31 Mart 2014 Pazartesi

Bir Seçim Süreci Daha Bitti

Günaydın Dostlar,

Acısıyla, tatlısıyla sıkıntılı bir seçim süreci daha bitti. Çok acı günler yaşandı ve halen de yaşanmaya devam ediyor. Minicik ellerinde sımsıkı tuttuğu parasıyla ekmek alamayan kardeşimizi de ekmek fırının önünde son ekmeğini gören kardeşimizi de hiçbirini unutmadık.

Herkes inandıkları, bildikleri veya duyduklarını içinde harmanlayarak bir karara vardı ve oyunu verdi. Seçmen için neyin önemli olduğunu iyi süzebilen partiler başarılı oldu, süzemeyenler ve Ankara’nın doğusunda sıfır çeken partiler başarısız oldu. Son iki yerel seçimde belli bir duruş sergileyen Sevgili Giresunlu hemşerilerim de bulundukları coğrafyada farklarını bir kere daha ortaya koydular.

Bu seçim süreci için dünyanın dört bir yanından maddi, manevi birçok külfete katlanarak Türkiye’ye geldiğini bildiğim arkadaşlarımıza da tekrar çok teşekkür ediyorum. Her haltta bir negatiflik ararız ya birçok kişi de “Onlar akrabalarını görmeye gelmişlerdir, gelmişken de oy kullanmışlardır.” gibi saçma sapan yorumlar yapmaktan geri kalmadı. Ben de onlara çok net olarak “Hayır, onlar oy vermeye geldiler, oy vermeye geldikleri için de akrabalarını gördüler.” yorumunu yaptım. Bayram değil, seyran değil, tatil zamanı hiç değil. İnanın kimse mart sonunda akrabalarını görmek için Türkiye’ye gelmez.

"Siz Bu Ülkenin Kadınını Yabana Atmayın" diye geçmişte bir yazı yazmıştım. Gerçekten de atmayın. Yan odaya gidecek takati olmayan amcaların, teyzelerin son enerjileriyle okullara gelmeye çalışmaları, zar zor merdivenleri çıkmaları gözlerimi doldurdu. Amcalar da vardı ama genelde teyzeler daha çok vardı. Okulun hollerindeki mevcut birkaç sandalye takati, gücü artık çok azalmış olsa da inancı, azmi tavan yapmış teyzelerle dolu idi.
Kadıncağızın biri bana “Annemi bir yere oturtabilmek için bakıyorum ama kimseye de kalk diyemem, hepsi en az annem kadar zor durumda.” derken bir eli kızının kolunda, bir eli bastonunda duran o gururlu kadının yüzünde zor durumda olmanın eseri yoktu. Neden orada olduğunu çok iyi kavramış olan sevgili teyzem senin ellerinden bir kere daha öpüyorum..

Dün sabah yollarda ve okullarda gördüğüm yardımlaşma, belki de bu ülkede bazı güzelliklerin halen bitmemiş olabileceğini düşündürdü bana. Koluna girilen teyzeler, merdivenden çıkmasına yardım edilen amcalar, arabaya binmesine yardım edilenler, eli tutulanlar vs vs… Bu topraklardaki bin yıllık kültürümüze, adetlerimize yakışacak içten davranışlardı.
Elinde seçim bilgi formu ile yanlış bir okula gelmişti amcam. Okulun kapısında bekleyen gençler, amcamın durumunu fark ettiler ve "Amca sen yanlış yere gelmişsin, sen Mehmet bilmem ne ilkokuluna gideceksin, biz şimdi seni oraya götürürüz." dediler. İşte benim kendilerine bu vatanın geleceği emanet edilen gençliğim.

Sabahın erken saatinde bastonuyla tek başına sokakta olan teyzeme ne demeli? Bu nasıl bir sorumluluk bilincidir, bu nasıl bir ruh halidir, bu nasıl bir kararlılıktır? Bana "Feriye Geçidi'nin oradan dönmem gerekiyormuş, biliyor musun?" diye sorduğunda içimden sarılıp öpmek geldi ama polis çağırır diye yapmadım. Çok kısa bir mesafeyi sessizce, beraberce yürüdük ve teyzemi bıraktıktan sonra kafamda binbir türlü duygu ile kendi okuluma doğru yoluma devam ettim.

Sandık başında sabırla, zaman zaman da zor şartlar altında gönüllü olarak görev yapan arkadaşlarımız yanlış bir şeyler olmasın diye ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar. Oradaki varlıkları dahi çok önemliydi. Oy vermek çok önemli, verilen oylara sahip çıkmak da en az onun kadar önemli.
Seçilen başkanlar, milletten bu oyları istediniz ve aldınız. Genci, yaşlısı, herkes oylarını sizlere emanet etti. Bu oyların kıymetini bilin. Milletin size emanet ettiği bu kutsal görevi en iyi şekilde yerine getirin. Unutmayın ki size oy verenleri mahcup etmemek ve seçildiğiniz merkeze hizmet etmek için oradasınız.

Seçilemeyen başkanlar, siz de oylarımızı aldınız ve onlara sahip çıkmak zorundasınız. Külahınızı önünüze koyup neden seçilemediğinizi, neden bazı illerde sıfır çektiğinizi çok iyi tartmak zorundasınız. Belki de seçmenin umursamadığı parametreler üzerinden seçim kampanyası yürütmek size oy getirmiyor olabilir mi?
Sonuçta seçildiniz veya seçilmediniz hiç fark etmez, oylarımıza ihanet ederseniz Emin de, Feriye Geçidi'nin köşesinde minicik hırkasını giymiş, minicik bastonuna tutunmuş kocaman yürekli, zarif teyzem de sizi affetmez.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

29 Mart 2014 Cumartesi

Fatmagül Yolundan Dönmedi Sen de Dönemezsin

Günaydın Dostlar,

Yok öyle yarı yoldan dönmeler…

Yok öyle en ufak bir dalgada yan yatmalar…
Yok öyle en ufak bir belirsizlikte çökmeler…

Yok öyle kaçıp gitmeler, terk etmeler…
Yok öyle anlamadığımız bir şeyden tırsmalar, korkmalar, sonuçlar çıkarmalar…

Yola çıktığın zaman, yolun sonunu muhakkak göreceksin.

Döndü mü Fatmagül yolundan? Dönmedi. Korkmadı mı? Korktu. Bütün insanlar üzerine gelmedi mi? Geldi. Zaman zaman vazgeçmeyi düşünmedi mi? Düşündü. Karşı taraf güçlü müydü? Güçlüydü. Hem de maddi, manevi her anlamda güçlüydü.
Ağabeyi Rahmi’den başka da hiç kimsesi yoktu hayatında ama dönmedi Fatmagül yolundan. Gitti yolun sonuna kadar.

