31 Temmuz 2014 Perşembe

Bir

Günaydın Dostlar,

Bir bir başlayan birler.

Hayatımızın ilk günü başlayan ve hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz birler.

"Hele bir çocuk doğsun da." ile başlar birlerin serüveni.
"Bütün gece bir uyusun da." annelerin, babaların ilk hedefidir.

Bir dişleri çıkıp da katı mama yemeye başlarsa bütün dertlerimiz bitecek sanırız.


Hele bir de anaokuluna başlatabilirsek bizden mutlusu yoktur.

Eskiden "İlkokulu bir bitir de sana bisiklet alacağım." denirdi. Bugünlerde ne alınıyor onu bile bilmiyorum. I-Phone mu yoksa bisiklet fabrikası filan mı?

"Bir arkadaşım bile yok." huysuzlanmaları ile geçen ergenlik yılları.

"Bizim takım bir şampiyon olsun, başka hiçbir şey umurumda değil." çağları.
Arkasından gelir ilk aşk, zannedersin ki senin hayatında ölene kadar artık bir tek o olacak.

"Bir kere beni arasa." diye umutsuzca telefona bakmalar, gurur yapmalar, boş boş uzaklara dalmalar.
"O bana bir adım atsa ben ona beş adım atarım." zamanları.
 
Sorundur bir kalbin iki kalbi birden sevmesi. Birini de seversin, birini de.
"Hayırlısıyla liseden bir mezun olsun da." önemli bir kırılma noktasıdır.
Geçirdiğiniz o bir günü hiç unutamamalar.

Keşke onunla bir şansım daha olabilse o zaman ona ilk, tek ve son aşkım olduğunu söylerdim.

Bir üniversiteye kapağı atar inşallah. Üniversiteye girebilirse bir tane koyun adağım var. Türbelerde okunan dualar.
"Muhittin Bey sizin çevreniz vardır, bizim oğlana bir iş bulsanıza."

Bir anda karanlık bir gecede buzlu yağmurlar yağarken karşınıza çıkan tesadüfler.
Hiç beklenmedik anda gelen bir mesaj.

Bir bakış, bir gülüş, bir çağrı, bir susuş.

Bir gece alınan ve bir yıldır saklanan bir kırmızı gül. Güzelliği ve kokusu hiç kaybolmamış gibi.

"Bana bir evet derse samanlık seyran olacak." umudu.

"Çocukları bir evlendirirsem benim başka hiçbir derdim kalmayacak." yanılgıları. Bazen de "Bir celse de boşandılar." gerçekleri.
"Torunumu görebilirsem bu dünyada benden daha mutlu bir insan olamaz." cümleleri.

Çocukların ve torunların yoğun oldukları için hiç aramamalarına bir anlam verememe dönemi.
"Beni hiç olmazsa ayda bir kere arasalar." arzuları.

"Bir Allah’ın kulu da gelip kapımı çalmaz mı?" bekleyişleri.
"Gelip bir tanesi beni bir doktora götürse." ihtiyaçları…

Hiç bitmeyecekmiş gibi düşündüğümüz birler, bir gün kalbin son bir atışıyla, son bir nefesle, son bir bakışla biter.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Bayram Mendilleri

Günaydın Dostlar,

Bu sıkıntılı günlerde umarım bu bayram herkesin güzel günler geçirmesi için bir başlangıç olur. Aslında bu gün bir şeyler yazmak planım yoktu ama sevgili Zeynep Hoca'mın mendil paylaşımı, beni eski bayramlara götürdü ve bu konuda bir iki şey yazmak istedim.

O güzel bayramlar yok artık. Bırakın güzel bayramları, hiçbir türlü bayram yok artık. Ne bayramlar var ne de insanlarda bayram kutlayacak ruh hali. Hastalıklar, ölümler, ekonomi, maddi sıkıntılar, şehitler, kadın cinayetleri, o, bu derken kimsede bayram hali kalmadı.
 
Zeynep’in de söz ettiği gibi anneannemin de olduğu bir ortamdaysak her bayram bize de muhakkak mendil verilirdi. Kadıncağız o mendilleri aylar öncesinden alır saklardı. Anneannemin her daim mendilleri vardı ve bir şey için lazım olduğunda hemen dolabından çıkartıverirdi. Hatta eve ziyarete gelen çocuklar bile mendillerden nasibini alırdı.
Şimdiki çocuklara bayramda veya doğum günlerinde mendil filan versen gider seni ruh hallerini bozduğun için savcılığa şikâyet ederler. O mendillerin değerini şimdiki duble Z jenerasyonunun anlamasının imkânı yok. Götürüp annesine vermeye bile üşenir.

Mendiller gitti de sanki bayramlar kaldı mı? Ne yazık ki bayramlar da gitti. Bu bayramdan kaçma âdetini ilk kim başlattıysa aferin ona. İki bayramımız vardı kutladığımız, o da kalmadı. Her şey gibi bayramlar da ticari hedeflere kurban gitti. İç turizm canlansın diye dokuz güne çıkarılan bayram tatilleri, bayram kutlama işinin de sonu oldu.

Bayram yaklaşırken, kimse "Bu bayram kimleri ziyaret ederiz?" diye düşünmüyor. Herkes, uygun bir fiyata nereye gidebiliriz derdinde. Yollarda ve havaalanlarında sürüneceğini bile bile herkes bir yerlere gitmeye çabalıyor. Sonra da on saatte bir yere varamamalarına şaşırmalarına da ben şaşırıyorum.
Yine Amerika ile mukayese edeceğim. Hiçbir Amerikalının "Hadi bu sene Noel’den kaçalım, tatile gidelim." dediğini ne duydum ne de düşünebiliyorum. Her sene bütün tatillerini aynı şevk ve arzuyla kutlarlar. Evde hindi mi yiyecekler, ailece dışarıda mı buluşacaklar her ne yapacaklarsa her sene hiç aksatmadan aynı şeyi yaparlar.
Maymun iştahlı ve her şeyden kolay sıkılan bir toplum olarak bayramlardan da sıkıldık. Ne biz kimseye gidelim ne de kimse bize gelsin. Kimseyle uğraşmak istemiyoruz. Toplumun bencillik katsayısı da gittikçe artıyor. Onun yerine kaçarız üç gün Bodrum’a. Geleneklerimize, bayramlarımıza sahip çıkamamamız aslında çok acı bir şey ama hiç birimiz bunun farkında değiliz.

Bu sene bayram yaz aylarına denk geldi, kabul ediyorum ama kışa denk geldiği zaman da durum çok farklı değil. Herkes şehirde yangın çıkmış gibi kaçıyor. Aslında belki de bu bayramlaşma işini tatil yörelerinde organize etmek lazım.

Bu işte kabahat kimde, açıkçası bilmiyorum. Belki anneannesinin mendil geleneğini devam ettirmeyen sevgili Zeynep Hocam'da, belki de bu işleri dokuz günlük ticari tatillere dönüştürenlerde. Bizim çocukluğumuzda bayram tatilleri dokuz güne uzatılıyor muydu hiç hatırlamıyorum ama sanki öyle bir şey yoktu gibi geliyor bana.
Kim bilir, belki de kabahat hepimizde.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

25 Temmuz 2014 Cuma

Udaipur Buluşması...

