31 Ocak 2016 Pazar

Saruhan...

Günaydın dostlar…

Yenişehir Koleji’nin en değişik simalarından biri Saruhan’dır. “Her şeyin fazlası başa derttir" demişler, bence de çok doğru söylemişler. Yarım asırdan fazla bir süredir devam eden yaşamı boyunca, “fazla zekilik” her zaman Saruhan’ın başına dert olmuştur…
Benim gibi averaj zekâdaki insanların, zekâ fışkırması yaşayan Saruhanların ne gibi bir ruh hali içinde olduklarını ve düşündüklerini anlamaları mümkün değildir. Tek bildiğim şey, normal konuların bu insanları fazlası ile sıktığıdır.


Normal konuların en başında gelen, okul konusu da Saruhan’ı tahmin edemeyeceğiniz kadar çok sıkıyordu. Okul hayatımızı renklendirmek için yapmadığı şey kalmadı. Bu gibi arkadaşlarda genelde otoriteye karşı gelme durumu da oluyor.

Lisenin son senesinde Saruhan benim sıra arkadaşımdı. Kopya yazmak için büyük çaba harcardı ama kopyaları yazarken her şey kafasına girdiği için, kopyaları kullanmaya gerek kalmazdı. Sınıfın en arka köşesi, kopya yazmaya bile üşenen arkadaşlarla dolu idi ama Saruhan büyük bir özveri ile bütün kitabı minik kâğıtlara yazar gelirdi.

Mühendis kafası daha lise yıllarında oluştuğu için de, kâğıtları da (eğilip bükülmesinler diye) çift kat yapıştırırdı. Çalışmasındaki detaya bakar mısınız?
Saruhan’ın yaptığı veya yapacağı hiçbir şey bizi şaşırtmazdı ama bir gün okula iki tane kocaman zar ile gelince ben bile şaşırdım. “Oğlum zarları ne yapacağız?” diye sorduğumda, “Zar atacağız, ön sıradakilerin paralarını alacağız” diye cevap verdi. Hoca ders anlatır, biz arka sırada patır kütür zar atarız. Kimin parasını alıyorduk bilmiyorum ama her gün ufak tefek bir şeyler kalıyordu.
Her şeye olduğu gibi matematiğe de kafası çok basardı ama aklının %90’ını yaramazlık için kullanan bir insandı. Dakikada 60 ayrı sakatlık yapabilirdi. Gerçi bugün de çok fazla bir şey değişmedi. Saruhan, içindeki çocuğu hiçbir zaman kaybetmedi. Sadece yaramazlıkları ile değil, sevgi dolu kalbiyle, iyi niyetiyle, arkadaşlığıyla da tam bir çocuktur.

Saruhan, sevdiklerine çok değer verir. Kimse arayıp sormasa bile Saruhan her zaman arar. Hani derler ya, “Al yanına savaşa git,” diye, işte bizim Sarı da öyle bir insandır. Sevdiği insanı hayatta satmaz ve ölümüne arkasında durur.

Beyninin çalışmasının zirve yaptığı günlerde bir gün okula kocaman çiviler ve eni az 3-4 cm olan don lastiği ile geldi. Şaşkın gözlerle baktığımı görünce, “Sıranın üzerine bilardo masası yapacağım”, şeklinde bir açıklama yaptı. Benim eşekliğim, bu kadar net bir konuyu neden anlayamadımsa?
Malzemeleri almış gelmiş ama çivileri çakmak için çekiç yok. Bana dönüp, büyük bir çocuk saflığı ve cinliğiyle; “Ön sıralara bir sorsana çekiç var mıymış?” demesiyle kontrolden çıktım. O kadar doğal bir şeymiş gibi soruyor ki, gülmekten öldüm. Sınıfta kimsede çekiç olmadığını öğrenince, “Ben yarın getiririm” dedi ve konuyu kapattık.

Ertesi gün çekiçle beraber gelince, bizim bilardo masası inşaatı da başladı. Dikdörtgen bir şekil çizip, köşelerine ve orta noktalarına koca koca çivileri çakmaya başladı. Ayıptır söylemesi ama tam anlamıyla sıranın canına okudu, diyelim şimdilik.

Çiviler tamam. Sıra çivilerin etrafına don lastiğini germeye geldi ama o iş bizim Sarı’nın düşündüğü kadar kolay olmadı. Siz üzülmeyin. Bizimki mühendis aklıyla ona da bir çözüm buldu ve masa kullanıma hazır hale geldi.
Top olarak kullanılmak üzere, cebinden çıkarttığı misketleri kullandı. Doğru tahmin ettiniz, ıstakalar da kalemlerimiz oldu ama kalemler misketlerin üzerinden kayıyordu, güzel vurulmuyordu.

Sevgili Saruhan, sen git bu sorunu çözmek için, silgili kalemler al gel. Silgili tarafınla vurunca kayma sorunu ortadan kalkıyordu. Bilardo masası ile epeyce eğlendik ama hikâyenin sonu nasıl geldi bilmiyorum. Hocalardan biri mi gördü yoksa biz kendimiz mi sıkıldık bilmiyorum ama bir müddet sonra bizim gecekondu bilardo masası ortadan kalktı.
Bilardo demişken, sevgili Saruhan’ın kahve kültürü de çok iyidir. İyi bir bilardocu olduğu gibi, her türlü kâğıt oyununu da çok iyi oynar. King ve Maça Kızı masalarında biz genelde hiç masadan kalkmazdık. Kaybedenler kalkardı ama biz çok nadir kaybettiğimiz için hep otururduk.

Saruhan, çok akıllı ve çok yaratıcı bir çocuktur ama genelde yaratıcılığı haylaz konular üzerinedir. Espri kabiliyeti de çok gelişmiş olan kardeşimiz, Afyon Dağları’nda yol inşaatlarında çalıştığı dönemlerde yazdığı sabah yazılarıyla bizi çok güldürürdü. Çizdiği karikatürler dillere destandır.
11-Fen için ailenin yaramaz çocuğudur. Arkanı döndüğün anda bir yaramazlık yapabilir. Saruhan’a göz kulak olmayı üzerine vazife edinmiş onu çocukları gibi seven bir ekibiz biz. Her zaman arkasında olduk, olmaya da devam edeceğiz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

30 Ocak 2016 Cumartesi

Silgi...

Günaydın dostlar…

Meclisin arka duvarına saklanmış olarak duran Yenişehir Koleji çok farklı bir ortamdı. Hem çok butik, hem de çok samimi bir okuldu. İleri görüşlü öğretmenleri, öğrencilere bugünün arkadaş tavırlarıyla yaklaşırlardı.
Büyük bir mutlulukla belirtmek isterim ki; aradan çok uzun yıllar da geçmiş olsa, bugün dahi bütün arkadaşlarımızla görüşüyoruz. Facebook ortamının bu konudaki faydası inkâr edilemez ama bizler de görüşme arzumuzu hiç kaybetmedik.