Bu arada Rahmi demişken geçen gün dizinin bir tanesinde gördüm, bizim Rahmi son zamanlarda epeyce bir erkek olmuş. Önüne gelene posta koyuyor. Hava değişimi yaramış Rahmi’ye.

Her zaman içeride ve dışarıda birçok düşman olacaktır. Fatmagül için de durum öyleydi. Dışarısı düşman kaynıyor, içeride sevgili yengesinin yapmadığı kalmıyor ama Fatmagül sonunda başarıyor.

Diyeceksiniz ki "Amma da abarttın, sonuçta bu bir roman, bu bir dizi." Evet, bu bir dizi ama binlerce Fatmagül var oralarda bir yerlerde. Ayrıca hayat da zaten milyonlarca dizi dizi resimler değil mi sonunda? O resimlerin içinde gülmek de var, ağlamak da koşmak da var, yürümek de uzaktan bakmak da var, tam ortasında olmak da ama yok dönmek, yok yarı yolda pes etmek. Yola çıkan insan yolun sonunu muhakkak görmeli.

Neydi Fatmagül’ün suçu? Sabah namazından önce sokaklarda koşmaktan başka hiçbir suçu yoktu. Bekliyor muydu başına gelenleri? Hiç ama hiç beklemiyordu. Beklenmedik resimler karşısında elbette bocaladı bir müddet ama pes etmedi. Sıfır hissettiği resimlerde "Bir, iki, üç!" diyerek yeniden başladı.
Fatmagül’ün bütün parametrelerini bir yana bırakın, onun en büyük parametresi güçlü olmasıydı. İlk başlarda kendisi bile ne kadar güçlü olduğunun farkında değildi. Yaşam, içindeki gücü ortaya çıkarmaya zorladı onu.

Siz içinizdeki gücün farkında mısınız?
Emin der ki "Her zaman iyi el gelirse babam da iyi King oynar, önemli olan gelen elin en iyisini oynayabilmektir."

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

28 Mart 2014 Cuma

Mübarek Cuma Gününde Emin'den Yedi Satır

Günaydın Dostlar,

Kısa dönem askerliğimizi yaparken günün büyük bir bölümü kavurucu yaz sıcağında erimeye yüz tutmuş asfalt alanın üzerinde yürüyüş yapmakla geçerdi.


Sevgili Üsteğmenimiz Mustafa, mümkün olduğu kadar bizi dinlenmeye ağaçların arasına almaya çalışırdı.

Herkes sekiz saat yürürken biz altı yedi saat yürürdük. Sıcaktan ve güneşten yüzümüzün gözümüzün yara olduğu bir ortamda ağaçların altında geçen bir saat bir saattir. Ağaçların altında oturmaktan sıkılan kardeşlerimiz “Komutanım biz çok sıkıldık.” diye söylenirlerdi.

Mustafa üsteğmen de “Geri zekâlılık yapmayın, alternatif baloya gitmek değil, alternatif altmış derece güneşin altında sıcaktan erimiş asfaltın üzerinde yürümek." derdi.


Bir şeyleri istemek güzel de alternatifleri de iyi anlamak şart.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…  

Severiz Bir Büyüğün Arkasına Sığınmayı

Günaydın Dostlar,

Yüzyıllardır devam eden yaşam şekli ve beklentiler bu topraklarda hiç değişmez. Konu ne olursa olsun her zaman severiz bir büyüğün arkasına sığınmayı. Kendimizi her şeyimizi kontrol edecek yetkinlikte görmeyiz. Her zaman başımızda bir büyük olsun isteriz.

Bir yerde kendiliğinden gelişmiş, doğal sürecin parçası olarak yer almış bir büyük yoksa hiç sorun değil; biz hemen kendimiz yaratırız bir tane. Şarkıcılara, futbolculara, teknik adamlara imparator deriz ve tutar en tepeye oturturuz. Futbolcu olarak kalsa olmaz, illaki imparator olacaktır. İmparator yapamadıklarımıza da kral deriz, baba deriz, paşa deriz, sultan deriz; deriz de deriz. Hatta kralın çirkini, güzeli bile vardır.



Severiz kontrol edilmeyi, mayamızda var, alışmışız bin yıldır. Birileri bizim adımıza her şeyi düşünsün, kararları versin, biz de karar alma zahmetine ve riskine girmeyelim. Bir şeylerin yasaklanmasına da bayılırız. Yasaklar bizim için sevgi göstergesidir. Bizi sevdiği ve bizim iyiliğimizi istediği için yasakladı diye düşünürüz.

Geçmiş yıllarda bazen televizyonlarda yayımlanan evlenme programlarına denk gelirdim. Bu programlar tam hayatın içi, mahallenin gerçeğidir. Sorarlar adaylara “Karşı taraftan ne bekliyorsun?” diye. Kızlar da erkekler de onlar için gelecek olan adaylarda bekledikleri özellikleri sıralarken çoğunlukla hep “Beni kontrol edecek biri olsun.” derler. Nedir bu kontrol edilme arzusu kardeşim? Kocaman adamlar olmuşsunuz, kendi kendinizi bir zahmet kontrol edin artık.

Amerikalılar o kadar bireysel düşünür ki ben bir Amerikalının çıkıp da “Birileri beni kontrol etsin.” diyeceğini hiç tahmin etmiyorum. Onlar her zaman ben kendimi kontrol ederim, kimseye ihtiyacım yok diye düşünür. Özgürlüklerine ve bireyselliklerine çok meraklıdırlar.

Maço ve kabadayı tavırları da severiz. Büyük bir yerlere oturttuğumuz insanların bu tip tavırlar sergilemesi de beklentilerimiz içindedir. Ona, buna posta koyacak ki biz de sokakta “Bak gördün mü babayı ne biçim posta koydu bilmem kime.” diyeceğiz. Bizim çocukluğumuzda etraf kabadayı doluydu. Kim bu adam dediğinde “Mahallenin kabadayısı” derlerdi. Ben o zamanlar bu durumu hiç anlamazdım. Gerçi düşündüm de şimdi de pek anladığım söylenemez. Sanki adamın bu konuda üniversiteden alınmış bir kabadayılık sertifikası var.

Bulamadık mı arkasına sığınacak bir kimse, bu sefer de bir yetmişliğin arkasına sığınırız. Acımızı, sevincimizi ona anlatırız. Adalara karşı oturmuş yavaş yavaş kararmakta olan denize bakarken sığınırız ona, o da bir büyüktür. Kırılgan olması hiç önemli değildir, yeter ki başımızda bir büyük olsun. Masamızda bir büyük olduğu zaman bütün dertlerimizden arınırız. O masada o gece konuşulacak veya olabilecek her şey, artık o büyüğün sorumluluğundadır.

