30 Temmuz 2015 Perşembe

Sabah Yürüyüşleri...

Haftalardır bin bir bahane ile ara vermiş olduğum sabah yürüyüşlerime Perin’in yaz okuluna başlaması ile birlikte sonunda tekrar başlayabildim. Dışarılara çıkamadığım zaman evde koşu bandında da yürüyorum ama aynı şey olmuyor. Koşu bandının tek iyi tarafı, evde müziği sonuna kadar açıp öyle yürüyüş yapabilme imkânı sağlıyor olması. Tabi ki sokaklarda kulağımda kulaklıklarla da yürüyebilirim ama aynı şey değil.


Belirlenmiş bir güzergâhım var. Kış aylarında genelde sahilde yürümüyorum, buralardayım ama yazın sıcak günlerinde sahil daha cazip oluyor. Haftada en az 20 km yürümek gibi kendi kendime bir hedef koydum. Başka bir hedefim de en fazla 5 gün yürüyüş yapıp 2 gün dinlenmek. 20 km’yi 4 günde doldurursam da yine de 5. günde de bir şeyler yürüyorum. Haftanın son gününe 6 km kalırsa o zaman da 6 km yürüyorum.

Evden çıkınca ilk olarak sağa doğru gidip demiryolu köprüsünün altından geçiyorum. Köprünün altındaki kaldırımın genişliği 13 cm. Benim g.tün genişliği 36 cm; ne olacak şimdi? Olacağı şu, o dışarıda kalan 23 cm’ye günün birinde bir kamyon veya bir minibüs çarpacak. Köprü çok dar olduğu için araçlarda yan yana milim milim geçiyorlar. Yağmur varsa ve köprünün altı da su dolduysa zaten her geçen arabayla yün donuna kadar ıslanıyorsun. Durum ne olursa olsun, köprünün altından süratle geçmekte yarar var.

Köprüyü kazasız belasız geçtikten 50 metre sonra 2 metrelik, %75 eğimli, arabalar bahçeye girebilsin diye son derece kaygan bir malzemeden yapılmış bir rampa çıkıyor karşıma. Hava ıslakken filan buna basarsan en basitinden ayağın burkulur. Zaten baktığın zamanda hiç üzerine basılabilinecek bir zıkkım gibi de durmuyor. Ne yapıyoruz? Tabi ki bu zıkkıma basmamak için yola iniyoruz. Yolda da dikkatli olmak gerekiyor. Köprünün altında kurtardık paçayı şimdi burada teslim etmeyelim.

Bu aşamadan sonra Ayşe Çavuş Caddesi’ne kadar sorunsuz bir yürüyüş ve oradan keskin bir sağ dönüş yaparak caddeye doğru iniş. Caddede Teknosa’nın köşesinden tekrar keskin bir sağ ve köşedeki simitçi amcanın gıcık bakışları arasında tam yol almaya başlamıştım ki arkamdan şöyle bir ses duyuldu “Muhittin neredesin?”, “Allah cezanı vermesin.”. Olay karışıyor, simitçiye mi bakayım yoksa bağıran teyzeye mi? Bu arada soğuk havalarda yürürken benim genelde bir tek gözlerim açık oluyor. Tahmin ediyorum simitçi amca da buna gıcık oluyordur.

