbahçe nefreti de en az %80 azalır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


15 Haziran 2015 Pazartesi

Sevilmeden Sevenler

Günaydın Dostlar,

Kaç kere sever insan? Kaç kere birisine âşık olur?
Nedir bunun rakamı? Bir midir, iki midir üç müdür?

Her yazımda sevmekten bahsederken her zaman, “Öyle aşk meşk sevgisi değil, her türlü sevgiden bahsediyorum.” derim ama bu sefer gerçekten de aşk meşk sevgisinden söz ediyorum.
 
Bu sabahki konumuz kafesinin içindeki silindirde koşmaya çalışan sıçanınıza gösterdiğiniz sevgi değil. Kafesin dışında onu yakalayacağını düşünerek garip hareketler yapan kedinize gösterdiğiniz sevgi de değil. Hem de hiç değil.
Kardeş, arkadaş, dost sevgisinden de söz etmiyorum. Bu sabahki konumuz “Onun için geberiyorum ağabey.” kategorisindeki sevgiler. Kerem’in Aslı’yı, Leyla’nın Mecnun’u, Ferdi Tayfur’un Necla Nazır’ı sevdiği gibi bir sevgiden bahsediyorum. Kaç tane var bunlardan? Kaç tane yaşayabilirsiniz?

İnsanoğlu bu, gidiyor birini seviyor. Ne demişler büyüklerimiz? Bu sevgi olur olmaz her yere konabiliyor. Şanslıysan daha iyi noktalara konuyor, şansızsan da isimleri üç harfle anılan yerlere de konabiliyor.

İnsanoğlunun kaderinde var. Seveceği zaman sevmesi gerekeni sevmiyor, gidiyor en olmayacak insanı seviyor. Bu yüzden de sevgilerin %90’ı tek taraflı. Tanışmaları, yakınlaşmaları, hoşlanmaları, birbirine alışmaları kastetmiyorum. Onların birçoğu çift taraflı hisler. Bir şekilde tanışıyor veya tanıştırılıyorsun ve hisler belli seviyelerde korunarak devam ediyor. Sorun gerçek sevmelerde. “Al kalbim sende dursun.” dediğin zaman olayın boyutu değişiyor.

İnsanlar gidiyor, kendini sevmeyeni veya sevmeyeceği buluyor. Hepimiz akıllı insanlarız, peki neden böyle geri zekâlılıklar yapıyoruz? Etrafımızda boyu boyumuza, yaşı yaşımıza, huyu huyumuza, hisleri hislerimize uygun bir sürü insan dururken neden gidip de en olmayacak olanını seviyoruz?

Allah, birtakım şeyleri dengele diye sana hem kalp vermiş hem de beyin vermiş ama böyle bir durum yaşandığında biz anında beynimizi devre dışı bırakıyoruz. Tuvalette bile beynimizi tam kapasitesine yakın kullanan bizler, konu aşk meşk olunca bir anda “Sana ihtiyacım yok.” deyiveriyoruz.
Gidiyorsun birini çok seviyorsun. O da sana karşı hiçbir şey hissetmiyor. Yapılması gereken şey nedir? Gerçek hislerinizi paylaşarak yolları ayırmak yapılacak en doğru iştir. Gürsoylu Sokak'ın köşesinde sen Bostancı tarafına git, o da Göztepe tarafına gitsin.
Bu tip yaklaşımları ve hayat felsefeleri olan insanlar var ama azınlıktalar. Peki, diğerleri ne yapıyor? Diğerleri oyun oynuyor. “Buralarda bir yerlerde dursun.” oyunu çok yaygın bir oyun. Ne de olsa birileri tarafından sevilmek herkesin hoşuna giden bir duygu. Hiç seveceğin bile yoksa birilerinin seni sevmesi arzu edilen bir durum.

Bunların hepsi iyi güzel ama hayat bir Instagram hesabı değil. Kaç kişinin kalbine çentik attığın veya kaç adet “beğeni” aldığın yaşam denen bu yolda bir artı getirmiyor. Sadece formülün bir yerlerindeki "oynanan oyunlar" katsayısını arttırıyor.