Bağlıyızdır da büyüklerimize. Bizim büyükler, her konuda her şeyin en iyisini bilirler ve yaparlar. Kimse bizim büyüklere laf söyletmez. Körü körüne garip bir bağlılığımız vardır. Ev hayatı da böyledir. Her şeyin en iyisini her konuda evdeki dedeler, babalar bilir. Kimse de belki dedem bu konuyu bilmiyordur demez, diyemez.

Araştırıp işin doğrusunu öğrenmek yerine, duyduğumuza inanmayı da çok severiz. Araştırıp, öğrenmek doğal olarak bir zahmet, bir çalışma gerektiriyor. Bu konuda son derece tembelizdir. Araştırmacılık bizim ruhumuzda yok. Büyüklerimiz söyler bir şeyler nasıl olsa, biz de ona göre hareket ederiz. Araştırmaya ne gerek var? Sevdiğimiz, saydığımız bir insanın her dediği doğrudur bizim için. Bu yönü iyi ama bu yönü de çok kötü demeyi beceremeyiz.

Ne der Robin Sharma? “Nefes alabilen her insan lider olabilir.” Bence artık kontrol edilmekten vazgeçip bırakın evin, sokağın, mahallenin, işyerinin lideri olmayı; en azından kendimizin lideri olmayı becerebilmeliyiz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

27 Mart 2014 Perşembe

Perşembe Pazarı

Günaydın Dostlar,

Her perşembe Erenköy sokaklarında, sabahın erken saatlerinde semt pazarı kurulur ve akşam hava kararıncaya kadar devam eder. Farklıdır pazarcının hayatı. Diğerlerine benzemez. Ayrı bir dünya, bir yaşam tarzıdır. Ben, her zaman pazarcıların dünyasını sirk hayatına benzetmişimdir. Kendine özgü kuralları, kültürü vardır. Sen yatağında yarım gözle baktığın alarmın çalmasına daha 39 dakika olduğunu görüp mutlu olurken pazarcının günü çoktan başlamıştır. Yazı, kışı, sıcağı, soğuğu, yağmuru, çamuru yoktur bu işin; o pazar muhakkak kurulacaktır.


Sirkte doğan çocukların kaderi nasıl sirkte çalışmak ise pazarcılık da babadan oğula geçer. Bu hayatın içine doğmak ve bu dünyada büyümek gerekir. “Hadi ben işten ayrılayım da pazarcı olayım.” diyemezsin. Bu özel dünyaya ortasından girmek çok zordur. Denersen de en fazla pazar yolunda arabasının arkasından cam tabaklar, bardaklar satan amca kadar girebilirsin bu dünyaya.

Sorumluluğu vardır pazarcının. İnsanlar, akşam yemeği sohbetlerinde “Yarın da kahvaltıdan sonra pazara giderim.” diye planlar yaparken onları ortada bırakamazsın. Ertesi sabah doğacak güneş kadar kesindir perşembe pazarının kuruluşu.

Sabahın erken saatlerinde tahta parçalarını, kartonları, kâğıtları 20 kiloluk boş yağ tenekeleri içinde yakıp elleri ısıtmak; küçük ocaklarda çay demlemek bir pazar geleneğidir. Dünyanın en kaliteli çaylarını karıştırsan karanlık sabahlarda bu minik ocaklarda demlenen çayın tadına ulaşamazsın. Biraz sohbet, biraz hazırlanma, biraz ısınma, biraz çay içmeyle başlar hayat. Adeta bir kabul günüdür. Aile bir araya gelmiştir. Yaşamadan bilmenin imkânsız olduğu garip bir bağdır bu. Yatılı okul tadında bir arkadaşlık, kardeşliktir.

Tentenin ipini Emekli Zabıta Müdürü Mehmet Bey’in bahçe demirine bağlarken akıllarda yine aynı soru vardır. Mehmet Bey uyandığında “Bu ipi buraya bağlamayın diye size 130 kere söylemedim mi?” diyerek yine kızacak mıdır acaba?

Herkesin yeri santim, milim bellidir pazarda. Yün doncu, yine her hafta olduğu gibi köşeden ikinci tezgâhta yerini almıştır. Tezgâhın kısa ayağının altına koyacağı taş da her zamanki gibi yanında. Çok kıymetlidir o taş. Her yere amcayla beraber gider. Sabah karanlığında tezgâhın birazcık kısa olan, sol arka ayağının altına koyacak taşı nereden bulacaksın?

Sebzeler dizilir, meyveler dizilir ve yavaş yavaş pazar hareketlenir. Her ne kadar bağırarak müşteri çekmek yasaksa da kimse dinlemez bu yasağı. Pazarcı; dedesinden, babasından böyle görmüştür. Bağırmadan pazar olmaz.

Pazarın daha tezgâhlar kurulurken gidenler, gündüz gidenler ve de akşam toplanırken gidenler olmak üzere üç tip müşterisi vardır. Akşam son anda uygun fiyatlar yakalamak da mümkündür ama iyisi kaldıysa tabii. Meyveleri, sebzeleri geri götürmeye çalışmak da bir maliyet; o yüzden o saatler her türlü pazarlığa açıktır.

İyisi demişken bizim çocukluğumuzda pazarlarda bir sürü çürük veya çürümesine çok az kalmış meyveler, sebzeler olurdu. Şimdi bakıyorum da her şey gıcır gıcır, bir gram çürük yok. Çürükler de doğal yetiştirilen ürünlerle beraber uçtu, gitti galiba. Artık hiçbir şey çürümüyor. Kırk yılda bir pazara gittiğimde annem “Doğru seç, sakın çürük alma.” derdi ama artık bu uyarı pek geçerli değil.

Dediğim gibi pazarda herkesin bir yeri vardır ve bu noktaların hepsi stratejik olarak ayarlanmıştır. Soğan, patatesin bir ağırlığı olduğu için onlar genelde çıkış noktalarına yakın yerlerde konuşlanmıştır. Kimse, pazarın ortasından kilolarca patates alıp uzun mesafeler taşımak istemez. Ayrıca kültürümüzde yarım kilo patates almak gibi bir şey de yoktur. Nedense onlar en az iki kilo alınır. Daha az alınırsa ayıp mı olur, yasak mıdır ben bunu çözemedim.

Perşembe pazarı bir gelenek, bir buluşmadır. İnsanların gözleri bir yandan da her hafta gördükleri insanları arar. Biz meraklı insanlar olduğumuz için komşuların ne aldıklarına da bakarız çaktırmadan. Sonra da gidip “Ayşe Hanım da torbayı patlıcan doldurmuştu, ne yapacaksa o kadar patlıcanı?” diye dedikodu yaparız.