İçinden “Allah’ın geri zekâlısı geldi yine dediğini duyar gibi oluyorum.”. Neyse bırakalım amcayı gelelim teyzeme. Teyzem, anlıyorum ki karşıdan bebek arabasıyla sırıtarak gelen kocasına bağırıyor. “Muhittin, çocuğu neden dışarı çıkarttın?” diye bağırıyor ama Muhittin’in umurunda değil. Muhittin sırıtıyor. Teyzem telaşlı, “Muhittin gel çabuk buraya anası, babası duyarsa gebertirler bizi.” diyor. Buradan da şu sonuç çıkıyor, anne baba işe giderken çocuğu anneanneye ve Muhittin’e bırakıyorlar. Bizim geri zekâlı Muhittin’de anneanne görmeden alıyor çocuğu caddede yürüyüşe çıkarıyor. Bir de, “Ne güzel tertemiz, sıcacık hava.” diyor. Çocuğu hasta edecek.
Yola devam ediyorum ve geliyorum Bağdat Döviz’in köşesine. O saatte (saat 10:30) uyuyor olacağını bildiğim halde şöyle bir Bağdat Dövize’e doğru bakıyorum belki şişko oradadır diye ama ne mümkün. Bugüne kadar henüz hiç göremedim. Belki bir gün saati kurar da kalkarsa sabah namazından önce rastlarım.
Barış Büfe’nin köşesinde laubali güvercinlere rastlıyorum. Üzerlerine doğru yürüyünce şöyle bir ters ters bakıp 3-4 adım filan atıyorlar. Bu da benim sinirimi bozuyor ve daha hızlı bir şekilde üzerlerine yürüyorum. İlla uçmaları gerekiyor ya. Güvercinse uçsun kardeşim. Bu seferde “Aaaa sıktın ama” gibilerinden bakıyorlar. Güvercinler orada öyle bir besleniyorlar ki o yüzden kıçlarını kaldıracak halleri bile yok. 3 adım atarken bile kafasını tamamen geriye çevirip bana şöyle bakıyor, “Bak vallahi sen yabancı olmadığın için çekiliyorum önünden, başkası için kıçımı kıpırdatmam.”.

Divan’ın köşesinde Milli Piyangocu “ Bu kadar para adamı delirtir.” diye bağırıyor. İçimden “Aferin sana dikkat çekici bir yaklaşım.” diyorum. 50 metre kadar daha gittikten sonra da kendi kendime “Delirtir vallahi.” diyorum. O anda da nedense Brain Team aklıma geliyor.

Ethem Efendi Caddesine vardığımda, bir sağ dönüş yukarıya bizim sokağa kadar bir yürüyüş ve tekrar bir sağ dönüş yaparak dümdüz eve. Böylece günlük 4.0 km’lik yürüyüşümüz tamamlanmış oluyor.
Soğuk kış günlerinde, bir tek gözlerim açık şekilde asansör beklerken asansörden inip beni karşısında görenler ömürlerinden bir kaç gün kaybediyorlar ama ne yapabilirim.

Şimdi Ankara’ya gidiyorum. Tekrar görüşünceye kadar şimdilik sağlıklı kalın, mutlu kalın…

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Birbirimizi Tanıma Süreci...

Günaydın dostlar.

“Bu kadar transfer yapıldı neden halen bu konu ile ilgili bir şeyler yazmıyorsun?” diyerek, dostlarım bana kızıyorlar. Yazamadım, çünkü etrafımızda bu kadar rezillik varken Fenerbahçe yazmak içimden gelmedi. İkici konu da, biz halen yeni transferlerle flört aşamasındaydık. Artık bir birimizi iyi tanıdığımıza göre ben de fikirlerimi beyan edebilirim.
 
Klasik bir yay burcu olarak en son söyleyeceğimi ilk başta söyleyeyim. “Bu senenin en büyük fiyaskosu Nani olabilir.” Portekizli futbolcular hakkında neler düşündüğümü zaten geçen haftaki yazımda belirtmiştim ama bu Nani hepsini sollayabilir. Tam da korktuğum gibi, bu ülkeye deniz tatiline gelmiş havası var. Eski halinden eser kalmamış ve en ufak bir mücadele ruhu yok. İnşallah beni yanıltır ama hazırlık kampının ilk 3-4 haftasında gördüklerim, tam anlamıyla dehşet verici. 15 dakika koşunca dili dışarı sarkan, en ufak bir riske girmeyen bir futbolcu beni ilerisi için umutlandırmıyor. En son oynanan hazırlık maçında da sahanın en kötüsüydü.