Günaydın dostlar…

Eski işyerimde satınalma işlerini organize eden grup, yılda üç kere sırayla üye ülkelerin ev sahipliğinde toplanıyordu. Her toplantı değişik bir ülkede yapılıyordu. Bu kapsamda İstanbul’da da bir toplantı yapmıştık ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanlar İstanbul’a ve Boğaz’a hayran kalmışlardı. Ben de bu oluşumun kuruluşunda görev almış ve yönetiminde oturan sekiz üyeden biriydim.
Rotasyon sırası gelen üyelerden biri, toplantıyı Udaipur’da yapacaklarını açıkladı. Tabii ilk iş olarak girdik Google’a, Udaipur’u aradık. Yukarı çıkıp çok sevdiğim (ve özlediğim) Filiz Hanım’a, “Filiz Hanım, grup toplantısının yeri ve zamanı belli oldu” dedim. “Neredeymiş?” dediğinde, “Udaipur” diye cevap verdim. “Neresi?” diye tekrar sordu. “Udaipur, Hindistan” dedim.
İki gün sonra sevgili Filiz Hanım geldi ve “İnanmayacaksınız ama iki uçak arasında Yeni Delhi’de 11 saat bekleme süresi var” dedi. Hemen Viyana’daki dostumu arayıp bir fikir alayım diye düşündüm.  Öğrenelim bakalım o nasıl gidiyor.  Maalesef onun durumu da benden beterdi, o da 12 saat bekleyecekmiş.
11 saat havaalanında beklenmez; aldık bavulu, gittik havaalanına yakın bir otele. Akşam oteldeki çok güzel bir Brezilya restoranında yemek yiyip yattım ve sabahın köründe tekrar kalkıp havaalanına gitmek üzere otelden ayrıldım.

Küçük bir uçakla 1,5 saat kadar süren bir yolculuktan sonra Udaipur’a vardık. Havaalanında karşılamak için bekliyorlardı ve uçaktan inecek herkes için ayrı bir araç yollamışlardı. Herkes kendi aracına bindikten sonra konvoy halinde yola çıkıldı. Git Allah git yol bir türlü bitmiyor. “Her halde karadan Delhi’ye geri gidiyoruz” diye düşündüm. Uzun bir karayolu yolculuğundan sonra bir yerlere vardık ama ortada otel filan yoktu. Bir göl kıyısında durduk. Meğerse otele tekne ile gidiliyormuş. Otelin kara bağlantısı yok gibi bir şeymiş. Biz zavallı Anadolu çocukları nereden bilebilirdik böyle olduğunu.

Göl ve etrafı gerçekten çok güzel, çok değişik bir yerdi. Bu bölgede James Bond filmleri de dâhil olmak üzere birçok film çekilmiş. Tekneden inip otele doğru merdivenlerden çıkarken üzerimize kırmızı gül yaprakları döktüler. Hizmet inanılmazdı ve resepsiyona filan hiç uğramadan doğrudan odalarımıza çıktık.

Odalar muhteşemdi. Neredeyse üç oda bir salon ev gibiydi. Köşede kocaman bir bar duruyordu. Barın yanında da yerel kıyafetleri içinde bir kız durduğunu fark ettim. Şaşkın bir şekilde kıza bakarken “Ben sizin özel oda hizmetçinizim ve içecek ihtiyaçlarınızı filan karşılayacağım” dedi. “Sen orada hep öyle duracak mısın?” diye sorduğumda, “Arzu ederseniz 24 saat burada biri durabilir” dedi. “Gerek yok, gerek yok; ben şimdi biraz dinleneceğim, sonra ihtiyaç olursa seni çağırırım” dedim ve kız gitti. Bir daha da hiç görmedim. İçinden “Allah’ın öküzü” demiştir. Düşünebiliyor musunuz, siz orada uyuyorsunuz ve barda birileri duruyor.
Haritada bakınca yakın gibi görünmüştü ama Udaipur’a varmak bir ömür sürdü. Brezilya’ya gitmek oraya gitmekten daha kolay olmuştu. Resimlerden de gördüğünüz gibi Udaipur değişik ve çok güzel bir yer. Her zaman gidilecek bir yer de hiç değil. Oraya ulaşmaya çalışmak tam bir ömür törpüsü.

Güzel bir haftadan ve yüzlerce sunumdan sonra dönme vakti geldi. Sabah herkes otel girişinde buluştu. Yine konvoy halinde havaalanına doğru yola çıkacağız. O zamanlar salgın filan da yoktu ama nedense herkese ayrı araç ayarlamışlardı. Döneceğiz dönmesine de ama küçük bir sorun var. Emin çok hasta kalktı. Ben şimdi detaylarını yazmayayım ama aklınıza gelebilecek her türlü sorun vardı. Pakistan’da cirit atan ben, Hindistan’a beş gün dayanabildim. Altıncı günde bütün sistemim çöktü. İşin kötü yanı, domuz gribinin de en gündemde olduğu dönemlerdi.

Su bile içemediğim bir durumda, ateşim 39-40 derece olmuşken bu tekne, araba, uçak, araba, otel, araba, uçak, araba yolculuğunu tamamlayıp İstanbul’a varmam gerekiyordu. Yeni Delhi’ye vardığımızda (İstanbul uçağı 11 saat sonra kalkacağı için) hemen otele gidip, saati kurup son enerjimle kendimi yatağa attım. Dokuz saat geçip de saat çaldığında, bana daha on dakika geçmişti gibi geldi. Zar zor giyinip aşağıya indim ve havaalanına gitmek üzere beni bekleyen araca binip yola çıktım.

Yedi saatlik bir uçuştan sonra saat 17.00 gibi Atatürk Havalimanı’na indiğimde çilem bitti zannetmiştim ama bir anda İstanbul gerçeklerini hatırlayıverdim. O saatte Şaşkınbakkal’a gitmek en az Udaipur’dan dönmek kadar zordu. “Otuz saattir aç ve susuz bir şekilde yollardayım, bırakın beni geçeyim” diye bağırmak hissi doluyor insanın içine. Korkudan bir yudum bile su içemedim. Atatürk Havaalanı’ndan çıkıp, arabamı alıp yola çıktığımda saat 18.00 olmuştu. Bende enerji sıfır, hastalık elli çeşit ama bir yandan da düğüm şeklinde bir trafiğin içine doğru gitmek zorundayım. Galiba günlerden de cumaydı. Zorluk parametrelerinin maksimumda olduğu bir akşamda, saat 20.30’da halen köprüyü geçememiştim. Uzun lafın kısası tam dört saat sonra eve varabildim.
Daha sonraki günlerde, sağ olsun sevgili doktorum beni iyileştirdi ve “Ne geçirdiğini bilmiyorum ama umarım bana bulaştırmazsın” dedi…

Bu son hastalık ve yollarda sürünme olmasaydı aslında değişik bir yerde çok güzel bir hafta geçirmiştik ama son gün ortaya çıkan hastalık resmen dayanabilme sınırlarımı test etti.
Pişman mıyım? Asla. Olacak o kadar, sonuçta “her güzelin bir kusuru var”.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…



24 Temmuz 2014 Perşembe

Tamiratı Yapıp Döneri Kesip Gideceğiz...

Detroit’de dün oynanan Detroit Tigers – Texas Rangers baseball maçından önce saha dışında iki takımın taraftarları arasında çıkan kavgada 39 taraftar yaralandı…

Taraftarlar yanlarında getirdikleri döner bıçakları ve kesici aletlerle birbirlerine saldırdılar…
Hiç böyle bir şey okudunuz mu veya duydunuz mu? Duyamazsınız zira böyle bir şey Amerika’da ki bir spor müsabakasında kırk yılda bir defa olur, belki de hiç olmaz.