Karanlık bir Erenköy sabahında, perşembe pazarı yine kuruldu. Yarınını organize etmeye çalışan, yarınını yaşamaya çalışan herkes orada. Yün doncu amca da cam tabakçı beyefendi de pazarda patlıcan bırakmayan Ayşe teyze de.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


26 Mart 2014 Çarşamba

Her Şeyi Ben Bilirim

Günaydın Dostlar,

Her şeyi ben bilirim.

Her şeyin en iyisini ben bilirim. Hiçbirinize “Sen ne düşünüyorsun?” diye sormam zira hiçbirinizin fikrine, görüşüne, tecrübesine saygım yok.
Ne yiyeceğinize, ne içeceğinize hepsine ben karar vereceğim. Yeme içime konusunu benden daha iyi bilecek değilsiniz ya. Neyin zararlı olduğunu da en iyi ben bilirim. Sigara içmek zaten zinhar yasak. Kesinlikle izin vermiyorum.



Ne zaman, nereye, nasıl gideceğinize de (veya gitmeyeceğinize de) her zaman ben karar vereceğim. Bir yerden, bir yere nasıl gidilir, en iyi ben bilirim. Zaten çoğu yere gitmenize de izin vermem, o da ayrı bir konu.
Ne zaman eğleneceğinize, ne zaman ders çalışacağınıza da ben karar veririm. Zaten aç veya açıkta olmayan bir çocuğun bütün zamanını ders çalışarak harcaması gerekiyor.

Şehirciliği de en iyi ben bilirim, mimarlığı da mühendisliği de. Diğer bütün konularda olduğu gibi bu konuda da her zaman benim dediğim olacak.

Özet olarak her zaman, her konuda, hep benim dediğim olacak ve başkalarının ne düşündüğü de benim için hiç önemli değil.

Çok tanıdık değil mi? Herkes kimi kastettiğimi anlamıştır.
Evet, doğru bildiniz; sevgili babamdan söz ediyorum.

Karadeniz’in havasında, suyunda, ormanında, dağında bir şey var ama ben çözemedim. Suyundan içince bir şeyler değişiyor herhalde.
Diyeceksiniz ki "Durum böyleydi de her dakika sokaklara nasıl çıkıyordunuz?" Güzel bir soru. Çıkabiliyorduk çünkü babamın ömrü seyahatlerde geçiyordu. Şimdiki gibi sabah uçağıyla git, akşam uçağıyla dön durumu yoktu. Uzak şehirlere gittiği zaman 15 günden önce gelmezdi. Tabii, telefon filan da olmadığı için babamın döneceği günü de iyi kestirmek gerekiyordu. Belirli bir dönüş günü hiçbir zaman olmazdı. Gidilen seyahatin çapına göre senin bir tahmin yürütmen gerekirdi. Yanlış plan yaptıysan ve de bir anda geliverirse bütün planların yatardı.

"Baba sinemaya gidelim mi?" Hayır. "Baba maça gidelim mi?" Hayır. "Baba sokağa çıkalım mı?" "Bütün dersleriniz bitti mi?" Soru derslerin bitmesi değil ki? Neden soruya soruyla karşılık verilir? "Baba, bu gece arkadaşımda kalabilir miyim?" diye zaten hiç sorma. Adamcağızı da durup dururken sinirlendirmenin bir anlamı yok.
Babam seyahatte filan değilse o salondayken salona girmemek de iyi bir taktikti. Seni görür görmez “Bütün dersler, ödevler bitti mi?” diye soracak. Bu soru sakat bir sorudur. "Bitti." desen bir türlü, "Bitmedi." desen bir türlü. "Getir göster." dese veya "Gel de şu ödeve benzer bir iki soru da ben sorayım." dese bittin.
Ben17 yaşında yurt dışına gittikten sonra zaman, zaman yaz aylarında Ankara’ya gelirdim. Bu da öyle çok sık olmazdı dört sene beş sene hiç gelmediğim dönemler vardı. 22 23 yaşındayken filan Ankara’ya geldiğimde, akşamları kapıdan çıkarken dinlemeyeceği mi bile bile babam "11.00'de evde ol." derdi. Ben tabii dinlemez, ertesi sabah hava aydınlanınca eve girerdim ama o yine de söylerdi. Allahtan erken yattığı için benim kaçta geldiğimi görmezdi de kavga çıkmazdı. Bir sabah tam ben gelmişken o da kalktı ve beni erken kalktım zannetti, ben de bozuntuya vermedim.
Babam, yapılması şart olmayan bir şeyin neden yapıldığını da anlamaz. İnsanlar denize dalmaya, dağa tırmanmaya veya Sevgili Levent gibi mağaraya inmeye gidiyorlar dediğinde hemen “Neden?” derdi. Dağa tırmanman gerekmiyorsa neden dağa tırmanıyorsun kardeşim deli misin, nesin?

Her şeye hayır, her şeye yasak. İyi güzel ama sonunda bu her şeye hayır deme ve her şeyi yasaklama politikası, bir yerde iflas ediyor. Ben bunları yaparak her şeyi kontrol ederim, çocukları hiç dışarı bırakmazsam zararlı bir şey yapamazlar, veya düşüp kafalarını kıramazlar yaklaşımı; kısa vadede başarılı oluyor gibi gözükse de uzun vadede kesinlikle sınıfta kalıyor.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

25 Mart 2014 Salı

Ankara'da Oyuncak Almak

Günaydın Dostlar,

“Onun bunun elinde oyuncak olduk be ağabey, artık bu devirde kime inanacağımızı şaşırdık.” dedi dün bindiğim taksiyi kullanan amca.

Doğru söyledi sevgili amcam. Ankara’da oyuncak almak çok zordur ama oyuncak olmak çok kolaydır.
"O da nereden çıktı, her yer oyuncakçı dolu." diyeceksiniz. Doğru, şu anda öyle ama 1960’larda, bizim çocukluğumuzda hemen hemen hiç yoktu. Şimdiki çocukların oyuncaklara burun kıvırmalarını görünce çocukluğumuzda Ankara’da oyuncak almanın ne kadar zor olduğu aklıma geliyor. İşin komik tarafı paran varsa bile zordu çünkü yoktu.

Bırakın oyuncağı, bir top almak bile imkansızdı. Bakkallarda filenin içinde giriş kapısının yakınlarında bir yerlerde asılı duran naylon toplardan alırdık, o da iki saat sonra patlardı. Patlamış topu biraz yarıp yeni aldığımız topun üzerine geçirirdik ki biraz korusun diye. Böyle iç içe geçmiş dört beş top görmek mümkündü…Bu toplarla sokakta maç yapmak herhalde en büyük eğlencemizdi. Bir maç biter, başka bir maç başlardı. Top bulamadığımız zamanlarda limon kabuğuyla daire oynamak da çok zevkliydi. Daire genelde kışın oynanırdı. Limon kış bitkisi olduğu için herhalde...