Bir diğer sürpriz Fernandao. Bu isim ilk olarak telaffuz edildiğinde, “Fener’de iş yapamaz.” demiştim ama hazırlık kampı süresince benim beklediğimin çok üstünde bir grafik çizdi. En önemlisi adamın mücadeleci bir ruhu var. İsterse başarısız olsunlar ama kapasitesini sonuna kadar zorlayan insanlar, her zaman benim takdirimi kazanmışlardır. Kimse Sabri’yi sevmez ama ben her zaman takdir etmişimdir. Sahaya her çıktığında elinden gelen her şeyi yapan adamdan daha fazlasını beklemek haksızlık olur.
Biz Fenerliler De Souza ismini çok severiz ama 2015 modeli tam bir hayal kırıklığı. 8 milyon Avro verilerek, “Mehmet Topal’ın ileri de gideni” diye alınan bu amcanın, henüz hiçbir yere gittiğini göremedik. Tahmin ediyorum yatırımlarını kontrol etmek için en çok bankaya gidiyordur. Şu andaki görüntüsüyle yedek kulübesinde kendine ayrı bir kulübe yaptıracak gibi duruyor.
Tabi ki bu senenin en büyük transferi, Van Persie. Henüz hiç oynamamış olsa da, ben aynen Dirk Kuyt gibi elinden gelen her şeyi yapacağını düşünüyorum. Sakatlık sorunları yaşamazsa epeyce de gol atabilir. Adam golcü ve her açıdan, her ortamda kaleye çok sert bir şut çıkarabiliyor. Van Persie ile ilgili en büyük endişemiz, yaşının 32 olması ve son yıllarda hiç bitmeyen sağlık sorunları olması.

Aslında yazmak bile istemiyorum ama bir de kaleci aldık. Antrenörün torpili ile Portekiz’den gelen Fabiano isimli Brezilyalı bir kalecimiz var. Bu adamdan en az 2 kat daha iyi olan Mert neden yollandı da bu adam alındı? Ben bu duruma mantıklı bir açıklama getiremiyorum. Bırakın Fenerbahçe’yi, böyle bir kaleci süper ligin hiçbir takımında oynayamaz.

Bruno Alves, yetmiyormuş gibi gidip aynısının bir de Danimarkalısını aldılar. Adamlar birebir aynı. Bilmesen ikiz kardeşler zannedersin. Tek hamleli ve yavaş iki adama defansın ortasını teslim ettik. Hızlı her futbolcu bu ikisine sorun yaratır. Kjaer, Türk futbol tarihinin en pahalı defans oyuncusu. Adama bir servet verdik ama geldiği takım da Fransa Ligini 9. sırada bitiren ve tonla gol yiyen Lille takımı. Bu ikisinin bir diğer ortak özelliği de, topu oyuna sokma becerilerinin olmaması.
Egemen gibi, hatta Bekir gibi adamları yollayıp bir de bu ikisine yedek olsun diye Ba diye bir adam aldık. Bu sabahki yazımı yeni gelen futbolcular ile ilgili yazdığım için, futbolcu olmayan bir arkadaş için yorum yapmak istemiyorum.
Son olarak da Bursaspor’dan gelen Şener var. Şener, iyi niyetli, hırslı ve çalışkan bir arkadaş gibi duruyor. Antrenman yapmayı sevmeyen Gökhan Gönül’ün seneden seneye düşen grafiğini de göz önüne aldığımızda yararlı bir transfer.

Bu senenin en büyük transferi Sow olabilir. Çok farklı bir ruh haliyle oynamaya başladı ve çok iyi bir sene geçirecek gibi duruyor. Yüzü hiç gülmeyen, sürekli negatif elektrik yayan Emenike’nin gidişi onu da rahatlatmış gibi duruyor. En azından beni rahatlattığı kesin.

Diago’da da ciddi boyutta düzelme var; böyle giderse orta sahanın değişmezlerinden biri olabilir.
Uygar’ın yakaladığı çıkışı da görmemezlikten gelemeyiz. Yıldız yetiştirmekte son derece kısır olan bu topraklarda yeşeren nadir fidanlardan bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle takımla kalmalı ve her fırsatta şans bulmalı.