Dün akşam Televizyonda tesadüfen Detroit Tigers Baseball takımının maçına denk geldim, özlemişimde sonuna kadar seyrettim. Zaman, zaman televizyon seyircileri gösteriyor, bakıyorum ellerinde biralar, hotdoglar, yüzler gülüyor kadın, erkek, çoluk çocuk hepsi neşeli bir şekilde maç seyrediyorlar. Adamlar neşeli, adamlar maça gidiyor bizim gibi son 105 yılın kan davasını çözmeye gitmiyor.

Michigan’da bu baseball işini yeni yeni öğrenirken maçlara giden Amerikalılara sorardım “ne oldu dün akşam maç” diye. Bilmem galiba Detroit kazandı derlerdi. Ben de Allah’ın geri zekalıları, sonuçtan bile haberleri yok derdim. Hele kaç, kaç bitti diye hiç sorma onu hiç bilemezler. Hangi takımın kazandığını biliyorsa o yeterli onlar için. Halbuki bizde öylemi biz olayın har anını zihnimize kazırız. Oyuncunun kaçıncı dakika da el kol hareketi yaptığını sor, sana hemen söyleyelim…

Sonradan maçlara gitmeye başlayınca ve daha da büyüyüp olgunlaşınca anladım ki adamlar oraya kesinlikle güzel vakit geçirmeye gidiyorlar. Bizim gibi parayla eziyet, stres, gerginlik satın almaya gitmiyorlar. Benim o yıllarda çalıştığım Hudson’s firmasının da Tiger stadında en ön sırada locaları, koltukları vardı ama orada da hiç öğrenememiştik bu locaları kimlerin kullandığını. Bu maçalara gidecek isimleri kim nasıl belirler hiçbir zaman öğrenemedik. Görülüyor ki bu loca konusundaki belirsizlik üniversal bir durum. Burada olduğu gibi orada da bize hiç nasip olmazdı bu localara gitmek.

Takımın maçı kaybetmesi de dünyanın sonu değil, yarın bir maç daha var.

Demin söylediğim gibi unutmayın bu ortamda maç boyunca birde bira içiliyor. Bir baseball maçı boyunca adam başı 13 litre bira içer Amerikalılar. Bizde maç boyu bira içilse olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Adam maça tam bir takım çantasıyla geliyor tornavidası, çekici, keseri, bıçağı her şeyi var. Sanki maça değil de stada tamire gelmiş.

Futbol maçlarının tek iyi yanı seyircilerin 15 günde bir defa buluşması. Bu hafta birbirlerini yeseler bile zaten balık hafızalı bir millet olduğumuz için bir daha ki maça kadar her şeyi unutuyoruz. Baseball’da durum pek de öyle değil. Hemen hemen her gün oynuyorlar ve bir sezon içinde 162 maç yapıyorlar. Bizimkiler bilse ertesi akşam yine aynı insanların oraya geleceğini, bütün sülalesini, arkadaşını toplayıp kavgaya gelir.

Lüzumsuz şeyleri çok mu abartma huyumuz var acaba? Yoksa futbol takımlarından başka bu hayatta gurur duyacak hiç mi bir şeyimiz yok?  Bir Baseball takımı, bir Amerikalının hayatında önem sırasında ilk 25’e giremez. Biz de ise birçok kişinin hayatında futbol takımları bir numarada yer alıyor.
Sebebi mi? Çok basit, adamlar bu işleri spor olarak görüyor, biz bir yaşam felsefesi, hayatımızın tek gurur kaynağı olarak görüyoruz…

Kalın huzurlu, mutlu…

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Kara Tren Gelmez Mola...

Kara tren gelmez mola düdüğünü çalmaz ola. Gurbet ele yar yolladım mektubumu almaz ola…

Şarkının sözleri aynen böyleydi. Daha doğrusu ben böyle hatırlıyorum. Birçoğunuz bilmezsiniz ama 1960’larda sevgili Alpay’ın bu şarkısı çok popülerdi. Neresinden ve nasıl çıkardığını bilmiyorum ama Alpay bu şarkıda tren sesleri bile çıkarırdı. Ben de trenlere meraklı bir insan olarak bu şarkıyı dinlemeyi çok severdim.  
 
Kara tren gerçekten de gelmezdi ama görülüyor ki, yüksek hızlı trende bir türlü gelemiyor. Trenleri sevdiğim için hızlı tren çalışmalarını da takip ediyorum ama hızlı tren çalışmaları çok yavaş gidiyor. Tren hızlı, çalışmalar değil. Kaç defa açılış tarihi açıklandı, kaç defa ertelendi. Ben bütün bu ertelemeleri şöyle anlıyorum. Bir niyetleniyorlar, sonrada birileri çıkıp, “yok ulan daha hazır değiliz, insanlar ölür vallahi” diyor ve açılış erteleniyor.
Hızlı tren gelemedi bir türlü dedik ama zaten İstanbul’a da gelmiyor. Geleceği son noktada, Pendik istasyonuymuş. Pendik’ten sonra mı ne olacak? Orada Marmaray’a aktarma yapıp gideceğiniz yere kadar gidecekmişsiniz. Ankara’dan bindin trene Haydarpaşa’ya gideceksin. Alacaksın bavullarını diğer trene aktarma yapacaksın ve muhtemelen ayakta Haydarpaşa’ya kadar gideceksin. Haklısınız, bir sürü eziyet.


Bir dakika hemen söylenmeye başlamayın zira henüz o da yok. Ne demek, nasıl yani? Yok işte. Pendik’ten sonrası muhtemelen 2016 sonunda filan hazır olacak. Şu anda Pendik’ten sonra bırakın hızlı treni, benim oyuncak trenimin bile gidebileceği bir hat yok. Muhtemelen o günlere kadar Pendik’ten sonra otobüs seferleri koyarlar. Anlayacağınız İstanbul – Ankara arası hızlı tren diye bir şey yok. Pendik – Ankara arası var. Örnek olarak halkalıda yaşayan birinin hızlı trene binmek için Pendik’e gitmeye kalktığını düşünebiliyor musunuz?

Pendik – Haydarpaşa arası enteresan bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Bu güzergahta apartmanların tren yolunun dibinde olduğu düşünülürse, aslında burası hızlı tren için hiç uygun bir alan değil. Bazı dairelerin tuvaletleri ile demiryolu arasında 130 cm bile yok. Hem apartmanlar çok yakın, hem de yol kıvrıla kıvrıla gidiyor. Trenin bu güzergahta 30-40 km/saat hızla filan gitmesi gerekecek, yoksa bu virajlarda devrilir.
 
Duyduğuma göre bunu gören büyüklerimiz hem yolu 3 hat haline getirebilmek, hem de birazcık düzeltebilmek için bazı apartmanları istimlak etmeye karar vermişler. İlk aşamada da 100 kadar apartmana bu konudaki tebligatlar gitmiş ve hepsi mahkemelik olmuş. Devletimiz bu işi ucuz bir fiyata kapatmaya çalışıyormuş, insanlarda onun değeri o değil diyorlarmış, büyüklerimizde “o zaman neden vergini hep bu değer üzerinden ödüyordun” diyorlarmış vs. vs. Anlayacağınız ayıkla pirincin taşını. Binlerce dava açılacak gibi duruyor.
Bir başka bilgiye göre de, demiryolunu daha düz bir güzergah haline getirme çalışmaları gelecek 3-5 yıl içinde de devam edecekmiş. Bu da demek oluyor ki, önümüzdeki yıllarda daha başka istimlak tebligatları da gelebilir.