Ortam güzeldi, samimiydi ama her yerde olduğu gibi bu okulda da her çeşit insan vardı. Haylazlıkta sınır tanımayanların okuluydu. Bu arada hemen şunu da belirteyim; ortam samimiydi ama not vermeye gelince bir gram samimi davranmıyorlardı.

Ben, Yenişehir Koleji’ne lise yıllarında katıldım. Okula başladığımız ilk aylarda Yenişehir Koleji’nin çok renkli simalarından bir tanesi, durup dururken bana gelip, “ben senin silgini yutabilirim,” dedi. Zaman zaman dalga geçmek için sınıfın kızları tarafından yazılmış mektupları da alan bu arkadaşımız, neden bir anda benim silgime takmıştı anlayamadım. Belki de sahte aşk mektuplarını silmek için kullanacaktı.

Ben de boş boş bakıp, “çok iyi,” filan gibi bir şey söyleyip, arkadaşı başımdan savmaya çalıştım. Çok güzel, yeşil renkli, kocaman da bir silgim vardı. Üstelik aylar boyunca da hiç kullanılmamıştı. Hiç hata yapmadığımdan değil, pek bir şeyler yazmadığımdan.

Silgi, ilk günkü gibi duruyor ama adam da silgiye taktı. Ne zaman beni teneffüste yakalasa, “ben senin silgini yutarım,” deyip duruyor. Benim ile ilgili takacak o kadar çok konu varken, adam silgiye taktı. Gelip bana, “senin İngilizceye hiç kafan basmıyor,” dese anlayışla karşılayacağım ama “silgini yutarım” deyip durunca ne cevap vereceğimi de bilemiyorum.

Bir ara, “silgini yutarım” cümlesinin acaba bu okulda başka bir anlamımı var, diye bile düşündüm. Bu arada, silgi de kocaman. Bir yandan da, nasıl yutacak, boğazına takılacak, nefessiz kalacak diye düşünüyorum.
Bir gün, tam öğlen yemeğinden döndüğümüzde, bizimki yine “silgini yutarım” diye geldi. Etrafımızda da 3-4 arkadaş daha vardı. “Yut ulan,” dememle beraber silgiyi elimden alıp, bir saniyede yuttu.

Nasıl yutacağını düşünmemiştik ama bu kadar seri bir hareket de beklemiyorduk. Kocaman yeşil silgi, su bile içmeden bir saniye de gitti. Hani, “susuz götürür” derler ya, koca silgi bir anda susuz gitti.

Ben ve etrafımızdakiler bir müddet öylece kala kaldık. Ne diyeceğimizi bilemedik. Düşünsenize, siz olsanız böyle bir durumda ne derdiniz? “Harikaydın be ağabey, süper yuttun,” diyecek halimiz yok.

Silgi yutma olayını, o anı yaşayan 4-5 arkadaşımızdan başka kimse bilmez. Aslında bu olay 40 yıllık bir sırdı ama artık halka açılma zamanı gelmişti. Olaya şahit olanlar o kadar şok oldu ki, bu konu bir daha hiç konuşulmadı. Hani uzay aracı gördüğünü kimseye anlatamazsın ya, bu konu da işte öyle bir sır olarak kaldı…
Silgiyi yuttuktan sonra bu sefer de silginin bünyesinden nasıl çıkacağı muhabbetleri başladı. Her kafadan bir ses çıktı ama işin açıkçası benim hiç umurumda değildi. Mide asidinde eriyeceğini ortaya atanlar da oldu, tek parça halinde kalacağını düşünenler de. Hatta bazı arkadaşlarımız, silginin içeride ıslanıp şişeceği yönünde fikir yürüttüler.

Bu konuda çok düşünmemekle beraber, benim gönlüm tek parça halinde kalmasından (içeride şişmesine de karşı değilim) yanaydı. Umarım çıkması, yutması kadar kolay olmamıştır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Ocak 2016 Perşembe

Aranıyor...

Günaydın dostlar…

Bu toprakların üzerindeki havanın içindeki oksijen miktarının, insanların doğru kararlar verebilmesine yetecek seviyede olmadığını düşünüyorum. Yetersiz oksijen, insanlara herkesin arandığını düşündürüyor.
Havasından mı yoksa suyundan mı bilmiyorum ama “aranıyor” muhabbeti, bizim kültürümüzün çok önemli bir parçasıdır. Kim bilir; belki de bütün tahtalarımızın tam olmadığındandır. Doğu Akdeniz’in sıcak ve nemli havası bu yörede yaşayan ülkelerde bir tahta erozyonu yaratıyor olabilir.


Herkesin arandığını düşünürüz. “Aranıyordu, geberttim pisliği,” cümlesinin altında yatan ima; ben ne yapabilirim, kendisi kaşındı savunmasıdır. “Aranıyordu tecavüz ettim,” gibi cümleler de, başka bir savunma ve vicdan rahatlatma şeklidir.

Sokaklarda dolaşan bir sürü tahtası noksan ve aranan insanlara yardımcı olmayı kendine görev edinmiş canlılar, beyinlerindeki çok az kalmış alanla düşünmeye çalışarak, bir toplumsal hizmet yaptıklarını sanıyorlar. Her kesimden ve her seviyeden gelen laflar da, bu canlıların daha çok yüz bulmasına ve şımarmasına neden oluyor.

Bizim ülkede herkes aranıyordur. Cinsellik konusunda da hiç bitmeyen bir açlığımız vardır. Devletimiz de bunu fark etmiş ki, bu konuda insanlar gidip sağa sola saldırmasın diye bir takım mekânlar açmış. Açlığın boyutunu bilen büyüklerimiz zamanında böyle adımlar atmışlar.
Barış elçisi olarak bütün Avrupa’yı geçip Suriye’ye gitmeye çalışan rahibe; bütün Avrupa’yı geçti ama bizim ülkemize girince İzmit’ten öteye gidemedi. Tecavüze uğradı ve öldürüldü. Fazla söze gerek yok, biz bu konuda açız.
Bu konudaki açlığımız, farklı bir açlık. Doymak bilmeyen bir açlıktan söz ediyoruz. Türkiye’ye gelen her turistin arandığını düşünürüz ve misafirlerimize yardımcı olmaya kalkarız. Bizim ülkede her aranana yardımcı olacak birileri her zaman vardır.