Bütün gelen futbolcularla ilgili ilk 3-4 haftadaki izlenimlerimizi paylaştık ama bence bu senenin en büyük hareketi Emre’den kurtulmaktır. Saha da hırçın davranıyormuş fakat evinde tam bir melekmiş. Bana ne kardeşim. Emre’nin melek hallerini görmek için evine mi gitmem gerekiyor? İtalyanlara yakışacak bir çakallıkla Emre’yi yok etmeyi başarabilen Terraneo’yu kutluyorum. Dünyanın en iyi futbolcusu da olsa, takım onsuz ileri gidemese de bu adam Fenerbahçe’ye yakışmıyordu. Gittiği takımda Fener’de yaptığı saldırganlıkların yarısını bile yapabileceğini düşünmüyorum.
Böyle bir takımla Salı akşamı Shaktar maçına çıkacağız. Biz de 9 benzemez var; onlarda 9 senedir yerleşmiş bir sistem var. Çok zor olacağını ve Fener’in bu tur için şansının %30’dan fazla olmadığını düşünüyorum. Fenerbahçe’nin bu seneki en büyük sorunlarından biri de kırmızı kartlar olabilir. Nani’de dâhil olmak üzere takımda çok fazla kırmızı kart görme potansiyeli yüksek oyuncu var…

Umarım beni mahcup ederler.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…  

23 Temmuz 2015 Perşembe

Hiçbir Şey Bilmiyorum...

Günaydın dostlar.

Bütün bu yaşananlar bir kez daha bana hiçbir şey bilmediğimi gösterdi. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, 20 yaşında bir çocuk üzerine bombaları bağlayıp, gidip masum insanları öldürmek için kendini havaya uçurabiliyor.
Neden yapıyor bunu? Belki dini duygularla, belki ırkçı duygularla, belki de verilen uyuşturucuların veya hapların etkisiyle yapıyor. Ben bu işlerden anlamıyorum ama hangi kitapta gidip masum insanları havaya uçurmanın mubah olduğunu yazdığını da merak ediyorum. Unutmayalım ki, her görüşü bizle aynı olmayan insan bizim düşmanımız değildir.


İnsanlar bir şekilde bu işi yapmaya ikna ediliyor ve bir hedefe ulaşmak için düğmeye basılıyor. Ben işte o hedefi merak ediyorum. Amaç korku salmak mıdır? Son zamanlarda sınırlarda bir iki zorluk çıkardığı için Türkiye’yi cezalandırmak mıdır? Kobani’de kaybedilen savaşın intikamını almak mıdır? İnsanları bir birine düşürüp bir iç savaş çıkarmak mıdır? Siyasi bir takım nedenlerle mi bu işler yapılıyor? Hepsi mi? Hiçbiri mi? Cevabım yok. Hiçbir şey bilmiyorum.

Terör örgütlerinin lunaparkı haline dönen Orta Doğu’da kim kimle savaşıyor, kim kimle dost hiçbir şey anlamıyorum. Amerika ve koalisyon uçaklarının bazı terör örgütlerini bombaladıkları yazılıyor, çiziliyor. Gerçekten de böyle olduğunu biliyor muyuz? Kim bilir belki de bizim Amerika’nın düşmanı diye bildiğimiz terör örgütleri, aslında Amerika’nın yarattığı, desteklediği ve oyunun bir parçası olan gruplar olamaz mı?

“Işid, kesinlikle Amerika’nın düşmanıdır” diyebilir misiniz? Dostu olamaz mı? Ayrıca bu coğrafya öyle enteresan bir bölge ki; kimin dost, kimin düşman olduğu akşamdan sabaha da değişebiliyor. Ben her zaman gerçekten ne olduğunu çok merak ediyorum.

Sık sık büyük resmi gören bir üst güçten söz ediliyor. Kimdir bu üst güç? Amerika’mı? Yoksa diğerleri mi? Belki de hepsi bir araya gelip planlıyorlardır bunları. Ben başkan Obama’nın veya diğerlerinin bu üst güç masasında oturduklarını düşünmüyorum. Dünyayı yöneten başka menfaat gruplarının bu tip yapılanmaları planladığı görüşündeyim.