Geçen akşam Sabiha Gökçen Havalimanına inerken, yukarıdan yeni demiryolunun Gebze-Pendik arasını görme şansım oldu ve o kesimde bile yol kıvrıla kıvrıla gidiyor. Anlayacağınız bizim hızlı trenin daha çok işi var.

Hepinizin bildiği gibi, hızlı trenlerde rayların doğru dürüst yapılması kadar önemli bir konuda, sinyalizasyon konusudur. Bu kadar yüksek hızlarda her şeyin otomatik olarak hiç şaşmadan yürümesi gerekir. Bir makasın birazcık geç değişmesi felakete yol açabilir. Ne yapıyor muş bizim Anadolu çocukları? Bu sinyalleri taşıması gereken kabloları kesip çalıyorlarmış. Hadi şu anda trenler henüz çalışmaya başlamadı, iki gün sonra hizmet başlayıp trenlere 400 kişi dolduğu zaman ne olacak. Allah hepimizi korusun diyeceğim ama büyüklerimiz onu da düşünmüş ve bir adet hızlı tren kablolarını koruma taburu kurulmuş. İnşallah kimseyi gözden kaçırmazlar.
Hızlı tren 1970’lerden beri gündemde olan ama bir türlü bir yerlere varamayan bir konudur. Bilecik dağlarındaki tünelleri ve güzergah boyunca yapılan viyadükleri ve köprüleri görüp de takdir etmemek mümkün değil.

Tek dileğim, Erzurum pistlerinden daha sağlam yapılmış olmaları…

22 Temmuz 2014 Salı

Kutuplar Birbirini İter mi Çeker mi?

Bugün yemeklerden önce günde 3 kere kullandığımız, “kutuplaşma”, “kutuplaştırma” laflarını 1-2 yıl öncesine kadar bilmiyorduk bile. En azından ben bilmiyordum. Bu konuda bütün bildiğim fizik derslerinde mıknatıs konusunda öğrendiklerimden ibaretti. Tabi ki, birde kuzey, güney kutupları var.

Bu coğrafyanın, fiziğin konusu olan kutuplar ne oldu da günlük hayatımızın en büyük parçalarından biri haline geldi. Herkesin dilinde bir kutuplaşmadır gidiyor.
 
Konunun uzmanı arkadaşlar benden çok daha iyi bileceklerdir ama benim gördüğüm kutuplaştırma iyi bir silah ve çok esnek bir yapısı var. Bir insanı kendi tarafına çekebilirsen, bu onların senin yaptığın veya yapacağın her türlü hatayı görmesini engellediği gibi, karşı tarafa karşıda büyük bir nefret oluşturuyor. Bu kutupta olmayanlar, ağızlarıyla kuş tutsalar sana yaranamıyorlar.
Günümüzde de başta politikacılar ve kulüp başkanları olmak üzere yetkisi ve koltuğu olan herkes, bukutuplaştırma işini büyük bir başarıyla uyguluyor. İnsanları kendi tarafına çekip kutuplaştırdığın zaman bütün nefret karşı tarafa yönelik oluyor. Mesela kimse dönüp de sana, “bizim takım neden 25 yıldır şampiyon olamıyor” demiyor veya neden “biz hiçbir seçimi kazanamıyoruz” demiyor.
Bütün nefreti karşı tarafa yönelttin mi sen yırtıyorsun. Nefret çok kuvvetli bir duygu olduğu için karşı tarafa yönelmiş olan bu kin, senin bütün hatalarını örtüyor. Sen sahtekarlık mı yaptın? Hiç önemli değil, karşı tarafa karşı olan nefretimiz senin sahtekarlığından daha önemli bizim için.

Nasıl beğendiniz mi? Bu kutuplaştırma işi güzel iş değil mi? Güzelde işte insanları kandırıp Kuzey Kutbuna çekene kadar bir çaba harcamanız, biraz dil dökmeniz gerekiyor. Ayrıca bu liderlerin karakterleri, tavırları böyle filan zannetmeyin. Bu kutuplaştırma işi tamamen bilinçli olarak bilerek yapılıyor. Bunun bir zor tarafı da, bir kere yapmakla olmuyor. Sürekli vurgulayıp konuyu hep taze tutmanız gerekiyor. Bu nedendir ki, politikacıları, kulüp başkanlarını filan hayatımızda görmediğimiz kadar televizyonlarda görüyoruz. Konuyu sürekli taze tutmazsan unutulur gider ve Allah korusun insanlar aralarındaki nefreti unutup dost, kardeş filan olurlar.
Sevgili dostlar, kimse unutmasın ki bugün nefret ettiğimizi zannettiğimiz konuların birçoğu suni yaratılmış nefretlerdir. Kafamıza işleye, işleye bu nefretler yaratılmıştır. Bu kutupların içinde yerlerini almış insanlara karşı taraftan yapılan saldırılar, küfürler de, insanları bu kutupların içine çekenleri haklı çıkarmaktan başka bir işe de yaramıyor.
Kısa vadede başarılı olsa da, uzun vade de, ayırma, bölme, kutuplaştırma işinin toplumlara bir yarar sağlamayacağı da çok net olarak görülüyor. Ben bugün paçamı kurtaracağım diye, grupları yıllar sürecek nefretlerin içine sürmenin vebalini kimse taşıyamaz.

İster başbakan olsun, ister kulüp başkanı, ister şirket başkanı, Emin artık bugün insanların iyi niyetli, yapıcı, kucaklayıcı insanlara ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Günlük menfaatler için yılları satılığa çıkarma dönemleri artık bitmeli.

Şimdi önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var ve artık ülkenin huzura ihtiyacı var. İnsanlar yorgun. Bu kadar nefreti, gerginliği bünyede taşımak kolay bir iş değil. Herkesin külahını önüne koyup, gelecek yılları düşünüp (en az 7 yıl) ona göre bir karar vermesi gerekiyor.
Fizikten söz ederek başladık bu sabah, o zaman gerilen bir maddenin eninde, sonunda kopacağını da hepimizin anlıyor olması lazım…

Bugün size yarayan gerginlik, koptuğu zaman kimsenin işine yaramaz…

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Sapla Samanı Birbirine Karıştırmak...

Dünyanın, sorunları ve kardeş kavgası hiç bitmeyen bölgesinde yine zor günlerden geçiyoruz. Yüzyıllardır bitmeyen kardeş kavgasına, mezhep kavgasına bir de İsrail parametresi eklenince işler iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı.

İsrail’in, Filistin’de yaptıkları, 15 yaşında bir Filistinliyi öldürmesi, çocukların üzerine yağan bombalar hiçbir zaman tasvip edilemeyeceği gibi, Filistinlilerin 3 masum İsrail gencini öldürmesi de tasvip edilemez. İsrail’in bu kaçıncı operasyonu ben sayısını unuttum. Masum insanların öldürülmesini, evlerinin havaya uçurulmasını televizyonlarda film seyreder gibi seyretmek içime dokunuyor. Yaşanan vahşeti anlatabilecek kelimeler bulmak kolay bir iş değil.
 