Sokaktaki eksik tahtalı ve beyinlerinin %90’ı cinsellikle dolu olan kafalar, her turistin arandığını ama bir türlü konuya giremediğini düşünüyorlar. Her ortamda gördüğümüz iğrenç, yılışık tavırlar böyle bir düşüncenin ürünüdür.

3-5 yıl önce yine böyle bir trajediden sonra yakalan sanığa gazeteciler şu soruyu yönelttiler. “Neden böyle bir şey yaptın?” Yıllar geçmesine rağmen adamın cevabını unutmuyorum. “Mini etekli bir kadın gördüğüm zaman benim beynim kaynıyor, kontrolden çıkıyorum,” diye bir cevap verdi.
Sevgili kadınlar, sokaktaki gerçekleri de düşünerek bu cümleyi tekrar okumakta ve doğru kararlar vermekte yarar var. İnanın geçen akşamların birin de, geç saatlerde Sahil Yolu’nda yürürken ben bile tedirgin oldum. Ne yazık ki, bu günlerde, bu gecelerde emniyetli ortamlarda yaşamıyoruz. İster Bağdat Caddesi, ister Şam Caddesi hiç fark etmiyor, hiçbir yer emniyetli değil.

Kimse kimseye giyiminden kuşamından dolayı veya hangi saatlerde sokaklarda dolaştığından dolayı saldıramaz. Bu konu da tartışacak hiçbir şeyimiz yok. Bu konu, hepimiz için iki kere iki dört eder kadar net bir konu ama günümüzün gerçeklerini de göz ardı edemeyiz.

Beyninin %90’ını cinsellikle dolu olan (beyni kaynayan) canlıların sokaklarda dolaştığı ve de Avrupa’ya uyacağız ayaklarıyla yapılan kanunların bu canlıları koruduğu bir ortamda mecburen daha akıllı olmak zorundayız. Gerçek şu ki, rahibenin, turistin, mini eteklinin, gece sokakta dolaşanın, içki içenin, makyaj yapanın, parfüm sıkanın, dar giyinenin, dekoltesi olanın, sokaklarda gülenin arandığına inanılmış bir coğrafyada yaşıyoruz.

Çok haklı olarak; “Ben ne yaparsam yapayım o pislik bana saldıramaz,” diyoruz ama işin acı yanı saldırıyorlar ve de çok az bir ceza ile kurtuluyorlar…
Herkesin arandığını düşünen canlılara da bir çift sözüm var. Kimse aranmıyor, aranan sensin… Bitmeyen açlığını umarım bir gün toprak doyurur…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Ocak 2016 Pazar

Avrupa Yakası Asya Yakası...

Günaydın dostlar…

“Karşıdan mı yoksa buradan mı?” derdi ben doğduğumdan beri hiç çözülemedi.

“Sabah sabah ne diyorsun?” kardeşim dediğinizi duyuyorum. Hemen açıklama yapayım. Sizlerin de bildiği gibi; İstanbul’dan Anadolu’ya giden yolcu otobüslerinin birçoğu, Avrupa Yakası’ndan kalkarlar, Anadolu Yakası’na gelirler, buradan da yolcu aldıktan sonra yollarına devam ederler.
 
Bu iş her zaman böyle olmuştur ve buna bağlı problemler de hiçbir zaman çözülememiştir. Problem, insanların bir türlü otobüslerin hangi yakadan saat kaçta hareket edeceğini anlayamamasından kaynaklanıyor. “Karşıdan mı 11.00’de yoksa buradan mı 11.00’de?” soruları hiç bitmiyor. İnsanların rahat ve dikkatsiz yapıları sorunların artmasında büyük rol oynuyor. İnternetten bilet alma dönemi başladığından beri de bu sorunlar iyice arttı. Neden mi? Söyledim ya, insanlar çok dikkatsiz de ondan.
Adam oraya yazmış. Karşıdan 11.00’de kalkan otobüsün, saat 12.15’de Asya Yakası’nda olacağı çok net olarak belirtilmiş. Kalkış saati Asya’dan 11.00 olan otobüs, senin otobüsün değil. Gelip de bu otobüse yerleşirsen, sorun çıkar.

Dün kuşumu yolcu ederken aynı senaryo bir kere daha yaşandı. Avrupa’dan kalkış saatini, Asya’dan kalkış saati zanneden yaşları benden bile büyük insanlar, girmişler otobüse kurulmuşlar. Koltukların gerçek sahipleri gelince de doğal olarak sorun çıktı.

Otobüs çalışanları müdahale edip, “Sizin otobüsünüz bir saat sonra gelecek” dediyseler de bir türlü yaşlarının toplamı 200’ü geçen 3 kişiyi otobüsten indiremediler. Ben dâhil, yolcu etmeye gelenler, buz gibi bir havada dışarıda bekliyoruz, otobüsün içinde de yavaş çekim bir tiyatro oynanıyor.

“Otobüsten inmeniz lazım,” diyorlar ama öyle bir tonda söylüyorlar ki, inmeseniz de olur gibi bir anlam çıkıyor. Adamların işi ağırdan alması, dikkatimi çekti ama bir müdahale de etmedim. Tam 40 dakika süren müzakerelerden sonra biletleri bir sonraki otobüs için olan yolcuları otobüsten indirmeyi başardılar.

Yolcuların inmesiyle iş bitti mi? Tabi ki, bitmedi. Bavullarının da geri çıkarılması gerekiyor. 10 dakika kadar da o işlem sürdü ve artık yola çıkmaya hazır bir hale geldik. Ben de kuşuma el sallamak için otobüsün öbür tarafına geçtim ama küçük bir sorun var, otobüs halen gitmiyor.
Otobüsün yanın da sigara içmekte olan şoförün yanına gidip, gür bir sesle, “Neden halen gitmiyorsunuz?” diye sordum. “Ağabey muavin halen gelmedi,” diye cevap verdi. Düşünün aradan 50 dakika geçmiş, bizim muavin halen ortada yok.

Meğerse adamların ağırdan almasının nedeni, muavini bekledikleri içinmiş. Ben de dışarıda kendi kendime, “bir türlü sorunu çözemediler,” diye dert anlatıyorum.

“Ne yapacağız peki?” diye sorduğumda, “Şimdi geliyor,” diye cevap verdiler ama ortalıkta ne gelen var ne giden var.

10 dakika sonra bizim muavin köşeden göründü fakat çocuğun hiçbir acelesi yok. Otobüste insanlar bekliyor, bizler buz gibi hava da otobüsün yanında bekliyoruz; bizim muavin orada bekçiyle sohbet ediyor.
O aşamada Emin’i görmeliydiniz. Gök gürültüsü gibi bağırmaya başlayınca, bizim muavin Kip Keino gibi koşmaya başladı. Sadece muavin mi? Herkes kaçacak bir delik aradı. Bir anda bütün otobüsler kapılarını kapatıp, yola çıkmaya başladılar.