Sokaktaki her insan gibi Emin’in de birçok konu hakkında düşünceleri var ama gerçekten ne olduğunu hiçbirimizin bildiğini düşünmüyorum. Aylardır askerlere ateş açmayan PKK bir anda askerlere saldırmaya başlıyor. Bir anda Ceylanpınar’da polis memurları şehit ediliyor. Bunun emrini kim veriyor? Böyle bir emir her yerden geliyor olabilir. Yaşadığımız dünyada hiçbir alternatifi göz ardı edemeyiz. Dost görünen düşmanlar da, düşman görünen dostlar da böyle bir emir vermiş olabilirler.
Kendi ülkemiz de dâhil olmak üzere hiçbir grubun kimle dost, kimle düşman olduğu hakkında çok net bir şey söyleyemiyoruz. Bir takım müsamahalı tavırlar bizlere bir takım fikirler veriyor ama gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz.
Oyunlar oynanıyor, insanlar ölüyor. Müslümanlar ölüyor. Dünyanın neresine bakarsanız bakın, her yerde Müslümanlar ölüyor. Yıllar önce Batılılar tarafından bilerek başlatılan mezhepsel çekişmeler bugün dahi büyüyerek devam ediyor. Bir Allah’ın kulu da çıkıp da, “Biz öldükçe dünyanın diğer milletleri rahat yaşıyor” demiyor.

Irkçılığın, mezhepçiliğin ve din sömürüsünün son bulduğu bir dünyada yaşamak istiyoruz ama görülüyor ki, şimdilik çok şey istiyoruz. Kim bilir belki bir gün hayallerimiz gerçek olur.

Geçen gün sosyal medya ortamında dolaşan çok ilginç bir söz gördüm. “Birileri size gelip de dünyadaki bütün savaşlar bitecek ama bundan sonra da hiç internet olmayacak dese kabul eder misiniz?” yazıyordu. Ne dersiniz? İnternet gitsin; savaşlar bitsin mi?
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…  

16 Temmuz 2015 Perşembe

Çok Çalışmamız Lazım Çok...

Günaydın dostlar.

“İyi ki bir tatile gitti artık bir hafta yazar.” diyeceğinizin farkındayım ama bu “çok çalışma” konusu tatilde gördüğüm bir dans ve akrobasi grubundan kaynaklandı. Adamların, akşam yapacakları şov için bütün bir öğleden sonra nasıl çalıştıklarını görünce, “Vay anasına.” dedim. Sıcak bir havada aynı hareketleri (atmalar, tutmalar, taklalar) defalarca tekrarladılar.
 
“Adamlar” diye yazdığıma bakmayın, grupta çok güzel kızlar da vardı. Ukrayna’dan gelmiş olduklarını söylemem sizlere yeterli ölçüde bir fikir verecektir diye düşünüyorum. Bu gösteri, benim tatil köyü ortamında gördüğüm en güzel gösterilerden bir tanesiydi diyebilirim. Genelde amfi tiyatro gösterilerini pek izlememe rağmen, Ukraynalıları hiç sıkılmadan 1 saat boyunca izledim. Müzikleriyle, hareketleriyle, danslarıyla, kostümleriyle mükemmel bir şovdu.
Bu gibi anlarda benim aklıma hemen, “Bizde niye böyle gruplar yok?” sorusu gelir. Bence, ilk nedeni bu gibi gösteriler için yıllarca çalışmak lazım olması. Bizler sonuç odaklı insanlarız. Yıllar sonra ulaşılması mümkün olacak bir hedef için gece gündüz çalışmak bizi bozar. Bir şey yaptık mı hemen kısa süre içerisinde onun neticesini almak isteriz.

Tabi ki bizim için bu durumun tersi de geçerlidir. Bugün içilen sigaranın, yıllar sonra bizi hasta etme ihtimalini de çok takmayız. Her işimiz anı kurtarmaya yöneliktir.

İkinci bir neden de, vücut yapımızın bu işlere çok uygun olmaması olabilir. Hamurlu ve ağır yapımız parende atmak için çok uygun olmayabilir. Zaten etrafımıza baktığımızda da bu tip ekiplerin ya Uzak Doğu’dan ya da Rusya, Ukrayna gibi ülkelerden çıktığını görüyoruz.
Bugün futbol piyasasında yaşadığımız durum da aynı tip bir ruh halinin eseridir. Yolun yarısına merdiven dayamış eski şöhretleri, Avrupa’da alamayacakları paraları vererek Türkiye’ye getirmeyi bir başarı olarak görüyoruz. Ramazan günü, öğlen sıcağında bu adamları karşılamak için de çoluk çocuk yollara dökülüyoruz.