Ankara’da küçük Matchbox arabalardan almak da çok zordu. Birincisi annem çok tutumlu olduğu için ikincisi de çok da kolay bulunmadıkları için... Alacağın yerde de en fazla üç tane araba olurdu ve bir tanesini seçmek zorunda kalırdın. Onu bile almak için bizim evde  en az on üç gün uslu durmak gerekirdi.
Ortalarda çok fazla bir oyuncak olmadığı için hayat sokakta geçerdi. Bir tahta ve dört rulmandan yapılan tornetler çok havalıydı. Tornetle Bahçelievler’de inmediğimiz yokuş kalmamıştır. Bisiklet mi dediniz? İmkansız, annemi kandırsan babam almaz.  Anlayacağınız bisiklet almanın oluru yoktu. Gerçi sonunda yine babam seyahatteyken annemi kandırarak almıştık ama bisiklet alındığında en az on beş yaşındaydım.

Sokakta oynanan saklambaçlar birçok ortaokul, lise aşkının kıvılcım platformu olmuştur. Tesadüfen aynı noktada saklanıyormuş gibi yapılarak koşulan duvar arkaları ve orada yapılan konuşmalar, Ankara ilişkilerinin başlangıç noktasıdır. Kıza gel de pastaneye gidelim, diyecek halin yok. Diyelim ki dedin, diyelim ki kız da kabul etti ama zaten muhtemelen annem para vermezdi ve gidemezdik. Babamdan para istesek belki verecek ama ondan da korkudan isteyemezdik. Doğal olarak saklambacın tadı akşam çıkar. Ankara’nın elli derece öğlen sıcağında saklambaç oynayamazsın.

Peki gündüz ne oynanır. Gündüz maç yapılır, daire oynanır, çivi oynanır, seksek oynanır, ip atlanır ve lastik oynanır. Bu oyunların hepsinin kendine göre bir mevsimi vardır. Öyle her mevsimde oynayamazsın. Çivi oynayabilmek için çamur lazım, o da genelde kışın olur. Yazın kimse çivi oynamaz. Lastik ülke yaşamında bir dönemdir. Kız, erkek belli bir jenerasyon lastik oynayarak büyümüştür. Candy Crush’dan daha beter tiryakilik yapıyordu. Lastiğin nasıl oynandığını bilenler bilmeyenlere anlatsın lütfen. Zaman zaman yakantop, kukalı saklambaç gibi oyunlarda oynanırdı ama onları oynamak çok havalı bir iş değildi.

Her mahallede bahçe duvarı sohbetleri de çok meşhurdu. Önceden belirlenmiş bir duvar üstünde oturulup sohbetler yapılır, ay çekirdeği yenilir, dondurmalar alınır hatta ve hatta zaman zaman daha sonraki yıllarda biralar bile içilirdi. Kaldırımlar ay çekirdeği kabuğundan geçilmezdi.

Sakızlardan veya çikolatalardan çıkan futbolcu kartları çok meşhurdu. Kartlar biriktirilirdi ve kimin elinde tonlarca varsa acayip havası olurdu. Kart oyunu büyük bir kumardı. Yarım metre yüksekliğinde bir duvarın kenarında kartlar, yarısı dışarıda olacak şekilde tutulur ve bırakılırdı. Bir sen bir de rakibin... Yere düşen kart bir veya daha çok kartın üzerine düşerse o kartlar senin olurdu. Genellikle mahallenin azgın çocukları, bu yöntemle cici çocukların bütün kartlarını alırlardı.
Kumar demişken gazoz kapağı da iyi bir kumar oyunuydu. Kapaklar asfalta dizilir ve uzaktan taş atılarak vurulmaya çalışılırdı. Atmadan öncede sol veya sağ diye bir taraf seçilirdi. Bunun sorusu da “Hangi baş?” şeklindeydi. Seçilen baştaki kapağı vurursan dizili kapakların hepsi senin olurdu. Baş değil de iki yanındakine vurduysan bu sefer de vurduğun kapaktan sona doğru olan bütün kapaklar senin olurdu. Bu oyunun aynısını gelir düzeyi yüksek olan çocuklar misketle oynarlardı. Elinde torba, içinde yüzlerce misket sokakta dolaşan çocuklar olurdu.

Babacığımın aldığı elektrikli treni de unutmamam lazım. Elektrikli, transformatörü filan olan ve de kendi kendine gidecek olan bir tren. İnanılmaz bir olay… Tren çok komplike görünüyordu. Raylardan çıkıp transformatöre bağlanan kablolar filan vardı. Doğal olarak olay beni aşıyordu ve babamın kurması gerekiyordu. Tren iki yıl kadar kutusunda durdu ve babam çalışmaktan ve seyahatlerden hiçbir zaman fırsat bulamadı. En sonunda Emin annesinin bütün “Yapma oğlum, bozarsan bir daha hayatta alamayız.” laflarına aldırmadan treni kendi kurmaya kalktı ve de başardı. O küçük tren bugün daha büyümüş, tamamen elektronik olarak yönetilen bir tren olarak halen durmaktadır.

Evlerde evcilik oynamak çok modaydı. Son derece boktan oyuncaklarla ve plastik bebeklerle evcilik oynanırdı. Eminim hepsi zararlı madde deposuydu. O devirde zararlı maddeden üretilmiş oyuncak diye bir şey bilmiyorduk. Beni de genelde hep çocuk yapıp ev ödevi filan verirlerdi. Daha sonraki yıllarda bütün okul hayatım boyunca ev ödevi yapmayı hiç sevmedim. Boşuna dememişler “Çocukluğuna inmek lazım.” diye. Evlerde coğrafya oyunu, amiral battı gibi oyunları da sık sık oynardık. Amiral battı için kareli kağıt varsa kolaylık olurdu yoksa kendimiz çizerdi. Belirlenen harften şehir, eşya, isim vs… gibi konularda bir şeyler bulup yazmaya coğrafya oyunu denirdi. Bilenler puan alır, belirli bir süre içinde bir şey bulamayanlar o kategoride sıfır çekerlerdi.


Bir gün Türk malı legolar çıktı ortaya ve bize de yılbaşı hediyesi olarak bir kutu alınmıştı. Bizim evde yılbaşı hediyesi almak gibi bir adet yoktu ama nasıl olmuşsa o sene bir yanlışlık olmuştu. Alındı alınmasına ama legolar çok kötü, birbirini tutmaz, doğru dürüst üst üste oturmaz. Tam bir sinir harbi. Yine de legolarla epeyce oynamıştık. Kızla pastaneye gidecek halimiz yok ya.