Birileri, bir yerlerde oturmuş ve insan hayatını sıralamaya sokmuş ve bu listede de en alt sıraya Filistinlileri koymuş. Bugün yeryüzünde, kimsenin kılını bile kıpırdatmadan izlediği ölümlerin başında Filistinliler geliyor. Filistinlilerin ölmesi çok olağan olmaya başladı. Gazze’nin ölümle saklambaç oynamaya alışmış zavallı çocukları bir bir sobeleniyor ve dünyanın gıkı çıkmıyor. Soruyorum size, İsrail’in güvenliğini tehdit eden bu minik, masum, son nefesinde bile çikolatasından vazgeçemeyen yavrular mıdır?
Hepimiz üzgünüz, buruğuz. Vücudunda bir çok yara olan ve yüzü gözü kan içindeki o minik Filistinli kızın, elindeki yarısı yenmiş çikolataya sımsıkı sarılmasının görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyor. Akşam onla yatıyorum, sabah onla kalkıyorum. Sahilde futbol oynarken barbarca öldürülen çocuklardan tutunda, evdeki odası isabet alıp ölen çocuğa kadar yapılan bu kıyımı içime sindiremiyorum.

Bu işlerin yüz yıllık tarihine ve nasıl bir puştlukla bu savaşların ve ölümlerin başladığının detaylarına girmek istemiyorum. Her bir camianın arkasında büyük yaşanmışlıklar, büyük acılar, büyük kayıplar var.

Benim bu sabah değinmek istediğim konu, sapla samanı bir birine karıştırmamız gerektiği konusu. Nasıl Irak’ta, Çin’de, Azerbaycan’da orada, burada Türkler varsa, dünyanın çok çeşitli ülkelerinde de Yahudiler var. Ülkemizdeki Yahudi kökenli kardeşlerimiz de dahil olmak üzere, bütün dünya üzerindeki Yahudi kökenli insanları İsrail hükümeti ile aynı kefeye koymaya çalışmak, veya hepsinin aynı şekilde düşündüğünü varsaymak yanlışların en büyüğü olur.

Ben CCI’da çalıştığım dönemlerde iş icabı İsrail’e gitmiştim ve orada sohbet esnasında öğrendiğim en büyük şeylerden bir tanesi, İsrail’de yaşayanların bir çoğunun Amerika’da yaşayan Yahudi kökenli insanları çok da sevmedikleri olmuştu.

Mütemadiyen onu boykot edin bunu boykot edin çağrıları görüyorum ama bunların detaylarını iyi anlamak lazım. Bugün dünya artık öyle küçük bir yer ki, her şey birbirine entegre olmuş durumda. Biz buradan A markasını boykot edin derken, severek alıp kullandığımız B markasının hammaddesi de o boykot çağrıları yapılan ülkeden geliyor olabilir. Ayrıca, bir şeyler boykot edilecekse ülkeye gelmeden edilmesi gerekir. Ülkeye geldikten sonra, yerel ekonomiye zarar vermekten başka bir işe yaramaz.
Eksik bilgilerle ne kendimizi dolduralım, ne de başkalarını doldurup ortamı gerelim. İnanın o işi çok iyi yapan insanlar zaten var.
İsrail hükümetinin politikalarını eleştirip en ağır yorumları mı yapacaksın, sonuna kadar seninleyim. Şezlong açıp insanların ölmesini seyrederek çekirdek yiyen rezilleri veya bunlar gibi düşünenleri mi eleştireceksin sonuna kadar seninleyim. Hatta istersen küfür bile edebilirsin. Küfür dağarcığın yetmezse bende elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırım. Hepsine varım ama Türkiye’de satılan dondurma, Yahudi kökenli insanların Rusya’nın batısında yetiştirdiği kavunlardan yapılıyormuş, o yüzden kimse bu dondurmadan yemesin diyorsan, ona yokum.

Bu sabah gazetede gördüm, Türkiye’de ki Haham bir iftar yemeğine davet edildi diye söylemedikleri kalmamış. Neden davet edilmesin? İstanbul’da ki haham, İsrail hükümetinin bir bakanı mı? O mu verdi bu yaşanan rezilliklerin, katliamların emrini? Buradaki kardeşlerimizin, İsrail hükümetini temsil etmediğini herkesin çok iyi anlaması gerekiyor. Hükümetlerle, insanları ayrı, ayrı görebilmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Ayrıca zannetmeyin ki her İsrail vatandaşı da bütün bu yaşananlardan mutlu oluyor. İsrail’de de bütün bu savaşlar bitsin ve kimse ölmesin isteyen çok insan var. Daha dün gece başkent Tel Aviv’de bu saldırılara karşı çok büyük bir eylem vardı. Her ülkede olduğu gibi orada da hükümetlerinin icraatlarını beğenmeyen ve tasvip etmeyen birçok insan var.
Geçmişte, yaşananlarda, bugün Filistin’de yaşananlarda, ben insanım diyebilen hiçbir insanı mutlu etmemeli. “Geçmişte az bile yapılmış” gibi nefret söylemleri, ne bugünkü trajediye yardımcı olur, ne de geçmişte yaşanan rezillikleri haklı çıkarabilir. Bunların hepsi, insanlık tarihinin kara lekeleridir.

Düşüncelerimizi, nefretlerimizi, tepkilerimizi, yorumlarımızı, gerçek noktaya odaklanarak yapmamızın hepimiz için daha yararlı olacağı görüşündeyim. Özellikleri birbirinden çok farklı olan parametreleri sanki birebir eşitlermiş gibi düşünmek bizi çok yanlış noktalara yönlendirir.
Sapla samanı birbirine karıştırmayalım…

18 Temmuz 2014 Cuma

Misafir Kabul Etmek...

Günaydın dostlar…

“Bir maniniz yoksa bu akşam annemler size gelmek istiyorlar”. Soru aynen bu şekilde sorulurdu. Telefonun olmadığı günlerde saat 17.00-18.00 gibi çocuklar yakındaki komşulara yollanır ve akşam ziyareti için uygun olup olmadıkları sordurulurdu. Komşularda, “Tabii bekleriz” veya “Bu akşam doluyuz ama yarın akşam muhakkak bekliyoruz” diye cevap verirlerdi. Müsait değilseniz, yeni bir tarih önermek çok önemli bir nezaket kuralıydı.



Uzaktaki komşulara mı ne oluyordu? Onlara herkes langırt diye gidiveriyordu. Tabii olayın bir de risk parametresi vardı. O kadar yol gidip evde kimseyi bulamama ihtimali de vardı. Bazen de tam siz hazırlanmış kapıdan çıkacakken misafir geliverirdi. Her an derli toplu hazırlıklı olmak gerekiyordu. Misafirin ne zaman nereden geleceği hiç belli olmazdı. Misafir odası ve salonlar her zaman derli toplu olmak durumundaydı. Diğer odaların rezilliği, dağınıklığı, pisliği sizi bağlar ama misafir salonu tertemiz ve derli toplu olmalıydı.

Misafir odalarına gösterdiğimiz bu özeni ne yazık ki, ülkemize gelen misafirlerimize ve misafir ağırladığımız mekânlara gösteremiyoruz. Turistik bölgelerimiz rahmeti Müzeyyen Hanım’ın dikiş odasından farksız. Ortalığa mıknatıs atsan, bin tane iğne toplarsın.

Her zaman diyorum ki, “Tamam kardeşim geri döndürülemez bir biçimde ülkenin içine ettik ama en azından şu misafir odalarımızı, Antalya’mızı, Bodrum’umuzu, Marmaris’imizi, Urfa’mızı derli toplu tutsak olmaz mı?”.