Otobüsler gitti, sohbetler bitti; etrafa derin bir sessizlik çöktü. Millet yan gözle Emin’e bakıyordu ama en azından terminale bir hareketlilik getirdi. Bizim insanımız rahattır ve hiç acelesi yoktur. Bazen gür bir sesle net mesajlar vermek gerekir…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

21 Ocak 2016 Perşembe

Telefon Numaran Değiştiğinde...

Günaydın dostlar…

Dün sabahki yazımda telefon numarası değiştirmenin ne kadar zor bir iş olduğundan söz etmiştim. Numaranızı değiştirdikten sonra yapmanız gerekenler saymakla bitmiyor. Meğerse bizi gerçek dünyaya bağlayan en büyük parametre cep telefonumuz da haberimiz yokmuş.
Numarayı değiştirmek kolay, bütün şamata ondan sonra başlıyor.


1) Doğal olarak, ilkönce en yakınınızdaki eş, dost, akrabanıza yeni numaranızı bildirerek işe başlamanız gerekiyor. En çok kullanılan numaralardan en aza doğru giden uzun bir süreçten söz ediyoruz. Ben 4 gündür bu işi yapıyorum daha yarısına bile gelemedim. Burada en önemli konulardan bir tanesi de, çalıştığınız iş yerini telefon değişikliğinden haberdar etmeniz olacaktır.

2) En önemli konu bankalar. Hele de internet bankacılığı ve/veya mobil bankacılık uygulamaları kullanıyorsanız, bu işin önemi 10 kat daha artıyor. Biraz fazla öksürseniz bankalar hemen numaranızı bloke ettikleri için bu işlemler biraz zahmetli oluyor. İlk önce numarayı değiştireceksiniz, daha sonra da sim kart değişikliğinden dolayı konan blokeyi kaldıracaksınız. Bazı bankalarda bu işi 3 sefer giderek halledebildim.

3) Okullarda çocukları olanların, muhakkak okullara ulaşıp sisteme kayıtlı telefon numaralarını güncellemeleri gerekiyor. Değiştirmezseniz, bir şekilde okul size ulaşmak isterse sorun yaşar. Burada unutulmaması gereken en önemli konu da, servis şoförüdür.
4) Evinizi, işyerinizi koruduğunuz alarm sistemleri de çok önemli bir konu. Bu hizmeti sağlayan firmalara ulaşıp telefon numaranızı güncellemeniz gerekiyor. Bir olay anında, ilk yapacakları şey, sizi cep telefonunuzdan aramak olacaktır.
5) Internet’ten uçak bileti alan arkadaşların Pegasus, THY gibi havayollarının sitelerine girerek, oradaki kayıtlı telefon numaralarını değiştirmeleri gerekiyor. Firmalar, her hangi bir değişiklik olduğunda size ulaşamazlar.

6) En önemli konulardan bir tanesi de, hastaneler ve doktorlar konusu. Aktif olarak kullandığınız bütün sağlık hizmeti aldığınız yerlerdeki numaranız güncellenmeli.

7) Seyahat demişken, otobüs firmalarını da unutmamak gerekiyor. Internet üzerinden bu firmaların web sitelerine kayıt yaptırdıysanız, buralardaki telefon numaranızın da güncellenmesinde yarar var.
8) Digitürk, D-Smart gibi kanallarla olan iletişiminiz açısından bu sitelerdeki numaraların da değişmesi gerekiyor. “Daha iyi, zırt pırt arayıp duruyorlar, değiştirmezsem bana ulaşamazlar,” diyorsanız, onu da büyük bir anlayışla karşılarım, zira gerçekten çok fazla arıyorlar.

9) Yemek Sepeti, Meal Box gibi yerlerden internet üzerinden sipariş veriyor musunuz? O zaman oradaki numaraların da değişmesi gerekiyor. Lokantada pişmiş domates kalmadığı zaman, başka türlü size geri dönemezler.

10) Bilmiyorum siz kullanıyor musunuz ama ben Sanal Market'i çok fazla kullanıyorum. Her sipariş geçtiğimde de, “şu yok, bu yok” diye geri dönüyorlar. Telefonumu değiştirmeseydim bana nasıl ulaşacaklardı?

11) Az daha unutuyordum. Bugünlerde canımız her şeyimiz olan WhatsApp uygulamasında da telefon numaranızı değiştirmeniz gerekiyor. Değiştirmezseniz WhatsApp bozuluyor ve sizi tanımıyormuş gibi davranmaya başlıyor.
12) Belki daha yukarlara yazmalıydım ama apartman görevlisini ve evlerinizde gelip size yardım edenleri de unutmayın. İnanın hamburger siparişi geçebilmekten çok daha önemli bir konu.

13) Aklıma gelen son konu da sigorta şirketleri. Çok acil olmasa da zaman içinde sigorta şirketlerini de durumdan haberdar etmek gerekiyor.
Konuları ana başlıklarıyla yazmaya çalıştım. Bu yazıdan aldığımız mesaj nedir? Çok basit; çok gerekmedikçe telefon numaranızı değiştirmeyin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Ocak 2016 Çarşamba

Telefonun Kadar Varsın

Günaydın Dostlar,

Birçok yakın dostumun da bildiği gibi yıllardır iki telefon numaram vardı. Cep telefonları ilk çıktığında Türkiye’ye geldiğim zaman aldığım numaram halen benimleydi. Yirmi beş yıldır o beni hiç yalnız bırakmadı.
Doğal olarak, bir de son yıllarda kullandığım ve herkes tarafından daha çok bilinen, işyerinin numarası vardı. Bu telefonda binlerce kayıt olduğu için işyerinden ayrıldıktan sonra, bu numarayı üzerime geçirip kullanmaya devam ettim.


Tipik bir yay burcu davranışı olarak, geçen Pazar günü koltukta otururken birden aklıma numaralardan birini kapatmak geldi. “Neden yıllardır iki numara taşıyorum?” diye düşünmeye başladım. Hem gerek yok hem de boşu boşuna ikisine de para ödüyorum. Bu durumu anlamam üç yılımı aldı.

Kararı verdik ama hangi numaraya tutacağıma da bir karar vermem gerekiyordu. Daha zor olacağını, başıma bir sürü iş çıkartacağını bile bile eski numaramı tutmaya karar verdim. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi o benim, ikincisi de o numara en eski 532’li numaralardan ve de güzel bir numara. Türkiye’ye döndüğüm ilk zamanlarda bana o numarayı ve telefonu alan sevgili dayıma buradan bir kere daha teşekkür ediyorum.