Hiçbir şey bulamadığımız günlerde de yüksekten atlamaya bayılırdık. Bu toprakların çocuklarında, kazılmış çukurlara atlama merakı vardır. Adam ev yapacak, temel kazmış, doğal olarak bize de bir atlama alanı yaratmış. Aşağıya kim ilk atlayabilecek, ilk kimin g…. yiyecek, camia bunu merak eder görmek isterdi.

Bütün bu yokluklara ve çok limitli sayıda oyuncağa rağmen çok güzel günlerdi. En azından bize öyle geliyordu. Oyuncakların kesinlikle kıymetini biliyorduk. Şimdiki çocukların dönüp duran bir treni seyretmesi imkansız. Onlar zaten istedikleri zaman internete girip tren kullanabiliyorlar. Bizim o günlerde o trene bir vagon daha alabilmek için aylarca yıllarca beklediğimiz olurdu.
Artık günümüzde oyunlar da çocuklar da çok sofistike. Zaten doğal süreç içinde olması gereken de bu.

Çocuklar internette makinist olup tren kullanadursunlar ama benim dönüp duran, minik trenimin kalbimde de dolabımda da ayrı bir yeri vardır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

24 Mart 2014 Pazartesi

Bu Hafta Sonu Seçim Var

Günaydın Dostlar,

Bu hafta sonu yerel seçimler var. Türkiye’de şu anda beş yılda bir yapılan belediye başkanlarının, belediye meclisi üyelerinin ve muhtarların seçileceği bir seçim süreci.

 
Belediye başkanlarını seçeceksek neden her dakika karşımızda parti liderleri var. Karşımızda parti liderleri var çünkü bu seçim biraz da genel seçim havasına sokulmaya çalışılıyor. Belediye başkanları nerede? Bu süreç başladığından beri ben kendi adıma taş çatlasa iki üç belediye başkanını görebildim, bu bitmez tükenmez mitinglerde. Günde üç kere yemeklerden önce parti başkanlarının konuşmalarını, bağırışlarını dinledik son haftalarda ve bütün laflarını ezberledik artık. Diğer partileri halka şikâyet halinde geçen uzun mitingler... Hepsinin yaptığı bu. Aralıksız şikâyet ve onlar kötü insanlar durumları. Çok az ileriye yönelik yapacaklarından söz edildiğini duyduk. Genelde hep kötüleme…
Bunların hepsi birbirinden beter, bunların hiç birine oy vermeye değmez…
İşte bunu yapamayız. Kimse seçimleri boykot edemez. En başta oy vermek en büyük vatandaşlık görevimiz. Bir kere herkesin bunu yerine getirmesi gerekiyor. İkincisi her seçim Türkiye’de her zaman kendi ağırlığından daha fazlasını taşır. Seçimin parametrelerini iyi anlamamız ama bir yandan da yerel seçim olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu seçim için Amerika’dan, Kanada’dan, Avusturalya’dan gelen arkadaşlarım olduğunu biliyorum. Bir oy seçimin neticesini etkileyebilir düşüncesini iyi kavrayarak ve de maddi, manevi büyük külfetlere katlanarak oy vermeye gelen bütün vatandaşlarımıza da ayrıca teşekkür ediyorum. Bu işin dışında kalmak imkansız. Oy vermeyen kardeşlerimiz de oy vermeyerek seçimlerini yapmış ve seçimin kaderini etkilemiş oluyorlar. Kimse ben seçmedim diye kendini kandırmasın. Sen de oy vermeyerek seçiyorsun.

Eskiden oy vermeyene para cezası verirlerdi, bilmiyorum şu anda halen böyle bir uygulama var mı? Cezası olsa da olmasa da herkesin gidip oyunu vermesi lazım. Unutmayın sonuçta bu seçilen kişiler beş yıl boyunca bulunduğunuz ili, ilçeyi yönetecekler. Beş yıl kısa bir süre değil.



Bu yerel seçim her türlü havaya sokuldu. Seçim sonuçlarının ülke üzerinde birçok etkisi olacağı kesin. Genel parametreler mevcut, bu her zaman aklınızın bir köşesinde bulunsun ama bunun bir genel seçim olmadığını da unutmamamız lazım. Hepimizin oy kullanırken bulunduğumuz ildeki, ilçedeki durumu iyi süzmesi gerekiyor. Kendi adayınız ne durumda, başka adaylar ne durumda bunu iyi anlamak lazım. Sonuçta kimse unutmasın ki bir kişi belediye başkanı olacak ve verilen, verilmeyen, bölünen, bölünmeyen veya hiçbir şansı olmayan adaylara verilen oylar, seçimin hatta belki de ülkenin kaderini belirleyecek.
Aynı görüşlü üç dört partinin oyları bölmesi ve seçimleri bambaşka partilerin kazanması durumu bu ülkede geçmişte yüzlerce defa yaşandı. Yakın tarihimizde de bunun birçok örneklerini hepimiz biliyoruz. Partilerin ve parti başkanlarının bambaşka hedefler ve ideolojilerle hareket ettiğini artık hepimiz çok iyi anladık. O yüzden iş bizlere yani seçmenlere kalıyor. Tekrar belirtiyorum ki bu bir genel seçim değil. Genel seçimin dinamikleri farklı. Bizlerin oy kullanırken kimin seçileceğine veya seçilmeyeceğine atacağımız oyun bir katkısı olacağından emin olmamız lazım. Genel seçim oylamasını seneye genel seçimlerde yaparız.

Bu seçim güvenoyu oylamasından tutun da genel seçime kadar her türlü şekle sokuldu. Ülkemizde her zaman olduğu gibi bir çok konuda etkisi olacağı da kesin. Her seçim kritiktir ama bu seçimde en kritiklerinden biri olacak. Herkes sorumluluğunu almalı ve sandığa gitmeli. Bu sorumluluktan kimse kaçamaz ve "Ben oy vermedim ki." diyemez. Her seçimde oy vermeyen milyonlarca seçmen, bu ülkenin kaderini belirleyen en büyük gruplardan biri oluyor. Oy vermeyenler genelde seçimi üçüncü dördüncü bitiren partilerden daha büyük bir grup.
Emin der ki çok iyi düşünüp, taşınarak oy verin ve oyunuzun belediye başkanı seçtiğiniz ilde veya ilçede neticeye etki edeceğinden emin olun. İdeolojik oyların bu seçim terazisinde kimseye bir faydası olmuyor.

Ülkemize hayırlı olsun. Allah kimseyi utandırmasın.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

23 Mart 2014 Pazar

Öğlen Öğlen Twitter

Günaydın Dostlar,

Nedir Twitter?