İşin acı tarafı, bu bölgelerden çok fazla da yok. Hepsini toplasan on tane etmez. Antalya’nın 100 km doğusu ve batısı, İzmir’in bazı ilçeleri, Muğla’nın bazı ilçeleri, Mardin, Pamukkale, Kapadokya ve de İstanbul; başka da yok zaten. Bu alanlar aynı bir misafir odası hassasiyeti ile korunmalıdır. Bu ülkeye gelen turistlerin bizim misafirimiz olduğunu ve onların gelmesini bizim istediğimizi hiç unutmamamız lazım. Hatta bu konuda kıçımızı yırtıyoruz da denebilir.

Havaalanı ve çevresinden başlayarak bu turistik alanlar ve buralara ulaşım yolları bambaşka bir özenle korunmalı ve evimizin en derli toplu, en güzel odası olmalılar. Gerekiyorsa o hiç kullanılmayan çay takımları bile çıkartılmalı.

Nasıldır bizdeki düzen? Bir şehirlerarası karayolu ve bu yoldan sahildeki tesislere bağlanan ara yollar. Tesisler güzel ama bu yollarda ne istersen var. 500 metre gidiyorsun apartmanın birinin altında bir takım kimyasal tankları, gaz depoları ve bin bir türlü tehlikeli malzeme görüyorsun. Bir tanesinde kimyasal tankı dükkâna sığmamış, biraz eğri koymuşlar. İçeride toz duman bir şeyler oluyor ve tesisten çıkan turistlerin ilk gördüğü manzara bu işletme. Bu tanklarda ne vardır, patlarsa ne olur Allah bilir.

Yollarda bunlar gibi binlerce örnek var. Siz evinizdeki salonun ortasında kimyasal işler yapıyor musunuz? Bir şeyler yapacaksanız da gidip garajda, bahçede bir yerde yapıyorsunuz. Burada da bu tip tesislere hiç yer yok. Çok net bir yönetmelik yazılıp harfiyen uygulanmalı. Bu bölgelerde, bu yollarda olabilecek işletmeler çok net olarak belirlenmeli ve turistik dokuyla bir ahenk içinde yapılmalı.

Yan yana birçok turistik tesis, onların yanında da kamyon tamirhanesi! Bu nasıl bir iştir? Bir Allah’ın kulu da çıkıp “Kardeşim bu buraya pek uymadı gibi sanki” demez mi?

Zaten çok az olan turistik bölgelerimiz dokuyu bozan, görüntüyü çirkinleştiren, tehlike yaratan her şeyden temizlenmeli. “Biz bir turizm ülkesiyiz” demek yetmiyor. Turizm ülkesiyseniz, eviniz her an derli toplu, temiz ve tehlikelerden uzak olmalı. Turist yolda giderken etrafta gördüklerine de hayran kalmalı.

İster ev olsun, ister işyeri bu bölgede olan her yapı için çok özel parametreler olmalı ve kimse bu standartların dışına çıkamamalı. Boyasından, kapısına, penceresine, çatısına, bahçesine, bahçe çitine, garajına kadar her şey o standartlarda belirtilmeli. Bunu sakın bütün evler bir örnek olmalı şeklinde algılamayın. Amaç kesinlikle bu değil. Amaç, bütün evler iki katlıyken beş katlı ev yapıp altıncı kata çıkmak için de demirleri hazır bırakarak etrafın içine eden açıkgözü önlemek.

Turistik bölge ile ilgisi olmayan hiçbir iş yerine de bu bölgelerde faaliyet yapma izni verilmemeli. Otelin yanında sera var, onun yanında yufkacı, onun yanında iki tane çirkin çiftlik, onun yanında benzinci, onun yanında kıraathane, onun yanında kum ve kireç satan bir adamcağız. Bu nasıl bir turistik alan böyle?

Her yerin içine ettik. Deniz üzerinden inerken, Downtown Antalya bile korkunç gözüküyor. Toplam 13 tane ağaç sayabildim. Her yer yüksek çirkin binalarla dolmuş. Bütün istediğim, ülkenin çok az olan turistik alanlarının misafir salonlarımız gibi korunması, güzel olması ve çekici olması. Çok fazla umudum olmasa da, bu kadarcık da bir şey isteyemez miyim?

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Temmuz 2014 Perşembe

Tatil Köylerinde Akşam Eğlencesi...

Hani derler ya, iyi ki bir 3 gün tatile gitti artık 13 gün yazar diye. İşte aynen öyle, 13 gün olmasa da birkaç gün bu konu ile ilgili bir şeyler yazacağım kesin. Dünkü yazımda da belirtmiş olduğum gibi, her tatil köyünde olduğu gibi, bu tesiste de her akşam çeşitli müzik ve animasyon gösterileri vardı.

Küçücük dondurulmuş bir pistte buz pateni gösterisi yapan 15 kişilik grup oldukça etkiliydi. En büyük başarı da, o kadar insanın, o küçücük alanı çok etkili bir şekilde kullanmasıydı. Hava sıcaklığı 35 derece iken, dondurulmuş bir pistin üzerinde, açık havada gösteri yapmak enteresan bir his olmalı diye düşünüyorum. Tahmin edin bakalım bu grup nereden gelmiş? Evet, doğru bildiniz, Rusya’dan gelmişler. Bu şovu yapanlar son 130 yıldır hep Rusya’dan gelirler ve hiçbir zaman bu işi yapabilecek 15 tane Anadolu çocuğu çıkmaz.
 
Bir takım yuvarlak demirlerin içinde akrobatik hareket yapan 3 çocuk da çok iyiydi. Daha önce benzer bir şov görmemiştim bile diyebilirim. Üzerinde yıllarca çalışıldığı her hallerinden belliydi. Zaten bizim ülkeden bu işleri yapabilecek birilerinin çıkmamasının en büyük nedeni de, bu yıllarca çalışma konusu. 5-6 sene sonraki mükâfat için yıllarca aralıksız çalışmak, hiç bize uyacak bir şey değil. Biz anında sonuç isteriz, o yüzden de hiçbir şeyde başarılı olamayız. Bu çocuklar mı? Tabi ki bunlarda Rusya’dan gelmiş.
Bir akşam, bir sihirbaz çıkınca onun için Türk dediler ama duyduğuma göre onunda kökeni İranlıymış. Bu ara İran’dan ne kadar çok sihirbaz çıkıyor değil mi? Bu gruplar yıllarca çalışıyorlar, sonrada yollara düşüp, ülke, ülke tesis, tesis dolaşıyorlar. Sonuçta herkesin derdi ekmek parası. Bende merak ediyorum, acaba bir tane bizden çıkmış böyle bir grup var mıdır? Örnek olarak, dünyayı dolaşan ve çeşitli etkinliklerde gösteri yapan bir kılıç kalkan ekibi var mıdır?

Bakalım Kübalı müzik grubunun nereden geldiğini ilk kim bilecek? Evet, onlarda Küba’dandı. Ben dinleyemedim ama duyduğuma göre insanları çok eğlendiriyorlarmış. Ertesi gece çok güzel yabancı pop müzik şarkıları çalan grubunda en azından yarısı bizdendi. Onu bile tam olarak yapamamışız.