Sevmek özel bir konudur. Sevilmek ise daha güzel ve özel bir konudur. Birilerine kalbini emanet etmek isteyen insanları iyi anlayıp sundukları sevginin hassasiyetine göre davranmak bir insanlık görevidir.
Evlenme programlarındaki “Senden elektrik alamadım.” gibi hassasiyetten uzak yaklaşımları çok kırıcı buluyorum. İnsanlar karşısındakine net olmalı ama bunu kırmadan, dökmeden, oyun oynamadan yapabilmenin de yolları vardır elbet diye düşünüyorum.

Unutmayın kimse aptal değil. Kim bilir, belki de sessizliği; sizin oynadığınız oyunları, söylediğiniz yalanları görmediğinden değil, kalitesindendir.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Haziran 2015 Çarşamba

Çubuk Barajı...

Günaydın dostlar.

Ankara’da çocukluğumuzun geçtiği yıllarda, “baraj” kelimesini duyduğumuzda bizim aklımıza ilk gelen şey Çubuk Barajı olurdu. Barajları su tutmaya yarayan setler olarak düşünürdük. Partilerin meclise girmesini önleyen setlerin de baraj diye adlandırıldığını çok uzun yıllar sonra öğrendik.
Tek başına iktidar olma hırsının politik ve ekonomik menfaatlerle harmanlanması insanları yaratıcı çözümler bulmaya yöneltti. Tabi ki bu olayın adını kimse bu şekilde tanımlamadı ama arka planda yatan gerçek her zaman tek başına iktidar oluşturmaktı. Topluma, ülkenin menfaati ve istikrarı için yapılan iyi niyetli çalışmalar olarak yansıtılsa da her zaman olayın başka parametreleri de vardı.


Bildiğim kadarıyla şu anda dünya üzerindeki hiçbir demokratik ülkede bu kadar yüksek bir seçim barajı yok. Düşünsenize bir ülkede 50 milyon seçmen varsa ve de partilerden biri 4,5 milyon oy alırsa meclise giremiyor. Bu kadar çok seçmenin oyu hiçe sayılıp garip bir aritmetik neticesinde seçimden birinci çıkan partiye yarıyor.

Bu tip formüllerle seçimlerden %33 oy alan partiler bile tek başlarına iktidara geldiler. Ülkedeki her 100 kişiden 67’si seni istememiş ama sen seçim barajı sayesinde sanki ülkenin tamamının oyunu almış gibi tek başına iktidara geliyorsun.

Gariptir bu dünya. Yıllarca sana hizmet eden aritmetik bir bakarsın bir anda senin tersine çalışıverir. Gerçekleri yansıtmayan formüllerle yapılan hesaplar gün gelir senin aleyhine işler. Bu sabah barajın tuttuğu sular senin havuzunda sırt üstü yatmanı sağlarken bir de bakarsın ki sular barajı aşmış ve senin şişme yatak alabora olmuş. Baraj yüksek olduğu için bunun üzerinden aşabilecek suyunda darbesi büyük olur.

Baraja karşı mıyım? Kesinlikle değilim. Sıfır baraj ile yola çıkmak bu ülkeyi yolun sonuna götürmez. Meclis birkaç kişilik partilerle dolar ve bizim topraklarda bu iş yürümez. Bizim için olması gereken daha makul bir baraj seviyesidir. %3’mü olur, %5’mi olur onu bilemem ama %10 olmaması gerektiği konusunda herkesin hemfikir olduğunu düşünüyorum.