Başarı konuşmalarımız hep transfer edilen oyuncularla ilgili. Siz hiçbir kulüp başkanın çıkıp da, “Şu anda genç takımlarımızdan yetiştirdiğimiz ve Avrupa’da oynayan 10 tane oyuncumuz var.” gibi bir açıklama yaptığını duydunuz mu? Duyamazsınız çünkü genç oyuncular yetiştirmek emek işi, sabır işi. Bizim o kadar sabrımız da yok, zamanımız da yok. Adam yıldız bir oyucuysa (gençlik filan anlamayız) hemen çıkıp Messi gibi oynamalı.
Konu ne olursa olsun, her şey bir emek istiyor. Tatil beldelerinde seyrettiğimiz 1 saatlik gösterileri hazırlayabilmek için insanlar yıllarca çalışıyorlar. Meyveleri toplama aşamasına gelene kadar da birçoğu maddi, manevi çeşit çeşit zorluklar çekiyorlar.
Michigan’da yaşadığım dönemlerde Amerika atletizm milli takımında yarışan bir atlet benle aynı sitede oturuyordu. Çocuk, o zamanlar (mesafesini hatırlamıyorum) dünya rekortmeniydi ve gayet de mütevazı bir hayatı vardı. Ben sabahın beşinde araba ile işe giderken, çocuk da Michigan’ın buz gibi (-25,-30 derece) havasında sokaklarda antrenman yapardı. İstisnasız her sabah koşardı.

Bu atletin Amerikan devletinin bütün imkânlarından yararlandığından ve olimpiyat köyünde kampa girip hazırlandığından eminim ama her nerede çalışırsanız çalışın iş yine sonunda dönüp dolaşıp sokaklarda koşmaya kalıyor. Bir gün bana, “Ben koşarken sen de bisikletle benle gelsene, yolda sohbet ederiz” deyince ben de salak salak kabul ettim. Bisiklette olmama rağmen canım çıktı. Oğlan koştu da koştu. Bir şey de diyemedim ama resmen geberdim. Tabi ki o günden sonra aynı turu bir daha yapmamak için her türlü bahaneyi buldum.

İster atletizm, ister tatil köyü gösterileri, ister iş dünyası, ister ilişkiler; konu her ne olursa olsun her şey bir emek istiyor. Büyük başarılar, Piramitler gibi her gün bir taşı diğer bir taşın üzerine koyarak elde ediliyor. Robin Sharma’nın da her zaman söylediği gibi, “Minicik bile olsa her sabah 5 minik taşı (hayatınızdaki iyileştirmeler) üst üste koymayı ihmal etmeyin.”
Çok çalışmaktan daha önemli olan bir diğer konu da, doğru çalışmaktır. Taşı doğru yere koymuyorsanız sabahlara kadar da çalışsanız yolun sonunu göremezsiniz. Çok çalışın, bilgili çalışın, piramidin tepesini muhakkak görün.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Temmuz 2015 Salı

Bütün Aile Toplandık...

Günaydın dostlar.

Emin’in uzun süreli bir tatil yapma kararından dolayı uzunca bir süredir ayrı kaldık ama korkmayın bir daha kolay kolay böyle bir şey olmaz. Zaman zaman 4 günlük (bence ideal tatil süresi) tatiller yapmıştım ama bu kadar uzun süreli bir tatile ilk defa cesaret edebildim. Bu tesisin güzel ve sorunsuz bir tesis olduğunu bilmeseydim, yine de cesaret edemezdim.
Çocukluğumuzun geçtiği İller Bankası Tuzla kampından sonra (40 sene geçmiş) ilk defa bu kadar uzun bir süre deniz tatili yaptım. Daha önceki yazılarımı okuyan dostlarımız hatırlayacaklardır, normalde ben deniz tatili yapmayı pek sevmem ama bu sefer ki çok güzel geçti.


Tatil, 9 ay önceden planlandı. Planlı, programlı olmayı severim ama bu kadar uzun bir süre önce tatil planlamak benim için bile abartı oldu. Ayrıca “daha ucuz oluyor” bilgisi de hiç doğru değilmiş. Dayım, rezervasyonunu tatilden 1-2 hafta önce yaptı ve bizden daha iyi bir fiyat aldı.