Daha bir yerden bir yere gitmeyi bilmezken bir de telefon alacak halim yoktu. Hemen şunu da belirteyim, o dönemlerde çok az kişi de cep telefonu vardı. Oldukça havalı bir durumdu.

Yağmur altında çıktım yola ve hemen en yakındaki GSM Operatörümün mağazasına girdim. Günlerden pazar olduğu için mağaza daha yeni açılmıştı ve insanlar daha ilk çaylarını, kahvelerini bile içmemişlerdi. Gözlerini açık tutmaya çalışan arkadaşa bir çırpıda bütün yapmak istediklerimi anlattım.

“Ben şimdi bu telefondaki kartı iptal ettirip, öbür telefonun kartını bu telefona takıp sonra da yeni kartın eski karttaki pakete ayarlanmasını istiyorum. Bu arada kartımı da değiştirip bu yeni kartlardan takarsanız süper olur.” diye bir cümle kurdum.
Çocuk boş ve uykulu gözlerle on beş saniye kadar hiç kıpırdamadan bana baktı. Gözlerinde, “Sabahın bu saatinde bu kadar uzun cümleler kuracak enerjiyi nereden buluyorsun?” şeklinde bir ifade vardı. İçinden de “Allah’ın cezası moruk, kart değiştirmeyi rüyasında gördü herhalde.” demiştir.

Çok enerji dolu görünmese de Allah var, çocuk işleri çok da bir sorun yaratmadan halletti. Ne yaptığımın farkında olmadan, sanki bir zafer kazanmış edasıyla çıktım dükkândan. Pazar sabahı daha insanlar yola çıkmadan bir şeyler becerebildim ya bunun mutluluğuyla hafif hafif yağan yağmurun altında kendi başıma romantik yürüyüşler yaptım. Daha doğrusu, yeni numarası takılmış telefonum ve ben beraberce yürüdük. Telefonum yağmurda yürümeyi çok sevmiyor ama baktı ki ben ısrar ediyorum, pek bir şey diyemedi.

Asıl dert de eve geldikten sonra başladı. Bir telefon numarasının ne kadar çok yerde kayıtlı olduğuna ve ne kadar çok yerde onu değiştirmek zorunda kalacağınıza inanamazsınız. Telefonsuz ben bir hiçmişim de haberim yokmuş.

Durup dururken telefon numaranızı değiştirmeye karar vermek gibi bir sivri zekâlılık gösterdiğinizde neler yapmanız gerektiğinin listesini yarın sabah yazacağım. Hepimizin elinin altında bulunmasında yarar var.
Ne demiş şair? “Arar bulur muydun beni simsiyah bir telefonum olmasaydı?”

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Ocak 2016 Pazartesi

Ya Üşüyorsa

Günaydın Dostlar,

“O üşümez, bu üşümez.” laflarını hep duyarız. Bu lafları ne zaman duysam, ben de “Ya üşüyorsa.” diye düşünürüm. Gerçekten üşümediğini nereden biliyoruz?

Dışarıda hava buz gibi olur, “Kediler üşümez.” derler. Bir kedinin soğuğa karşı benden daha korunaklı olduğu kesin. Onlar yaz kış doğal yün donlarını giymiş olarak dolaşıyorlar ama yine de onların da bir limiti vardır, diye düşünüyorum. Belki -5 derecede üşümüyordur ama -25 derecede üşüyordur. Kimin ne çektiğini uzaktan bilemeyiz.



Kutup ayısı muhtemelen kediden daha dayanıklıdır ama belki onun da bir üşüme derecesi vardır. Kim olursa olsun, her canlının muhakkak bir üşüme derecesi vardır diye düşünüyorum.

“Üşümek” konusu, her zaman için bizim vicdanımızı “fazla sıcak” konusundan daha çok rahatsız eden bir parametredir. Birileri 60 derece sıcaklıktaki bir ortamda yaşamak veya çalışmak zorunda kalıyor diye pek üzülmeyiz ama üşüyen insanlar her zaman vicdanımızı titretir.

Allah var, ben üşüyen insanlar gördüğümde çok etkileniyorum. Hemen belirteyim, "üşüyen insanlar" derken şık görünmek için üşüyenleri kastetmiyorum. Benim üzüntüm soğuk havada yaşamak veya çalışmak zorunda olanlardan dolayı.

Ne kadar sıkı giyinirse giyinsin, sizce soğuk havada iki saat nöbet tutmak zorunda olan asker üşüyor mudur? Üzerine giydiği çelik yelek üşüme katsayısını daha da arttırıyor mudur? Bence kesin üşüyordur. Dağlarda, ovalarda, şehirlerde bu havada vatanı için savaşan bütün kardeşlerimize benden selam olsun. Allah hepinizi korusun.

Yersiz, yurtsuz sokakta kalmak ve uyumak zorunda kalan zavallı insanlar, çok üşüyorlardır. Ben yatağımda kıçım azıcık açılmasın diye uğraşırken belki de o zavallı da kartonlarını yayabileceği, çöpten çıkarttığı battaniyesini üzerine örtebileceği bir merdiven altı bulduğu için mutlu oluyordur. Üşüyordur zavallı; iliklerine, kemiklerine kadar üşüyordur. Çok üşüyordur.

Ya bozacı amca? Bu soğukta gece karanlığında yarım güğüm boza satacağım diye uğraşan amca. Bozacı amca da çok üşüyordur. Eldiven de giysen, kalın yün donun, fanilan da olsa hiç fark etmez. Gece ayazı hepsini jilet gibi keser geçer. Bütün gece sokaklarda dolaşıp bir eldiven bile alamayacak kadar para kazanan zavallı amca. Her gece elleri, ayakları donan bozacı. Her gece, bütün gün sobanın yanında kuruyan giysilerini tekrar giyip yollara düşen koca kalpli amca.

Bağdat Caddesi’nin en işlek yerinde simit satan, oldukça da iyi para kazanan simitçi amca da üşüyordur. Para tamam ama bütün gün soğukta ayakta durmak da kolay bir iş değil. Kesin üşüyordur. Üşümek garip bir konudur. Paralı da üşür, parasız da üşür.

Ayakları çıplak okula giden çocukları görünce dağılıyorum. İçimden hepsine çizme almak geliyor. Bir gün Allah bana öyle bir para verirse bu ülkede ayağı çıplak okula giden çocuk bırakmayacağım. En sinir olduğum laf da “Onlar alışık bu şartlara.” benzeri sözler oluyor. Alışık değiller kardeşim, inanın üşüyorlar. Hem de çok üşüyorlar. Ayakları da üşüyor, kalpleri de.