Nereye baksanız, bir yabancı sanatçı, bir yabancı grup veya animatör. 76 milyonluk ülkeden hiç mi birileri çıkmaz kardeşim. Sonunda bir tane bizlerden birini bulabildim. Plak çalan çocuk tam anlamıyla Anadolu’nun bağrından çıkmıştı. Tabi bu arada dansöz Özlem’i de unutamayız. O da aynen bizim yan apartmandaki komşuya benziyordu.
Yıllardır çıkarabildiğimiz tek atraksiyon dansözler. Bu kadar yıl içinde be başka bir şey gördüğümü hatırlamıyorum. Tamam, kabul ediyorum kıvırtmaya yatkın bir millet olduğumuz için, dansöz bizde kolay yetişiyor ama yine de başka bir şeylerde çıkartıyor olabilmemiz lazım diye düşünüyorum. Bir de benim hissettiğim, bu işleri yapabilmek için çok sevmek lazım. Sadece ekmek parası için bu işleri yapmak çok zor. Aynı sirklerde olduğu gibi, bu göçebe ekiplerde çalışmakta, iş değil, bir yaşam şekli.

Bizim gibi sabırsız milletler, hayatta bu işleri başaramıyorlar. Ortalıkta dolaşanlarda (bir iki istisna dışında) hep soğuk yarımküreden yola çıkanlar. Turistler geliyorlar ve biz onları ancak yedirip, içirebiliyoruz. Eğlendirmek için bile kendi ülkelerinden adam getirmek gerekiyor.

Sabah dikkatimi çekti, müşteri ilişkilerinde çalışan 3 kızdan biri Rus, biri İngiliz, biri de Antalyalıydı. Demek ki bu koltuklara oturtacak bir tane iyi Rusça konuşabilecek eleman bulamıyoruz ve yurt dışından getirmek zorunda kalıyoruz.

İşsizliğin çok yüksek olduğu bir ülkede, bir yandan turist gelsin diye yırtınırken, diğer yandan da kazandığımız paraları buralara gelip çalışanlara verip, geri yurt dışına gönderiyoruz. Her tesiste dünya kadar yabancı çalışan var. Gelip buralarda çalışmaları yasal mıdır, değil midir, o da ayrı bir konu. Bilmiyorum ama bizim çocuklardan daha yüksek paralara çalıştıklarını da tahmin edebiliyorum.
Zaman, “ben de yapabilirim,” deyip, elimizdeki işleri başkalarına kaptırmama zamanıdır. Buz pateni konusu çok acil değil ama en azından ofis işlerinde yabancılar çalışıyorsa, bu bizim kabahatimizdir. İşveren, bizim çocukların işi aynı şekilde yapacağına inansa, hayatta yurt dışından insan getirmekle uğraşmaz…

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Antalya Belek'te Kısacık Bir Tatil...

Tatil yapmayı sevmeyen adam, sonunda kısacık 4 günlük bir tatil yaptı. Annemlerin ve Aylin’in her sene çok severek gittikleri Cornelia De Luxe Resort, bu sene tatil yapmayan adamı ağırladı. Bu tip, deniz, güneş tatiline nadiren giden bir insan olarak izlenimlerimi paylaşmazsam olmaz.

Bu güzel tesiste kapıdan girer girmez ilk dikkatimi çeken şey, çalışanların meclis kafeteryasında çalışıyormuş gibi giyiniyor olmalarıydı. Kardeşim deli misiniz, 60 derece sıcakta, güneşin altında böyle giyim olur mu? Bu tip işletmelerde çalışanların şort veya bermuda giymesinden de çok hoşlanmıyorum ama en azından kot pantolon filan giyebilirler. Siyah kumaş pantolonları da, mecliste çalışacakları günler için saklarlar.
 
Şezlong kavgası yapmadan, masa peşinde koşmadan, sıralara girmeden tatil yapmak benim için en önemli parametrelerden biri. Bu tesiste, oldukça yüksek bir seviyede müşteri hizmeti var. Gerçekten de huzurlu, düzenli ve güzel işleyen ve insanlara sıkıntı yaratmayan güzel bir sistem var. Müşterilerinin ağırlıklı olarak İngiliz, Kuzey Avrupalı ve Rus olmasının da bu duruma etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Bizler çoğunlukta olsaydık, hiçbir şey bu kadar düzenli ve intizamlı bir şekilde gitmezdi.
Az sayıda da olsa, Anadolu çocukları da yok değil. Akşamları canlı müzik ortamında sarışın turistlere bütün dans hünerlerini sergileyen gençlerimiz, geçen akşam çalan “çakkıdı çakkıdı oynaşalım kız” şarkısı ile neredeyse Kocatepe üzerinden Antalya’ya doğru büyük taarruza geçtiler. Tabi ki, turistlerin kahvaltıyla birlikte başladıkları alkol tüketiminin etkilerini de inkar edemeyiz. Votka oranı belli bir seviyeye ulaşınca, bizim çocuklar kızlara Nijinsky gibi görünmeye başlıyorlar.

Mekanda güzel bir düzen var. 9:30’da akşam yemeği bitiyor, amfi tiyatroda şovlar başlıyor, 10:30’da onlar bitiyor, canlı müzik başlıyor. Saat 01:00 gibi canlı müzik bitince de, doğal olarak diskoya gidiliyor. Animasyon şovundan çıkanlar, canlı müziğe koşuyorlar ama müzik dinlemekten daha çok oturup içmek için koşuyorlar. Dans eden de pek yok. Durum böyle olunca da, bizim sevgili animatörler dökülüyorlar ortaya ve başlıyorlar dans etmeye. Animatör kızlardan birine sordum. “Ortamı canlandırmak için sizlerin dans etmesi bekleniyor mu” dedim. Kızcağızda, “bizden soft animasyon yapmamız bekleniyor” dedi. Ben bu “soft” lafını, gidip millete saldırmayın ama dans pistini canlandırmak için elinizden gelenide yapın diye anlıyorum.

Güzel ülkemize gelen her erkek turist, kendisini bir dansöz tarafından maskara edilmek üzere hazırlamış olarak geliyor. Türk gecesi adı altında ortaya çıkan dansöz, burada da düzeni bozmuyor ve 150’şer kiloluk Kuzey Avrupalı Beylere yaptırmadığı rezillik kalmıyor. “Benim yaptığımın aynısını sende yap” talimatı ile başlayan rezillik, adamların insan içine çıkacak halinin kalmamasıyla son buluyor. Emin’de, bir dansöz saldırısını daha ucuz atlatmanın huzuruyla geceye devam ediyor. Vinç getirse beni kaldıramaz ama yine de dansözle, halat çekme yarışması yaşamak da istemiyorum.
Turistlerin ağırlıklı olduğu ortamda, Türkçe şarkı çalınacağı zaman ağırlıklı olarak, Tarkan çalma zorunluluğu var herhalde diye düşünüyorum. Turizm Bakanlığının bu konuda yayınlanmış bir yönetmeliği filan olabilir mi acaba? Ya da, en dünyaya açılmış şarkıcımızın, Tarkan olduğunu düşündüğümüz için, yabancılar bunu daha iyi tanır diye çalıyoruz herhalde. Üçüncü bir ihtimalde, Tarkan’ın birçok parçasının göbek atmaya çok uygun olması.
Birde, 13 gündür tesiste olup, her türlü şarkıyı ve dansı öğrenmiş ve Asena’ya dans öğretecek konuma gelmiş turistler var. Bunların görevi de, bu hafta gelmiş çaylaklara, geçen hafta öğrendikleri marifetlerini göstermek. Bu tipler, bir de sanki Oslo’da da Duman dinliyormuş gibi cümleler filan kurarlar.