Son haftalarda rezervasyon yaparak iyi bir paket yakalayabilirsiniz ama son dakikaya kadar bekleyince de yer bulamama riski var. Ne demişler büyüklerimiz? “Hayatta her şeyin bir bedeli var.”

Kardeşim Ayşın, ilk beni arayıp da “Beraber tatile gidelim mi?” diye sorduğunda, “Kızım 9 ay önceden tatil mi planlanır?” demiştim ama 9 ay jet hızıyla geçiverdi. Ayrıca karar verebilmek için de 10 dakikam vardı. “Ne bileyim ben şimdi, düşünmem lazım.” dediğimde tamam deyip telefonu kapattı ama 10 dakika sonra geri aradı. Ben de bir şey soracak zannettim. “Düşündün mü, ne karar verdin?” diye bana soruyor. Oturmuş kadının masasına bana emrivaki yapıyor.
9 ay önceden, 10 dakika içinde verilen bir kararla bütün sülale Belek’te toplandık. Aramızda her yaş grubundan insan vardı ve tatil köyünün en büyük grubu bizdik. Bir daha olur mu bilinmez ama bu seneki buluşmayı bizlere nasip eden Allah’ımıza şükürler olsun. Gerçekten de zaman çok çabuk geçti. Tatil yapmayı sevmeyen adam (Emin) bile sıkılmadı.
Gittiğimiz yer Antalya Belek’te ki Cornelia De Luxe Resort. Annemler artık bu tesiste kendilerini babalarının evinde gibi hissediyorlar. Bana cazip gelen tarafı da sorunsuz ve rahat bir tesis olması. En büyük özelliği de, her şeyi her ortamda yapabiliyor olmanız. Biraz sakat bir cümle gibi oldu ama gerçekten de durum böyle.

Örnek olarak, canınız Türk kahvesi mi içmek istedi? Oturup her ortamda (ister havuzun yanında, ister ana yemek salonunda) kahvenizi içebiliyorsunuz. Bazı tesislerde, “Türk kahvesi Papatya Bahçesi’nde ikram ediliyor efendim" gibi durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Be tesiste her şey açık, net ve samimi.

Canı isteyen gidiyor çimlerin üzerinde futbol oynuyor. Kimse de gidip “çimlere basmayın” demiyor. Kuruyorlar minik kaleleri, maç yapıyorlar. Biz futbol oynamadık ama hemen hemen her akşam havuzda voleybol buluşmalarımız oluyordu.

Buluşmalarımız derken aklıma geldi, gün içinde de ördek ailesi gibi beraber takılmıyorduk. Herkes tesisin 4 bir yanına yayılıyor ve ne yapacaksa yapıyordu. En büyükle, en küçüğün arasında 75 yaş fark olan bir grupta zaten herkesin her an aynı şeyi yapıyor olması da mümkün değil. Bir tanesi güneşin göbeğinde yatmak isterken, bir diğeri güneşe çıkmak istemiyor. Başka bir tanesi spor yapmak isterken, başka bir diğeri konuyu bile anlamıyor.

Bu tesisin en iyi taraflarından biri de, “şezlong kapma” stresinin olmaması. Saat kaçta giderseniz gidin muhakkak bir yerlerde şezlong buluyorsunuz. Bulduğunuz yer, gönlünüzdeki en ideal nokta olmayabilir ama en azından ortada kalmıyorsunuz. Şezlong diye çocuk salıncaklarının bile havlu konarak tutulduğu ortamları gördüğüm için, buradaki şezlong bolluğu için Allah’a şükrediyorum.
Bir araya geldiğimiz zamanlar, öğlen ve akşam yemekleri idi. Tam takım olamasak da yemeklerde büyük bir çoğunluk bir araya gelebiliyorduk. Erken yemek isteyeni var, geç yemek isteyeni var, karnı acıkanı var, ilaç saatini kaçırmak istemeyeni var. Ne isterseniz vardı bizim grupta.

Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar süren uzun günler çok hızlı bir şekilde uçup gitti. Her günümüz gibi tatil günleri de tek tek uçup gider, önemli olan arkaya baktığımız zaman, “Çok güzel günlerdi” diyebilmektir. Bizim için çok güzel günlerdi. Umarım daha güzellerine de sizler gidersiniz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Genelleme Yapma...