Herkes üşüyor. Bebek Sahili’nde yürüyüş yapanlar da üşüyor, sokaklarda çalışmak zorunda olanlar da. Çocukluğumuz da, Ankara 19 Mayıs Stadı’na maça gider, şeyimiz donana kadar oturup maç seyrederdik. Korkunç üşürdük vallahi. “Çikolata ye, iyi gelir.” derlerdi ama çikolata ile filan olacak bir iş değildi.

Hava soğuk, tedbiri elden bırakmayın. Kimse bu gibi günlerde yün donunu giymeden sokağa çıkmasın. Bağlantısı nedir bilmiyorum ama büyüklerimiz, “Çocuğun olmaz sonra.” derlerdi.

Her zaman söylediğim gibi “Allah bu soğukta dışarıda yaşamak veya çalışmak zorunda olanlara yardım etsin ve kimseyi üşümekle veya açlıkla terbiye etmesin.”

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


15 Ocak 2016 Cuma

Varan...

Günaydın dostlar…

Dün akşam gazetenin birinde, Varan otobüslerinin seferlerini durdurduğunu okudum. Her ne kadar 3-4 yıl önce Ulusoy bünyesine katılmış olsalar da, Varan olarak kalamadılar. Ulusoy ile anlaşmaları ne şekildeydi bilmiyorum ama görülüyor ki, 3-4 yıl can çekişip sonunda öldüler.
Ulusoy, köklü ve eski bir seyahat firmasıdır ama benim gözümde bir Varan değildir, hiçbir zaman da olamamıştır. Bizim çocukluğumuzdan beri, otobüs taşımacılığına belli bir kalite ve belli bir düzen getiren şirket Varan’dır. Otobüs kalitesinin artmasından tutun da, hizmet kalitesinin artmasına kadar birçok konuda sektöre çağ atlatmıştır.


Görülüyor ki, kar kış demeden yolardaki zorlukları aşabilen Varan, finansal zorlukları aşamamış. Kendi faaliyetleri yüzünden mi finansal sıkıntıya düştü yoksa ailenin diğer işlerinin günahını Varan’a yüklemesi sebebiyle mi battı, onu da bilmiyoruz.

Yolların çok kötü, otobüslerin de yollardan da kötü olduğu dönemde, biz İstanbul – Ankara yolculuklarımızı hep trenle yapardık. Yıllar sonra bizi otobüse döndüren neden, yolların düzelmesi ve Varan Turizm’in yolcu taşımacılığına getirdiği yeni anlayıştır. Otobüslerde hostes uygulamasını ilk gördüğüm yer de, Varan otobüsleridir. Hatta ilk yıllarda hostesler bayandı ama daha sonraki yıllarda sokağın gerçekleri ağır bastı ve hepsinin yerini erkekler aldı.

Ankara – İstanbul arasında geceleyin Varan ile seyahat etmenin keyfini ancak yaşayanlar bilir. Soğuk kış gecelerinde, Bolu Dağı Varan Tesisleri’nde domates çorbası içmediyseniz, kendinizi seyahat etti saymayın. Ben, çorba içmeyi çok da sevmezdim ama otobüs dağa varsa da, çorba içsek diye beklerdim. Çorba dediğin zaten birazcık acı olmalı. Varan tesisinin çorbası da tam kıvamındaydı. Her kim yapıyorduysa o çorbayı, ellerine sağlık.

Çorbayı içmekle işimiz bitti mi? Tabi ki, bitmedi. Üzeri karlarla kaplı çam ağaçlarına karşı bir çay içmeden olmaz. Soğuk bir gecede, dünyanın en güzel manzarasına karşı içilen bir çayın keyfini hiçbir yerde bulamazsın.

Otobüs ne zaman Varan tesislerinde dursa, hemencecik vakit geçer ve “yolcu kalmasın,” diye anons etmeye başlarlardı. İnanın canım hiç gitmek istemezdi. Bir çay daha içsek ne olurdu sanki? Ne demişler? “Bazen 7 dakika geçmez, bazen 7 saat yetmez”.
Aylin için Ankara’ya gittiğim dönemlerde, bir zamanlar Varan otobüslerini çok kullanıyordum. Cuma akşamı 1.00’de binip, cumartesi sabahı 6.00’da orada oluyordum. Ben otobüs de uyuyamayan bir insanım ama yine de çok keyifli oluyordu. O zamanlar kızlı, erkekli oturabiliyorduk ve bir akşam yanımda oturan bir kadın bana, “sizin yüzünüzden hayatımın en sıkıcı yolculuğunu yaptım,” demişti. Aslında, doğru söylemiş, ben otobüste konuşmayı çok sevmem.

Varan ile yüzlerce, binlerce anım var. Gerede dağlarında karlara saplanıp saatlerce mahsur kaldığımız geceler de oldu, trafik sorunları yüzünden Ankara’dan, İstanbul’a 15 saatte geldiğimiz günler de ama bir kere bile yolda kalmadık. Bir seferinde, Bolu Dağı’nda yolun bir kısmı çöktüğü için bütün bir gece otobüsün içinde beklemek zorunda kalmıştık. Tesislerinden bir şekilde motorlu kuryelerle otobüse ulaştırdıkları çaylar, köfteli ekmekler ve tostlar; hayatımda yediğim en güzel şeylerdi. Çok fazla getirdikleri için, bir kısmını etraftaki araçlara da dağıtmışlardı.

Babam da Varan ile çok sık seyahat ederdi. Bir dönem ömrüm Varan Terminali’nden babamı karşılamak ve yolcu etmekle geçerdi. Her dakika orada olduğum için artık çalışanların bir kısmını tanır hale gelmiştim. “Babadan oğula,” derler ya, bizde de babadan kıza olmuştu ve Aylin, Varan ile gidip geliyordu.

Benim için Varan demek, yeni bir kalite anlayışı ve hiçbir zaman unutulmayacak anılar demektir. Araba ile Ankara’ya gittiğim dönemlerde bile, her zaman Varan Tesisleri’nde mola verirdim. Tamam, itiraf ediyorum, bazen de İsmail’in Yeri'nde durduğum oluyordu.
Dün bir arkadaşıma söylediğim gibi; hayat değişiyor, insanlar değişiyor, şartlar değişiyor, doğal olarak Varan da değişiyor. Ya anılarımız? Onlar da değişiyor. Sürekli artıyorlar…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

12 Ocak 2016 Salı

Hiç Kimseye Güvenmiyorum

Günaydın Dostlar,

Zaten birbirimize çok fazla güvenmezdik ama artık hiç güvenmez olduğumuzun farkında mısınız? Karşımızdaki insan, iyi bir şeyler söylese de, kötü de söylese; hep bir şüpheyle ve güvensizlikle yaklaşıyoruz. Güvenmiyorum kardeşim…
“Balık baştan kokar,” demişler. En başta devletimiz vatandaşına güvenmiyor. Böyle bir güven oluşmuş olsaydı, noterlik diye bir birim belki de hiç olmazdı. Amerika’da yaşadığımız günlerde, bizim konsolosluk “noter tasdikli olması gerekiyor,” diye tutturduğunda, 80 yaşlarında ve mutfağından noterlik yapan bir kadıncağızı bulup, zar zor işimizi halletmiştik. Kadın, “ben en son noterlik yapalı, 30 sene filan oldu,” demişti. Bizim birbirimize olan güvensizliğimiz, kadının anılarını canlandırdı.