Bu seçimlerde baraj %5 olsa ne olurdu. Sokağın gerçeklerini daha gerçekçi yansıtan bir tablo ortaya çıkardı. İnsanlar HDP ille de barajı geçsin diye HDP’ye oy verme yarışına girmezlerdi. Ödünç oy vb. gibi kavramların ortaya çıkmasına da gerek kalmazdı.
Nedir HDP’nin gerçek oy potansiyeli? %7-%8 civarı bir rakamdır. Bu çerçevede bir oy aldıkları zaman 40 civarı bir milletvekili çıkarırlardı ve bu da HDP seçmeni ile doğru orantılı bir rakam olurdu. Millet biraz daha sıksa neredeyse birinci parti çıkacaklardı.

%10 barajının gerçeği yansıtmadığı gibi, HDP’nin 82 milletvekili çıkarması da gerçeği yansıtmıyor. İster tepki oyları, ister korku oyları, adına ne derseniz deyin bu tip oyların beklenmedik bir boyutta bir resim çizdiğini görüyoruz.
Aynı durum diğer partiler için de geçerli. Örnek olarak, diğer partilerin barajı geçemeyeceğini düşünerek her seçimde CHP’ye oy veren birçok seçmen var. Seçim barajı düşürülürse kesinlikle CHP’nin de oyları düşer.

Bu konu yeni meclisin ilk gündem maddelerinden bir tanesi olmalıdır. Düşürülen seçim barajı, sokağın daha gerçekçi bir biçimde meclise yansımasına neden olacaktır ve insanlarda istemedikleri partilere oy vermek sıkıntısından kurtulacaklardır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

6 Haziran 2015 Cumartesi

Bahaneler...

Günaydın dostlar.

Bir işi gerçekten yapmak istiyorsan muhakkak bir yolunu bulursun; yapmak istemiyorsan da 500 çeşit bahane bulursun.
Yıllardır her seçimden sonra sonuçlara baktığımızda gördüğümüz tablo, oy vermeyenlerin en büyük ikinci veya üçüncü parti konumunda olduğudur. Ülkenin kaderini etkileyecek bir seçim sürecinde milyonlarca insanımız oy vermiyor.


Neden mi?

Biz de bahane çok.

-          Yaz tatilindeyim şimdi nasıl geri dönüp de oy vereyim?

-          Bu sabah hiç havamda değilim oy filan veremem

-          Oy vermeye değecek bir parti göremiyorum

-          Boğazım ağrıyor, okula kadar yürüyecek halim yok

-          Bu sıcakta 40 saat kuyruklarda bekleyemem

-          Benim o gün önceden verilmiş bir sözüm var

-          Sonuçlar zaten belli, benim tek bir oyum ne değiştirecek ki?

-          Vallahi hiç vaktim yok

-          Pazar günleri ben çalışıyorum

-          Bu yağmurda oraya kadar yürüyemem
 
Bunlar gibi daha yüzlerce örnek sıralayabiliriz.

Yazımın başında da belirttiğim gibi gönlü olmayan, bir işi yapmak istemeyen her türlü bahaneyi bulabilir.
7 Haziran 2015 Pazar günü, bu ülkenin yakın ve uzun vadeli geleceğinin şekilleneceği gündür. Bu mazeretlerin hiçbiri bu seçim için geçerli değil. Okullar da kapanmadı, tatile de gidilmedi, hava da çok güzel. Hiçbirimizin hiçbir bahanesi olamaz. Kuyrukta beklerken canınız sıkılırsa beni arayın, ben gelirim dedikodu yaparız.

Sevgili dostum, bahane üretme, sandığa git, oyunu ver, vatandaşlık görevini yerine getir. Oyunu verdiğin zaman bahane üretmene de gerek kalmaz. Kim bilir, belki de oyunu vermediğin zaman bahane üretmene gerek kalmayabilir…
Kararı kendin ver…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…                 

5 Haziran 2015 Cuma

Suriyeli Dostlarımız...

Günaydın dostlar.

Daha önceki yazılarımda da zaman zaman belirttiğim gibi CCI’da çalıştığım dönemlerde en severek gittiğim ülkelerden biri Suriye’ydi.  Sizlerin tecrübeleri nasıldır bilmiyorum ama Suriye’nin modern ve samimi ortamında ben her zaman çok güzel ağırlandım. Kaldığım oteller de, gittiğim restoranlar da, dolaştığım sokaklar da, hepsi çok keyifliydi.
 