Havuzda voleybol oynayan İngilizlerin topu, tuttu benim yanıma doğru geldi. Bende tuttum geri attım. Adamcağızda, “thx a lot” deyince, bende “no problem” dedim. Herif de döndü bana, “o you speak English” dedi…  Of ki, of yani. Cevap versen bir türlü, vermesen bir türlü. Konuşmayı, sohbeti yerine göre çok severim ama gereksiz sohbete de son derece üşenirim. Şimdi bana “nerelisin” diyecek, ben “Giresun” diye cevap vereceğim. Arkasından “Giresun” nerede diyecek ve ben o soruya mübarek Ramazan gününde cevap vermek istemiyorum. Ne de olsa turist. Küçük bir göz gülücüğü ile olayı geçiştirmek en iyisi.

Bu tesis, güzel bir tesis ve tatil çok güzel geçti. Nasıl mı anladım? Tatilin çok çabuk geçmesinden anladım. Konu ne olursa olsun, bir şey hemen bitiyorsa, anla ki, o güzel bir şeydir.
Her tatil köyünü, tesisini eleştiren ben burası için negatif anlamda pek söyleyecek bir şey bulamıyorum. Yemekler muhteşem değil ama güzel, servis düzgün, ortam tertemiz ve düzenli, insanlar güler yüzlü ve benim hoşuma giden bir diğer yanı da, tesisin anormal büyük olmaması. Alanları gayet etkili ve verimli kullanmışlar. Tesisin bir de villalar kesimi var ama bizim gibi halktan insanların zaten o bölümle pek bir ilgisi olmuyor. Hatta hiçbir ilgisi olmuyor.

Belek civarına gitmeyi düşünenler varsa, bu tesis benim tavsiye edebileceğim bir yer… Umarım yaşadığınız tatiller, hayallerinizdekiler kadar güzel olur…

11 Temmuz 2014 Cuma

Madaba Ziyareti...

Günaydın dostlar…

Bu sabah hep beraber Madaba’ya gidiyoruz.  Türkiye’de hemen hemen her yere gittiğimize göre, artık yurtdışına açılma zamanımız geldi. Çalıştığımız şirketin sorumluluk alanının genişlemesi ile beraber, bizim de seyahatlerimizin şekli değişmeye başlamıştı.

Madaba, nerede diye merak ediyorsunuz değil mi? Söylemiyorum, arayın Google’da kendiniz bulun. Hem kendiniz bulursanız bir daha da hiç unutmazsınız. Genişlemiş coğrafyada benim ilk seyahatim Madaba’ya oldu. Buralara giden arkadaşların da çok iyi bildiği gibi, o yöne giden uçakların çoğu sabaha karşı 2.00’de, 3.00’te filan giderler. Herkes uyumaya hazırlanırken, gece yarısına doğru evden çıkıp havaalanına gitmek çok garip bir histir.



Tam da yukarıda tarif ettiğim şekilde,  bir pazar akşamının geç saatlerinde evden çıkıp Madaba yollarına düştük. Şehrin sessizliği ilk defa gidecek olmanın yarattığı belirsizliğe karışıyordu. Her ayrılışta zaten az da olsa bir burukluk vardır. Gecenin o saatinde ayakların geri geri gider. Birçok yere gittim ama daha önce hiçbir Ortadoğu ülkesine gitmemiştim. Nasıl bir ortamın beni beklediği hakkında da hiçbir fikrim yoktu.

Merak edip de baktınız mı? Neredeymiş Madaba? Bakmadıysanız ben de söylemiyorum.

Tek bildiğim uçaktan indikten sonra havaalanında vize almam gerektiğiydi. Allah devletimize zeval vermesin, anladığım kadarıyla bu vize işi artık ortadan kalkmış. Güzel de olmuş, zira (kuyruklar çok uzun olmasa da) sabahın köründe vize kuyruklarında beklemek hiç hoş olmuyordu.

Vize alacağız ama vize kuyruğuna girmeden evvel başka bir kuyruğa girip dolar bozdurman gerekiyor. Girdik kuyruğa, bozdurduk dolarları, geldik vize kuyruğuna. Vizemizi de aldıktan sonra, pasaport kuyruğuna girip sonunda içeri girebildik. İlk bakışta etraf beklediğimden daha iyi gözüküyordu.

Kalacağım otel beni karşılamak için bir araç yollamıştı. Yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra otele vardım. Aracı kullanan çocukla beraber lobiye girdiğimizde, bir sürü insanı yerlerde kavga ederken gördük. İnsanlar, askerler, polisler, takım elbiseli bir takım tipler ne arasanız vardı. Yerlerde, masalarda, koltuklarda büyük bir kavga dönüyordu ve kimin kiminle kavga ettiği de belli değildi.

Beni getiren çocuk, “Siz karışmayın sakın, biz burada duralım” dedi. İyi ki söyledin, ben de tam kavgaya karışmak üzereydim! Bence artık nerede olduğumu söyleyeyim. Amman’da 5 yıldızlı bir otelin lobisindeyim. Sonunda kavga bitti ve anlaşıldı ki, her meslekten 20 kadar Ürdünlü iki tane İngiliz’le kavga ediyordu. 20 kişinin yarısı polis ve asker olmasına rağmen, iki tane İngiliz’i kontrol edemediler. Kelepçe takıp götürebilmek için hepsi 20 dakika yerlerde süründü.

Kavganın nedeni mi? Tam da tahmin ettiğiniz gibi. İngilizler çok içmiş (unutmayın saat sabahın 4.30’u filan ve kış gecesi) ve etrafa küfür etmeye başlamışlar. Bizimkiler de bunları götürmeye kalkmış ama gördüğüm kadarıyla, bu iş çok da kolay olmamış.

Biraz önce yerde sürünen takım elbiseli adamlardan biri, kavga bitince masasına oturdu ve bana “Yardım edebilir miyim?” dedi. Yanımdaki çocuk da “Tamam ağabey masaya gidebilirsin artık” dedi ve aldı benim çantamı masanın yanına götürdü. Tam masaya oturdum, bu sefer de yerde kavga edenlerden başka bir tanesi bana portakal suyu getirdi. Ulan saat olmuş sabahın beşi, lobide bir meydan savaşının içine yürümüşüm, herif bana “Yolculuğunuz nasıl geçti, Ürdün’e ilk gelişiniz mi?” filan gibi sorular soruyor.

Zaten saat 9.00 da gelip alacaklar, bırakın da azıcık uyumaya çalışayım.

Daha sonraki yıllarda Ürdün’e defalarca gittim ve birçok yerini de gördüm. Ben ortamını beğeniyorum. Çok güzel mahalleri var. Ürdün’ün en belirgin özelliklerinden biri de, bütün binaların dış kaplamalarının açık kahverengi olması. Ürdün’de çıkan ve 'Ürdün taşı' dedikleri bir taş var ve anladığım kadarıyla en ucuz evin de, en pahalı evin de dış cephesinin bu taşla kaplanmış olması şartı var. Bu nedenle de ne yöne baksanız aynı rengi görüyorsunuz.

Ürdünlüler, iyi niyetli asil insanlar. “Biz kraliyet ailesinden geliyoruz” diyerek, çok da gururlular. Her yerde olduğu gibi; Amman’da, Madaba’da ve diğer şehirlerde çok güzel vakit geçirdik, dostluklar kurduk.

Madaba’da ne işim mi vardı? Madaba, Amman’a 45 dakikalık bir mesafede ve bizim şirketin fabrikası Madaba’daydı. Madaba, bazı yarışma programlarında kazık soru olarak zaman zaman çıkıyor. Artık hepiniz Madaba’yı, öğrendiniz, bir daha da asla unutmazsınız.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…