“Üniversiteden kâğıt al, konsolosluğa yolla”. Tamam yollayayım. “Ama ilk önce noterden tasdik ettir”. Neden? “Çünkü sana güvenmiyorum. Kâğıdı kendin de hazırlamış olabilirsin. Güvenmiyorum kardeşim.

Devlet vatandaşına güvenmiyor da, vatandaş devletine güveniyor mu? O da güvenmiyor. Ne vergi ödemek konusunda güveniyor, ne de adaletli davranacağı konusunda güveniyor. Herkes, sistemin “adamını bulma, adam kayırma ve torpil” parametreleri üzerine kurulu olduğunu düşünüyor.

Ben, gündüzleri televizyon seyretmem. Evde olduğum günlerde bile televizyonu 17.00 – 18.00 gibi açarım ve karşıma açar açmaz evlenme programları çıkar. Bizim, en son bildiğimizden beri bu programlar karıncalar gibi üremişler. Aynı anda yayında en az 10 tane bu programlardan var. Dün kızın biri, çocuğa “seni çok seviyorum,” diyor ama çocuk ne yapıyor; “sana güvenmiyorum,” diye cevap veriyor. Güvenmiyorum kardeşim, zorla mı?
Sınavlarda kopya çekme işinin, bizim zamanımıza göre çok azaldığını düşünüyorum ama yine de bu konuda da bir güven yok. Öğretmen, hiçbir öğrencinin kopya çekmeyeceğine güvenemiyor ve sınav zamanlarında dünyanın en güçlü radarı haline dönüşüyor.
A partisini veya A takımını seven bir insan, diğer takımlarla veya partilerle ilgili hiçbir şeye güvenmiyor. Sabit fikirlilik ve kutuplaşmalar, bütün güveni alıp götürüyor. Tamam, görüşleriniz ayrı ama belki de bu konuda doğru bir şeyler söylüyorlardır. Olmaz, güvenmiyorum kardeşim.

İş dünyasını zaten hiç konuşmayalım. Orada güven hiç kalmadı. Adam, parasının olmadığını, senin 200 TL’lik faturanı ödemesinin mümkün olmadığını sabahtan akşama kadar anlatıyor, sonra da aynı adamı akşam 500 TL’lik yemek yerken görüyorsun. Sen şimdi gel de bu adama güven. Güvenmiyorum kardeşim.

İş ortamında yazılan ve bana bir şeyler girmesin diye yüzlerce kişiye kopyalanan e-mailler de, insanların birbirine güvenmemesinin eseridir. Güvensizlik, gereksiz bir e-mail trafiği ve iş yükü yaratır. Ben, yan masadaki insanlara e-mail atanları bilirim. Neden? Güvenmiyor da ondan.
Bugünlerde kentsel dönüşüm çok moda. Eski evler yıkılıyor, yerine yenileri yapılıyor. Camdan baktığım zaman, en az 25-30 tane inşaat görebiliyorum. İnsanlar, bu işleri yapan inşaat müteahhitlerine güvenmekte çok zorlanıyorlar. Etrafımızda birçok yarım kalmış inşaat var.

Her zaman Amerika, Türkiye mukayeseleri yapar dururum ve genel de bu iki ülke hiçbir konuda örtüşmez. Hiçbir konuda örtüşmeyen iki ülkenin birindeki başkanlık sisteminin öbür ülkeye cuk diye oturacağına güvenmek de ayrı bir konu ama ben o konulardan pek anlamam.

Tek anladığım konu, iki zincir birbirleriyle her yönden tıpatıp aynı ise bir zincirden halka çıkarıp öbürüne takabilirsin. Değilse, ekli zincirin de diğeri kadar sağlam olduğuna kimse inanmaz.

Bu iki ülke arasındaki en büyük farklılıklardan biri de, Amerikalıların her işe güvenle başlamalarıdır. Amerikalı, iyi niyetlidir ve uzlaşmacı bir tavırları vardır. Bizde ise, biz her yeni ilişkiye güvenmeyerek başlarız. Karşımızdakinin, bizim güvenimizi kazanması gerekir. Sonra da alır güvenimizi, götürür pazarda satar ama o ayrı bir konu.
Kimseye, Amerikalılar gibi her ilişkiye güvenle başlayın diyemem. Suyundan mıdır, havasından mıdır bilemem ama bu topraklarda iyi niyet tohumları ile ekilen bitkiler, güven ağaçlarına dönüşmüyor.

Her önünüze gelene güvenmeyin ama düşman da olmayın. Sadece akıllı ve temkinli olun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Ocak 2016 Pazar

Z.O.P.A...

Günaydın dostlar…

Her ne kadar, “artık çağdaş satınalma sürecinde Perşembe Pazarı pazarlığına yer yok,” desek de, pazarlık, halen sürecin önemli bir parametresi olmaya devam ediyor. Hele de bizim gibi net bilgilere ulaşmanın çok zor olduğu coğrafyalarda, pazarlık yapmadan olmuyor.
 
Bugün dahi birçok şirkette şöyle güzel bir pazarlık yapılmadan yapılan satınalma, kimsenin içine sinmez. Başta patronlar olmak üzere, herkes kendini kandırılmış hisseder. Amatörce bir keyfi vardır pazarlık yapmanın.
Pazarlık sürecinde ilk yapmanız gereken şey de, Zopa’nızı belirlemektir. Hayır, yanlış yazmadım, sopa değil, Zopa.

Zopa, İngilizce “Zone Of Possible Agreement” kelimelerinin baş harflerinden türetilmiş bir kelimedir. Kimi yerlerde “Zone Of Possible Alternatives “ diye de geçer ama bugünkü konumuz için hiç de önemli değil.

Sözlük anlamını bir kenara bırakırsak; zopayı, pazarlık yaparken üzerinde anlaşma ihtimaliniz olan alan olarak tanımlayabiliriz. Bu alanın dışında kalan değerlerde anlaşmanız mümkün olmaz.