Şimdi Suriyeli komşularımızın birçoğu artık kendi ülkelerinde yaşayamıyorlar. Ellerine alabildikleri bir minik çanta, iki don, bir fanila ile yollara düştüler. Sıcacık evlerini, yurtlarını, vatanlarını bir daha hiç dönmemek üzere terk ettiler. Ölmemek için Türkiye, Ürdün, Irak gibi ülkelere sığındılar. Hadi Türkiye ve Ürdün’ü ayrı bir yere koyalım ama durum o kadar kötü ki insanlar yaşama şansları bir milim daha yukarıda olabilir diye Irak gibi 70 türlü örgütün cirit attığı, hiçbir devlet otoritesinin olmadığı topraklara sığınmak zorunda kaldılar.
Bu kardeşlerimizin büyük bir bölümü şu anda Türkiye’de yaşıyor. Sayılarının 2 milyondan fazla olduğundan söz ediliyor. Zaten kendi zar zor geçinen ve fakiri çok olan bir ülke için bu kadar yüksek sayıda misafir ağırlamak hiç te kolay bir iş değil.

Bu büyüklükteki bir insan topluluğunu kamplarda tutmanız da mümkün olmadığına göre birçoğunu sokaklara salmak zorunda kaldık. 20 civarında il ve ilçemiz Suriyeli akınından hem maddi olarak, hem de manevi olarak çok kötü etkilendiler. Bazı kasabalara, o kasabanın nüfusundan daha çok Suriyeli gitti.

Suriyelilerin ülkemizde yaşamasından kaynaklanan bütün zorlukları biliyorum ve söylenenlerin hepsini haklı buluyorum. Sığınanlar olduğu gibi, gittikleri yerleşim merkezlerini birbirine katanlarda var bunları da biliyorum. 100 liralık işin artık 30 liraya yapılıyor olmasından tutunda, Suriyeli korkusu yüzünden insanların geçmeye çekindiği sokaklara kadar, her türlü gerçekle her gün yüzleşiyoruz.
Karşımızdaki her kim olursa olsun yaşanan her türlü tacize karşı kendimizi korumak en doğal hakkımızdır. Buna kimsenin diyecek bir sözü olamaz ama yaşanan trajik tablo karşısında birazcık empati yapmayı da unutmayalım.
Suriyelilerin evlerini terk etmesine neden olan gelişmeleri hepimiz biliyoruz ve bunları sabaha kadar tartışabiliriz ama benim bu sabah ki konum işin insani boyutu. Nedeni ne olursa olsun, ölmemek için evini terk etme hissini ancak yaşayan bilir.

Allah, kimseyi böyle bir durumda bırakmasın. Yanına alabileceğin 3-4 parça giyecekle ve sırtında taşıdığın hasta annenle, çoluk çocuk yollara düşmek hiçbir insanın yaşamaması gereken bir acıdır. Sebep olanlar her iki dünyada da bunların hesabını verirler bir gün.

Açlığı, sefilliği, tacizi, tecavüzü, horlanmayı, itilip kakılmayı, dolandırılmayı, sokaklarda yatmayı ister miydi bu insanlar? Birçoğunun normal bir hayatı vardı. Acımasız hayat onları yuvalarından etti, sokaklara mahkum etti.
Sebebi her ne olursa olsun, her kim neden olmuşsa olsun, kökenleri her ne olursa olsun bu insanlar şu anda burada ve bizim misafirimizler. Kimse isteyerek yanına bir çanta ve bir koyun alarak kendini mayınlı tarlaların ortasında bulmak istemez.