Günaydın dostlar.

Genelleme yapmayı hiç sevmem. Yapanı da, “Herkesi aynı kefeye koyma kardeşim” diye de uyarırım ama bu sabah canım genelleme yapmak istiyor. Bu sabahki konumuz, Portekizli futbolcular. Bu futbolcuların birçoğunun yolu İstanbul’dan geçtiği için artık genel özellikleri hakkında bir fikir sahibi olduk diye düşünüyorum.
En başta, futbol maçlarına bize hiç ama hiç uymayan bir bakış açıları var. Bizim canımızı ortaya koyduğumuz, en büyük gurur kaynağımız olan konulardan bir tanesini onlar oyun olarak görüyorlar. Takım yenildikten sonra barda eğlenen futbolcuları görmek bizim kaldırabileceğimiz bir durum değildir. Eve gitmeli, yas ilan etmeli ve ailece ağlamalılar.


Bizim futbolculara uyan özellikleri ise, bunların da bizimkiler kadar tembel olması ve antrenman yapmayı sevmiyor olması. Bireysel yetenekleriyle idare etmeye çalışıyorlar. Bu sabah haberin birin de geçmişte Fenerbahçeli futbolcuların kampta pide ve lahmacun yediğini okudum ve “yuh” dedim. Bir pide yedikten sonra bırakın futbol oynamayı insanın canı sokakta yürümek bile istemez. Yeni gelen teknik adam bu duruma şok olmuş ve tesislerde hamur işlerini yasaklamış. Zavallı Mehmet Topuz ne yiyecek şimdi?

Portekizli futbolcuların hemen hemen hepsinin gece hayatı var. Bunun canlı örneğini Beşiktaş futbol takımını Portekiz milli takımına çevirdiğinde yaşamıştık. Maşallah hiçbiri barlardan çıkmadı. Bu durumdan akıllanmayan Fener, futbol takımını Portekizli doldurarak şimdi aynı rezilliği bir de kendi yaşamak istiyor. İşin ilginç yanı, maçtan önceki gece barlarda azmayı yanlış bir davranış olarak ta görmüyorlar. “O ayrı, o ayrı” düşüncesi hepsine yerleşmiş. Futbolcu dediğin sütünü içer, saat 10.00 gibi de yatar.

İstisnasız hepsi maç seçiyorlar. İşlerine gelmeyen maçlardan önce ya sakatlanıyorlar, ya da kart görüyorlar. Hava mı soğuk, ortam mı zor veya başka bir neden mi var, bu tip deplâsmanlarda Portekizlileri unutabilirsin.

Kart görmek demişken, hepsinin kart görme potansiyeli de oldukça yüksek. Her an kart görüp takımı eksik bırakabilirler.

Bence en büyük özellikleri de hepsinin her zaman kendine oynaması. Bireysel oynama katsayıları çok yüksek. Takım olamadıkları için hiçbir zaman da turnuvalarda başarılı olamıyorlar.
Futbolcu alırken doğal olarak ilk önce teknik becerisine ve futbol oynayabilme kabiliyetine bakıyoruz ama diğer yaşamsal parametrelerde çok önemli. Nice dünya yıldızları bu ülkeye gelip buradaki kültüre ayak uyduramadıkları için başarılı olamadılar. Sadece futbol oynamak yetmiyor, gittiğiniz yerin yaşam şekline de ayak uydurabiliyor olmanız gerekiyor.

Başka hiçbir Avrupa ülkesinde bulamayacakları paralarla, yalvar, yakar buraya getirdiğimiz oyuncuları daha sonra kontrol edemiyoruz. Gerçekten oynamak isteyen ve kalpten gelmek isteyenleri getirmeye çalışmamız lazım.

Başta da belirttiğim gibi, Fener bu sene takımı Portekizli cennetine çevirdi. Bu furyada Porto’da oynayan ve Mert Günok’tan daha iyi olduğunu düşünmediğim Brezilyalı kaleciyi bile aldılar.

Ne demiş atalarımız? Bütün Portekizlileri toplayayım derken bir de bakmışsın Portekiz’de oynayan Brezilyalılar da sepetin içine girivermiş.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…