Hemen bunu bir örnekle açıklayalım. Ben bir makine satıyorum ve benim düşebileceğim en son fiyat 10000 TL. Siz de alıcısınız ve sizin de bu makine için verebileceğiniz en yüksek rakam 12000 TL. O zaman bizim Zopa’mız 10000 TL ve 12000 TL arasında kalan alandır. Pazarlık bu iki rakamın arasında bir yerde bitecektir.

Böyle bir durumda, sizin verebileceğiniz en yüksek rakam 9000 TL olsaydı, o zaman Zopa oluşmazdı ve anlaşmamız da mümkün olmazdı. Zopa oluşmadığını hissettiğimiz durumlarda, pazarlığı çok uzatmayıp yolumuza devam etmemiz de yarar var.
Nedir taktik? Doğal olarak Zopa’yı geniş tutmak. Satacağınız makineyi 10000 TL’den satmak istiyorsanız, pazarlığa 10000 TL’den başlamazsınız. 12000 TL den başlarsınız ki, pazarlıklar neticesinde bir orta yol bulup, arzu ettiğimiz fiyatta anlaşalım diye.
Bugünlerde çok sık karşımıza çıkan algı yönetimi konusunda da, durum çok farklı değil. Bütün milletin şok olacağı, tepki göstereceği kocaman bir Zopa ile başlarsanız; daha sonra orta da bir yerlerde buluşmak ve daha az tepki çekeceğine inandığınız konuyu insanlara kabul ettirmek daha kolay olur.

“Ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” yöntemi çok uzun yıllardır başarıyla oynanan bir oyundur. Kaideleri de hemen hemen hiç değişmez. Burada önemli olan, karşı tarafı pazarlık masasından kaçırmamaktır. Siz, Zopa’yı istediğiniz kadar büyüttüğünüz halde, karşı taraf masadan kalkmıyorsa, “Sen kafayı mı üşüttün, böyle fiyat mı olur?” demiyorsa, sizin açınızdan hiçbir sorun yok…

İsterseniz Zopa’yı büyütürsünüz, isterseniz de sopayla döversiniz…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

9 Ocak 2016 Cumartesi

Biz Fakir Bir Ülkeyiz...

Günaydın dostlar…

Sabah sabah kötü bir haber vermek istemezdim ama bu gerçeği de açıklamak zorundayım. Biz fakir bir ülkeyiz. Bilmiyorum bu haber sizi şaşırttı mı fakat sokağın gerçeğine baktığınız zaman, biz gerçekten de fakir bir ülkeyiz.
Ayrıca fakirliğimiz sadece maddi konularla da sınırlı değil. Spor, sanat, bilim, araştırma, estetik gibi birçok konuda da çok fakiriz. Para, gelip geçici bir kavramdır. Paranın yarın kimin evine uğrayacağı belli olmaz ama diğer konulardaki fakirlik çok daha uzun süreli bir süreçtir ve hareketlendirmesi çok zordur.


“Sen ne diyorsun kardeşim, biz dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alıyoruz, ne fakirliğinden söz ediyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim ama bir ülkenin halkının büyük bir kısmı fakirlik içinde yaşıyorsa, o ülke fakir bir ülkedir.

Tatilin kelime anlamını bile bilmeyen, eti ancak marketlerde görebilen, okula gidecek paltosu ve ayakkabısı olmayan, akşamları soğukta uyuyan, mutsuzluktan gülme kasları körelmiş bireylerin yaşadığı bir toplum, fakir bir toplumdur.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin, bunda hiç mi payı yok. Tabi ki var ama bütün her şeyi de bu parametre ile izah edemeyiz. Nüfusun %5 büyürken, senin ülkenin ekonomisi sadece %3 büyüyorsa, fakirlik artıyor demektir.

İşin en garip kısmı da çilekeş ve beklentisi sıfırlanmış vatandaşlarımızın bir kısmının bu durumdan mutlu olması. Geçen akşam televizyonda gördüğüm bir anket çok dikkatimi çekti. Türkiye’nin en ciddi araştırma kuruluşlarından biri tarafından yapılan ve oldukça da kapsamlı bir şekilde yapılan anket neticesinde, ülkede yaşayan insanlarımızın %40’nın hayatlarından mutlu olduğu sonucu ortaya çıkmıştı.

Halkımızın %70’inin fakir olduğunu düşünürsek; sıkıntılar içinde yaşayan vatandaşlarımızın %28’inin durumlarından memnun olduğu gözüküyor. Bu durumda iki ihtimal ortaya çıkıyor. Ya durumlarından gerçekten memnunlar, ya da diğer parametrelerin ağırlığı altında, kendilerini “çok memnunum,” demek zorunda hissediyorlar.
Aslında, geçmişte Konya’nın Çumra ilçesinde yapmış olduğum bir sohbet, bana bu durumun çok da yanlış olmadığını hatırlattı. Köy kahvesinde oturan bir amca bana, “bu şehirde dört kişilik bir ailenin rahat yaşayabilmesi için, ayda en az 1300-1400 TL geliri olması gerekir,” demişti. Zavallı, çilekeş, kanaatkâr vatandaşımın bütün beklentisi bu kadarlık bir hedefle sınırlı.
Çumra’nın köyünde 1300 TL ile bütün bir ailenin rahat yaşayacağını düşünüyor ve belki de yaşıyorlar. Bu amcanın, daha fazla bir yaşam için bir vizyonu olmadığı gibi, daha fazla para kazanmak için daha çok çalışmak gibi bir arzusu da yoktu. Daha sonra ülkemizin çeşitli yörelerinde de aynı düşünce tarzının hâkim olduğunu gördüm. Senede bir kere ürün toplayıp, aylık ortalama 1000-1500 TL seviyesinde bir gelire sahip olmak insanlara yetiyor.

Çumra’da yeni açılmış bir fabrika, çalıştıracak insan bulamıyordu. İnsanların sabah 8.00, akşam 17.00 gibi bir düzende çalışma alışkanlıkları da yok. Hatta bazı ortamlarda kültürel olarak çok sıcak bakılmıyor bile diyebilirim. Başka bir amca, bir gün bana “biz babadan da, dededen de öyle görmedik,” demişti. Senede bir veya iki defa ürün toplayıp, sonra bütün seneyi kahvede kâğıt oynayarak geçirmek varken, niye gidip de fabrika ortamında çalışsınlar ki?

Her konuda geri kalmış ve fakir olduğumuz gibi, beklentiler konusunda da çok geri kalmış durumdayız. Çok da fazla iyi bir şey olmamasına alışmış olan kardeşlerim, beklentilerini de minimuma indirmişler. Allah’tan veya havadan bir şey gelirse, bizim için düğüm bayram ama gelmezse de beklentimiz zaten bu kadar.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…