Ben, Suriyelilerin hallerine çok üzülüyorum ve bu mübarek Cuma gününde Allah kimseyi can korkusuyla evini, yurdunu terk etmek zorunda bırakmasın diye dua ediyorum.
Sokakta kartonların altında yaşamaya çalışan o aileyi gördüğünüzde, onlarında geçmişte Suriye’de bir yerlerde bir evi olduğunu unutmayın. Düşmez kalkmaz bir Allah. Doğan güneşin yarın ne getirip, ne götüreceği hiç belli olmaz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Haziran 2015 Pazartesi

Küçük Bir Rüya

Günaydın Dostlar,

Daha önceki bir yazımda çok fazla rüya görmediğimden, gördüğüm zaman da hep aynı üç dört rüyayı gördüğümden söz etmiştim. Gerçekten de ben çok fazla rüya görmem.
Biz çocukken bizim evde rüyaları annem görürdü ve zaman zaman kahvaltıda bize de anlatırdı. Birbiriyle alakası olmayan insanların aynı rüya içinde buluşmasından bıkmış usanmıştık.


Her seferinde, “Anne lütfen saçma sapan rüyalarını bize anlatıp durma.” diye karşı çıkardık. Sonra da “Hayırdır inşallah.” der olayı noktalardık.

Gelin görün ki bu sabah bir saçma rüya da ben anlatacağım. Daha yataktan kalkmadan biraz evvel gördüğüm için de rüya halen çok taze. Halen gülüyorum.

Olay şöyle gerçekleşiyor. Ben ve arkadaşlarım bir apartmanın üst katında teras gibi bir yerde duruyoruz. Başka insanlarda var ve bunlardan bir tanesi de Deniz Baykal. Yan apartmanın terasında da bir sürü insan var ve bunlardan bir tanesi de demirlerin üzerine oturmuş sürekli olarak Baykal’a laf atıyor.
Baykal hiç oralı olmuyor. Adam söylemediğini bırakmadı ama bizimkinin hiç umurunda değil. Duymuyormuş gibi davranıyor. Biz de şaşkın şaşkın olan biteni izliyoruz.
Bir müddet sonra Baykal daha fazla dayanamıyor ve yerden leblebi büyüklüğünde bir taş alıp adama atıyor. Taş gidip adamın kafasına çarpıyor ve adam apartmanın tepesinden düşüp ölüyor. Baykal bize bakıyor, biz Baykal’a bakıyoruz.

“Çocuklar gördünüz bit kadar bir taş attım ben masumum.” diyor. Aslında bit kadar taş attığı doğru ama adamın o taş yüzünden düştüğü de bir gerçek. Normal bir adam o kadarcık bir taşla aşağıya düşmez ama rüya bu, adamın düşeceği tuttu.

Bana gelip “Benim lehime şahitlik yap.” gibi bir şeyler söylüyor. Ben de “Ne gördüysem onu söylerim.” diye cevap veriyorum. Bu sefer bana kızıyor. “Ne gördün? Ne gördün?” diye bağırmaya başlıyor.
“Bit kadar taş attım, onu mu söyleyeceksin?” diye bağrınca ben de “Aynen öyle” diye cevap veriyorum. Ben ne gördümse onu söylerim. Ne eksik söylerim ne fazla.

Baykal’la bağrışırken sonunda uyandım. Bu sefer de bir gülme tuttu. Gülecek halim de yok ama sabah sabah epeyce bir güldüm. Siyasileri her gün ekranlarda görmenin bıkkınlığı Baykal olarak benim rüyama girdi.

İşin komik tarafı çok uzun zamandır Baykal hiç ortalarda da yok. Neden onu gördüm bilmiyorum. Bu işin uzmanı arkadaşlardan rüya yorumları bekliyorum. “Rüyanda Baykal’ı görmek” diye Google da arasa mıydım acaba?

Baykal, hem adamı düşürdü hem de bize bağırıp çağırdı. Taşın bit kadar olması bir şey değiştirmez, sonuçta sen düşürdün.
Siz, siz olun dostlar; leblebi kadar bile olsa kimseye taş atmayın. O taşın gidip de kimin başına çarpacağı hiç belli olmaz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…