Twitter bir şirkettir. Adı da Twitter Inc. O da her şirket gibi bir şeyler satıyor. Nedir sattığı? Haberleşme hizmeti.

Birçok seçeneğin var. Yüzlerce arkadaşına bir mesaj, bir yorum yollayacağın zaman yüzlerce mesaj atabilirsin; WhatsUp grupları üzerinden yollayabilirsin; yüzlerce kişiyi arayabilirsin; yüzlerce e-mail atabilirsin; yüzlerce mektup yazabilirsin; yüzlerce minik duman mesaj bulutu yaratabilirsin vs. vs. ya da Twitter’ı kullanarak yüzlerce kişiye tweet atabilirsin. Twitter da bu tip hizmet satan şirketlerden bir tanesidir.



Birçok şirket haberleşme hizmeti sattığına göre buradaki sorun nedir? Amcanın biri bu hizmeti kullanarak teyzemin birini sinir edecek bir mesaj atmış ve bunu da herkes görmüş. (Böyle bir teyze var mı, yok mu o konuya hiç değinmiyorum bile). Ne yapmış teyze? Amcamı Twitter’a şikâyet etmiş. “Kapat bu terbiyesizin hesabını.” demiş. Twitter umursamayınca da doğal olarak gitmiş, mahkemeye vermiş. Mahkeme de karar vermiş ve Twitter’a “Kapat bu hesabı.” demiş. Twitter yine umursamamış ve devlet büyüklerimiz devreye girip Twitter’ı Türkiye’de yasaklamışlar.

Türkiye’de hizmet veya ürün satan binlerce firma var ve bunların birçoğunun hizmet veya ürün sattıkları tüketiciler ile birçok sorunu olabiliyor ve doğal olarak mahkemelerde birçok dava açılabiliyor. Ticari yaşamın en doğal süreçlerinden biri



Şimdi örnek olarak aynı durumu bütün dünyada ve Türkiye’de de faaliyet gösteren bir Alman otomobil devi için düşünelim. Teyzem mutsuz, arabamı şöyle yapın, böyle yapın diyor, adamlar yapmıyor. Almanya’daki ana firmaya yazıyor, onlar da umursamıyor ve gidiyor, mahkemeye. Mahkemeyi kazanıyor ama firma yine de mahkeme kararlarını yerine getirmiyor. Hemen devlet büyüklerimiz devreye girip bu firmayı Türkiye’de yasaklıyorlar.

Olmaz mı diyorsunuz?

Neden olmasın ki? O zaman olay başka yerlere gider ve Twitter mahkeme kararı için filan değil, sadece insanların haber alma özgürlüğünü kısıtlamak için kapatılmış gibi bir durum ortaya çıkar. Böyle bir durum başka bir firmaya uygulanmaz diyorsanız Twitter'ın kabahati haberleşme hizmeti sunuyor olması mıdır?

Böyle bir durumda, Allah korusun ne deriz el aleme, konu komşuya? Millet halimize güler.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…


22 Mart 2014 Cumartesi

Virtual Private Network

Günaydın Dostlar,

Akşamın bu saatinde amcayı kızdırdınız, o da tuttu Twitter’ı kapattı. Neden Facebook veya Youtube değil de Twitter, onu ben de bilmiyorum ama amcanın Twitter’a daha çok kızdığını düşünüyorum.
 
Çözüm insanıyızdır biz. Yolda giderken sağ şeritte ışıkta bekleyen beş araç olduğunu ve soldaki şeritte hiç araç olmadığını görürsek anında sola geçeriz. Hatta bu geçişi yaparken çok fazla sağa, sola bakmadığımız da olur. O an tek bildiğimiz şey sağ şeridin dolu, sol şeridin boş olduğudur. Hatta ilerideki ışıkta sağa döneceksek bile sola geçeriz. Kimse demez ki “Ulan ben ışıkta sağa döneceğim, şimdi sola geçip sonra orada sağa dönmeye çalışarak trafiği birbirine katmayayım.” Bizim insanımız döneceğini bile bile sola geçer. Işığa daha çok var, oraya geldiğimizde nasıl olsa bir yolunu buluruz.
Dün sabah, güzel bir cuma sabahına uyanan bizler baktık ki Twitter kapalı, sağ şerit kapalı, hemen geçtik sol şeride. Ne VPN kaldı ne DNS ayarları. Trafikte her zaman şerit değiştirdiğimiz gibi bir kıvraklıkla geçtik sol şeride. Milyonlarca kişiyi alsanız, sınıflarda oturtsanız, üstüne de milyonlarca lira para harcasanız öğretemezdiniz bu VPN işini. Bu nasıl bir esnekliktir, bu nasıl bir kıvraklıktır, bu nasıl bir akıllılıktır? Ben insanımızla dün bir kere daha gurur duydum.

Arkadaşım bana yazmış diyor ki “Oğlum VPN diye bir şey varmış; onu indirince, Amerika’ya bağlanıp sonra da Amerika’dan bağlanıyormuş gibi bağlandığın için istediğin her yere girebiliyormuşsun.” Daha güzel bir tarifi olamazdı. Daha önceleri bu işle ilgilenenlerin veya şirket dışından işyerlerindeki veya başka ortamlardaki ağlara bağlananların bildiği VPN (Sana Özel Ağ) işini bilmeyen kalmadı.

Her işe olduğu gibi anında bu işe de kafadan girdik. Herkes VPN’ler indirdi, ayarlarını değiştirdi, 8.8.8.8 yaptı, bir şeyler yaptı ve Twitter’a girdi. Neden kapandığından ziyade nasıl girerim herkesin kafasındaydı. Sağ şeridin neden kapalı olduğu bizi çok ırgalamaz, biz genelde oradan nasıl geçerim derdindeyizdir.
Bir Allah’ın kulu da çıkıp da “Ben şimdi bu ayarlarımı değiştirirsem bir şey olur mu?” diye sormadı. Yol bulduk ya hemen atladık hepimiz üzerine. Twitter’a girebileceksin ama belki ayarların değişince başka yerlere giremeyeceksin. Hiç kimsenin aklına bunu sorgulamak gelmedi. Milletçe tek vücut olduk ve tek bir hedefimiz vardı: Twitter’a girile.

“VPN indirdim ama bundan sonra her yere bu VPN üzerinden mi bağlanacağım yoksa bu bir tek Twitter’a girerken mi devreye girecek veya ben mi seçeceğim nasıl olacağını?” demedi kimse. Türkiye’de oturup Amerika’dan bağlanıyormuş gibi yapınca internet hızım düşer mi acaba, bu yöntem şu andaki durumdan daha mı çok güvenli, daha mı az güvenli diye düşünen de olmadı. “Bu şekilde bağlanırsam dışarıdan gelecek tehlikelere açık olur muyum?” diye soran da ben hiç duymadım. Bu iş ücretsizmiş diye bir laf yayıldı, o da hepimize yetti zaten.

“Hedef Twitter’a bağlanmak ileri!” deyip Allah Allah sesleriyle koşmaya başladık. Bağlanınca da bu kadar uzun süredir kapatacağız, engelleyeceğiz denilen bir şeye ne kadar kolay bağlandığımıza şaşırdık.

Bu sabahki VPN dersi, tabii bize ileride oluşabilecek Facebook, Instegram, Youtube fırtınaları için de bir deneyim oldu. Türkiye’den atılan tweet miktarlarında bir milim düşme olmaması da bu milletin istediğinde neler yapacağını bir kere daha dünyaya izlettirmiştir.
Dün Twitter’da da yazdığım gibi bu millet, perşembe gecesi, Fatih’in gemileri geçirmesinden sonraki en büyük gece operasyonunu gerçekleştirdi.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...
 

21 Mart 2014 Cuma

Çoban Salatası

Günaydın Dostlar,

Restoran denizin dibinde, elini uzatsan suya değeceksin. Masanın ayakları neredeyse suyun içine girmiş Yer bildirimini yapmışsın. Güneş yavaş yavaş batıyor. Güneş ışıklarının masmavi suyun üzerindeki huzurlu etkisi, insanda “Ben burada ömrümün sonuna kadar oturabilirim.” gibi bir his yaratıyor. Dostlarına “Keşke siz de burada olsaydınız.” mesajları atıyorsun. Hava o kadar güzel ki limonata çarpı iki. Balıklar mutfaktan gelmeyecek de adeta denizden atlayacaklar tabağına.
Rakının suya oranı hiçbir zaman bu kadar mükemmel olmadı. Rakı bardağının arkasındaki deniz manzarasıyla beraber görüntüsü tam Instagramlık. Beyaz peyniri mi sordunuz? Böyle bir beyaz peynir daha önce hiç üretilmedi. Topatan, dünyanın en tatlı kavunu yarışmasında birincilik kazanmış da gelmiş.


Sohbet inanılmaz güzel. Ülkede bir gram dert, tasa kalmamış. Her şey birbirinden mükemmelken sıra o çok önemli soruya gelir, “Salata alır mıyız efendim?” Alırız tabii, sorduğun hata. Böyle bir ortamda alınacak tek bir salata vardır, o da çoban salatasıdır. Böyle bir balıkçıda “Ben bir enginarlı kuşkonmaz salatası alayım.” gibi cümleleri de hiç anlamamışımdır.

“Çoban salatanız soğanlı mı olsun efendim?” Bu ne biçim bir soru ulan? Çoban salatası soğansız olur mu? Soğansız olursa onun adı çoban salatası olur mu? Onun adı şivan salatası olur, davaro salatası olur, bir şey olur ama çoban salatası olmaz.

Çoban salatası çok özel bir konudur bizim için. Bir duygu bağımız vardır çoban salatasıyla.

Çoban salatası, yazın çocukluğumuzun geçtiği Beylerbeyi’nde, Çakal Dağı yolunun 750. metresinde bulunan rahmetli dedemin evinde yapıldığı gibi yapılır. Dayımın mangalda pişirdiği etlerin (gerçi biraz büyüyünce o işin sorumluluğu bana geçmişti) ve rahmetli anneannenin yemeklerinin yendiği, dedenin tek duble rakısını içtiği, balkondan Boğaz'ın görüldüğü yemeklerdeki gibi yapılır. Hatta iki ayrı kayık tabakta hazırlanıp masanın bir o tarafına bir bu tarafına konulur.

Büyüyünce o koca bahçeyi sulama işi de bana geçmişti. Düşünüyorum da yaz aylarında yavaş yavaş her iş bana kalmış. Arka bahçede sebzeler meyveler, ön bahçede Beylerbeyi’nin en güzel çiçekleri... Adres tarifi, “Küplüce Mahallesi’ndeki, bahçesinde en güzel çiçekler olan ev.” şeklinde verilirdi. “Beylerbeyi’ne gelin, Attila’nın evini sorun.” da oldukça kullanılan bir tarifti. Rahmetli dede “Yeşilbiberlere bol su ver ki acı olmasınlar.” derdi. Ben de yarım saat boyunca yeşilbiberleri sulardım. Dikkat etmek lazım, akşama çoban salatasında kullanacağız onları.
Domatesler de bahçeden, salatalıklar da; bahçede ne isterseniz var. Onların da doğru dürüst sulanmaları gerekiyor. Minik minik kesilip çoban salatasının içine konacaklar. Maydanozlar bu tarafta, naneler de bodrum kapısının biraz ilerisinde. Doğal olarak onları da birazcık sulamak gerekiyor.

Rahmetli Ayşe hala saat 16.30 gibi soğanları doğrar ve acısı gitsin diye tuzla ovardı. Proje önemli, akşama çoban salatası yapılacak. Bol soğanlı olması lazım, başka türlü onun adı çoban salatası olamaz.

Sofra hazır, güneş yavaş yavaş batıyor. Çoban salatası da masaya gelmek üzeredir. Emin, bahçe sulamayı bitirmiş; yüz otuz metre uzunluğundaki hortumu daireler şeklinde toplayarak bodruma taşınabilecek bir hale getirmeye çalışıyor. Vallahi kolay bir iş değildir o hortumu öyle toplayabilmek. Hortumu bodruma attın mı artık mangalda etleri pişirmeye hazırsın. Mangal hazır, etler çabucak pişer ve balkondaki yerimi alırım. Yaz aylarında olduğumuza aldanmayın, Çakal Dağı’nın yarı yolunda akşamlar soğuk olur. Yün don gerekmese de hırka, kazak filan bir şeyler giymek şart.

Yemek biter, çoban salatası biter. Dede kahve yapmaya gider. Dayım da genelde kendi kahvesini kendi yapar. Bir babadan oğula durumu var herhalde. Tek duble rakı, şekerli Türk kahvesi ve tek sigara... Dedenin bu standardı yıllarca hiç değişmedi. Benim bildiğim dönemde, hiçbir zaman yemek üstüne iki sigara veya iki duble rakı içtiğini görmedim.
Bugün Beylerbeyi’ndeki masada çok eksiğimiz var. Ev de halen orada durmakla beraber, artık bizim değil ama kalplerimizdeki masada herkes yerli yerinde. Çoban salatası yine yenecek, rakılar yine içilecek ve kalplerimizdeki masa hiçbir zaman boşalmayacak.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…